22 Aralık 2021

SEVGİLİ GÖRÜNMEZ EMEĞİM!

Ünlü Japon yönetmen Hayao Miyazaki, daha önce ilan ettiği emekliliğini son bir animasyon yapmak için ertelediğini açıklamış. Miyazaki, animasyonlarında geleneksel Japon kültürünün unsurları vasıtasıyla modern hayatın sorunlarına eleştiriler yöneltiyor. Anladığımız kadarıyla özetlersek her şeyin (eşyaların, ağaçların, hayvanların…) bir ruhu olduğuna inanıyor ve mevcut sorunların insanın bu ruhla barışık yaşamamasından, dengeyi bozmasından kaynaklandığını, eninde sonunda sulh yapması gerektiğini savunuyor. Ben de bir süredir Miyazaki’nin yaklaşımından hareketle, Türkiye’de kadınlar dışında kalan hane bireylerinin “evin ruhu[1]” diye bir şeye inandığını düşünmeye başladım. Şöyle ki; aile bireyleri, “evin ruhu”nun evdeki bütün işlerin yanı sıra kendilerinin tek tek ve toplum içindeki hayatını kolaylaştıracak tüm organizasyonları yapmasını ama hallettiği işleri sayarak, göstererek onlar için yardım ya da karşılık bekleyerek kimseyi rahatsız etmemesini umuyor. Bu beklentilerin evin ruhunun fiziksel ve psikolojik sınırlarını zorladığını görmezden geliyor. Biraz filmin sonunu söylemek (spoiler) gibi olacak ama Miyazaki animasyonlarına baktığımızda “evin ruhu” kendisiyle uzlaşmaya gidilmezse bir noktada işleri tamamen içinden çıkılmaz hale getirebiliyor.

Evin Ruhunun Görünmeyen Emeği/İşleri

Öncelikle şunları belirtmekte fayda var; bu yazı kadınlar lehine ayrımcılık yapıldığı için değil, kaydı tutulmaya değecek oranda “ev erkeği/evde erkek emeği” ya da onlara dair yeterli veri olmadığından kadınlar üzerinden yazıldı. Şikâyet konusu haline gelen unsurlarda bahsi geçen erkekler tabii ki bütün erkekler değil, mutlaka istisnalar var ama istisnaların sayısı şimdilik genel tabloyu değiştirecek kadar göze çarpmıyor.

İkinci önemli konuysa evdeki haksızlıkları sadece feministlerin dile getirmiş olması nedeniyle yazının ekseninin de o yöne kaymış gibi görünmesi. Feministlerin bir kısmı, Marks’ı bütün ilişki biçimlerindeki doğallaştırıcılığı sorgulayıp onunla mücadele ederken, sıra görünmeyen emeğe geldiğinde bunu doğallık alanı olarak görüp kabullendiği için eleştiriyor. Doğallık alanından kasıt mesela hukuk stajyerinin yanında staj yaptığı avukatın kahvesini almasının, ofisteki bulaşıkları yıkamasının beklenmesi. Bu işler stajın parçası gibi algılanıyor ve yapılmadığında stajyerden hesap sorulabiliyor. Ev işlerini yapmanın kadınların doğasından kaynaklandığının düşünülmesi de böyle. En iyi aşçıların erkeklerden çıktığı fikri yaygınken evde yemek pişirmenin kadınların görev tanımında yer alması başka bir örnek olarak verilebilir. Diğer kesimlerin bu konuda söz söylemesini de yine bu doğallık tanımı güçleştiriyor. Evdeki adaletsiz iş bölümünü “aileye saldırı” değil, özel alandaki haksızlıklar çerçevesinde gören bir bakış açısı gelişebilseydi konu en azından bir yönüyle sadece feministlerin konuştuğu bir konu olmazdı. Belki böyle bırakılarak mücadele marjinalleştirmek isteniyordur.

İşler, cinsiyet temelinde oluşmuş toplumsal iş bölümünün iki temel düzenleyicisi olan ayrılma ve hiyerarşi ilkeleri doğrultusunda önce kadın ve erkek işleri diye ayrılıyor, sonra da hiyerarşik olarak kadın işleri daha az değerli görülüyor. Geleneksel anlamda zaten erkek işi olarak kodlanan inşaat şantiyelerinde, maden ocaklarında, ameliyathanelerde, görkemli ofislerde masa başında vs. yapılan işler daha değerli addedilirken, aile işinde, alışveriş merkezlerinde çalışanların, evlerinden ya da sağlıksız atölyelerden parça başı iş üretenlerin, bütün gün kimyasala maruz kalan kuaförlerin, temizlik işçilerinin, gün boyu ayakta duran tezgahtarların, çağrı merkezi çalışanlarının yaptıkları işler değersiz işler olarak nitelendirilip görünmez kılınıyor. Bunların bir kısmı, kendilerine atfedilen düşük statüye rağmen ekonomide ücret, sigorta, emeklilik gibi verilerle kayıt altına alındığı için tam olarak görünmez sayılmıyor. Asıl “görünmeyen emek”, dışarıda değil evde üretildiği için herhangi bir ekonomik girdiye/çıktıya tekabül ettirilmeyen, bu nedenle daha da değersiz görülen, aynı zamanda kadın işi olarak tarif edilen ev işleri oluyor.

Daha detaylı bir şekilde açıklamak gerekirse, çalışan insanların kendilerini her gün yeniden üretebilmesi ve ertesi gün işinin başına yenilenmiş olarak geçebilmesi için ayrı bir emek harcanması gerekiyor. Bu emeğin kapsamına, çalışan kişinin çamaşırlarının yıkanması, yaşadığı alanın temizlenmesi, nevresimlerinin değiştirilmesi, yemeğinin pişirilmesi, derdinin dinlenmesi gibi işler giriyor. Bu hizmetlerin üretiminde bir işçi istihdam edildiğinde farklı bir durum ortaya çıksa da bunlar genellikle eş, anne, kız kardeş, kız evlat gibi ailenin kadın üyeleri tarafından karşılıksız yapılıyor. Bu durum toplum tarafından “doğal, kutsal” gibi tanımlarla meşrulaştırılarak kadınların doğasının bir parçası kılınıyor. Böylece bu işleri aile içinde başka kimse üstlenmek gereği hissetmiyor. Üstlenilirse, o bireyden o sorumluluğu bir kadının yaptığı gibi detaylı, sürekli ve en iyi şekilde yerine getirmesi beklenmediği gibi, bu yürütülen geçici göreve “yüce gönüllülükle yapılmış iyiliklerden” gözüyle bakılıyor; ilk fırsatta da asıl sahibine iade ediliyor. Bu doğallaştırma kendi içinde birtakım çelişkileri barındırıyor. Mesela evdeki herkes kendisinin kullanıp kirlettiği tuvaleti “doğallıkla” temizleyip, biten tuvalet kağıdının yerine yenisini takabilecekken bu, kadının, genellikle annenin görevi oluyor. Nasılsa yine aynı doğallık tanımıyla cam silmek de kadına kalıyor. Öyle ki “toplumun bekası, ahlakı…” kadınların bu işlevleri kutsal aile yapısı çerçevesinde “sevgiyle, doğası gereği” yerine getirip herhangi bir talepte bulunmamasına dayanıyor. İşin tuhafı bu kadar önemli işlevler, toplumda hep ikincil bireyler olarak görülen kadınların sırtına yükleniyor. Kadınlar örgütlü ya da bireysel herhangi bir sorgulama içine girer, hak talep ederse bu arayışları; “ailenin çöküşü”, “ahlaki bozulma” gibi büyük başlıklarla boğuluyor. Dahası talepte bulunan, arayış içinde olan kadınlar, bir takım fikir akımlarının küfürmüş, hakaretmiş gibi kullanımıyla toplum gözünde mahkûm ediliyor. Kadınların talep ettikleri hakların meşruluğu ile ilgili muteber kaynaklardan referanslar getirmesi beklenirken, konfor alanının zarar görmesini istemediği için bu haksızlık silsilesinin sürmesine ses çıkarmayanlardan hiçbir referans sorulmuyor. Yani uzun yıllardır her türlü kendini geliştirme imkânından bir şekilde mahrum bırakılan kadınların (ahlaklı, tahsilli, saygılı bireylerden müteşekkil) ailenin dolayısıyla toplumun teminatı olması en büyük çelişki olarak önümüzde duruyor.

Evin ruhunun (görünmez emeğin) özgeçmişi

Evin ruhunun mücadelesine genel olarak baktığımızda, kadınların hep görünmez kalan günlük yorgunluklarının, bezginliklerinin, hapsoldukları kısır döngünün, siyasi, akademik literatürde farklı isimler altında ve küçük de olsa yer bulması sevindirici. Uğradığı haksızlıkları düzeltmek, haksızlık yapmamak ya da haksızlığa uğradığında birlikte düzeltmek kimsenin aklına, işine gelmediği için evin ruhunun yani kendilerinin hakkını aramak kadınlara kalıyor. Evin ruhu evdeki sorunlardan önce kamusal alanda birtakım hak talepleriyle yola çıkıyor. Belki evi düzeltmenin, hapsolduğu sorumluluklar döngüsünden çıkmanın yolunun devletin haklar tanımasından geçtiğini ya da muhatap olunan ortak haksızlıklarla mücadelenin kolektif bir güç ortaya çıkarabileceğini ve hakkını arayamayacak kadar zayıf olan bireyleri birlikte koruyabileceklerini düşünmüşlerdir. Böylece ortaya çıkan birinci dalga feminizm (biraz da hareketi aşağılamak amacıyla konulan isimleriyle süfrajetler) kadınların seçme ve seçilme talebiyle işe başlıyor.

Dünya kadınlarının kamusal alandaki yasal haklarının teminat altına alınması özel alanda neler olup bittiğini sorgulayan ikinci dalga feminizmi doğuruyor. Charlotte Perkins Gilmann ta 1900lerde ev işlerinin kolektifleştirilmesi gerektiğini ifade ederken, yıllar sonra Christine Delpy “Baş Düşman” adlı makalesinde, kapitalist ve sosyalist toplumlar da dahil olmak üzere mevcut tüm toplumların kadınların karşılıksız emeğine dayandığını söylüyor. 1972 yılında başlatılan uluslararası “Ev İçi Emek İçin Ücret” kampanyasında, ücrete tabi olsa ev işlerinin kapitalizme maliyetinin ne kadar yüksek olacağı vurgulanıyor. “Görünmez” de olsa kadın emeğinin, kendisinin yeniden üretimi için gerekli olandan daha fazlasını ürettiğine, bu fazlalığın kapitaliste kâr olarak geri döndüğüne dikkat çekiliyor. Günümüzde ise Oxfam’ın Ocak 2020 verilerine göre dünyadaki kadınların tümü yaptıkları işi tek bir şirket için yapıyor olsaydı bu şirketin yıllık cirosu Apple’ın 43 katı olurken, en büyük ilk 50 şirketin toplam cirosunu geride bırakırdı. Yani kadınlar, kimsenin görmek istemediği evin ruhu vasıtasıyla dünyanın en büyük ekonomik verisini üretiyorlar ve buna rağmen sistemin dışında bırakılıyorlar.

Bitmeyen mesai yapmışlar!

Konu dünyada 1960-70lerde gündeme gelirken, Türkiye’de birkaç yıldır sınırlı bir şekilde konuşuluyor. Çünkü her tartışma ailenin kutsallığına çarpıyor. Aslında itirazlar aileden çok, aile kavramıyla örtülmek istenen adaletsiz iş bölümüne yönelik. Ama talepler kadınlar dışındaki aile bireylerinin konfor alanını büyük ölçüde bozacağı için değişik adlandırmalarla yaftalanarak baskı altında tutuluyor.

Çalışan kadınların işyerindeki mesailerinin ardından evde yemek, sofra, bulaşık, çocuk bakımı, ödevlere refakat, çay servisi gibi işleri kapsayan ikinci mesaisi başlıyor. Yani çalışma saatleri 16-17 saati bulabiliyor. Görünmez emeğin (diğer bir adıyla bakım emeğinin) kadınlara ait bir alan olarak görülmesi çalışan kadınların emek piyasasında var olma biçimini de belirliyor. Hemşirelik, okul öncesi öğretmenliği gibi mesleklere yönelimde kadınlık belirleyici olabilirken, özellikle çocuklu kadınlar esnek istihdam biçimlerine, erkeklere oranla sınırlı kariyer olanaklarına, yer yer yoksulluk ve aileye bağımlılığa mahkûm ediliyor. Kadın çalışanların ücretinin düşüklüğü aile işleri, çocuk bakımı gibi konularda izin alacak tarafı otomatik olarak belirliyor. Bütün bu sorunlu çalışma alanına rağmen çalışan kadınlar en azından işyerinde geçirdikleri zaman için sigorta, maaş, emeklilik, terfi gibi haklara kavuşabilirken, tüm zamanını evle geçiren kadın için böyle bir durum söz konusu olamıyor. Gün içinde “ne yaptığı” sorulan kadın, bazen emeğinin yok sayılmasına alıştığından, bazen başka bir var olma biçimi bilmediğinden, bazen de kendisi için normal gördüğünden “küçük” bulduğu işleri sıralamıyor bile. 

Evin Ruhu nerede?

Evin ruhu, temizlik, yemek, çamaşır, alışveriş gibi ev işlerinin yanı sıra kendine bakamayacak durumda olan aile üyeleri, yakınlar (çocuklar, yaşlılar, hastalar ve engelliler) ile kendine bakabilecek durumda olan eşler, yetişkin çocuklar için bakım hizmeti sağlıyor. Ondan evle ve içinde yaşayan herkesle ilgili bütün detaylara hâkim olması, sonsuz bir adanmışlık, şefkat ve bitmeyen enerji ile sürekli, hem de tatlı dil, güler yüz göstererek, aynı işleri yeniden üretmesi bekleniyor. Çalışan bir kadının ev ve hane bakımına ayırdığı süre 3.5 saati, çalışmayan kadınlar için 5 saati bulurken, erkeklerin aynı alana ayırdığı süre 45 dakikayla sınırlı kalıyor. Üstelik bu işler boşanma sırasında da kadınlara herhangi bir avantaj sağlamıyor. Mesela yıllar boyunca yıkanan çamaşır, bulaşık için bir fon birikmiyor. Aslında bu işlerin çoğunu, özellikle bir kadının yapması gerekmiyor. Herkes, yapabildiği ölçüde yapsa zaten böyle bir “yük” ortaya çıkmayabilir. Gerçekten bir annenin ya da kadının bizzat çözmesi gereken sorunları ise kadın/anne daha iyi durumda olan enerjisi ile rahatça ve severek çözebilir.

Evin Ruhu nelerle meşgul olmalı?

Her gün en erken kalkıp en geç yatan kişi olmasına rağmen aile bireylerine, günün evden ilk çıkanı dahil olmak üzere beş yıldızlı otel konforunda taze çay, sıcak kahvaltı menüsü hazırlamalı. Menüleri ayarlarken kendini tekrar etmemeli, akşam yemeğine ne pişeceğini düşündüğü yetmezmiş gibi kahvaltı için de zengin seçenekler sunmalı.

