şarkı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
şarkı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

18 Kasım 2021

BASRİ GÖRÜR NEDEN GÖRMÜYOR? (Basri Görür 2)

Basri bey, hastaneden eve döndükten sonra komşusu onu pek yalnız bırakmadı. Alçısı çıkana kadar yemek getirdi, çaya çağırdı, alışverişinde yardımcı oldu. Koltuk değnekleriyle iş yapmak zor olduğu için kendi gündelikçilerini ona günlük işleri halletsin diye yolladı. Arabasıyla işe bıraktı, akşamları aldı. Arada hamama götürdü. Basri beyin karısı ise intihar girişimine ve kırık bacağa rağmen dönmedi. Sadece birkaç kere uğrayıp yaptığı yemeklerden, kekten, börekten bıraktı. Bir de boşanma davasını açmayı geciktirdi. Oğlanlar arada babalarını ziyaret edip evi şenlendirdiler ama eski enerji hiç dönmedi.

Basri ilk uğradığında büyük bir umutla karısına hastanedeki polisin söylediklerini anlattı ama onun üzerinde herhangi bir etkisi olmadı. Yüzünde buruk bir gülümsemeyle getirdiği yemeklerin kaplarını boşalttı, bir poşete koydu ve gitti. Halbuki Basri yeni keşfinin kendisindeki aydınlanmayı karısında da yapacağını umuyordu. Bu yüzden aklından Ferdi’nin intiharı, kendisinin başarısız girişimi, basiretinin bağlı oluşu hiç çıkmıyordu. Basireti neden, ne zaman bağlanmıştı Basri’nin? Bunu bulabilir miydi? Bulsa geri çözebilir miydi? Yoksa her şey için çok mu geçti? Basiretini çözebilirse ailesini geri alabilirdi. Alçı dönemi boyunca fikirler geliştirdi. Bu sefer her şeyi doğru yapmak istiyordu. Basiretini çözme projesinin bütün detaylarını not alıyordu. Notlarının başına büyük harflerle ve en özenli yazısıyla BASİRET ÇÖZME YA DA TAMAMEN BAĞLAMA OPERASYONU yazmıştı.

İki ay sonra alçısı çıkarıldı. Alçıyla birlikte koltuk değneklerinin birinden de kurtulup daha rahat hareket edebilmeye başladı. Nalburdan aldığı çimento ve kumla bir harç hazırladı. Sandık odasındaki işe yaramaz küçük camı birkaç tuğlayla kapattı. Elinde kalan harçla ördüğü minik duvarın iç yüzünü güzelce sıvadı. Bayağı düzgün bir iş çıkarmıştı. Karısı görse onunla gurur duyardı ya da defalarca rica ettiği şeyler yerine “böyle lüzumsuzluklarla” uğraştığı için kızardı. Düşününce bu daha yüksek bir ihtimaldi. Getirdiği mutfak tüpünü dışarı koyup tüpün hortumunu kapının altından geçirdi. İşlem başladıktan sonra içgüdüsel olarak kapıyı açmak ya da tüpü kapatmak istemiyordu. O yüzden anahtarı da kapıyı kilitleyince dışarı itti. Hava girmesini engellemek için rulo yaptığı eski bir battaniyeyi kapının altına tıkadı. Kendi mutlak karanlığında yalnızdı artık. Bu operasyondan sağ çıkarsa basiretinin çözüleceğinden emindi. Diğer yandan sağ çıkmayacağından da emindi. Çünkü müthiş bir plan yapmıştı.

Tüpün ağırlaştırdığı odanın havasından derin nefesler çekti, tatlı bir mahmurluk kapladı içini. Zaten bunu bekliyordu. Naif kişiliğine uyumlu, öyle kansız, şiddetsiz, yumuşak biçimde uyuyarak ruhunu teslim edecekti. Uykunun kollarına kendini bıraktı. Bir ihtimal Basri hayatına dair elde ettiği yeni ipucunun ışığında bilincinin derinlerine gömülmüş anıları kazıp çıkarır ya da son zamanlarda pek sefil bulduğu hayat yolculuğunu sona erdirmeyi bu sefer başarırdı. Hafızası oradan oraya atlamaya, Basri’yi hayatının farklı zamanlarında dolaştırmaya başladı.

