çorap etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
çorap etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

15 Ekim 2021

SEN GİTSEN DE GİTMEZMİŞ İÇİNDEKİLER SENDEN!

Bütün anneler birilerini avutmak gerekince masal anlatırlar. Belki kalın keder sislerinin arasındaki kalplere uzanmak isterler. Belki bu acı denizi, onları tamamen ıslatmadan önce alıvermek isterler. Daha kaç kere bu siyah sularda, onun için sandal olmak isteyeceklerini bilmeden ellerini uzatıverirler. Ha bir de bir kere anne olunca kadın, hep annedir artık. Yani bir meslek gibi bırakamaz bir kenara anneliğini. Avunmak isterse biri, bir anneye gitmeli.

O gün çocuk üzgündü, tarifsiz kederleri vardı. İçi bir yangın yeriydi. Kedi yutmuş gibiydi. Kalbi paramparça, gözleri ıslaktı. Çünkü balığı ölmüştü. Kimsenin bilmediği, Allah bilir, kaç balık daha ölecek, hayatının ilk kederi…

“Sana bir masal anlatayım” dedi kadın. Dizlerine dayanmış, karışık saçlarının arasında parmaklarını gezdirdiği küçük kafanın sahibine.

Şehrin birinde bir kadın yaşarmış. Kadının her şeyi varmış. Yazlığı kışlığı, atı arabası,

çoluğu çocuğu, tası tarağı… Yani “mutlu”ymuş. Ya da aslında mutlu olması gerekiyormuş. Ama bir yanı hep eksikmiş. Nankörlük etmek istemese de içindeki eksikliği gideremiyormuş. Bazen gözleri, neyin eksik olduğunu arar gibi uzaklara dalarmış. Bu öyle çekmecede aradığını bulmaya çalışmak gibi bir şey değilmiş. Ya da evi huzurlu bir ev yapmak için yemek kokuları üretmeye, çoraplardaki küçük delikleri dikmeye, balkondaki saksıya, çıkmayacağını bile bile fesleğen tohumları ekmeye, bir gün önceden nohut ıslatmaya benzemiyormuş. Kolay değilmiş işte.

Bazen tası tarağı alıp şöyle uzak bir yere gitsem diye düşünüyormuş. “Hep bahar olan bir memlekete gideyim. Hiçbir şey eskimesin, heyecanını yitirmesin. İlk kez seyrettiğin film gibi seni içine çeksin. Sürekli seyrettiğin filmdeki bir sahne gibi ağzını kulaklarına fiyonk etsin. Kendimi koyayım valizime ve gideyim hep bahar olan bir memlekete…”

Böyle dese bile gidemiyormuş. Çünkü gideyim deyince gidilmiyormuş. Ve sen gitsen de içindekiler senden gitmiyormuş. Hele en derinden sarıp sarmaladıysa seni hayat, gidemezmişsin ne kadar istesen.

Yine de kadın hazırlanmış bir gün. Dediği gibi valizine bir tek kendisini koymaya çalışmış. Arkasına dönüp bakmayacakmış. Çünkü eğer bakarsa, masal bu ya, toprağa dönüşecekmiş. Karlı bir kış sabahıymış, valizini eline almış. Son bir kere düşünmüş: “Eğer gidersem ne değişir benden sonra buralarda, ne kalır arkamda? Eğer gidersem kavak ağacıyla kim konuşur? Huzurlu bir ev yapmak için bu evi, kim azıcık çorba karıştırır?  Kim yaralı çocuklara masal anlatır? Herkes yattıktan sonra kim söndürür ışıkları? Telefona bir daha çalmadan açmak için kim koşar? Şehriyeleri pilava kim koyar? Kim boş saksıları sular?”

Bunları düşündükçe valiz ağırlaşıyor, ağırlaşıyormuş. Sonunda kadının kolu bu yükü taşıyamaz olmuş. Valizi yavaşça yere koymuş. Olanlar o an olmuş. Kuralı unutan kadın geride bıraktıklarına son bir kez bakmak için arkasını dönmüş… ve toprağa dönüşmüş…

Sabah ev halkı uyanınca kapının arkasında duran valiz ve yerdeki küçük toprak yığını onlara hiçbir anlam ifade etmemiş. Temizlikçi kadın gelmiş, bu küçük yığını küreğe süpürmüş, boş bir saksıya eklemiş. Masal burada bitmiş.

Masalın sonunda anne, elleri hala minik kafanın üzerinde, toprağa dönüşmemek için hiç hazırlamadığı valizi düşünmüş. Çünkü zamanın birinde bambaşka bir şehirde onun balığı ölmüş de bir masal anlatmış annesi yatırıp onu dizlerine… Dolaştırmış parmaklarını karışık saçların içinde, sahibinin yerine acı çekebilmeyi dileyerek gizlice…

Esra Duru, Ankara, Mart 2008, Turuncu Dergisi, gözden geçirme 14.6.2021.

