Sen ve ben… “Biz”den uzak, kelimelerden tuzak…
Sen ve ben…
Yola çıkan iki ayrı
tren
İki ayrı şehirden
Bir problem,
matematikte bile çözülemeyen
Tik tak/ tak tik
Ben hiç anlamam taktikten.
Sezilmeyen
stratejiden.
Ayrı zamanlarda yola
çıkılan A ve B şehirlerinden
Matematikte bile gidilemeyen…
Coğrafyada bilinmeyen…
Kimsenin haberi yok ne
A’dan ne de B’den.
İlk kez duyuyor
çocuklar bu şehirleri matematik öğretmenlerinden.
Öğretmenlerin kendisi
de habersiz şehirlerden.
Çünkü anlamazlar tek
kelime, bu iki şehirde konuşulan dilden.
Sen de anlamazsın
benim halimden.
Anlamazsın, birine bir
kere bile “kal” demeden.
Hâlbuki gitmez, sen
kal desen…
Ben ve sen
İki bulut, yağmurunu
hiç dökmeyen
Esen rüzgârla uçup yer
değiştiren
Ku – Kor/ Kor – Ku…
Gözlerinde hiç
görünmeyen
Hava durumunda
gösterilmeyen
Ama hep sezilen
“Sibirya Yüksek
Basıncı” gibi üzerimizden geçen
Radara hiç girmeyen…
Sen ve ben… “Biz”den uzak, kelimelerden tuzak…
Çocuk ağaca doğru koşarak geldi, biraz önce düşüp kanattığı
dizlerini “avut beni” dercesine gösterdi. “Bir hikâye” dedi kavak ağacına
yaslanıp, “Bana bir hikâye anlat ağaç. İçinde sen ol, ben olayım, kalmak olsun,
gitmek olsun, bir de yalnızlık”.
Kavak Ağacı güldü. “Düşüneyim biraz” diye süre istedi. “Acele
et” dedi çocuk. “Benim fazla vaktim yok. Daha eve gidip kendime kalmak için
sebepler üreteceğim.”
Kavak Ağacı boğazını temizleyerek “tamam” dedi. “Sana bir hikâye
anlatacağım. İçinde sen, ben, kalmak, gitmek ve yalnızlık bulunacak. Bu belki
yazarın hep yazmak istediği hikâye olacak”.
Ağaç, “Bir varmış dahası yokmuş” derken çocuk, “Hikâyeye
öyle başlanmaz, o masal” diye düzeltti. “Tamam, öyleyse” dedi ağaç, “hikâyenin
birinde diye başlayalım, bu olur mu?” Çocuk başıyla onayladı ve Kavak Ağacı,
aslında kendi hikâyesini, anlatmaya başladı.
Hikâyenin birinde bir kavak ağacı vardı. Aslında hikâyeler
hep başka ağaçlar üzerine yazılırdı. Çünkü kavak ağacı pek estetik, aranan ve
sevilen bir ağaç sayılmazdı. Hele baharda polenlerini bırakınca hakkında
söylenmedik söz kalmazdı. İşte bu az sevilirliği kavak ağacını bizim hikâyemizin
başkahramanı yaptı.
Bir kavak ağacı vardı ülkenin birinde. Hep çocukken
annesinin ona anlattığı bir masalı düşünür dururdu. Annesi ona suyun kenarına
dizi dizi dizildikleri ve büyümeyi bekledikleri günlerde, “Yurdunu Terk Eden
Ağaç” diye bir masal anlatmıştı. Aslında anne bu masalı küçük ağaççığına, hep
yanında kalsın, gitmeye heves etmesin, uzaklar içinde yer etmesin diye
anlatmıştı. “Elimizdekilerle yetinmeyi bilmeliyiz. Ya fuzuli heveslerle onları da
kaybedersek! İyisi mi hiçbir yerden gitmemek...” Biliyordu bu haksızlık ama o anneydi,
anneler çocuklarını hep dizlerinin dibinde isterdi.
Fakat Kavak Ağacı, işte tam da annesinin o masalı yüzünden
gitmek isterdi. Yurdunu Terk Eden Ağaç, elindekileri kaybetmeyi göze almış ve
gitmişti, riske girmişti. İçinde bir yerlerin hep sızlamasındansa denemişti. Masal
gitmek isteyenlere ders verir nitelikteydi. Çünkü masaldaki ağaç burnunu sürte
sürte eski yerine dönüyordu. Ama Kavak Ağacı uzak tepelerde neler olduğunu
bilmek istiyordu.