Basri’nin Durakları

Evde kavga çıkıyo, sınıfta kavga çıkıyo, sokakta kavga çıkıyo… Basri öfkenin geldiği anı

göremiyo. Hangi işaretlerin öfkeye dalalet ettiğini bir türlü anlamıyo. Çünkü bazen kızılan şeye bazen kızılmıyo, bazılarının kızdıklarına bazıları kızmıyo. Yüzünü hatırlamadığı bir ses kulağına, üstüne vazife olmayan işlere karışıp başını derde sokmasını istemediği için, “baktıklarını görme, gördüklerine baksan yeter” diye fısıldıyo. Hayatı boyunca ne zaman kafası karışsa bu ses ona “bakma, görme” diyo. Basri sanki daha az üzülüyo.

Fıkra anlatmayı hiç beceremiyo. Okulun ilk günü “kim fıkra anlatmak ister ya da kim şarkı söylemek ister?” diye sorulduğunda görünmez olmayı diliyo. Tüm cesaretini toplayıp anlatmaya başlarsa kelimenin ortasında nefesi kesiliyo, yutkunmak zorunda kalıyo, herkes tuhaf tuhaf bakıyo. Basri utanıyo, ses fısıldıyo: Anlatma!

Mahallede her oyunun mevsimi oluyo. Basri annesini o oyunun malzemesini almaya ikna edene kadar arkadaşları başka oyuna geçiyo. Boru alınana kadar onlar “çamura çivi saplıyo”. Basri elinde borusu ve külah kâğıtları kenarda bekliyo. Kimse Basri’ye külah nasıl yapılır, nasıl ıslatmadan yalanır öğretmiyo. Basri çamur oyununa da geç kalıyo. Kuzeninden bir torba dolusu misket geliyo. Gıcır gıcır, renk renk cam misketler… Basri misket oynamayı bilmiyo. Annesi bir torba dolusu misketi komşunun oğluna veriyo. Basri’nin torba dolusu ışıltısı gidiyo. Basri ağlıyo, ses fısıldıyo: Hissetme!

Sınıf arkadaşının ailesi aynı köylü, onlara çaya gidiyolar. Herkes salonda oturuyo, bunlara camsız sandık odası düşüyo. Arkadaşı övünüyo, “bizim ev dört odalı, onun için daha çok kira veriyoruz” Basri bakıyo, onların evi üç oda, pek güneş almıyo ama odalar büyük, kira da vermiyolar üstelik. Annesi evde, “bizim de küçük bile olsa sandık odamız olsa, kuruları, bulguru, pirinci koysak, Kalbiye ablanın evi gibi azıcık güneş alsa” diye hayıflanıp duruyo. Basri biliyo, Kalbiye ablalar da kirada oturuyo. Ses fısıldıyo: Kıyaslama!

Okulda öğretmen, arkadaşlarını seviyo, Basri’yi daha az seviyo. Bu nasıl sevgiyse? Arkadaşlarından biri çok akıllı, soru okunurken cevabı söylüyo, tam da bu yüzden dayak yiyo. Öğretmen çocuğun başını tahtaya yaklaştırıyo, gözünü nişan alır gibi kapatıp tahtayla arasını ölçüyo. Sonra çocuğun yanağına tokadı patlatıyo. Çocuk hem tahtadan hem öğretmenden dayak yiyo. Okul çıkışında anneler konuşuyo, “öğretmenin çocuğu olmuyo!” Merhamet için baba olmak mı gerekiyo? Trenci amcanın beş çocuğu var. Hepsini ayrı ayrı, üstüne karısını dövüyo. Yan apartmandaki Adile Naşit’e benzeyen teyzenin hiç çocuğu yok. Üstelik kocasının kaşları da çok çatık ama karısı susayıp camın önüne gelen çocuklara bardak bardak su verince bir şey demiyo. Çaktırmadan gülüyo. Basri görüyo, ses fısıldıyo: Bilme!