04 Ekim 2021

HEP GİTMEK İSTEYEN KAVAK AĞACI İLE HEP KALMAK İSTEYEN ÇOCUĞUN HİKÂYESİ (KAVAK AĞACINA MEKTUP 3)

Sen ve ben… “Biz”den uzak, kelimelerden tuzak… 

Sen ve ben…

Yola çıkan iki ayrı tren

İki ayrı şehirden

Bir problem, matematikte bile çözülemeyen

Tik tak/ tak tik

Ben hiç anlamam taktikten.

Sezilmeyen stratejiden.

Ayrı zamanlarda yola çıkılan A ve B şehirlerinden

Matematikte bile gidilemeyen…

Coğrafyada bilinmeyen…

 

Kimsenin haberi yok ne A’dan ne de B’den.

İlk kez duyuyor çocuklar bu şehirleri matematik öğretmenlerinden.

Öğretmenlerin kendisi de habersiz şehirlerden.

Çünkü anlamazlar tek kelime, bu iki şehirde konuşulan dilden.

Sen de anlamazsın benim halimden.

Anlamazsın, birine bir kere bile “kal” demeden.

Hâlbuki gitmez, sen kal desen…


Ben ve sen

İki bulut, yağmurunu hiç dökmeyen

Esen rüzgârla uçup yer değiştiren

Ku – Kor/ Kor – Ku…

Gözlerinde hiç görünmeyen

Hava durumunda gösterilmeyen

Ama hep sezilen

“Sibirya Yüksek Basıncı” gibi üzerimizden geçen

Radara hiç girmeyen…

Sen ve ben… “Biz”den uzak, kelimelerden tuzak…

Çocuk ağaca doğru koşarak geldi, biraz önce düşüp kanattığı dizlerini “avut beni” dercesine gösterdi. “Bir hikâye” dedi kavak ağacına yaslanıp, “Bana bir hikâye anlat ağaç. İçinde sen ol, ben olayım, kalmak olsun, gitmek olsun, bir de yalnızlık”.

Kavak Ağacı güldü. “Düşüneyim biraz” diye süre istedi. “Acele et” dedi çocuk. “Benim fazla vaktim yok. Daha eve gidip kendime kalmak için sebepler üreteceğim.”

Kavak Ağacı boğazını temizleyerek “tamam” dedi. “Sana bir hikâye anlatacağım. İçinde sen, ben, kalmak, gitmek ve yalnızlık bulunacak. Bu belki yazarın hep yazmak istediği hikâye olacak”.

Ağaç, “Bir varmış dahası yokmuş” derken çocuk, “Hikâyeye öyle başlanmaz, o masal” diye düzeltti. “Tamam, öyleyse” dedi ağaç, “hikâyenin birinde diye başlayalım, bu olur mu?” Çocuk başıyla onayladı ve Kavak Ağacı, aslında kendi hikâyesini, anlatmaya başladı.

Hikâyenin birinde bir kavak ağacı vardı. Aslında hikâyeler hep başka ağaçlar üzerine yazılırdı. Çünkü kavak ağacı pek estetik, aranan ve sevilen bir ağaç sayılmazdı. Hele baharda polenlerini bırakınca hakkında söylenmedik söz kalmazdı. İşte bu az sevilirliği kavak ağacını bizim hikâyemizin başkahramanı yaptı.

Bir kavak ağacı vardı ülkenin birinde. Hep çocukken annesinin ona anlattığı bir masalı düşünür dururdu. Annesi ona suyun kenarına dizi dizi dizildikleri ve büyümeyi bekledikleri günlerde, “Yurdunu Terk Eden Ağaç” diye bir masal anlatmıştı. Aslında anne bu masalı küçük ağaççığına, hep yanında kalsın, gitmeye heves etmesin, uzaklar içinde yer etmesin diye anlatmıştı. “Elimizdekilerle yetinmeyi bilmeliyiz. Ya fuzuli heveslerle onları da kaybedersek! İyisi mi hiçbir yerden gitmemek...” Biliyordu bu haksızlık ama o anneydi, anneler çocuklarını hep dizlerinin dibinde isterdi.

Fakat Kavak Ağacı, işte tam da annesinin o masalı yüzünden gitmek isterdi. Yurdunu Terk Eden Ağaç, elindekileri kaybetmeyi göze almış ve gitmişti, riske girmişti. İçinde bir yerlerin hep sızlamasındansa denemişti. Masal gitmek isteyenlere ders verir nitelikteydi. Çünkü masaldaki ağaç burnunu sürte sürte eski yerine dönüyordu. Ama Kavak Ağacı uzak tepelerde neler olduğunu bilmek istiyordu.