Aile bireylerinin kıyafetlerinin envanterini düzenli olarak tutmalı, çekmecelerdeki çamaşır stoku azaldığında kirlileri yıkamalı, kuruyanları hızlıca yerine yerleştirmeli, ütü isteyenleri ütüleyip askılara takmalı. Gecikmelerden kaynaklanan tavırlara asla karşılık vermemeli. Kabahati kendinden bilmeli.

Vefat eden komşuya, akrabaya başsağlığına gitmeli, giderken halden anlayıp yanında ev ekonomisini sarsmaması için evde pişirilmiş sıcak bir kap yemek, bir tepsi börek götürmeli. Bunu da ev halkının akşam yemeği konforunu bozmayacak şekilde zamanlamalı, eve vaktinde dönmeli, akşam için gereken hazırlığı tamamlamalı.

Yazın sebze meyvenin en bol olduğu dönemde (ev halkından çok kendisinin “ne pişireyim?” krizlerine çare olsun diye!) domates, biberden menemenlik, erikten, vişneden kompostoluk, çilekten, kayısıdan reçellik, biberden, patlıcandan dolmalık, bamyadan, bezelyeden, yapraktan derin donduruculuk erzak depolamalı, tatlı ev halkının seçici damak zevkine uygun menüleri en azından zihnen hazırlamalı. Çalışan bir kadınsa ve bu mevsimleri gözetemiyorsa başka bir evin ruhunu bulup bazen anne-kız, gelin-kayınvalide ilişkilerine dayanarak bilâ bedel, bazen pazara getiren teyzeden ücreti mukabilinde bu nevaleyi temin etmeli, ev halkını bu lezzetlerden mahrum bırakmamalı.

Kendi kırgınlıklarını bir kenara bırakmalı, aile bireylerinin akşamın dar saatinde geçirmeye karar verdiği sinir buhranlarıyla meşgul olmalı.

Eve yalvar yakar alınan evcil hayvanların bakım ve temizliklerini ihmal etmemeli, tüylerini yemeklerin içinden çıkmaması için gerektiği şekilde izole etmeli. Ayrıca mekânı çiçeklerle güzelleştirmeli, evi düzenli olarak havalandırarak pişirdiği şeylerin kokularıyla kimseyi rahatsız etmemeli.

Evde herhangi bir şey üretmeye karar verirse, onun başından elli defa kalkmayı göze almalı, çalıştığı alanı ve zamanı bakmakla yükümlü olduğu bebek, yaşlı ya da hastayla paylaşmaya alışmalı, bu üretime ayırdığı enerjinin, zamanın hesabını değişik aile bireylerine, komşulara, akrabalara farklı zamanlarda defalarca verebilmeli. Hatta doktora tezi, kitap/yazı yazımı gibi faaliyetler yapacaksa bunlar için herkesin uyuduğu zamanlarda çalışmalı, ev sakinlerinin günlük hayat akışını asla bozmamalı. Virginia Woolf’un Kendine Ait Bir Oda kitabında önerdiği gibi kendisi için özerk bir çalışma zamanı ve alanı hayalini asla kurmamalı.

Bir şekilde biriktirdiği paraları kendisiyle ilgili bir alanda değerlendirmek yerine (zaten nereye harcayabilir ki?), evin ortak ihtiyaçlarına; çocuklara baza alımı ya da ailenin arabasının yenilenmesi gibi projelere kendi rızasıyla sunmalı, bu paranın kendisine geri verilmesini beklememeli.

Teknolojinin gelişmesi, sosyal medya kullanımının artmasıyla birlikte hiç bitmez hale gelen velilik işlerini telefonuyla takip etmeli, oradan çocuklarına yeni ders programlarını, ödevleri düzgünce haber vermeli. Bir mesajı kaçırırsa gruptaki velilere mutlaka geçerli bir mazeret gösterebilmeli.

Çocukların, evde bakıma muhtaç yaşlıların, engellilerin sağlıklarının takibini titizlikle yapmalı, ilaç dozlarının, tedavilerinin asla aksamamasını sağlamalı. Çocuklar düşerse, dişlerinde bir çürüğü, gözlerinde bir kaymayı, ayaklarında bir eğri basmayı zamanında teşhis edip eylem planını uygulamaya koymazsa her türlü suçluluk duygusunu üstlenmeye meyilli olmalı.

Eve alınan nevalenin vaktinde ayıklanıp pişirilmesini, yıkanıp yenmesini mükemmel şekilde organize etmeli, hiçbir ürünün bozulmasına, küflenmesine ya da son kullanma tarihinin geçmesine sebep olmamalı. Aile bireylerinin kişisel damak tatlarıyla ilgili geliştirdikleri ya da geliştirmedikleri, kalıcı ya da geçici her türlü hassasiyeti dikkate almalı, bunlara uygun çoklu menüler sunmalı.

Tuvaletlerde, banyolarda biten tuvalet kâğıdı, kâğıt havlu, diş macunu, sıvı sabun, şampuan gibi malzemelerin yerine, kimsenin elinin boşa gelmesine izin vermeden, yenisini koymalı, bittiği halde çöpe değil yerlere atılan ruloları, şişeleri toparlayıp geri dönüşüme atmalı.

Yılların birikimiyle ortaya çıkan bel, boyun fıtığı, sırt, diz ağrısı, omurgada düzleşme, karpal tünel sendromu[2]  gibi rahatsızlıkların vücudunda ortaya çıkarttığı iş göremezlik halini en fazla 24 saatle sınırlamalı, uzasa da ev halkına yansıtmamalı, onlardan herhangi bir günlük görevin geçici olarak yürütülmesini istememeli. Bu tür rahatsızlıklar uzun ve istirahat içeren tedaviler gerektirdiğinden bunları artık işe yaramayacakları zamana kadar ertelemeli, acısını değişik ilaç kombinasyonları ile bastırmalı.

Arkadaşlarıyla bir araya gelip çay içtiği zamanlar için suçluluk hissini daima canlı tutmalı, şu hayatta ancak işlevsel olursa var olabileceğini aklından çıkarmamalı. Başka insanlar bir araya geldiğinde daima dünyayı kurtardıkları için “kadın günleri”nde çok kilo alındığı, “anca dedikodu yapıldığı” şeklindeki bezdirici yorumlara tahammül etmeli. Müze dolaşmaya, seçkin sinema, tiyatro örnekleri izlemeye, kitap okumaya her zaman bol vakti ve nakti olduğu halde bunları kendi seçimiyle (!) yapmadığını aklında tutmalı, beynini uyuşturmak için takip ettiği gündüz kuşağı programları ile ilgili her türlü negatif yargıya katlanmalı.

Özetle doğduğundan beri birilerinin ablası, kızı, karısı, gelini, annesi olduğundan ve başka bir var olma biçimi tanımadığından doğal olanın dışına çıkacak hareketler yapmamalı, kimsenin rahatını kaçırmamalı. Belki de bulabileceği bütüncül bir kendi olma tarzını aramaktan toplumu tehdit ettiği gerekçesiyle uzak durmalı. 

Evin ruhunu huzura kavuşturmak

Evin ruhunun emeklilik, maaş, sigorta gibi hakları bir nebze kazanması büyük ölçüde mücadelenin başındaki gibi kamusal haklar verilmesine dayanıyor. Bu alandaki mağduriyetlerin çözümünde “isteğe bağlı sigortalılık”, “bireysel emeklilik”, “doğum borçlanması” gibi uygulamalarla kamu nezdinde küçük ilerlemeler sağlanabiliyor. Ancak bu sistemlere katılım kadınların düşük de olsa primleri ödeyebilecek bir kaynağa sahip olduğu varsayımından geçiyor. Son zamanlarda gündeme getirilen ev kadınlarına evliliklerinin belli bir süreye ulaşmasından sonra emeklilik hakkı sağlanması gibi tartışmalarsa yarım kalmışa benziyor. Bu tür kamusal iyileşmeler, kadının kamusal durumunu bir ölçüde düzeltirken evdeki fiziksel ve psikolojik iş yükünü azaltmıyor. Bu yükü azaltmanın yolu ise aile bireyleriyle adil iş bölümünden geçiyor. Evdeki diğer yetişkin, erkek/baba/eş olduğu için onun çözüme aktif ve eşit katılımı gerekiyor. Bunu gören çocuklar da daha doğal bir biçimde evin ruhunun sürekli emek vererek ayakta tuttuğu sistemin yükünü paylaşabilir. 

Yazıyı yazarken faydalanılan kaynaklar:

- Bora, Aksu, “Hepimiz Ev Kadınıyız”, Birikim Dergisi, 4.3.2020, son erişim: 11.11.2021,  https://birikimdergisi.com/haftalik/9960/hepimiz-ev-kadiniyiz 

- Bora, Aksu, “Metafor olarak Ev”, Birikim Dergisi, 25.10.2021, son erişim: 13.11.2021, https://birikimdergisi.com/haftalik/10761/metafor-olarak-ev

- Dinçer, Yeşim, “Görünmeyen Emek”, 5.1.2021, son erişim: 16.11.2021, https://feministbellek.org/gorunmeyen-emek/

- Erdoğan, Necmi, “Gündelikçi Kadınlar, Emir Erleri ve Benzerlerine Dair Aşağı Sınıflar, Yüksek Tahayyüller”, Birikim Dergisi, Sayı 132, Nisan 2000, son erişim: 11.11.2021,  https://birikimdergisi.com/dergiler/birikim/1/sayi-132-nisan-2000/2325/gundelikci-kadinlar-emir-erleri-ve-benzerlerine-dair-asagi-siniflar-yuksek-tahayyuller/3271

- Gürcanlı, Emre, “Az görünen, pek görünmeyen ve hiç görünmeyen işler: Kadınlar evde de ‘iş kazası’ kurbanları!”, İSİG Meclisi, 17.03.2019, son erişim: 11.11.2021, http://isigmeclisi.org/19920-az-gorunen-pek-gorunmeyen-ve-hic-gorunmeyen-isler-kadinlar-evde-de-i

- Savran, Gülnur Acar, Ekin Funda (söyleşi), “Feminizm Bütün Kadınların İsyanı”, Birikim Dergisi, 5.4. 2006, son erişim: 14.12.2021, https://birikimdergisi.com/guncel/89/feminizm-butun-kadinlarin-isyani

Esra Özer Duru, Ankara, 15.12.2021.

 https://hertaraf.com/haber-sevgili-gorunmez-emegim-esra-duru-8159



[1] Evin ruhu” tamlamasını, kadınların evdeki her türlü işi ve organizasyonu yapması ama yaptığını diğer aile bireylerini rahatsız, mutsuz edecek, suçlu hissettirecek şekilde belli etmemesini talep eden ev halkından hareketle düşündüm. Benden önce bulan olmuş mu diye Google’da bir araştırma yaptım. Aramaların kısa özetlerinde Marks’ın adını görünce, önce “tabii ya” dedim. Sonra feministlerin Marks’ın tüm ilişki biçimlerindeki doğallaştırıcılığı sorgular ve bunları doğallıklarından arındırırken, sıra görünmeyen emek alanına geldiğinde bu alana doğallık alanı olarak bakmasına dair eleştirisini hatırladım. Tamlama, Ukraynalı yazar Galina Serebryakova’nın Ateşi Çalmak isimli roman serisinde, Marks’ın iç sesinden eşi Jenny’yi tarif ederken kullanılıyor. Kitap serisini okumadım, tanımlama Marks’a mı, Serebryakova’ya mı ait bilmiyorum. Ama feminist eleştiriyi dikkate alınca tamlama bana ait değilse de içini ben doldurdum sanırım. 😊 Her ihtimale karşı, Nazım Hikmet de demiyor mu, “Benden önce söylenmiş bunların hepsi bin kere, benden sonra da söylenecek.” 

[2] Karpal tünel sendromu, ellerle yapılan ince işler nedeniyle zamanla avuçların bileğe yakın kısmında bulunan bağlar ve kemiklerin el sinirlerine baskı yapması sonucu ortaya çıkan uyuşukluk, ağrı, his kaybı. Bu sendromu ilk kez bir ilaç fabrikasında çalışan kadın işçilerin yaşadığı sağlık sorunu olarak öğrendim. Daha sonra dantel, lif, patik örerek ya da temizlik yaparak ev geçindiren kadınların da aynı rahatsızlığı yaşadığını gözledim. 

18 Kasım 2021

BASRİ GÖRÜR NEDEN GÖRMÜYOR? (Basri Görür 2)

Basri bey, hastaneden eve döndükten sonra komşusu onu pek yalnız bırakmadı. Alçısı çıkana kadar yemek getirdi, çaya çağırdı, alışverişinde yardımcı oldu. Koltuk değnekleriyle iş yapmak zor olduğu için kendi gündelikçilerini ona günlük işleri halletsin diye yolladı. Arabasıyla işe bıraktı, akşamları aldı. Arada hamama götürdü. Basri beyin karısı ise intihar girişimine ve kırık bacağa rağmen dönmedi. Sadece birkaç kere uğrayıp yaptığı yemeklerden, kekten, börekten bıraktı. Bir de boşanma davasını açmayı geciktirdi. Oğlanlar arada babalarını ziyaret edip evi şenlendirdiler ama eski enerji hiç dönmedi.

Basri ilk uğradığında büyük bir umutla karısına hastanedeki polisin söylediklerini anlattı ama onun üzerinde herhangi bir etkisi olmadı. Yüzünde buruk bir gülümsemeyle getirdiği yemeklerin kaplarını boşalttı, bir poşete koydu ve gitti. Halbuki Basri yeni keşfinin kendisindeki aydınlanmayı karısında da yapacağını umuyordu. Bu yüzden aklından Ferdi’nin intiharı, kendisinin başarısız girişimi, basiretinin bağlı oluşu hiç çıkmıyordu. Basireti neden, ne zaman bağlanmıştı Basri’nin? Bunu bulabilir miydi? Bulsa geri çözebilir miydi? Yoksa her şey için çok mu geçti? Basiretini çözebilirse ailesini geri alabilirdi. Alçı dönemi boyunca fikirler geliştirdi. Bu sefer her şeyi doğru yapmak istiyordu. Basiretini çözme projesinin bütün detaylarını not alıyordu. Notlarının başına büyük harflerle ve en özenli yazısıyla BASİRET ÇÖZME YA DA TAMAMEN BAĞLAMA OPERASYONU yazmıştı.

İki ay sonra alçısı çıkarıldı. Alçıyla birlikte koltuk değneklerinin birinden de kurtulup daha rahat hareket edebilmeye başladı. Nalburdan aldığı çimento ve kumla bir harç hazırladı. Sandık odasındaki işe yaramaz küçük camı birkaç tuğlayla kapattı. Elinde kalan harçla ördüğü minik duvarın iç yüzünü güzelce sıvadı. Bayağı düzgün bir iş çıkarmıştı. Karısı görse onunla gurur duyardı ya da defalarca rica ettiği şeyler yerine “böyle lüzumsuzluklarla” uğraştığı için kızardı. Düşününce bu daha yüksek bir ihtimaldi. Getirdiği mutfak tüpünü dışarı koyup tüpün hortumunu kapının altından geçirdi. İşlem başladıktan sonra içgüdüsel olarak kapıyı açmak ya da tüpü kapatmak istemiyordu. O yüzden anahtarı da kapıyı kilitleyince dışarı itti. Hava girmesini engellemek için rulo yaptığı eski bir battaniyeyi kapının altına tıkadı. Kendi mutlak karanlığında yalnızdı artık. Bu operasyondan sağ çıkarsa basiretinin çözüleceğinden emindi. Diğer yandan sağ çıkmayacağından da emindi. Çünkü müthiş bir plan yapmıştı.