Yan komşunun karısı çok para istiyo. Adam da bunalıyo, içip içip silahını masaya koyuyo. “Ya seni vuracağım ya kendimi” diyo. Komşunun çocuğu kapıya geliyo, Basri’nin babası gidiyo, adama sade kahve içiriyo, tabancayı kendi evlerine gönderiyo. Anne büfenin üstüne koyuyo. Adam ertesi gün kapıya geliyo gözleri bir tavanda, bir yerde, “Yenge bizim emanet sizdeymiş. Bana zimmetli de o! Bir kaza çıkmadan…” apartmanın mozaik zemininde sesi kayboluyo. Basri, “Akşam ya onu ya karısını götürüyodu emanet! Emanet kötü bir şey mi? Zimmetlenince bir şey korunuyosa karısını adama, öğrencilerini öğretmene zimmetleseler ya!” diye düşünüyo, ses fısıldıyo: Anlama!

Basri karıştırıyo, zimmet kim, okulu paspaslayan amca mı? O Himmet, Okan’ın babası. Kalbiye ablaların eve fare giriyo. Üç gün Basrilere yemeğe geliyolar. Okanların evine kanalizasyondan hep fare giriyo. Okan’ın kafası kadar. Okan öyle diyo. Gerçi Okan’ın kafası küçük ama fareler büyükmüş, kimin kafası kadarsa artık? Himmet amca yakalamaya çalışıyo. Onları, evlerinde fare varken kimse yemeğe çağırmıyo… Ses fısıldıyo: Düşünme!

Basri, komşu abiye bayılıyo. Onun cesaretinden istiyo. Abi pek yüz vermiyo. Basri yine de etrafında dolanıyo, kendisiyle oynasın diye yalvar yakar oluyo. Bir gün kalbine sığmayan bir sırrı ona anlatıyo. “Kimseye söyleme” diye tembihliyo. Ertesi gün sır patlıyo. Akşam annesi “gel bakalım” diyo. Basri anlıyo, ses fısıldıyo: Güvenme!

Alamancı komşular, yaz tatiline geliyo. İkiz çocukları koltuklarının altında monopol kutusu, ellerinde poşetle solucan şeker, dışarı çıkıyo. Kilimin üstünde, birbirine haciz göndermeden önce solucan şekerler pay ediliyo. Basri çekiniyo, tiksinmiş gibi yapıp almıyo. Herkes şekerleri sündürerek yiyip yalanıyo. Basri pişman oluyo, “başka kaldı mı?” diye soruyo. İkizlerin teki kilime yapışmış bir solucanı işaret ediyo, “bu kaldı ister misin?” diye sırıtıyo. Basri kızarıp yutkunuyo. Ses fısıldıyo: İsteme!

Sınıfta Basri’nin kalemi kayboluyo. Arıyo, bulamıyo. Öğretmen kıpırdanıp durmasına kızıyo. Arkasındaki keçi kulaklı kız omuzuna dokunup sarı bir kurşun kalem uzatıyo. Basri can simidi gibi kaleme sarılıyo. Dersten sonra kıza kalemini geri veriyo. Kız gülüyo, “sana hediyem olsun!” diyo. Basri kızın gözlerindeki ışıltıyı, sesindeki cıvıltıyı duyuyo, kendisine kondurmuyo. Ses fısıldıyo: Sevme!