Kalınca sahip olacağı mutluluktan daha çok mutluluk verecek
bir hayat olup olmadığını kendisi görmeliydi. Sonra neler kaçırdığını düşünüp
elindeki tek hayatı zindan etmemeliydi. Belirsizliği görmeden ölüvermek
istemiyordu. Keman çalmak isteyince “ince hastalıktan ölürsün” diye kemanı
kırılan çocuğun ciğerlerindeki değil, kalbindeki ince hastalığa… Balıkçı olmak
isteyince “deniz yutar her şeyi” diye engel olunan çocuğun burnundaki tuz
kokusuna… Gurbeti görmek isteyince “gurbete giden dönmez” diye durdurulan
çocuğun içindeki gurbete kabuğu dayanmazdı. Onun için gitmeliydi, içindeki
gitmek hikâyesini kendi kalemiyle bitirmeliydi…
İçini ve günlerini bu düşünceler dolduruyordu. Gitmek o
kadar fazlaydı ki içinde, başka bir şey düşünemez olmuştu.
Bir yanı da kalmak istiyordu -tuhaf şey- insan (pardon
ağaç), gitmekle bu kadar meşgulken nasıl kalmak isterdi? Yaşadığı yerde kayısı
ağaçları çiçek açmaya başlamıştı. Belli belirsiz kokuları burnuna kadar
geliyordu. Kendisi çiçek açan bir ağaç olmadığı için hayıflanır dururdu. Ama bu
kadar ağaç, bu kadar koku nasıl arkada bırakılırdı? Hele buradan görebildiği şu
evdeki küçük kız… Arada küçük elleriyle ona su taşıyan, solan güneşin altında
oturup dizlerindeki yaraları sayan/saran, hüzünlü küçük kız… Baharın doluya
çalan yağmurları başlayınca anneannesi küçük torununun elinden tutar, balkon
kapısını açar, “annesinin ilk kızı”na üç Kulhü bir Elham okutur, balkona ateş
küreği attırırdı. “Sitte-i Sevir küreği çevir de kızım, dolu durur” derdi.
Küçük kız burnunu cama yapıştırır dolunun durup durmadığını kontrol eder, dolu
durunca kendi marifeti sanıp sevinirdi. Ağaç, küçük kızı bırakıp nasıl giderdi?
Her ağacın içinde dizindeki yaraları temizleyen küçük bir kız gizli değil
miydi?
Kal De, Kalayım…
Ağaç her şeye rağmen gitmeye hazırlandı. Yüreğinde
belirsizliğe adım atanların büyük korkusu, bir yanıyla birilerinin ona engel
olmasını istedi. “Ben karar vermek zorunda kalmasam, benim yerime başkası verse.
Durdursa beni.” Ama kimse bir şey yapmadı, herkes Kavak Ağacı’na saygı gösterdi…
Ağaç hikâyenin burasında farkında olmadan kendisini ele
vererek “Dur der zannetmiştim” dedi. “Biri çıkar ve dur der. Yalnızca bir kişi
bile olsa, tutup da dallarımdan, dur demedi bana. O zaman bana düşen gitmekti.
Benden çoktan giden bu yerden gitmek ve bir daha geri dönmemek… Bazen toplanır
gidersin, bazen toplar gidersin. Evden çıkarken insanlar, en çok kadınlar,
yarım kalmasın hiçbir şey diye son kez bakarlar arkalarında bıraktıkları eve.
Camlar kapalı mı, ocak sönük mü, ütü fişte mi, çocuk düşte mi? Sen de perdeleri
çek, güneş içeri girmesin. Işık girince acıtıcı gerçeğin bütün detayları görünür
oluyor.”
Çocuk, “Gerçek ne?” dedi. Ağaç, “Gerçek yalnızlıktır, hiç
dinmeyen kalp sızısıdır. Güneş girince odaya, halının üstüne düşen tül
kırışığıdır. Gerçek ele geçmeyen bir fırsattır ve yaptığın her seçim. Seçmediklerin
için döktüğün gözyaşıdır, bir de yapmadıklarındır. Giderken arkanda bıraktıklarındır.
Arkanda bırakmamak için gidemediklerindir. Gerçek, yılları görmemek için
bakmadığın aynadır, hayallerini doldurduğun ceviz oymalı sandıktır. Gerçek, o
sandıkta açmadığın bohçadır. Gerçek dikmediğin bir avuç akşamsefası,
oynamadığın oyundur. Kurtlu çıkan elma şekeridir, yalayacakken düşürdüğün
dondurma…”
Çocuk bu sefer “Nereye gittin?” diye sordu. Ağacın
gözlerinin önüne evdeki/içindeki küçük kız geldi. “Hiçbir yere. Anladım ki
gitmek istesen de kendinden çok uzak bir yere gidemiyorsun. Bir zamanlar birisi
bana kendisini bir elbise gibi çıkarıp gitmek istediğini söylemişti de neyi
kastettiğini anlamamıştım.”