Tüpün ağırlaştırdığı odanın havasından derin nefesler çekti, tatlı bir mahmurluk kapladı içini. Zaten bunu bekliyordu. Naif kişiliğine uyumlu, öyle kansız, şiddetsiz, yumuşak biçimde uyuyarak ruhunu teslim edecekti. Uykunun kollarına kendini bıraktı. Bir ihtimal Basri hayatına dair elde ettiği yeni ipucunun ışığında bilincinin derinlerine gömülmüş anıları kazıp çıkarır ya da son zamanlarda pek sefil bulduğu hayat yolculuğunu sona erdirmeyi bu sefer başarırdı. Hafızası oradan oraya atlamaya, Basri’yi hayatının farklı zamanlarında dolaştırmaya başladı.

Basri’nin Durakları

Evde kavga çıkıyo, sınıfta kavga çıkıyo, sokakta kavga çıkıyo… Basri öfkenin geldiği anı

göremiyo. Hangi işaretlerin öfkeye dalalet ettiğini bir türlü anlamıyo. Çünkü bazen kızılan şeye bazen kızılmıyo, bazılarının kızdıklarına bazıları kızmıyo. Yüzünü hatırlamadığı bir ses kulağına, üstüne vazife olmayan işlere karışıp başını derde sokmasını istemediği için, “baktıklarını görme, gördüklerine baksan yeter” diye fısıldıyo. Hayatı boyunca ne zaman kafası karışsa bu ses ona “bakma, görme” diyo. Basri sanki daha az üzülüyo.

Fıkra anlatmayı hiç beceremiyo. Okulun ilk günü “kim fıkra anlatmak ister ya da kim şarkı söylemek ister?” diye sorulduğunda görünmez olmayı diliyo. Tüm cesaretini toplayıp anlatmaya başlarsa kelimenin ortasında nefesi kesiliyo, yutkunmak zorunda kalıyo, herkes tuhaf tuhaf bakıyo. Basri utanıyo, ses fısıldıyo: Anlatma!

Mahallede her oyunun mevsimi oluyo. Basri annesini o oyunun malzemesini almaya ikna edene kadar arkadaşları başka oyuna geçiyo. Boru alınana kadar onlar “çamura çivi saplıyo”. Basri elinde borusu ve külah kâğıtları kenarda bekliyo. Kimse Basri’ye külah nasıl yapılır, nasıl ıslatmadan yalanır öğretmiyo. Basri çamur oyununa da geç kalıyo. Kuzeninden bir torba dolusu misket geliyo. Gıcır gıcır, renk renk cam misketler… Basri misket oynamayı bilmiyo. Annesi bir torba dolusu misketi komşunun oğluna veriyo. Basri’nin torba dolusu ışıltısı gidiyo. Basri ağlıyo, ses fısıldıyo: Hissetme!

Sınıf arkadaşının ailesi aynı köylü, onlara çaya gidiyolar. Herkes salonda oturuyo, bunlara camsız sandık odası düşüyo. Arkadaşı övünüyo, “bizim ev dört odalı, onun için daha çok kira veriyoruz” Basri bakıyo, onların evi üç oda, pek güneş almıyo ama odalar büyük, kira da vermiyolar üstelik. Annesi evde, “bizim de küçük bile olsa sandık odamız olsa, kuruları, bulguru, pirinci koysak, Kalbiye ablanın evi gibi azıcık güneş alsa” diye hayıflanıp duruyo. Basri biliyo, Kalbiye ablalar da kirada oturuyo. Ses fısıldıyo: Kıyaslama!

Okulda öğretmen, arkadaşlarını seviyo, Basri’yi daha az seviyo. Bu nasıl sevgiyse? Arkadaşlarından biri çok akıllı, soru okunurken cevabı söylüyo, tam da bu yüzden dayak yiyo. Öğretmen çocuğun başını tahtaya yaklaştırıyo, gözünü nişan alır gibi kapatıp tahtayla arasını ölçüyo. Sonra çocuğun yanağına tokadı patlatıyo. Çocuk hem tahtadan hem öğretmenden dayak yiyo. Okul çıkışında anneler konuşuyo, “öğretmenin çocuğu olmuyo!” Merhamet için baba olmak mı gerekiyo? Trenci amcanın beş çocuğu var. Hepsini ayrı ayrı, üstüne karısını dövüyo. Yan apartmandaki Adile Naşit’e benzeyen teyzenin hiç çocuğu yok. Üstelik kocasının kaşları da çok çatık ama karısı susayıp camın önüne gelen çocuklara bardak bardak su verince bir şey demiyo. Çaktırmadan gülüyo. Basri görüyo, ses fısıldıyo: Bilme!

Yan komşunun karısı çok para istiyo. Adam da bunalıyo, içip içip silahını masaya koyuyo. “Ya seni vuracağım ya kendimi” diyo. Komşunun çocuğu kapıya geliyo, Basri’nin babası gidiyo, adama sade kahve içiriyo, tabancayı kendi evlerine gönderiyo. Anne büfenin üstüne koyuyo. Adam ertesi gün kapıya geliyo gözleri bir tavanda, bir yerde, “Yenge bizim emanet sizdeymiş. Bana zimmetli de o! Bir kaza çıkmadan…” apartmanın mozaik zemininde sesi kayboluyo. Basri, “Akşam ya onu ya karısını götürüyodu emanet! Emanet kötü bir şey mi? Zimmetlenince bir şey korunuyosa karısını adama, öğrencilerini öğretmene zimmetleseler ya!” diye düşünüyo, ses fısıldıyo: Anlama!

Basri karıştırıyo, zimmet kim, okulu paspaslayan amca mı? O Himmet, Okan’ın babası. Kalbiye ablaların eve fare giriyo. Üç gün Basrilere yemeğe geliyolar. Okanların evine kanalizasyondan hep fare giriyo. Okan’ın kafası kadar. Okan öyle diyo. Gerçi Okan’ın kafası küçük ama fareler büyükmüş, kimin kafası kadarsa artık? Himmet amca yakalamaya çalışıyo. Onları, evlerinde fare varken kimse yemeğe çağırmıyo… Ses fısıldıyo: Düşünme!

Basri, komşu abiye bayılıyo. Onun cesaretinden istiyo. Abi pek yüz vermiyo. Basri yine de etrafında dolanıyo, kendisiyle oynasın diye yalvar yakar oluyo. Bir gün kalbine sığmayan bir sırrı ona anlatıyo. “Kimseye söyleme” diye tembihliyo. Ertesi gün sır patlıyo. Akşam annesi “gel bakalım” diyo. Basri anlıyo, ses fısıldıyo: Güvenme!

Alamancı komşular, yaz tatiline geliyo. İkiz çocukları koltuklarının altında monopol kutusu, ellerinde poşetle solucan şeker, dışarı çıkıyo. Kilimin üstünde, birbirine haciz göndermeden önce solucan şekerler pay ediliyo. Basri çekiniyo, tiksinmiş gibi yapıp almıyo. Herkes şekerleri sündürerek yiyip yalanıyo. Basri pişman oluyo, “başka kaldı mı?” diye soruyo. İkizlerin teki kilime yapışmış bir solucanı işaret ediyo, “bu kaldı ister misin?” diye sırıtıyo. Basri kızarıp yutkunuyo. Ses fısıldıyo: İsteme!

Sınıfta Basri’nin kalemi kayboluyo. Arıyo, bulamıyo. Öğretmen kıpırdanıp durmasına kızıyo. Arkasındaki keçi kulaklı kız omuzuna dokunup sarı bir kurşun kalem uzatıyo. Basri can simidi gibi kaleme sarılıyo. Dersten sonra kıza kalemini geri veriyo. Kız gülüyo, “sana hediyem olsun!” diyo. Basri kızın gözlerindeki ışıltıyı, sesindeki cıvıltıyı duyuyo, kendisine kondurmuyo. Ses fısıldıyo: Sevme!

İdrak

Zihinsel yolculuğunun durakları arasında Basri uyumaya çalıştıkça bir şeyler derin uykuya dalmasını engelliyordu. Halbuki ara ara gelen şu müthiş mide bulantısı ve baş dönmesine rağmen sandık odasının zeminindeki halı rahat bile sayılabilirdi. Biraz kıpırdamaya çalışınca kusma hissi arttı. Geçen sefer yerde yatarken kemiğindeki kırık yüzünden midesinin yine bulandığını hatırlıyordu. Bu sefer kalbi de güm güm atıyordu. Basiret Çözme ya da Tamamen Bağlama Operasyonu başarılı olduysa yavaşlaması gerekmez miydi? Gümbürtü sanki içeriden, kalbinden değil de dışarıdan geliyordu. Kulağının dibinde eski sesi yine duydu. Bu sefer -ne tuhaf, alt komşunun sesine benziyordu ve yıllardır söylediklerinin tersini söylüyordu: “Uyan! Bak! Gör! Kendine gel!” Sonra Basri birden idrak etti. Kendisi henüz farkında olmasa da idrak onun için yeniydi! Yine yapacağını yapmış, muhteşem planını evdeki tüp üzerine kurmuştu. Tüp, Basri, nihai uykusuna geçemeden bitmiş, bu sırada Basri’nin sabahtan beri ses soluk çıkarmamasından şüphelenen komşu onu yoklamaya gelmişti. O, “Kendine gel Basri!” diye bağırarak sandık odasının kapısını yumruklarken, Basri kendisine “Basiretsiz Basri! Yine beceremedin! Hadi büyük tüp almayı akıl edemedin bari küçük tüpü dolusuyla değiştirseydin! Kaldın mı yine böyle basiretsiz? Allah seni bildiği gibi yapsın!” diyordu.

Takside giderlerken, Basri’nin hayatını ikinci kez kurtarmanın haklı gururunu yaşayan komşu ise onun elindeki kusmuk poşetiyle “benim film şeridim de ancak böyle olabilirdi!” diye ağlamasına hiç anlam veremedi.

Esra Duru, Ankara, 17.11.2021.

02 Kasım 2021

IŞIKLI HARİTALAR

Aylardır Covid 19’un insanların akciğerlerinde bıraktığı hasarı incelemek için çekilen tomografilerin raporlarını yazıyordu. Meslekte yeni değildi. Ama bu salgın sırasında gördüğü yoğunluğu hiç yaşamamıştı. Çalışma yöntemleri daha önce de aynıydı. Değişen yoğunluk olmuştu. Ekranı daha iyi görebilmeleri için loş aydınlatılmış odada, bedenini hareket ettirememekten sıkılınca sanki işe yarıyormuş gibi sert zeminde sandalyeyle ileri geri dolaşırdı. Bir eli sürekli farenin üstünde, bileği masanın kenarına dayalı, gözleri ekranda, beş altı hastada bir ara verir; sırtını, boynunu esnetirdi. Boyun, bel ve sırtları için ortopedik yastıklar, aparatlar alıyorlardı. Hatta el bilekleri için masaya yaslı durmanın ve sürekli parmakları çalıştırmanın hasarına karşı bilek yastıkları kullanıyorlardı ama gözlerini, zihinlerini dinlendirmek için yapılabilecek çok şey yoktu. Herkes gibi o da kendi yöntemini geliştirmişti. Gözlerini zaman zaman kapatır, hafızasına kaydettiği güzel manzaraları ya da çok sevdiği yağlı boya tabloları aklında canlandırırdı. En çok da Monet’nin eserleri gelirdi gözünün önüne. Birkaç dakika o manzaranın ya da tablonun içine girer, bir süreliğine oranın parçası olurdu. Bu yöntem, gözlerine kum dolmuş gibi hissetmeden, bir süre daha çalışabilmesini sağlardı.

İhtisası gereği hastalarla doğrudan muhatap olmuyordu. Ama tomografilerini incelediği akciğerlerin sahiplerinin nefes almaya çalışırken yaşadıklarını düşünmek onu bunaltmış, sanki kendisi nefessiz kalmıştı. Vakalar biraz düşüp yoğun bakımlardaki hasta sayıları azalmışken buldukları ilk fırsatta annesiyle bir tatile çıkmışlardı. Derin nefesler alıp göğsünü genişletebilmek ve kalabalıktan uzak olmak için bir Anadolu şehrini seçmişlerdi.

Geldikleri bu küçük şehirde hayat, günlük akışında ve güzeldi. Turizmden çok tarımla geçimini temin eden insanlar, mevsimlik döngülere, tabiat olaylarına uygun bir takvimle yaşıyorlardı. Burada tarhana, turşu, kurutmalık yapmak için hala ayın evrelerine bakılıyor, çocukların doğum tarihleri akılda tutulurken; çiçeklerin meyveye durma, meyvelerin olgunlaşma, toplanma zamanları esas alınıyordu. Tevekkül etmek sanki daha kolaydı. Tatil, günlük akışını programlamaya alışan şehir insanının sınırlarını bir miktar esnetebiliyordu. O da bu esnekliğin tadını çıkarmaya, salgında iyice artan kontrol merakını azaltmaya karar vermişti.

Bir sabah kahvaltıdan sonra annesiyle etraftaki küçük tepelerde yürüyüşe çıktılar. Güzel bir Mayıs günüydü. Börtü böcek uçuşuyor, bozkırın baharında tam bir şölen yapan kokulu minik kır çiçekleri her yeri güzelleştiriyordu. Havada her bir çiçeğin kendine özgü kokusunun karıştığı, esinti gibi hafif bir rayiha vardı. Tatlı ve sallapati bir köpek peşlerine takıldı. Kuyruğunu keyifle salladıkça poposu çarpılıyor, sakar ve komik görünüyordu. Biraz soluklanmak için gördükleri beyaz kayanın üstüne oturdular. Tam tepeye ulaşmadıkları halde manzara açık ve güzeldi. Baktıkları her yer çalışırken gözünün önüne getirdiği yağlı boya tabloları hatırlatıyordu. Annesiyle yaptıkları bu yürüyüş ellerinde şemsiye olmasa da Monet’nin meşhur Gelincikler tablosunu andırıyordu.

Durdukları yerin az ilerisinde mevsimlik işçilerin ailelerinin oluşturduğu küçük topluluğu gördüler. Çadırlarının önündeki otların üstüne kilimler, minderler sermişler, ağaç dallarının arasına çamaşır ipi germişler, küçük düzlüğü sofalı bir eve dönüştürmüşlerdi. Okul çağına ulaşmamış birkaç çocuk etrafta, el dokuması bir halı gibi görünen otların üstünde koşturuyor, kilimlerin üstünde ise emekleyen ya da yeni yeni yürüyen küçükler yanlarında el işi yapan ablaların gözetiminde oynuyordu. Birkaç kadın büyük kara taşların arasına kurdukları ocağın etrafında, hayali mutfaklarında çalışıyorlardı. Ocağın üstünde dışı isten kararmış geniş tencerede bir şey pişiyor, bir kadın ayran yapıyor, bir diğeri daha önce ıslattıkları yufka ekmekleri katlayıp bir bezin arasına sarıyordu. Acıktıkları belli olan çocuklar, olmayan mutfak duvarının dışında oynuyor, hazırlanmakta olan sofraya kaçamak bakışlar atıyorlardı. Peşlerindeki köpeğin çocuklara katılmasıyla neşeli bir koşuşma oldu. Kilimin üstünde el işlerine dalıp gitmiş ablaların arkasındaki bir ufaklıksa kopan gürültüye hiç aldırmadı. Bütün dikkatini elinde tuttuğu şeye yoğunlaştırmıştı. Uğraştığı her neyse öyle çok enerjisini alıyordu ki yanakları ıkınır gibi kızarmıştı.