İdrak

Zihinsel yolculuğunun durakları arasında Basri uyumaya çalıştıkça bir şeyler derin uykuya dalmasını engelliyordu. Halbuki ara ara gelen şu müthiş mide bulantısı ve baş dönmesine rağmen sandık odasının zeminindeki halı rahat bile sayılabilirdi. Biraz kıpırdamaya çalışınca kusma hissi arttı. Geçen sefer yerde yatarken kemiğindeki kırık yüzünden midesinin yine bulandığını hatırlıyordu. Bu sefer kalbi de güm güm atıyordu. Basiret Çözme ya da Tamamen Bağlama Operasyonu başarılı olduysa yavaşlaması gerekmez miydi? Gümbürtü sanki içeriden, kalbinden değil de dışarıdan geliyordu. Kulağının dibinde eski sesi yine duydu. Bu sefer -ne tuhaf, alt komşunun sesine benziyordu ve yıllardır söylediklerinin tersini söylüyordu: “Uyan! Bak! Gör! Kendine gel!” Sonra Basri birden idrak etti. Kendisi henüz farkında olmasa da idrak onun için yeniydi! Yine yapacağını yapmış, muhteşem planını evdeki tüp üzerine kurmuştu. Tüp, Basri, nihai uykusuna geçemeden bitmiş, bu sırada Basri’nin sabahtan beri ses soluk çıkarmamasından şüphelenen komşu onu yoklamaya gelmişti. O, “Kendine gel Basri!” diye bağırarak sandık odasının kapısını yumruklarken, Basri kendisine “Basiretsiz Basri! Yine beceremedin! Hadi büyük tüp almayı akıl edemedin bari küçük tüpü dolusuyla değiştirseydin! Kaldın mı yine böyle basiretsiz? Allah seni bildiği gibi yapsın!” diyordu.

Takside giderlerken, Basri’nin hayatını ikinci kez kurtarmanın haklı gururunu yaşayan komşu ise onun elindeki kusmuk poşetiyle “benim film şeridim de ancak böyle olabilirdi!” diye ağlamasına hiç anlam veremedi.

Esra Duru, Ankara, 17.11.2021.

26 Eylül 2021

SEN VAR YA KAVAK AĞACI… (KAVAK AĞACINA MEKTUP 2)

Merhaba Kavak Ağacı,

Yine ben. Son görüşmemizin üstünden birkaç ay geçti, seni merak ettim. Gerçi bana yazdığın cevapta tavrını açıkça koymuş, benim deli saçmalarımla uğraşamayacak kadar meşgul olduğunu söylemiştin. Haklısın ama ne yaparsın? Bazen gecenin bir yarısında, senden başka sırdaş bulamıyor insan.

Her şeye rağmen hakkını teslim etmeliyim, mantıklı bir ağaçsın vesselam. Bana verdiğin cevapta demişsin ki: “Hiç gider mi bir ağaç ya da insan, toplayıp köklerini; toprağını, suyunu tanımadığı bir ülkeye? Bence Rabbimiz bizi yaratırken çamurumuza memleket toprağı karıştırmış. Ondandır gidersek yarım kalmamız.” Doğru söylüyorsun Kavak Ağacı, vaktini alıyorum ama daha önce senin gibi filozof bir ağaç görmemiştim, bu söylediklerini ben akıl edememiştim.

“Her şeyin içine siniyor acı” diyorsun öyle mi Kavak Ağacı? “Acının yüzölçümü, yeryüzünden çokmuş” öyle mi? Haklısın, albümlerdeki fotoğraflar bile acı acı kokuyor. İnsan kendisine acı çektirmek, kaçırdığı fırsatları ya da ne kadar yaşlandığını görmek için yaşadığı her anı, anı yapıyor. Ah Kavak Ağacı, söylediklerinle ne çok kaşıyorsun eski yaraları. İnsanın geçirdiği evreler izlenmiyor, kalp elektrosundaki çizgiler gibi. Ancak albümleri açınca fark ediyorsun neler geçtiğini, geçirdiğini.

Kayboluyor içimin sesleri...

Ah Kavak Ağacı!

Sana bir şey itiraf edeceğim: Sen biraz osun aslında.

İhtiyacım olan her an telefonun ucunda ya da hiç ummadığım zamanda karşımda.

Tüm arkadaşlarımda aradığım ama hiç bulamadığım.

Ben camdan bakarken, çıkıveren köşeden.

Aynı şarkıları sevdiğim, bayıldığım şiirleri unutmaz diye güvendiğim, aynı anda aynı şeyi düşündüğüm.

Bakınca iri gözlerine anlayıp güldüğüm.