Çocuk, “Ama sen neden bu kadar gitmek istiyorsun?” dedi. Ağaç
“Basit şeyler yüzünden! Damlayan musluk kadar basit, yazılmamış mektup kadar,
okunmamış yazı kadar basit. Kapı koluna takılı askı kadar, akşam olunca
çekilmemiş perde kadar basit. Tek başına içilmiş çay kadar basit. Söylenmemiş,
söylenmeyince de unutulmuş söz kadar basit. Ütülenmeden bekleyen sepet dolusu
çamaşır kadar, teki bulunmayan çorap kadar, aralık bırakılan çekmece kadar
basit. Her akşam fişe taktığın gece lambası kadar, kilitli mi diye kontrol
ettiğin kapı kadar, kapının önünde unuttuğun ayakkabılar kadar basit” diye
cevapladı.
Çocuğun gözleri iyi bir itiraz gerekçesi bulduğu için
parladı. “Bunlar yani basit şeyler, kalmak için de yeterli değil mi? Radyoda
çalan bir şarkı kadar, yorgana takılmış bir çengelli iğne kadar, seyredilmiş
bir film kadar basit. Tarakta kalan saçlar kadar basit. Biraz önce çay içilmiş
bir akşamüstü balkonu kadar basit. Tekini ummadığın bir yerden buluverdiğin
terlik kadar, ihtiyacın olduğunda çalıveren telefon kadar basit. Yalanmış bir
pul kadar basit. Gerçi artık kimse pul yalamıyor ama. İşte asıl bunun için
kalacak kadar basit.”
Ağaç çocuğun itirazına alınmış gibi “Hayır kalmak için
yetmez bunlar” diyecek oldu. Çocuk, şevkle “Öyleyse gitmek için de yetmez”
cevabını yapıştırdı. “Kavak Ağacı bırakıp da gidilmez bunlar. Basit şeyler ve
küçük kız, sonra o küçük kızın burnunun camda bıraktığı iz. Kayısı ağacının
çiçeklerinin hafif kokusunu ya da köklerine kadar hissettiğin dolu yağarsa
korkusunu, balkona atılmış küreği, havada asılı duran üç Kulhü bir Elhamı
bırakıp gidemezsin. Yağar ağaç, dolu da yağar, kar da. Biliyorsun bunu. Ama sen
gidemezsin, tarladaki buğday başaklarının arasından geçer gibi içindekilerden
geçemezsin. Aslında kimsenin sana kal demesine gerek yok. Sen kendine zaten kal
demişsin. Pişman gibi görünürsün ama kalmayı da seversin. Bir ipte takılı,
çamaşır bekleyen mandal gibisin, çamaşır toplanırken bahçeye düşebilirsin ama
çok uzaklara gidemezsin. Çünkü ağaç, bir elbise gibi kendini çıkarıp gitmeyi ne
kadar istesen de insan tam olarak gidemez bir yerden.”
Hep gitmek isteyen kavak ağacı ile hep kalmak isteyen
çocuğun hikâyesi burada bitti. Ağacın ve çocuğun içinde bir kadın gizli…
Mutlu Son
Hikâye bu ya, akşam eve gitti çocuk. Kendine kalmaya yetecek
kadar neden yaptı. Onları desteleyip iki kez saydı, sonra bir kez daha saydı.
Büyük beyaz bir kâğıda artılar ile eksileri yazdı, topladı çıkardı. Sonucu
buldu: Kalacaktı!
Ağaç akşam olup yalnız kalınca, çocukla konuştuklarını bir
kez daha düşündü. Yeni bir sürgünün hayatını nasıl değiştireceğini kestirmeye
çalıştı. Karar verdi, sürgün verecekti ve gitmeyecekti. Yalnızlığını yeni
sürgünüyle bölüşecekti.
Acıtan gerçek ise merhamete gelmişti. Bundan sonra perdeler
açılsa bile kimsenin içini acıtmayacaktı.
En güzel son henüz yazılmayandır…
Sen ve ben…
Yola çıkan iki ayrı
tren
İki ayrı şehirden
Bir problem,
matematikte bile çözülemeyen
Sen ve ben
“Biz”den uzak,
kelimelerden tuzak…
Esra Özer Duru, Ankara, 14.03.2008, Turuncu Dergisi, Gözden Geçirme
Eylül 2021.