Anne kız selam verip yaklaştılar. Annesi mutfakta iş yapan kadınların yanına yaklaşırken o tıpkı çocukluğundaki gibi kilimin üstünde oturanlara yöneldi. Çocuğun elindekini merak ediyordu. İşleriyle ilgilenen büyüklere selam verip gönüllerini aldı. Sonra küçük çocuğun yanına çömeldi. Ancak o zaman onun neden ıkındığını görebildi. Küçüğün elinde nereden bulduysa plastik bir su şişesi vardı. Belli ki bir süredir şişenin kapağını açmaya çalışıyor ama başaramıyordu. Küçük avucu kapağın desenleri şeklinde kızarmıştı. Kapağı çekiyor, çevirmeye çalışıyor, ama yöntemi bilmeden çabaladığı için muvaffak olamıyordu. Belli ki susamıştı da… Bu iş tüm enerjisini aldığından başka yaramazlıklar yapamıyordu. Ona ve diğer ufaklıklara göz kulak olmakla görevli ablalar bu durumdan memnun oldukları için kapağı açıvermiyorlardı.

Yanındaki gölgeden rahatsız olan çocuk kaşlarının altından dik dik bakıp şişesini arkasına kaçırdı. Gölgenin sahibi onu elinden alabilirdi. Zaten şu ilerdeki gürültücü düşmanlar sık sık sataşıyorlardı. Şişeyi korumalıydı. Çocuklar tatlı bir sesle konuşmaya başladı. Bizimki çok hızlı yumuşadı. Yeni ablaya gülücükler atarken ondan yardım isteyebileceğine karar verdi. Hazinesini çekingen ama umut dolu gözlerle uzattı. Yarım yamalak kelimeleriyle şişeyi açmasını istedi. Şişeyi açıp çocuğun eline vermek kolaydı. Nasıl yapılacağını öğretmekse daha kalıcı bir sonuçtu. Bu sonuç pek çok kişiyi memnun etmeyecekti ama zavallı küçük, suyunu kendisi içebilecekti. Pek kafa yormadı. Çocuğun elini kavrayıp şişeyi uygun açma pozisyonunda tutturdu. Diğer elini kapağın üstüne yerleştirdi. Küçük avuca kapak tam oturdu. O da dışından kavrayıp kapağı çocuğa çevirtti. Kapağın açılışı sırasında çocuğun yüzündeki aydınlanma her şeye değerdi. Muzaffer komutan edasıyla şişeden koca bir yudum aldı. Ablasının rehberliğinde şişeyi yeniden kapatmayı da öğrendi. İşlem tamamdı.   

Onlar uğraşırken ocak başındaki kadınların yemek davetini iletmeye yanlarına gelen annesi, bir bakışta durumu anlayıp, “Beğendin mi yaptığını? Şimdi annesi uğraşsın dursun. Böyle muzır işler hep senin başının altından çıkar” diye söylendi. Aklına birkaç ay önce hastaneye alınan FMRI cihazının kaydettiği beyin görüntüleri gelirken annesinin sesi kulaklarından silindi. Hastanenin radyoloji bölümünün katıldığı toplantıda, nadir bir görüntüleme teknolojisi olan FMRI anlatılmış, aletin beyni nasıl görüntülediği hakkında slaytlar eşliğinde detaylı bir sunum yapılmıştı. Cihaz, insan konuşurken, yazarken, bir anıyı düşünürken beyninin hangi bölgelerinin çalıştığını görüntüleyebiliyor, böylece faal hale geldiği için renklenen beyin bölgelerinden bir nevi ışık haritası elde edilebiliyordu. İnsan yeni bir şey öğrendiğinde daha önce siyah beyaz görünen bir beyin kesiti, şehrin o kısmına elektrik gelmiş gibi sinyallerle aydınlanıyor, renkleniyordu. Yeni becerisinin tadını çıkartmak için ha bire kapağı açıp bir yudum alan sonra mutlulukla geri kapatan çocuğu izledi. Gerçekten bu kadar su içmenin sonu çocuğa bolca çiş hatta altına kaçırma vakası olarak dönecekti. Sanki çocuğun annesiymiş gibi sitemli sitemli söylenip duran annesine, “Düşünsene anne! Onun henüz çocuk olduğu için karanlık görünen genç beyninde minik bir ışık yaktım. Biraz çişe değer bence” demedi. Rengarenk çiçeklerle dolu kırları ya da yıldızlarla dolu gökyüzünü gösteren yağlı boya bir tablonun tadını çıkarmakla meşguldü.

Esra Özer Duru, Ankara, 19.10.2021.

15 Ekim 2021

SEN GİTSEN DE GİTMEZMİŞ İÇİNDEKİLER SENDEN!

Bütün anneler birilerini avutmak gerekince masal anlatırlar. Belki kalın keder sislerinin arasındaki kalplere uzanmak isterler. Belki bu acı denizi, onları tamamen ıslatmadan önce alıvermek isterler. Daha kaç kere bu siyah sularda, onun için sandal olmak isteyeceklerini bilmeden ellerini uzatıverirler. Ha bir de bir kere anne olunca kadın, hep annedir artık. Yani bir meslek gibi bırakamaz bir kenara anneliğini. Avunmak isterse biri, bir anneye gitmeli.

O gün çocuk üzgündü, tarifsiz kederleri vardı. İçi bir yangın yeriydi. Kedi yutmuş gibiydi. Kalbi paramparça, gözleri ıslaktı. Çünkü balığı ölmüştü. Kimsenin bilmediği, Allah bilir, kaç balık daha ölecek, hayatının ilk kederi…

“Sana bir masal anlatayım” dedi kadın. Dizlerine dayanmış, karışık saçlarının arasında parmaklarını gezdirdiği küçük kafanın sahibine.

Şehrin birinde bir kadın yaşarmış. Kadının her şeyi varmış. Yazlığı kışlığı, atı arabası,

çoluğu çocuğu, tası tarağı… Yani “mutlu”ymuş. Ya da aslında mutlu olması gerekiyormuş. Ama bir yanı hep eksikmiş. Nankörlük etmek istemese de içindeki eksikliği gideremiyormuş. Bazen gözleri, neyin eksik olduğunu arar gibi uzaklara dalarmış. Bu öyle çekmecede aradığını bulmaya çalışmak gibi bir şey değilmiş. Ya da evi huzurlu bir ev yapmak için yemek kokuları üretmeye, çoraplardaki küçük delikleri dikmeye, balkondaki saksıya, çıkmayacağını bile bile fesleğen tohumları ekmeye, bir gün önceden nohut ıslatmaya benzemiyormuş. Kolay değilmiş işte.

Bazen tası tarağı alıp şöyle uzak bir yere gitsem diye düşünüyormuş. “Hep bahar olan bir memlekete gideyim. Hiçbir şey eskimesin, heyecanını yitirmesin. İlk kez seyrettiğin film gibi seni içine çeksin. Sürekli seyrettiğin filmdeki bir sahne gibi ağzını kulaklarına fiyonk etsin. Kendimi koyayım valizime ve gideyim hep bahar olan bir memlekete…”

Böyle dese bile gidemiyormuş. Çünkü gideyim deyince gidilmiyormuş. Ve sen gitsen de içindekiler senden gitmiyormuş. Hele en derinden sarıp sarmaladıysa seni hayat, gidemezmişsin ne kadar istesen.

Yine de kadın hazırlanmış bir gün. Dediği gibi valizine bir tek kendisini koymaya çalışmış. Arkasına dönüp bakmayacakmış. Çünkü eğer bakarsa, masal bu ya, toprağa dönüşecekmiş. Karlı bir kış sabahıymış, valizini eline almış. Son bir kere düşünmüş: “Eğer gidersem ne değişir benden sonra buralarda, ne kalır arkamda? Eğer gidersem kavak ağacıyla kim konuşur? Huzurlu bir ev yapmak için bu evi, kim azıcık çorba karıştırır?  Kim yaralı çocuklara masal anlatır? Herkes yattıktan sonra kim söndürür ışıkları? Telefona bir daha çalmadan açmak için kim koşar? Şehriyeleri pilava kim koyar? Kim boş saksıları sular?”

Bunları düşündükçe valiz ağırlaşıyor, ağırlaşıyormuş. Sonunda kadının kolu bu yükü taşıyamaz olmuş. Valizi yavaşça yere koymuş. Olanlar o an olmuş. Kuralı unutan kadın geride bıraktıklarına son bir kez bakmak için arkasını dönmüş… ve toprağa dönüşmüş…

Sabah ev halkı uyanınca kapının arkasında duran valiz ve yerdeki küçük toprak yığını onlara hiçbir anlam ifade etmemiş. Temizlikçi kadın gelmiş, bu küçük yığını küreğe süpürmüş, boş bir saksıya eklemiş. Masal burada bitmiş.

Masalın sonunda anne, elleri hala minik kafanın üzerinde, toprağa dönüşmemek için hiç hazırlamadığı valizi düşünmüş. Çünkü zamanın birinde bambaşka bir şehirde onun balığı ölmüş de bir masal anlatmış annesi yatırıp onu dizlerine… Dolaştırmış parmaklarını karışık saçların içinde, sahibinin yerine acı çekebilmeyi dileyerek gizlice…

Esra Duru, Ankara, Mart 2008, Turuncu Dergisi, gözden geçirme 14.6.2021.

04 Ekim 2021

HEP GİTMEK İSTEYEN KAVAK AĞACI İLE HEP KALMAK İSTEYEN ÇOCUĞUN HİKÂYESİ (KAVAK AĞACINA MEKTUP 3)

Sen ve ben… “Biz”den uzak, kelimelerden tuzak… 

Sen ve ben…

Yola çıkan iki ayrı tren

İki ayrı şehirden

Bir problem, matematikte bile çözülemeyen

Tik tak/ tak tik

Ben hiç anlamam taktikten.

Sezilmeyen stratejiden.

Ayrı zamanlarda yola çıkılan A ve B şehirlerinden

Matematikte bile gidilemeyen…

Coğrafyada bilinmeyen…

 

Kimsenin haberi yok ne A’dan ne de B’den.

İlk kez duyuyor çocuklar bu şehirleri matematik öğretmenlerinden.

Öğretmenlerin kendisi de habersiz şehirlerden.

Çünkü anlamazlar tek kelime, bu iki şehirde konuşulan dilden.

Sen de anlamazsın benim halimden.

Anlamazsın, birine bir kere bile “kal” demeden.

Hâlbuki gitmez, sen kal desen…


Ben ve sen

İki bulut, yağmurunu hiç dökmeyen

Esen rüzgârla uçup yer değiştiren

Ku – Kor/ Kor – Ku…

Gözlerinde hiç görünmeyen

Hava durumunda gösterilmeyen

Ama hep sezilen

“Sibirya Yüksek Basıncı” gibi üzerimizden geçen

Radara hiç girmeyen…

Sen ve ben… “Biz”den uzak, kelimelerden tuzak…

Çocuk ağaca doğru koşarak geldi, biraz önce düşüp kanattığı dizlerini “avut beni” dercesine gösterdi. “Bir hikâye” dedi kavak ağacına yaslanıp, “Bana bir hikâye anlat ağaç. İçinde sen ol, ben olayım, kalmak olsun, gitmek olsun, bir de yalnızlık”.

Kavak Ağacı güldü. “Düşüneyim biraz” diye süre istedi. “Acele et” dedi çocuk. “Benim fazla vaktim yok. Daha eve gidip kendime kalmak için sebepler üreteceğim.”

Kavak Ağacı boğazını temizleyerek “tamam” dedi. “Sana bir hikâye anlatacağım. İçinde sen, ben, kalmak, gitmek ve yalnızlık bulunacak. Bu belki yazarın hep yazmak istediği hikâye olacak”.

Ağaç, “Bir varmış dahası yokmuş” derken çocuk, “Hikâyeye öyle başlanmaz, o masal” diye düzeltti. “Tamam, öyleyse” dedi ağaç, “hikâyenin birinde diye başlayalım, bu olur mu?” Çocuk başıyla onayladı ve Kavak Ağacı, aslında kendi hikâyesini, anlatmaya başladı.

Hikâyenin birinde bir kavak ağacı vardı. Aslında hikâyeler hep başka ağaçlar üzerine yazılırdı. Çünkü kavak ağacı pek estetik, aranan ve sevilen bir ağaç sayılmazdı. Hele baharda polenlerini bırakınca hakkında söylenmedik söz kalmazdı. İşte bu az sevilirliği kavak ağacını bizim hikâyemizin başkahramanı yaptı.

Bir kavak ağacı vardı ülkenin birinde. Hep çocukken annesinin ona anlattığı bir masalı düşünür dururdu. Annesi ona suyun kenarına dizi dizi dizildikleri ve büyümeyi bekledikleri günlerde, “Yurdunu Terk Eden Ağaç” diye bir masal anlatmıştı. Aslında anne bu masalı küçük ağaççığına, hep yanında kalsın, gitmeye heves etmesin, uzaklar içinde yer etmesin diye anlatmıştı. “Elimizdekilerle yetinmeyi bilmeliyiz. Ya fuzuli heveslerle onları da kaybedersek! İyisi mi hiçbir yerden gitmemek...” Biliyordu bu haksızlık ama o anneydi, anneler çocuklarını hep dizlerinin dibinde isterdi.

Fakat Kavak Ağacı, işte tam da annesinin o masalı yüzünden gitmek isterdi. Yurdunu Terk Eden Ağaç, elindekileri kaybetmeyi göze almış ve gitmişti, riske girmişti. İçinde bir yerlerin hep sızlamasındansa denemişti. Masal gitmek isteyenlere ders verir nitelikteydi. Çünkü masaldaki ağaç burnunu sürte sürte eski yerine dönüyordu. Ama Kavak Ağacı uzak tepelerde neler olduğunu bilmek istiyordu.

Kalınca sahip olacağı mutluluktan daha çok mutluluk verecek bir hayat olup olmadığını kendisi görmeliydi. Sonra neler kaçırdığını düşünüp elindeki tek hayatı zindan etmemeliydi. Belirsizliği görmeden ölüvermek istemiyordu. Keman çalmak isteyince “ince hastalıktan ölürsün” diye kemanı kırılan çocuğun ciğerlerindeki değil, kalbindeki ince hastalığa… Balıkçı olmak isteyince “deniz yutar her şeyi” diye engel olunan çocuğun burnundaki tuz kokusuna… Gurbeti görmek isteyince “gurbete giden dönmez” diye durdurulan çocuğun içindeki gurbete kabuğu dayanmazdı. Onun için gitmeliydi, içindeki gitmek hikâyesini kendi kalemiyle bitirmeliydi… 

İçini ve günlerini bu düşünceler dolduruyordu. Gitmek o kadar fazlaydı ki içinde, başka bir şey düşünemez olmuştu.