Evet Kavak Ağacı, sen biraz osun aslında.

Yaşasaydı nasıl olacağını bilemediğim arkadaşlığım.

O olmadığı için yaşadığımı sandığım savruluşlarım, açılan yaralarım.

Bir şiir okurken, bir şarkı dinlerken, bir yazı yazarken, sever miydi diye düşündüğüm.

Tadı damağımda kalan kısacık dostluğum.

Gidince yaşayamadığım üniversite hayatım, annemi hüzünlendiren aklarım...

 

Hatıraları bulamıyorum artık.

Arıyorum aklımın çekmecelerini, gelmiyorlar elime.

Zaman geçtikçe üzerinden, detaylar yitiyor dipte köşede.

Kayboluyor içimin sesleri, dışarının seslerinin içinde.

Bulamıyorum üstüne yazı yazıp, imza attığımız kâğıt mendilleri

Kurtuluş Parkı’nda ezdiğimiz sonbahar yapraklarını.

Bulamıyorum gülüşünü, hüznünü.

Bulamıyorum en sevdiği şarkıyı, şiiri, kitabı, gitmeyi en çok sevdiği yolu, binmeyi hiç istemediği otobüsü, bakmayı en sevdiği camı, ıslanmayı en çok istediği yağmuru, paylaşmayı en çok istediği sırrı.

Anladın mı Kavak Ağacı? Hatırladın mı bu acıyı? “Yaralı, tepeden tırnağa, herkes yaralı/ Alışılmıyor acıya, yok kaidesi, kuralı”. Hani göstermiştik yaralarımızı birkaç mektup önce birbirimize. İkimizin de vardı yaraları. Benimkilerden biri bu, Kavak Ağacı. Bazen rüzgâr içindeki acıyı uçursun diye perdeyi, camı açıyorsun. Ama çoğu zaman acı taş gibi oturuyor içine. Bazen kendin bile görme diye perdeyi çekiyorsun acının üstüne. Acıyla yaşıyorsun yine de iç içe. Kurallar bağlıyor zihnimizi, zaman – mekân kopukluğu ellerimizi. Hiç okuyamayacağını bilsen bile mektuplar yazmak istiyorsun düzinelerce. İcatlar yapmak istiyorsun, “Sarı mı yeşil mi?” diye. Ya da bir kavak ağacını koyuyorsun onun yerine, doldurmayacağını bile bile.

Seni seviyorum Kavak Ağacı. Bunları söylemek sana karşı yükümlülüğümdü. Kalbimdeki yerini bilmeliydin. İyi ki varsın ve son mektubu bana iyi ki yazdın. Yeniden yazmanı bekleyeceğim dört gözle...

Esra Özer Duru, Ankara, Haziran 2006, Turuncu Dergisi, Gözden Geçirme Eylül 2021.

30 Mayıs 2021

YALNIZLIĞIN DUVARLARI - KAVAK AĞACINA MEKTUP 1

İlk Not: Merhum Cahit Zarifoğlu’nun eşi Berat hanımla yapılmış bir röportaj okumuştum. Eşinin erken yaşta vefatına işaret ederek, “Aramızda 16 yaş fark vardı. Cahit bey bana takılır ve derdi ki, ‘ben yaşlanacağım sen hep genç kalacaksın.’ Ama öyle olmadı, genç yaşta aramızdan ayrıldı. Bugün gençler geliyor diyorlar ki, ‘Berat teyze bize Cahit abiyi anlat.’ Cahit, gençlerin hep abisi olarak kaldı ben ise gençlerin teyzesi, torunlarımın anneannesi oldum…” [1] Birazdan okuyacağınız yazının başındaki şiiri eskiden -hiçbir arkadaşımı kaybetmeden önce- de severdim. Ama Berat hanımın cümleleri, bu mısraların bende bıraktığı duyguyu tam hissettiğim gibi tarif ediyor. 

Hayatımıza kısacık girip aniden çıkan bir arkadaşımın, Ülkü’nün (Ülkü Odabaş 1976 - 30.5.1996) yasını tutmayı bir türlü tamamlayamamış, arkasından yazılar yazmışım. Yeni yazılarımı bloğa aktarırken, kendi yazma serüvenimi izleyebilmek, paylaşabilmek için, acemiliklerimi gözden geçirip eski yazılarımı da yayınlıyorum. Bunu yaparken Ülkü’yle dostluğumuzun bende bıraktığı izleri görüyorum. Bu yazı onlardan biri. 

Vefatından bu yana geçen süre, onun dünyada kaldığı süreyi çoktan aştı. Bizim dostluğumuzsa sadece üç buçuk yıl sürdü. Ülkü bazen kavak ağacı, bazen sokak lambası, bazen kendisine hitaben mektuplar yazılan hayali bir arkadaş olarak hep hayatımda kaldı. Güzel bir şarkı duyduğumda, güzel bir şiir ya da yazı okuduğumda, iyi bir film izlediğimde, Gökhan Özcan ağabeyin “Bir gölge gibi[2]” yazısında zarafetle ve nezaketle ifade ettiği gibi, hep onunla paylaşmak istedim. Bu yazıyı onuncu yıldönümünde yazmışım, yasımı şiirlere, şarkılara sarmışım. Şimdi yirmi beş yıl oldu. Allah, Ülkü’yü cennetinde gölgelendirsin. Acemiliklerimi hoş görün, yazının -kendince- bütünlüğünü bozmamak için fark ettiklerimin çoğunu düzeltemedim.

“Benim için geçmede yıllar

Senin boyunsa hala pencerenin boyu kadar”


Yalnızlığın duvarları taştan mı, camdan mı acaba? Taştansa Ankara Hukuk’un duvarları gibi midir? Camdansa, duvara her çarptığımızda burnumuzun izi çıkar mı? “Yağmur vururken cama/ Dalarken gece gama” sessiz ayaklar gezinir mi soğuk taşlarda? Issız bir evin soğukluğunda küf birikir mi duvarlarda? Küfte penisilin vardı galiba. Ama iyi gelmiyor yalnızlığın duvarlarında biriken mavi penisilinler insana.

Gece dalarken gama sen de dal tatlı uykulara. “Benim için geçmede yıllar/ Senin boyunsa hala pencerenin boyu kadar[3]. Güzel cümlelerin hepsi kurulmuş daha önce. Kalmamış ilk kez söylenen bir iki kelime. Bir şey söylemek istediğim her seferde, sadece başkalarının sözlerini kendi el yazımla yazıyorum sanki. Okuyan için, o kadar da fark yok. Bütün yazılar ya Arial ya Times New Roman. “Meğer ırmağı severmişim/ İster böyle kımıldanmadan aksın/ Kıvrıla kıvrıla tepelerin eteğinde/ Doruklarına şatolar kondurulmuş/ Avrupa tepelerinin/ İster uzasın göz alabildiğine dümdüz./ Bilirim ırmak yeni ışıklar getirecek,/ Sen göremiyeceksin,/ Bilirim ömrümüz beygirinkinden azıcık uzun,/ Karganınkinden alabildiğine kısa./ Bilirim benden önce duyulmuş bu keder/ Benden sonra da duyulacak./ Benden önce söylenmiş bunların hepsi bin kere,/ Benden sonra da söylenecek.[4]

Galiba yalnızlığın duvarları taştan. Dizlerini kanatıyor çarpınca insan. Silerken gözlerinden yaşı, dizlerinden kanı, kızıyor kendine, “bu duvarı hiç fark edemiyorum, yazık bana” diye. Yazık oluyor sık sık birçok şeye. İnerken gece, biterken gün, duvarlara sinerken yalnızlık, evlere yerleşirken sessizlik, yazık oluyor ömürlere.

Evlerin ışıkları yanarken, sen onları dışarıdan huzur dolu görürken, hiçbir şey sandığın gibi değilken... Işıklı masalarda karşılıklı yemekler yenirken, birbirinin hayatıyla nezaketen ilgilenirken, insan el yordamıyla yokluyor yalnızlığın duvarlarını. Bazen ne kadar uzun olduğunu fark ediyor korkuyla, bazen hızla çarpıyor duvara, orada olmayacağının umudu ve olduğunun hayal kırıklığıyla. Her ev yazık olan ömürlerle dolu, her masada kendi ömrünü yiyor insan.