Bir yanı da kalmak istiyordu -tuhaf şey- insan (pardon ağaç), gitmekle bu kadar meşgulken nasıl kalmak isterdi? Yaşadığı yerde kayısı ağaçları çiçek açmaya başlamıştı. Belli belirsiz kokuları burnuna kadar geliyordu. Kendisi çiçek açan bir ağaç olmadığı için hayıflanır dururdu. Ama bu kadar ağaç, bu kadar koku nasıl arkada bırakılırdı? Hele buradan görebildiği şu evdeki küçük kız… Arada küçük elleriyle ona su taşıyan, solan güneşin altında oturup dizlerindeki yaraları sayan/saran, hüzünlü küçük kız… Baharın doluya çalan yağmurları başlayınca anneannesi küçük torununun elinden tutar, balkon kapısını açar, “annesinin ilk kızı”na üç Kulhü bir Elham okutur, balkona ateş küreği attırırdı. “Sitte-i Sevir küreği çevir de kızım, dolu durur” derdi. Küçük kız burnunu cama yapıştırır dolunun durup durmadığını kontrol eder, dolu durunca kendi marifeti sanıp sevinirdi. Ağaç, küçük kızı bırakıp nasıl giderdi? Her ağacın içinde dizindeki yaraları temizleyen küçük bir kız gizli değil miydi?

Kal De, Kalayım…

Ağaç her şeye rağmen gitmeye hazırlandı. Yüreğinde belirsizliğe adım atanların büyük korkusu, bir yanıyla birilerinin ona engel olmasını istedi. “Ben karar vermek zorunda kalmasam, benim yerime başkası verse. Durdursa beni.” Ama kimse bir şey yapmadı, herkes Kavak Ağacı’na saygı gösterdi…

Ağaç hikâyenin burasında farkında olmadan kendisini ele vererek “Dur der zannetmiştim” dedi. “Biri çıkar ve dur der. Yalnızca bir kişi bile olsa, tutup da dallarımdan, dur demedi bana. O zaman bana düşen gitmekti. Benden çoktan giden bu yerden gitmek ve bir daha geri dönmemek… Bazen toplanır gidersin, bazen toplar gidersin. Evden çıkarken insanlar, en çok kadınlar, yarım kalmasın hiçbir şey diye son kez bakarlar arkalarında bıraktıkları eve. Camlar kapalı mı, ocak sönük mü, ütü fişte mi, çocuk düşte mi? Sen de perdeleri çek, güneş içeri girmesin. Işık girince acıtıcı gerçeğin bütün detayları görünür oluyor.”

Çocuk, “Gerçek ne?” dedi. Ağaç, “Gerçek yalnızlıktır, hiç dinmeyen kalp sızısıdır. Güneş girince odaya, halının üstüne düşen tül kırışığıdır. Gerçek ele geçmeyen bir fırsattır ve yaptığın her seçim. Seçmediklerin için döktüğün gözyaşıdır, bir de yapmadıklarındır. Giderken arkanda bıraktıklarındır. Arkanda bırakmamak için gidemediklerindir. Gerçek, yılları görmemek için bakmadığın aynadır, hayallerini doldurduğun ceviz oymalı sandıktır. Gerçek, o sandıkta açmadığın bohçadır. Gerçek dikmediğin bir avuç akşamsefası, oynamadığın oyundur. Kurtlu çıkan elma şekeridir, yalayacakken düşürdüğün dondurma…”

Çocuk bu sefer “Nereye gittin?” diye sordu. Ağacın gözlerinin önüne evdeki/içindeki küçük kız geldi. “Hiçbir yere. Anladım ki gitmek istesen de kendinden çok uzak bir yere gidemiyorsun. Bir zamanlar birisi bana kendisini bir elbise gibi çıkarıp gitmek istediğini söylemişti de neyi kastettiğini anlamamıştım.”

Çocuk, “Ama sen neden bu kadar gitmek istiyorsun?” dedi. Ağaç “Basit şeyler yüzünden! Damlayan musluk kadar basit, yazılmamış mektup kadar, okunmamış yazı kadar basit. Kapı koluna takılı askı kadar, akşam olunca çekilmemiş perde kadar basit. Tek başına içilmiş çay kadar basit. Söylenmemiş, söylenmeyince de unutulmuş söz kadar basit. Ütülenmeden bekleyen sepet dolusu çamaşır kadar, teki bulunmayan çorap kadar, aralık bırakılan çekmece kadar basit. Her akşam fişe taktığın gece lambası kadar, kilitli mi diye kontrol ettiğin kapı kadar, kapının önünde unuttuğun ayakkabılar kadar basit” diye cevapladı.

Çocuğun gözleri iyi bir itiraz gerekçesi bulduğu için parladı. “Bunlar yani basit şeyler, kalmak için de yeterli değil mi? Radyoda çalan bir şarkı kadar, yorgana takılmış bir çengelli iğne kadar, seyredilmiş bir film kadar basit. Tarakta kalan saçlar kadar basit. Biraz önce çay içilmiş bir akşamüstü balkonu kadar basit. Tekini ummadığın bir yerden buluverdiğin terlik kadar, ihtiyacın olduğunda çalıveren telefon kadar basit. Yalanmış bir pul kadar basit. Gerçi artık kimse pul yalamıyor ama. İşte asıl bunun için kalacak kadar basit.”

Ağaç çocuğun itirazına alınmış gibi “Hayır kalmak için yetmez bunlar” diyecek oldu. Çocuk, şevkle “Öyleyse gitmek için de yetmez” cevabını yapıştırdı. “Kavak Ağacı bırakıp da gidilmez bunlar. Basit şeyler ve küçük kız, sonra o küçük kızın burnunun camda bıraktığı iz. Kayısı ağacının çiçeklerinin hafif kokusunu ya da köklerine kadar hissettiğin dolu yağarsa korkusunu, balkona atılmış küreği, havada asılı duran üç Kulhü bir Elhamı bırakıp gidemezsin. Yağar ağaç, dolu da yağar, kar da. Biliyorsun bunu. Ama sen gidemezsin, tarladaki buğday başaklarının arasından geçer gibi içindekilerden geçemezsin. Aslında kimsenin sana kal demesine gerek yok. Sen kendine zaten kal demişsin. Pişman gibi görünürsün ama kalmayı da seversin. Bir ipte takılı, çamaşır bekleyen mandal gibisin, çamaşır toplanırken bahçeye düşebilirsin ama çok uzaklara gidemezsin. Çünkü ağaç, bir elbise gibi kendini çıkarıp gitmeyi ne kadar istesen de insan tam olarak gidemez bir yerden.”

Hep gitmek isteyen kavak ağacı ile hep kalmak isteyen çocuğun hikâyesi burada bitti. Ağacın ve çocuğun içinde bir kadın gizli…

Mutlu Son

Hikâye bu ya, akşam eve gitti çocuk. Kendine kalmaya yetecek kadar neden yaptı. Onları desteleyip iki kez saydı, sonra bir kez daha saydı. Büyük beyaz bir kâğıda artılar ile eksileri yazdı, topladı çıkardı. Sonucu buldu: Kalacaktı!

Ağaç akşam olup yalnız kalınca, çocukla konuştuklarını bir kez daha düşündü. Yeni bir sürgünün hayatını nasıl değiştireceğini kestirmeye çalıştı. Karar verdi, sürgün verecekti ve gitmeyecekti. Yalnızlığını yeni sürgünüyle bölüşecekti.

Acıtan gerçek ise merhamete gelmişti. Bundan sonra perdeler açılsa bile kimsenin içini acıtmayacaktı.

En güzel son henüz yazılmayandır…

Sen ve ben…

Yola çıkan iki ayrı tren

İki ayrı şehirden

Bir problem, matematikte bile çözülemeyen

Sen ve ben

“Biz”den uzak, kelimelerden tuzak…

Esra Özer Duru, Ankara, 14.03.2008, Turuncu Dergisi, Gözden Geçirme Eylül 2021.

26 Eylül 2021

SEN VAR YA KAVAK AĞACI… (KAVAK AĞACINA MEKTUP 2)

Merhaba Kavak Ağacı,

Yine ben. Son görüşmemizin üstünden birkaç ay geçti, seni merak ettim. Gerçi bana yazdığın cevapta tavrını açıkça koymuş, benim deli saçmalarımla uğraşamayacak kadar meşgul olduğunu söylemiştin. Haklısın ama ne yaparsın? Bazen gecenin bir yarısında, senden başka sırdaş bulamıyor insan.

Her şeye rağmen hakkını teslim etmeliyim, mantıklı bir ağaçsın vesselam. Bana verdiğin cevapta demişsin ki: “Hiç gider mi bir ağaç ya da insan, toplayıp köklerini; toprağını, suyunu tanımadığı bir ülkeye? Bence Rabbimiz bizi yaratırken çamurumuza memleket toprağı karıştırmış. Ondandır gidersek yarım kalmamız.” Doğru söylüyorsun Kavak Ağacı, vaktini alıyorum ama daha önce senin gibi filozof bir ağaç görmemiştim, bu söylediklerini ben akıl edememiştim.

“Her şeyin içine siniyor acı” diyorsun öyle mi Kavak Ağacı? “Acının yüzölçümü, yeryüzünden çokmuş” öyle mi? Haklısın, albümlerdeki fotoğraflar bile acı acı kokuyor. İnsan kendisine acı çektirmek, kaçırdığı fırsatları ya da ne kadar yaşlandığını görmek için yaşadığı her anı, anı yapıyor. Ah Kavak Ağacı, söylediklerinle ne çok kaşıyorsun eski yaraları. İnsanın geçirdiği evreler izlenmiyor, kalp elektrosundaki çizgiler gibi. Ancak albümleri açınca fark ediyorsun neler geçtiğini, geçirdiğini.

Kayboluyor içimin sesleri...

Ah Kavak Ağacı!

Sana bir şey itiraf edeceğim: Sen biraz osun aslında.

İhtiyacım olan her an telefonun ucunda ya da hiç ummadığım zamanda karşımda.

Tüm arkadaşlarımda aradığım ama hiç bulamadığım.

Ben camdan bakarken, çıkıveren köşeden.

Aynı şarkıları sevdiğim, bayıldığım şiirleri unutmaz diye güvendiğim, aynı anda aynı şeyi düşündüğüm.

Bakınca iri gözlerine anlayıp güldüğüm.


Evet Kavak Ağacı, sen biraz osun aslında.

Yaşasaydı nasıl olacağını bilemediğim arkadaşlığım.

O olmadığı için yaşadığımı sandığım savruluşlarım, açılan yaralarım.

Bir şiir okurken, bir şarkı dinlerken, bir yazı yazarken, sever miydi diye düşündüğüm.

Tadı damağımda kalan kısacık dostluğum.

Gidince yaşayamadığım üniversite hayatım, annemi hüzünlendiren aklarım...

 

Hatıraları bulamıyorum artık.

Arıyorum aklımın çekmecelerini, gelmiyorlar elime.

Zaman geçtikçe üzerinden, detaylar yitiyor dipte köşede.

Kayboluyor içimin sesleri, dışarının seslerinin içinde.

Bulamıyorum üstüne yazı yazıp, imza attığımız kâğıt mendilleri

Kurtuluş Parkı’nda ezdiğimiz sonbahar yapraklarını.

Bulamıyorum gülüşünü, hüznünü.

Bulamıyorum en sevdiği şarkıyı, şiiri, kitabı, gitmeyi en çok sevdiği yolu, binmeyi hiç istemediği otobüsü, bakmayı en sevdiği camı, ıslanmayı en çok istediği yağmuru, paylaşmayı en çok istediği sırrı.

Anladın mı Kavak Ağacı? Hatırladın mı bu acıyı? “Yaralı, tepeden tırnağa, herkes yaralı/ Alışılmıyor acıya, yok kaidesi, kuralı”. Hani göstermiştik yaralarımızı birkaç mektup önce birbirimize. İkimizin de vardı yaraları. Benimkilerden biri bu, Kavak Ağacı. Bazen rüzgâr içindeki acıyı uçursun diye perdeyi, camı açıyorsun. Ama çoğu zaman acı taş gibi oturuyor içine. Bazen kendin bile görme diye perdeyi çekiyorsun acının üstüne. Acıyla yaşıyorsun yine de iç içe. Kurallar bağlıyor zihnimizi, zaman – mekân kopukluğu ellerimizi. Hiç okuyamayacağını bilsen bile mektuplar yazmak istiyorsun düzinelerce. İcatlar yapmak istiyorsun, “Sarı mı yeşil mi?” diye. Ya da bir kavak ağacını koyuyorsun onun yerine, doldurmayacağını bile bile.

Seni seviyorum Kavak Ağacı. Bunları söylemek sana karşı yükümlülüğümdü. Kalbimdeki yerini bilmeliydin. İyi ki varsın ve son mektubu bana iyi ki yazdın. Yeniden yazmanı bekleyeceğim dört gözle...

Esra Özer Duru, Ankara, Haziran 2006, Turuncu Dergisi, Gözden Geçirme Eylül 2021.

05 Eylül 2021

KAPİTALİST SİSTEMİN SEVMEYECEĞİ DERSLER

Geçen yıl (2020) 12 Mart’ta, milletimizin adeti olduğu üzere “bize gelmez” diye düşündüğümüz Covid 19 salgını ülkemize giriş yaptı. O tarihte tatil olan okullar, kısa açma denemeleri yapılmakla birlikte, 18 ay sonra ilk kez tüm kademelerde ve tam zamanlı olarak açılıyor. Bugün, o tarihten beri çocuklarıyla evde oturan bir anne olarak benim için de kritik bir geçiş günü.

Dile kolay 18 aylık süreçte bazen hep birlikte bazen ailemizle bazen de kendi kendimize birçok şey yaşadık. Normal bir yılın içinde ramazan ayı bizi nasıl durdurursa, nasıl bir derlenip toparlanma, değerlendirme yaptırırsa onun gibi Covid 19 sürecinin ilk zamanlarında birçok yüzleşme yaşadık. Çevreye, ailemize, kendimize ne kadar hoyrat davrandığımızı, bize bağışlanan nimetleri müsrifçe kullandığımızı, günlük tempomuzda şikâyet edip durduğumuz rutinlerimizin dahi özlenebileceğini idrak ettik.

Çocuklarımızı bilmem ama ben onlarla geçirdiğimiz bu süreçte zaman zaman sabır denemeleri yapsak da her anı için şükrettim. Aslında müthiş sabırlı falan değilim. Sadece “evde kal”manın, hayatın yoğun akışından meşru bir şekilde ödünç alınmış zamanlar olduğunu düşünüyorum. Ailenin tüm bireyleri, hayatlarının içinde bulundukları döneminden sonra hızlı bir sürece başlayacaklar ve arkalarına bile bakmadan hiç durmadan ilerleyeceklerdi. Hızla büyüyor, sorumluluk alanlarını genişletiyorlardı. Aileden uzaklaşma, gerçek dünyayı keşfedip tadına bakma ve bu sırada aile bağlarını yer yer zayıflatma zamanları gelmişti. Covid 19 süreci, tam bu sırada bizim tamamen kontrolümüz dışında hayatta bir cep oluşturdu. Otobandan/köprüden önce son çıkış gibi. Tüm aile hep birlikte evde kaldığımız süreçte, kıyafetlerimizi, ilgilerimizi, meraklarımızı, hayranlıklarımızı, anılarımızı, çekmecelerimizi, dolaplarımızı elden geçirdik. Bazen onararak, toplayarak, katlayıp yeniden yerleştirerek bazen de kırılıp incinerek, yaraların üstünü kapatarak ilerledik. Bunlar, oluşturduğu korku ve gerilimin yanı sıra bizi dostlarımızdan, sosyal hayattan ayırdığı için artık tamamlanmasını umduğumuz sürecin kişisel ya da aile olarak bizde bıraktığı izler oldu.

Bu günleri yaşarken ülke olarak bazı tespitler yapabilmeyi, tespitlerin ışığında kalıcı iyileştirmeler, güzelleştirmeler, yeniden yapılandırmalar gerçekleştirmeyi hayal ettik. Bunlardan en önemlisi eğitim alanında olabilirdi. Çocuklarımızın haftanın beş günü sekiz saat okulda vakit geçirmesinin aslında gerekmediğini görüp onlara (hani sürekli övülen Finlandiya modeli gibi) haftanın belli günlerinde eğitim, belli günlerinde kendi seçtikleri atölyelerde çalışma, gelişme imkânı sunabilseydik. Böylece çocuklarımızın varsa başka eğilimlerini ortaya çıkarıp geliştirebilirdik. Çocuklar odağı sınav olmayan bir eğitim sisteminde gerçekten eğitilir, okuldan kalan zamanlarda kültür sanat faaliyetlerine daha çok vakit ayırabilirdi. Bu sayede hayatın inceliklerinden anlayan, zevk alan nesiller yetiştirebilir, bu nesillere incitici, dışlayıcı, etiketleyen harf isimlendirmeleri yapmak yerine geçmiş kuşaklarla kaynaşabilecekleri, empati kurabilecekleri gereksiz hırslardan arınmış bir hayat tarzı sunabilirdik. Birbirinden kopuk, öfkeli bireylerin bulunduğu, verimsiz aileler yerine, hatamızla, sevabımızla kabul göreceğimizi bildiğimiz sevgi dolu ailelerimiz olabilirdi.  

Özellikle kamuda, çalışanlara haftanın belli günlerinde işyerlerinde, belli günlerde evde çalışabilecekleri bir çalışma takvimi uygulayabilirdik. Böylece ailelerin çocuklarıyla daha sağlıklı bağlar geliştirmesini temin edebilir, çocukların aile içi eğitimlerinde anne ile babanın daha adil rol almasını sağlayabilirdik. Hatta eşler, genellikle kadınların sorumluluğu olarak görülen ev içi sorumlulukları paylaşmayı öğrenebilirlerdi. Bu arada plazalarda kiralanan işyerlerinde daha az elektrik, su, doğalgaz tüketimi olurdu. İşyerlerine yüzlerce insanı taşıdığımız servislerden tasarruf eder, hava kirliliğini de bir ölçüde önleyebilirdik. İnsanların boş zamanları kalacağı için daha çok spor yapmaları, kültürel aktivitelere katılmaları söz konusu olabilirdi. Obeziteyi, depresyonu önleyebilirdik. Toplum olarak daha sakin, enerjisini daha verimli kullanan insanlara dönüşebilirdik.

Denklemdeki asıl sorun!

Bu öneriler, bazı insanlara, hacca giden her Türk’ün daha verimli hac ziyaretleri için dünya kadar parlak öneride bulunması gibi gelebilir. Hatta bu yazdıklarımın daha çoğunu, daha iyisini, daha ayrıntılısını düşünen başkaları olmuştur. Ben de yazmama rağmen bu önerilerin hayata geçirilemeyeceğini biliyorum. Çünkü israfı önleyen, insana saygı duyan öneriler, düzenlemeler genellikle sistemi yıkacağı için sistem tarafından engellenir. Mesela kahvaltısını evde yaptığı için kantinden alışveriş yapmayan bir çocuk artık müşteri olmaz. Aile sofrasında çayını içtiği veya o gün evden çalıştığı için plaza girişindeki kahve satıcısından plastik kapaklı kahve satın almayan çalışan, müşteri sayılmaz. Tamamen camdan inşa edildiği için kışın soğuk, yazın sıcak plazalarda klimaları kökleyen insanları ısıtmaya-soğutmaya para harcamayan şirket, verimli bir müşteri olmaz. Örnekleri çoğaltmak mümkün. Öte yandan önerilerimizin sağlıklı olabilmesi için bunca kafenin, restoranın, kreşin, taksinin vs. iş imkânı sunduğu insanlar ne olacak, düşünmek gerek tabi. Bu da bizi yazının başlığına döndürüyor. Kapitalist sistemin sevmeyeceği dersleri, insanlığın iyiliği için hep birlikte düşünmeliyiz. Covid 19’un en hayırlı sonucu bu olsa yetmez mi?

https://www.hertaraf.com/haber-kapitalist-sistemin-sevmeyecegi-dersler-esra-duru-7555

Esra Özer Duru, Ankara, 5 Eylül 2021.

 


29 Ağustos 2021

BİR KEDİNİN KENDİ KADERİNİ TAYİN (SELF DETERMİNASYON) HAKKI

Yağmur hızlı hızlı yağıyordu. Oluklardan aktığını, camlara vurduğunu, merdivenlerde birikince küçük şelaleler oluşturduğunu duyabiliyordu. Gecenin bu saatlerine bayılırdı. Evdeki herkes yatar, Kumpir’in zamanı başlardı. Sağda solda çıkan örümcekleri, gündüzden içeri girmiş sinekleri yakalar, ortalığı tertemiz ederdi. Bahçeye çıkabildiği akşamlar daha renkli geçer, birkaç kurbağayla eğlenir, yarasaların peşinden koşar, bahçenin her tarafını kolaçan ederdi. Bu akşam içerde kalma akşamıydı. Örümceklerin, sineklerin canına okuduktan sonra yağmuru dinlemeye başladı. Kendisi dışarıda ıslanmıyorsa, yağmur gök gürültülü ve şimşekli değilse, onun sesiyle, kokusuyla huzur bulmakta hiçbir sakınca yoktu. Ama şimdi plan zamanıydı. Kumpir’in bir sorunu ve çözmek için sadece üç günü vardı. Kedi hisleri pek yanılmazdı. Acil desteğe ihtiyacı vardı. Desteği kimden alacağını bilse de nasıl alacağına henüz karar verememişti. Telaş onun tabiatında yoktu. Kediler kavga sırasında bile telaşlı görünmez. Birbirlerine saldırırken dahi ağır çekimde ya da manevralarının sonuçlarını o anda hesap ediyormuş gibi havada süzülerek hareket ederler. Kavga çağrılarıysa uzatılmış notalardan oluşur. Ama şimdi zaman sınırlı olduğundan Kumpir gerçekten acele etmeliydi. Oluktan akan suya tekrar kulak verdi. Bu ses, cama vurandan daha huzurluydu.

Sallanan sandalyeye atlarken oluşturduğu hareket nihayet durmuş, sandalye sallanmaz olmuştu. Sallanmaktan pek zevk almıyordu ama evde en rahat minder buradaydı. İnsanlar, bütün kedilerin yumuşak ve kabarık minderler sevdiği fikrine nereden kapılmışlardı bilmiyordu, yorgun bedeni artık neredeyse ortopedik kıvamda rahat edebiliyordu. Eskiden öyle miydi? İstediği yere tuhaf şekillerde kıvrılır yatardı. Bedeninin sağladığı esneklik onu bu lükse alıştırmıştı. Gözlerini kısıp sandalyenin önünde durduğu camdan dışarı baktı. Buradan ne manzaralar izlemişti! Pofur pofur yağan karlar, sicim gibi ince, seri yağmurlar, plastik çöp kutularını deviren, poşetleri uçurtma gibi dolaştıran rüzgârlar, dalları kandırıp erken çiçek açtıran güneşli günler, bir türlü içini dökmeyen gri bulutlar… Her gün bedeninde ayrı bir duygu uyanırdı. Esner, gerinir, kendisini günün duygusuna teslim ederdi. Kan akışı, bıyıklarının titreşimi, kulaklarının kıpırtısı hatta tüylerinin parlaklığı ona göre ayarlanırdı. Güneşli günlerde süzülen bir toz tanesinin peşine düşer, avının üstüne atlar gibi gerilip tozu tutmaya, iki patisini alkışlar gibi aniden kapatarak havada yakalamaya çalışırdı. Yağmurda, cama vuran damlaları yakalayabilmek için patilerinin pembe fasulyelerini soğuk camlara koyardı. Kar taneleri daha büyük bir bilmeceydi. Aşağı mı iniyor, tam yere değecekken yeniden yukarı mı yükseliyor, aklı bir türlü ermiyordu. Uzun zamandır küçük hareketlerin peşinde koşmak, hoplayıp zıplamak yerine bu sandalyeden manzara izlemeyi tercih ediyordu. Kediler gündüzleri genelde uyuduğu için bu değişikliğin farkında olan tek kişi kendisiydi. Evde keyfini kaçıran bir torun ya da misafir bulunmadığında sandalyenin üzerine hopluyordu. Aslında hoplamak artık küçük kaslarını zorluyordu. Mesela bahçe kapısının üstünden atlamak yerine kapının yanında birinin gelip kendisine kapıyı açmasını bekliyordu.

Gençken uyanır uyanmaz ilk işi bahçede örümcek ağlı, gül dikenli köşeleri bile dolaşıp koku bırakmak olurdu. Girip çıkmadığı yer kalmazdı. Her tarafına ağlar, dikenler, kuru otlar yapışırdı. İnsanı, onu böyle görünce, “Yine nerelere girdin? Temizlen de gel” diye söylenirdi. O da güneşli bir nokta bulur oraya yatar güzelce bütün bedenini yalar, temizliğini yapardı. Sonra ellerini göğsünün altına doğru saklayıp minyatür bir aslanmış gibi uyuklamaya dururdu. Artık çok umurunda değildi. Yalnızca kendi kokusuna tahammül edebileceği daha dar bir alanı işaretli tutmakla yetiniyordu. Bundan şikâyetçi değildi. Hem kedilik kanunlarından biri buydu “Hisler gelir ve gider. Esas olan an’dır”.

Sabah uyandığında güneşin ilk ışıkları bahçeye düşerken kedi kapısından çıkıp rutin işlerini yapmaya başladı. Bir an içinden, uzun zamandır gitmeye üşendiği, otomatik sulamanın bile erişmediği köşeleri bugün de es geçmek geldi. Bilakis yapmalıydı. Her yeri dolaştı. İşi bittiğinde yorulmuştu. Bakımlı bir kediydi. İnsanları ona özen gösteriyordu. Kadın insanı sık sık “Kediler de çocuklar gibidir, sevildikçe güzelleşir” derdi. Mavimsi beyaz, yer yer koyu kahverengi, aralara serpilmiş gibi duran küçük sarı desenleri vardı. İsmine biraz tombiş oluşu ilham vermişti. Kendisini pek güzel bulurdu. Uzun tüylerinin arasına giren otları, küçük sinekleri, karıncaları temizleyip yönleri karışan tüylerini taramak için güneş doğduğundan beri toprağı ısınan saksısına çıktı. İnsanı, saksıya çiçek dikmekten vazgeçmişti. Çünkü Kumpir üstüne yatarak ya da basarak çiçekleri kırıyor, buranın kendisine ait olduğunu anlatıp duruyordu. Tırtıklı tatlı diliyle uzanabildiği her yerini yalayarak temizleyip düzene soktu. Dilinin yetişmediği yerleri, kulak arkalarını, başını, ıslattığı patisiyle güzelce temizledi. Yalamak daha iyiydi ama yapacak bir şey yoktu. Annesi ne güzel temizlerdi. Bazen iyi bir arkadaş da işe yarardı. Şu salak sokak kedisi Koko gelse azıcık yalasa ne olurdu? İnsanı, onun için bir fırça aldıysa da fırçalanmak her zaman iyi gelmiyordu ve fırçayı birinin kullanması gerekiyordu. Hem bugün Koko’yu beklemesinin başka bir sebebi vardı. Belki doğrudan yardım istemez bir süredir hazırlandığı üzere ona emrivaki yapardı. O gelene kadar biraz kestirmeye karar verdi. Kedilerin cenin (anne karnı) pozisyonu sayılan gül böreği biçiminde kıvrıldı. Saksıda huzurlu huzurlu kendini pişirdi. Altında sıcak toprak, üstünde pırıl pırıl bir güneş iki yönden mis gibi ısındı.

Her şey on beş yıl önce bu bahçede başlamıştı. Kadın insanının bazen kendisini okşarken masal gibi anlattığına göre, annesi, toyluğundan mı nedir ani bir karar alıp bahçe malzemelerinin bulunduğu dolabın üçüncü rafında doğum yapmıştı. Başka bir kedi diğerlerinin ölümüne yol açana kadar dört kardeştiler. Anne kedi henüz çok gençti ve dolabın üçüncü rafı kardeşlerini korumak için uygun şartlar sunmamıştı. Bahçenin sahipleri (şimdiki insanları) onları kurtarmak için çok çabalamışlar, sadece Kumpir sağ kurtulmuştu. Anne kedi saatlerce ölen yavrularını aramış, doğum yaptığı yerleri koklamıştı. Kumpir’in gözleri, annesinin yalamalarıyla altı günlükken açıldığı için bundan sonrası onun hafızasında da vardı... Tam süt mavisi gözleriyle annesini net görebilmeye başladığı zamanlar annesi kayıplara karışmıştı. Bu yüzden anneciğinin kalın bir sis ardındaki görüntüsünün aksine kokusunu gayet iyi hatırlıyordu. Gözleri şimdilerde karanlıkta bile görebilecek kadar keskinse de gözünden çok burnuna güvenmesinin sebebi buydu. Nereye kaybolduğunu bilmediği annesinin ardından doğadakinin aksine yeni bir anne babası ve evi olmuştu. Hatta insanı, başka şeyler yiyebilmeye başlayana kadar onu bir damlalıkla sulu süt içirerek beslemişti. Kumpir, annesinin, yeni doğmuş titrek bedenini, kapalı gözlerini yalayışını, gördüklerinden değil ama dokunsal hafızasıyla hatırlıyor, onu emmek için karnını itişini, kendine göre bir minder bulduğunda ya da insanının kucağına çıktığında yaptığı yumuşak pati hareketleriyle yeniden canlandırıyordu. Göstermeyi sevmese de insanlarına o günlerden kalma bir vefa ve sevgi bağı vardı. Bazen çaktırmadan, insanlarının bir yeri ağrıdığında, ağrıyan yere gidip yatışıyla, masaj yapar gibi pati dokunuşlarıyla ya da kendisini okşamalarına izin verişiyle (Kumpir’in fikrince bu adil bir karşılıktı) borcunu tatlılıkla öderdi. İyisiyle kötüsüyle insanlarıyla bir ömür geçirmişlerdi. Bir kedi için “aile” kavramından söz etmek ne kadar mümkünse o kadar aileydiler.