Hayatı okumak daha mı kolay olurdu birkaç dil daha bilseydik? Daha mı kolay olurdu yaşamak, hayatla uzlaşabilseydik? Yaşarken hep mi acıtır insan başkalarını? Var mıydı bizim hayatlarımızın “Hani herkes arkadaş/ Hani oyunlar sürerken/ Kimse bize ihanet etmemiş/ Biz kimseyi aldatmamışken/ Hani biz kimseye küsmemiş/ Hani hiç kimse ölmemişken[5]” zamanları? Ya da hep mi kırar yaramaz çocukların topları kalbin camlarını?

Sen ey karşıdaki kavak ağacı! Sen, hiç kimsenin kalbini kırdın mı? Kimse seni incitti mi bu hayatta? Rahat mı böyle yaşamak kökün toprakta? Kolay mı yaprak çıkartmak baharda, dökmek sonbaharda? Üşür mü senin gibi bir kavak ağacı Ankara’da ayazda? Alınır mı polenleri yüzünden suçlanınca? Gitmek ister mi uzaklara, çooook uzaklara? Düşer mi bir kavak ağacı sık sık dipsiz kuyulara? Kavak ağacı cevap versene sorduğum sorulara? Veremez misin, senin de mi duvarların var yoksa? Zorlamaz mısın duvarlarını hiç? Bazen bir delik bulup nefes alırsın duvarda, bazen sağlam örüldüğünü yeniden anlarsın bir kez daha. Zoru zorlamadın mı zorda kalınca? Kolaya mı kaçtın hep kolayca? Kendini kedi yutmuş gibi hissettin mi acaba?

Bu saatten sonra kim anlar beni?[6]” diye bir şarkı dolanıyor mu diline sıkça? Mırıldanıyor mu içindeki pikap, hüzünlü şarkıları? Bu rüzgârlar beni yıkar mı diye korkuyor musun zaman zaman? Çok mu güveniyorsun köklerine bazen? Güvenme! Hiçbir kök yok topraktan çıkmayan ya da en azından kurumayan. Ama hiçbir bulut da yok rüzgârla dağılmayan...

Ne kaldı aklında benden sonra? Yarım kalan cümlelerden, birkaç şiir ve şarkıdan başka? Ne kaldı sahildeki batıklardan başka? “Sen geçerken sahilden sessizce, gemiler kalkar yüreğimden gizlice[7]”...

Bak kavak ağacı, senin var mı bilmiyorum ama benim var yaralarım. Bazen sertleşiyor kabukları bazen sızlıyor tatlı tatlı. Ne demiştik, taştan mıydı yalnızlığın duvarları ya da camdan? Çarpınca burnunun izi mi çıkıyordu bir de? Mavi penisilinler yenmiyor acı acı bunu bil, sakın toplayıp köklerini, kalkışma gitmeye. Gidemiyor insan hiçbir yere... 

Esra Özer Duru, Ankara, Ocak 2006, Turuncu Dergisi. Gözden geçirme 28.5.2021.

[3] Ay Işığı Sonatı, İlhan Demiraslan  

[4] Severmişim Meğer, Nazım Hikmet.

[5] Eskidendi Çok Eskiden, Murathan Mungan.

[6] Demet şarkısı, söz: Şehrazat: https://youtu.be/jQFV9TQ8PgA

[7] Teoman şarkısı, söz: Orhan Atasoy: https://youtu.be/JSKc-Y0UPvo 

Taze Taze Hikâyeler

BEKLEME ODASI

Mart ayı ortalarıydı. Hava, okullardaki mevsim tablolarında her zaman bahara dahil edilmesine rağmen, yıllardır rolüne direnen bu aya yakışı...

Yeni Yazılardan Haberdar Olun

Kaçırmayın!