Kumpir, kendi kedi ailesini kurmayı bir kez denemişti. İlk denemesinde yavruları kırkını doldurup onu bunaltmaya başladıkları an yuvalandırılmışlardı. Hızlıca sevimli ama soğuk elli bir kedi doktoruna götürülmüş, iyileşmesi bir haftasını alan bir operasyon geçirmişti. Bunu onun iyiliği için yaptıklarını düşünseler de  bu konu çok su kaldırırdı. Kimin iyiliği için ve neden? İnsanlar her şeyi kontrol etmeyi seviyordu. Kedilerinse hayata dair bambaşka görüşleri vardı. Mesela kedilerin aileye bakışları onlarınkinden farklıydı. İnsanlar, çocuklarını yirmili yaşlarına kadar yanlarında tutmaya, her hareketlerine, karakterlerine yön vermeye çalışıyorlar, buna “çocuk büyütme” diyorlardı. Bu büyütme işi iki tarafı fazlasıyla hırpalıyordu. Kumpir insanların neden bu kadar ısrarcı ve kontrolcü olduğunu anlayamıyordu. Hayvanlar aleminde, “yavru büyütme” hızlı bir süreçti. Yavruların hayatta kalma yetenekleri gelişir gelişmez anneler, babalar aradan çekilir, yavruyu hayatın akışıyla baş başa bırakırlardı. Elbette bir yavru kaybettiklerinde üzülüyorlardı. Ama denge için bu önemliydi ve insanların dengeyi bu derece umursamadığı bir zamanda hayvanlara hele kedilere daha büyük sorumluluk düşüyordu. Akışa her müdahale başka bir aksaklığa sebep oluyor, insanlar yeni müdahale biçimleri buluyordu. Kedi insanları bazen uyum sağlamayı öğrenirlerdi ki bu onlar için çok büyük bir kazanç olurdu. Fakat en iyi insan bile bir noktada kedi doğasını kontrol etmeye çalışıyordu. Tırnak kestirmeler, kısırlaştırma ameliyatları, kuş ya da fare yakalayıp seçtiği birine hediye etmek isteyince yaşanan bağırış çağırış, kuru mamalar, boyna takılan küçük çanlı tasmalar, yazın tüy tıraş etmeler, ille bir sepet alıp onda yatmasını beklemeler, çişini, kakasını kuma yapmasını talep etmeler, evde keşfettiği sıcak noktalara ya da çıkmayı sevdiği raflara biblo yerleştirmeler, üstüne kazak giydirmeler, küçük çocuklara iyi davranmalarını beklemeler, kendisiyle baş başa kalmak için saklandığı köşeden çıksın diye ısrarla seslenmeler, mama kabını şıkırdatmalar… hep bu kontrolün sonuçlarıydı. Mesela Koko’nun araba lastiklerinde, ağaç gövdelerinde tırnaklarını esnetişini izlediği her seferde; vahşi doğasına duyduğu özlemle koltukları tırnaklamasının ardından ilk veteriner ziyaretinde tırnaklarının kısacık kesildiğini hatırlıyordu. İnsanları ev kedisi olduğu için tırnaklarına çok ihtiyaç duymadığını düşünüyorlardı ama özellikle etli bir mama yediğinde yemeğini kendisi avlamış gibi hisseder, detaylı avcı temizliği sırasında tırnaklarını esnetmeyi özlerdi.

Aslında küçük çanlı tasmalarla ilgili bir anısı vardı ve tasmalı gezmenin kedilere bir hakaret olduğunu düşünse de insanına bu konuda hak veriyordu. Kumpir küçükken insanı, olağanüstü bir durum yüzünden birkaç gün sadece gündüzleri mamasını, suyunu bırakmak için eve gelebilmişti. O da geceleri keşifler yapmış, dolaşırken güvenli olduğunu düşündüğü bir yere saklanmış orada uyuyakalmıştı. Sabah insanının seslendiğini duymuş, ses tonu yüzünden kızgın olduğunu sanarak yanına gitmemişti. İnsanı uzun aramaların ardından son çare mama kabının içine koyduğu kuru mamaları şıkırdatmıştı. Kumpir’in geldiği yeri görünce sinirleri bozulmuş, “bulaşık makinesinin içinde ne işin var senin?” diye ağlamıştı. İşte emektar çanını böyle edinmişti. Çekingenliğinin bedeli mahremiyeti olmuştu. Bir de insanların “cins kedi” sanarak pek rağbet ettiği engelli arkadaşları vardı. Bunların sesi çıkmaz, dertlerini anlatamazlardı. Hatta çoğu sağlık sorunları yüzünden bilgelik yolculuğunu yarım bırakırdı. Belki çan, kazak, kısırlaştırma ameliyatı onlar için doğru olabilirdi.

Kedi doktoru ziyaretleri ise ayrı bir maceraydı. Rutin kontroller ya da ani gelişen rahatsızlıklar için gittikleri bu insanlar aslında göze oldukça sevimli görünüyor ve çok şefkatli davranıyorlardı. Ancak Kumpir’in onlardaki bu iyiliği görecek hali olmuyordu. O saçma, küçücük, soğuk kutuya girmek, arabaya binmek, terk edilme korkusu yaşamak, soğuk eller tarafından ensesinden zapt edilmek her şeyi bozuyordu.  Ek olarak  sağlığındaki bir sıkıntı yüzünden gidiyorsa listeye ağrılar, sancılar ekleniyordu. Tüy tıraşı, ameliyatlar, kafaya takılan tuhaf huni, geceyi muayenehanede geçirmek tuzu biberi oluyordu.

Koko

Kumpir, dinlendirici kestirmesinin sonlarına yaklaşmıştı ki hassas bıyıkları, çevresinde bir değişikliği haber verdi. Kedilerin, bir hareketi, kokuyu algılamak için onu görmeleri, koklamaları gerekmezdi. Bıyıklarını o yöne çevirmeleri, şöyle bir uzatmaları yeterli olurdu. Titreşen bıyıklar bilgi aktarımını hemen yapıverirdi, Koko bahçeye gelmişti. Açıkça “Beni biraz yala” demek zor geldiği için bu genç, acemi ve çokbilmiş kedinin hayata dair bir sürü gevelemesini dinlemek, sorduğu tuhaf sorulara sabırla cevap vermek gerekiyordu. Bu kadar “bilgece” sohbetin ardından karşılıklı yalanmak bir tuhaf oluyordu ya kedilik işleri böyleydi. Koko’dan desteğini istemekten hala emin değilse de onun bu işin üstesinden gelebileceğini düşünüyordu.

Aslında Kumpir, Koko’yla sohbetlerinden gizli bir zevk alıyordu. Kediler, tecrübelerini yavrularına sınırlı bir süre göstererek öğretirler. Galiba onda insanlardan bulaşmış bir anlatma, öğretme tutkusu vardı. Koko’yla tanıştıklarında görerek öğrenme çağını geride bıraktığı için Koko soruyor, o cevaplıyordu. Kumpir, Koko’yu desteğini istemeden önce böyle hazırlamıştı. Koko gençti, değişik bir yapısı vardı. Yaparak değil, her şeyi sorup soruşturarak öğrenmek ve hata yapmadan yaşamak istiyordu. Kumpir’e bunun imkânsız olduğunu bazen doğrudan bazen dolaylı anlatmak düşmüştü. Koko bazen saçma şeylere takılıyor bazen de Kumpir’in bile cevap vermeden önce uzun uzun düşünmesine sebep olan derin sorular soruyordu.

Koko bugün hasta kokuyordu. Hemen suçlu suçlu açıklama yaptı. “Dün akşam komşular, çok sevdiğim yemekler verdiler. Biliyorsun hafta sonlarında çok fazla yiyecek oluyor. Bir hafta yetecek yiyeceği bir akşamda yedim. Şimdi bu haldeyim”. Kumpir fark ettirmeden gülümsedi. Kendi oburluklarını, midesini rahatlatmak için ot ararken evdeki yeşil pufun kenarlarını dişlediği zamanları hatırladı. Neyse ki bu bahçeli eve taşınmışlardı da kendi otlarını bulabilir olmuştu. Koko’ya bahçedeki taze kedi otlarını işaret ederek, “Biraz ye, rahatlarsın. Yalnız sakın bizim bahçeye kusma. İnsanlarım çok kızıyor” dedi. Koko da kusmak için öğürürken birilerinin gözünün önünde olmak istemez, telaş içinde attıkları “hayır, hayır, iğrenç!” çığlıklarını sevmezdi, Kumpir’e hak verdi. Rahat sohbet edebilmek için gidip otunu çiğnedi ve bahçede küçük bir tur attı. Kumpir onun iki bahçe arasındaki toprağa kusmasını sabırla bekledi.  

Koko’nun başka bir oburluk ziyafetinden sonra midesi bozulmuş, ona yiyecek veren kadın, hastalandığını anlayınca, “Ah yazık! Hasta mı oldun sen?” diyerek merhamet göstermişti. Koko kadının görebileceği bir yere kusup “Endişelenmene gerek kalmadı, bak artık daha iyiyim” demek istemişti Kadın iyileşmesine sevinmek yerine çığlıklar atıp öğürmüş, “İğreeennnçç!” demişti. İnsanların merhametine, sevgisine, öfkesine güvenilmiyordu. Ondan beri Koko görülmediği yerlere kusmayı tercih ediyordu. Bir de tüy yumağı çıkarma hikâyesi vardı ki ona hiç kimsenin midesi dayanmıyordu.

Koko, enerjisi yerine geldiğinde Kumpir’in yanına gidip oturdu. Tuhaf sorularına

başlayabilmek için bir işaret bekliyordu. Onunsa böyle bir işaret vermeye niyeti yoktu. Her zamankinden daha düşünceliydi. Aklında kırk kedi dolaşıyor, kırkının da kuyruğu birbirine değmiyor gibiydi. Genç kedi, doğrudan söze girdi. “Neyin var Kumpir?” Kumpir tam başlayacakken yutkunup kendini durdurdu. Koko daha da meraklandı. Yavaş yavaş patilerini yalayan Kumpir, “Biraz temizlenelim o sırada anlatırım” dedi. Koko’nun temizlik kısmını doğal karşılamasını umuyordu. Ötekinin canı sıkıldı ama arkadaşının hatırını kırmadı. Kendilerinin uzanamadıkları yerleri birbirlerine temizlettiler. Kısa, siyah tüylerle kaplı, avcı bedenini yalayan Koko sabırsızca Kumpir’in konuşmasını bekliyordu. O ise daha önce onlarca kere yaptığı gibi asıl konuya girmekten çoktan vazgeçmişti. “Geçen gün aklıma ne geldi Koko? Hani bazı kardeşlerimiz arasında son zamanda çok moda oldu. Neden yapıyorlar bilmiyorum. Pisliklerinin üstünü örtmüyorlar. Sakın sen böyle bir şey yapma. Kedilik gereği ihtiyaçlarımızı giderince toprakla kapatmalıyız. Hoş, toprak da kalmadı ya…” Koko’nun hevesi kursağında kalmıştı. Yine kedilik kurallarına gelmişti konu. İçinden gelmemesine rağmen bir süredir dikkatini çeken ve onu kızdıran bir şeyi sormaya karar verdi. “Türümüzde benim de anlayamadığım bir davranış var. Karnımız acıktığında ya da kaşınmak istediğimizde neden insanlara yaltaklanıyoruz? Bu kadar özgür karakterimize uymuyor bu! Ben kedilik onuruna yediremiyorum!” Kumpir gülümsedi. “Bütün kediler, gelmiş geçmiş bütün felsefeleri bilir. Buna ‘alma verme dengesi’ denir. Hafızanı dikkatli tara. Sen de o bilgileri bulacaksın. Bir şey alırsan vermelisin. Biraz yiyeceğe karşılık biraz okşama hakkı ya da biraz sevme talebine karşılık sevilme isteği. Yaltaklanma değil bu? Bir bağış aslında. İnsanımın beni okşama isteğine çoğu zaman ‘ah insan, bugün çok uslu durdun, bu akşam beni okşamana biraz izin verebilirim’ derim. Bir kediyi sevme fırsatı ne büyük şeref insanlar için!” Koko, “İyi cevap!” diye mırladı. Bundan sonra biri bir şey verdiğinde incinmeden yiyebilirdi. Bu felsefe kodları neredeyse, onları bulmalıydı. Belki o zaman Kumpir’in ustaca unutturmaya çalıştığı şu asıl konuyu dinlemeye hak kazanırdı. Ama o, kodları arayamadan işler değişti.

Günlükler!

Koko, Kumpir’in ağır kâmil bir kedi olduğunu düşünüyordu. Öyle başka kediler gibi önünde ip gezdirdiler, lazer tuttular, yumak yuvarladılar diye hoplayıp zıplamazdı. Bahçesine gittiğinde onu taklit etmeye çalışır, Kumpir gibi gözlerini kısarak sabırsızca ufukları tarıyor numarası yapardı. Kumpir onun bu hallerine güler, “Çok gençsin! Ömür yolculuğunda ilerledikçe böyle ufukları tarar gibi sebepleri aramayı bırakıp kabullenmeyi öğreneceksin” derdi. Al sana bir gizem daha: yolculuklar, sebepler, kabullenmeler… Koko, bu öğrenme işini tamamlayıp bir an önce gerçek yolculuklara çıkmak istiyordu. Bazen küçük görüldüğünü hissetse de Kumpir’le birlikte günün belli saatlerinde güneşli noktalara oturup manzarayı izlemeyi, doğan ya da batan güneşten şarj oluyormuşçasına enerji toplamayı, düşüncelere dalmayı severdi.

Kumpir bir iki gündür ortada yoktu. İnsanları nereye gittiğini bilmiyorlar, arayıp duruyorlardı. Kumpir’in kadın insanı arada camı açıp mama kabını şıkırdatıyor, “Kumpiiir!” diye umutsuzca sesleniyordu. Bu kayboluş onun kendine has, bilge tuhaflıklarından biri olmalıydı. Koko, bahçede kötü kötü dolaşırken farklı bir koku tespit etti. Farklıydı çünkü kelimelerden oluşuyordu. Gözlerini kapatarak dikkatinin tamamını burnunda ve bıyıklarında topladı. Birden ne bulduğunu anlayıverdi. Kumpir her yere mesajlar bırakmıştı. Merakla üstlerine atlarken az kalsın cümleleri dağıtacaktı! Acaba nereye gittiğini yazmış, bir açıklama, bir veda notu bırakmış olabilir miydi? Tek tek okumaktan başka çaresi yoktu. Burnu biraz yorulabilirdi ama öylesine endişe ve merak doluydu ki, hemen işe koyuldu. Kumpir tüm bahçeye ve Allah bilir daha nerelere, günlük yazmıştı… Yoksa bir türlü açıklamadığı esrarengiz konuyla mı ilgiliydi bunlar?

“Sevgili Günlük, beni biraz yorsa da bunları yazmalıyım. En azından Koko’ya nereye gittiğimi söylemeliyim. Koko’nun öğrenmesi gerektiğini düşündüğüm şeyler var onları da bu sayfalara sığdırmalıyım. Çünkü sevgili Koko’yla aramızda bir bağ olduğunu biliyorum. Ona hiç sezdirmedim ama benzer yönlerimiz çok. Kokocuk benim gibi öksüz yetim büyümüş. Benim gençliğimde yaptığım gibi o küçük pembe burnunu her yere soktuğu için günlükleri bulması muhtemel tek kişi Koko. Bu yüzden artık ona hitaben yazmalıyım.” Satırlar tam burada sona eriyordu. Koko şaşkınlıktan tırtıklı, pembe dilini yutacaktı neredeyse! Bu Kumpir ne demek istiyordu? Ukala ukala aylardır kafasını ütülediği yetmiyormuş gibi dedektif gibi iz sürmesini gerektirecek günlük sayfaları saçmıştı etrafa. Burnunu bahçede gezdirmeye başlarken, “Allahım! Bunları yağmur falan yağmadan ya da başka kediler kirletmeden nasıl bulup okuyacağım? Acaba ne kadar vaktim var?” diye düşündü.

Kumpir’in insanı

Kumpir’in yokluğu insanını çok endişelendiriyordu. Kedicikleri daha önce birkaç kere ortadan kaybolmuş hatta bir keresinde iki aya yakın dönmemişti. Yollarını gözlemiş, meraktan ölmüşlerdi. Kumpir’e ihanet olacak ya da geri döndüğünde yerine bir kedi sahiplendiklerini sanıp küsecek diye bahçeye kedi sokmamaya çalışıyordu. Kaç gündür geceli gündüzlü etrafı gözetliyordu. Bir kedi gelirse onu bahçeden çıkarıyor, kaldırımın kenarına azıcık mama döküp orada kalmalarını, içeri girmemelerini sağlamaya çalışıyordu. Sadece Koko… Koko’yla Kumpir’in sohbet eder gibi kısık gözlerle güneşe baktıklarını görmüş, “belki onlar da konuşuyorlardır!” diye düşünüp gülmüştü. Camı açıp mama kabını şıkırdattı, “Kumpiir!” diye seslendi. Şu Koko komik bir kediydi. Kumpir’i izleyip taklit ettiğine neredeyse yemin edebilirdi. Şimdi girmiş bahçede Kumpir’in son zamanlarda yeniden gezmeye başladığı köşeleri koklayıp duruyordu. Camı hüsranla kapatırken kendi kendine söylendi. “Sanırsın Sherlock! Neyin izini sürüyorsa?”

Koko

Burnu derin koklamalardan sonra karınca dolmuş gibi gıdıklanıyordu. Birkaç gündür Kumpir’in insanı bahçede sadece kendisine yemek veriyordu. Yoksa bir şeylerin peşinde olduğunu anlamış mıydı? Böyle düşünüyorsa haklıydı. O sırada tüylü de olsa çizilen derisinin acısına aldırmadan girdiği güllerin diplerinde yeni sayfalar buldu. Bahçe sulamasından korumak için en sık dalların, yaprakların olduğu yere bırakılmışlardı.

“Sevgili Koko, sen bu satırları okurken ben çoook uzaklarda olacağım. Ne kadar klasik oldu değil mi? İnsanlar böyle cümlelere klişe diyor. Bizim klişelerimiz bir türlü oluşmuyor, gelişmiyor Koko. Çünkü kedilerin pek çoğu yazabilme yeteneğine sahip olmalarına rağmen yazmıyorlar. Birincisi, ‘herkes yazarsa kim okuyacak?’ değil mi? İkincisi de biz yazarken insanlarınki gibi kalıcı yazı araç gereçlerinden yoksunuz. Bolca koku… Akıbeti bir yağmura bakıyor. Sonra okumak istesen de sağda solda birkaç kırık kelime… Kokocuğum, senden istediğim; ipuçlarını izle. Kalıcı yerlere bırakmaya çalıştım. Belki okuduklarından hareketle türümüzün evlerde yaşayanlarının bana göre en önemli sorununu çözmekte büyük rol oynayacaksın. Her şey ikimize bağlı Koko! Lütfen bugüne kadarki alışkanlığının tersine sabırlı ol. Bu işten sadece sabrı öğrenerek çıksan bile kâr edersin. Çünkü kedilerin en büyük hasleti budur. Şımarma diye yüzüne söylemedim ama sana güveniyorum! Bu yaptığımızın asıl sonucu nesiller boyunca türümüze yakışan bir kazanç sağlamamız olacak! İnan bana katlandığımız her şeye değer! Hadi yeni sayfaları ara…”

Satırlar burada bitiyordu. Koko, pek bir şey anlamamıştı. Sanki koku taraması yapmak çok kolaydı. Öfkesine rağmen Kumpir’in kendisi hakkındaki düşünceleri koltuklarını kabarttı. Onu oldukça bilge buluyordu. Birlikte oldukları her anı bir şeyler öğreniyor olmanın heyecanıyla geçirmişti. Bir anne yerine buradaki birkaç komşunun çabasıyla büyüdüğünden Kumpir’in rehberliği daha büyük önem kazanmıştı. Yine de bu ne büyük sorumluluktu! “Türümüze yakışan bir kazanç!” Her zamanki gibi gizemli konuşuyordu Kumpir. Neredeyse çıkıp gelse, yüz yüze konuşsalar olmaz mıydı? Bu gizemin sebebi neydi? Ama şimdi düşüncelere dalmanın sırası değildi. Günlüğün yeni sayfalarını bulması gerekiyordu. “Her yere soktuğu o küçük pembe burnu”na çok iş düşüyordu. Kumpir’in bahçede bıraktığı son günlük yapraklarını koklayıp bitirdi. Silinip gitmesinden korktuğu kokuları yakalamak için can havliyle koşarken aniden durdu. Başını kaldırdığında arabanın lastiğiyle burun burunaydı.  

Ev

Koko, Kumpir’in bu sayfaları ne zaman bıraktığını merak etti. Günlerce uğraşmış olmalıydı. Halbuki her geldiğinde onu otururken bulurdu. Onun nereye kaybolduğunu bulmak için sabırsızlanıyordu ama Kumpir sayfaları yazarken maharetini göstermiş öğütleriyle gizemi iç içe işlemişti. Koko, yeni bir sayfa bulduğunda, yüz yüzeyken tahammül edebildiği konulara sıra gelince hızla gözden geçiriyor, dikkatini gizemi aramaya yoğunlaştırıyordu. “Kokocuğum, bunları okuduğuna göre küçük pembe burnun üstüne düşeni yapıyor. Sayfaları bulabileceğinden emindim zaten. Uzun zamandır ziyaret etmediğim gül diplerini, mazı aralarını, eski çiçekliğin arkasını, bahçenin sonundaki duvarların diplerini, insanımın kullandığı deponun kıyısını köşesini, benim için açmalarını beklediğim kapıyı, fark ettiğin gibi, araba lastiklerini bile değerlendirdim. Arkamda bırakacağım vasiyetname için epey emek vermem gerekti. Tahminime göre yakın zamanda bir evin olacak Koko. Eğer insanların sana uygunsa evinin olması iyidir canım. Kardan, yağmurdan, hele fırtınalı havalardan kaçabileceğin bir sığınak çok güzeldir. İnsanların kediliğine saygı duyuyor ve seni seviyorlarsa bu bulunmaz nimettir. Utandığını, üşüdüğünü, arkadaşlarının seninle dalga geçtiğini düşünmeden tüylerini tıraş ettirmiyorlarsa bu bile yeter. Bir kere sokak kedisi olduysan hep sokak kedisi kalırsın. Benim insanlarım gibi insanlar, senin ikili hayatını sürdürmene özen gösterirler. Bu sana her türlü kötü şartta sağ kalman için benzersiz bir birikim verir. Her kedinin kendine has alışkanlıkları ve damak tadı vardır ama bazı genel prensiplere özen göster. Mesela su içerken taze su iç, bahçeyi falan ilaçlıyorlar suyun kirlenebilir. Kokusundan rahatsız olduğun tuhaf şeyleri yeme. Bahçelerdeki ‘geçyan’lara -hani sen geçince yanan ışıklar var ya onlara bu ismi taktım- dikkat et. Bütün avlanma zevkini yok edebilirler. Pek mümkün değil ama keskin bakışınla göremediğin bir şey olursa gözlerini yum. Kokular sana rehberlik edecektir.”  

Bulduğu sayfalarda gizeme dair tek kelime yoktu. Yalnız “vasiyetname” kelimesi aklını kurcalamıştı. İki gündür öyle yorulmuştu ki daha fazla düşünmek yerine burnunu biraz dinlendirmek için gölge bir köşeye çekildi. Etraftakiler onun sürekli yerleri koklayıp durmasına bir anlam veremiyorlar, “Köpeklere mi özendin?” diye dalga geçiyorlardı. “Bekleyin bakalım köpeklere mi özenmişim?” diye söylendi. Önemli bir görevi olduğuna kendisi de inanmıştı. Sonunda bütün çabasının beyhude çıkması ihtimali vardı ama merakı hala aramalarını teşvik edecek kadar büyüktü. Burnunu pembe fasulyelerinin arasına alıp uyuyakaldı. 

Kumpir’in insanı

Kumpircik günlerdir ortada yoktu. Sabah, akşam, gecenin bir yarısı, camdan, kapıdan eski bir oyunu tekrarlıyor, mama kabının içine koyduğu kuru mamaları sallıyor, onun kir pas içinde ya da pırıl pırıl, zayıflamış ya da şişmanlamış ama sağ olarak bir yerlerden çıkıp koşmasını bekliyordu. Evin tadı kalmamıştı. Her baktığında, Kumpir’i bahçenin bir yerinde şu küçük kara kediyle, hayatla alışverişini tamamlamış, kendisine bir sorun aktarıldığında gülümseyerek öğüt veren masalcı kadınlar gibi oturuyor bulmak istiyordu. Küçük kara kedi de onunla birlikte Kumpir’i arıyor gibiydi. Ne zaman baksa iz süren tazılar gibi bahçenin bir yerini kokladığını görüyordu. Bir şey bulabilmiş miydi acaba? Bulsa ona söyleyebilir miydi? Umutsuzca Kumpir’in sallanan sandalyesine oturdu. Birazdan kalkıp siyah kediye mama verecekti. Belki bir kedi daha sahiplenmenin vakti gelmişti. 

Koko

Gözlerini açtığında nerede olduğunu önce çıkaramadı. Kumpir’in insanının deposunun hemen girişinde yattığını fark edince şaşırdı. Hava birkaç gündür çok sıcaktı. Anlaşılan bulduğu ilk gölgelik yerde uyuyakalmıştı. Esneyip gerinirken solda, duvara dayalı kürek, tırmık, bel, kazma yığınının arkasında onu huzursuz eden bir şey fark etti. Tamamen ayağa kalkmadan bükülü patilerinin üstünde ilerledi. Orada her ne varsa onu ürkütmek istemiyordu. Yaklaştıkça tanıdık satırlar, bakır telleri andıran bıyıklarını titretti.   

Kumpir

“Sevgili Kokocuğum, sayfaların sonuna geldin. Sana öğretmem gereken birçok şey vardı daha. Kalıp bizzat öğretmeyi isterdim. Aramızda öğretmen-öğrenci ilişkisi varmış gibi görünmesine rağmen seninle dostuz. İyi bir öğretmen, öğrencisinin öğrenme hevesine güvenmeli ve onu öğrenmeye devam edeceği, yanlışlarından dersler alabileceği inancıyla serbest bırakmalıdır. İşte ben, o noktadayım. Bu son dersimiz! Sana söylemek istediğim en son ve aslına bakarsan -kıymetli yardımınla- mirasımız kılmaya çalıştığım en önemli konu; insanımı, sabah uyandığında ya da akşam yatmadan önce kucağını dolduracak cansız bir tüy yumağı bulmaktan korumak. Şahsen bu, benim insanıma vefa borcumdu. Şimdi diyeceksin ki, ‘hayatımız boyunca ‘nankörlüğümüzün’ dedikodusunu yapan insanlara böyle bir güzellik borçlu değiliz’. Haklısın! Ama sana günlük sayfalarında bahsettiğim büyük sorumluluk buydu. Dünya yolculuğumuzu insanımızın evinde ya da kedi doktorunun masasında tamamlarsak bu gerçek bir son olur. Halbuki büyüyü ve herkesin iyiliğini muhafaza edebilmek için bilgelik yolculuğumuzu başka türlü tamamlamalıyız. Bunun için kedilerin yüzlerce yıllık kısmi evcilleştirilme macerasının başından beri yaptıklarını yapmalı, ‘ortadan kaybolma’mı ayarlamalıydım. Yıllarca bir kaza olmadığı sürece kediler ömürlerinin sonuna geldiklerinde ortadan kayboldular. Sokaklarda, bahçelerde onlarca kedi ölüsü gören olmamıştır. Yeni yapılan bir ev için açılan temelden ölü kedi iskeletleri çıktığını ben hiç görmedim. Ancak araba çarparsa, soğuktan donarsa ya da doğumda ölürse, ölü kedi görülür. Son durumda annenin yeterli mahremiyeti varsa ölü kedi yavrularını yine kimse görmez. Çok uzun zaman beni terk ettiği için kızdığım annemin bile kaybolma sebebini biliyorum artık.  

Arkadaşlarımızı düşün Kokocuğum! Ortadan kaybolmak için çaba sarf eden ama bir şekilde insanları tarafından engellenen arkadaşlarımızı, Şila’yı, Mango’yu, Marni’yi… Kedi doktorunun masasında ‘uyutulmadan’ önce hepsi gitmeyi denedi. Kimini kamera kayıtlarından, kimini tasmalarındaki çiplerden bulup geri getirdiler. Tenha bir köşeye çekilip bugüne kadar yaşadığımız gibi bilgece ve doğallıkla gitmeye hakkımız olmalı Koko! Sen bu günlükleri okuyabildiğine göre bu hakkı geri almışım demektir. Bunu herkese anlatmalısın. Kaybolma zamanını bir şekilde biliyoruz, bunu değerlendirmeli ve gidebilmeliyiz. Planımı gerçekleştirmek için senden doğrudan yardım istemeye cesaret edemedim. İtiraf ediyorum, vedalaşmak zor geldiğinden birkaç günlük bir dedektiflik macerasının daha iyi sonuçlar vereceğini düşündüm. Daha önce de söylediğim gibi büyünün sürmesi için, hepimiz için Kokocuğum! Sevgiler…” 

Koko

Koko başını kaldırıp bıyıklarını oynatarak, okuduğu son koku zerrelerini rüzgârla dağılan hindiba tohumları gibi serbest bıraktı. Gizem çözülmüştü. Koko bunu herkese ama öncelikle Kumpir’in kadın insanına anlatmalıydı. Ona, “Kumpir, buradaki görevini tamamladı, gitmesi gerekiyordu. Hem de sizi sevdiği için…” demeliydi. Sadece miyavlayarak bunu nasıl anlatacağını kara kara düşünürken vurup durduğu dalların üstündeki kelebeği yanlışlıkla yakaladı. Kumpir görse bir canlının hayatını anlamlı bir sebep olmadan almasına çok kızardı … Aniden aklına kelebeğin kazayla ölümüne anlam katacak parlak bir fikir geldi. Kumpir’in insanının Kumpir duyup gelsin diye mama koyup şıkırdattığı kabın içine ölü kelebeği bırakıverdi. Kadın insan anlardı herhalde…

Esra Özer Duru, Ankara, Ağustos 2021.

Taze Taze Hikâyeler

BEKLEME ODASI

Mart ayı ortalarıydı. Hava, okullardaki mevsim tablolarında her zaman bahara dahil edilmesine rağmen, yıllardır rolüne direnen bu aya yakışı...

Yeni Yazılardan Haberdar Olun

Kaçırmayın!