Kalınca sahip olacağı mutluluktan daha çok mutluluk verecek bir hayat olup olmadığını kendisi görmeliydi. Sonra neler kaçırdığını düşünüp elindeki tek hayatı zindan etmemeliydi. Belirsizliği görmeden ölüvermek istemiyordu. Keman çalmak isteyince “ince hastalıktan ölürsün” diye kemanı kırılan çocuğun ciğerlerindeki değil, kalbindeki ince hastalığa… Balıkçı olmak isteyince “deniz yutar her şeyi” diye engel olunan çocuğun burnundaki tuz kokusuna… Gurbeti görmek isteyince “gurbete giden dönmez” diye durdurulan çocuğun içindeki gurbete kabuğu dayanmazdı. Onun için gitmeliydi, içindeki gitmek hikâyesini kendi kalemiyle bitirmeliydi… 

İçini ve günlerini bu düşünceler dolduruyordu. Gitmek o kadar fazlaydı ki içinde, başka bir şey düşünemez olmuştu.

Bir yanı da kalmak istiyordu -tuhaf şey- insan (pardon ağaç), gitmekle bu kadar meşgulken nasıl kalmak isterdi? Yaşadığı yerde kayısı ağaçları çiçek açmaya başlamıştı. Belli belirsiz kokuları burnuna kadar geliyordu. Kendisi çiçek açan bir ağaç olmadığı için hayıflanır dururdu. Ama bu kadar ağaç, bu kadar koku nasıl arkada bırakılırdı? Hele buradan görebildiği şu evdeki küçük kız… Arada küçük elleriyle ona su taşıyan, solan güneşin altında oturup dizlerindeki yaraları sayan/saran, hüzünlü küçük kız… Baharın doluya çalan yağmurları başlayınca anneannesi küçük torununun elinden tutar, balkon kapısını açar, “annesinin ilk kızı”na üç Kulhü bir Elham okutur, balkona ateş küreği attırırdı. “Sitte-i Sevir küreği çevir de kızım, dolu durur” derdi. Küçük kız burnunu cama yapıştırır dolunun durup durmadığını kontrol eder, dolu durunca kendi marifeti sanıp sevinirdi. Ağaç, küçük kızı bırakıp nasıl giderdi? Her ağacın içinde dizindeki yaraları temizleyen küçük bir kız gizli değil miydi?

Kal De, Kalayım…

Ağaç her şeye rağmen gitmeye hazırlandı. Yüreğinde belirsizliğe adım atanların büyük korkusu, bir yanıyla birilerinin ona engel olmasını istedi. “Ben karar vermek zorunda kalmasam, benim yerime başkası verse. Durdursa beni.” Ama kimse bir şey yapmadı, herkes Kavak Ağacı’na saygı gösterdi…

Ağaç hikâyenin burasında farkında olmadan kendisini ele vererek “Dur der zannetmiştim” dedi. “Biri çıkar ve dur der. Yalnızca bir kişi bile olsa, tutup da dallarımdan, dur demedi bana. O zaman bana düşen gitmekti. Benden çoktan giden bu yerden gitmek ve bir daha geri dönmemek… Bazen toplanır gidersin, bazen toplar gidersin. Evden çıkarken insanlar, en çok kadınlar, yarım kalmasın hiçbir şey diye son kez bakarlar arkalarında bıraktıkları eve. Camlar kapalı mı, ocak sönük mü, ütü fişte mi, çocuk düşte mi? Sen de perdeleri çek, güneş içeri girmesin. Işık girince acıtıcı gerçeğin bütün detayları görünür oluyor.”

Çocuk, “Gerçek ne?” dedi. Ağaç, “Gerçek yalnızlıktır, hiç dinmeyen kalp sızısıdır. Güneş girince odaya, halının üstüne düşen tül kırışığıdır. Gerçek ele geçmeyen bir fırsattır ve yaptığın her seçim. Seçmediklerin için döktüğün gözyaşıdır, bir de yapmadıklarındır. Giderken arkanda bıraktıklarındır. Arkanda bırakmamak için gidemediklerindir. Gerçek, yılları görmemek için bakmadığın aynadır, hayallerini doldurduğun ceviz oymalı sandıktır. Gerçek, o sandıkta açmadığın bohçadır. Gerçek dikmediğin bir avuç akşamsefası, oynamadığın oyundur. Kurtlu çıkan elma şekeridir, yalayacakken düşürdüğün dondurma…”

Çocuk bu sefer “Nereye gittin?” diye sordu. Ağacın gözlerinin önüne evdeki/içindeki küçük kız geldi. “Hiçbir yere. Anladım ki gitmek istesen de kendinden çok uzak bir yere gidemiyorsun. Bir zamanlar birisi bana kendisini bir elbise gibi çıkarıp gitmek istediğini söylemişti de neyi kastettiğini anlamamıştım.”

Çocuk, “Ama sen neden bu kadar gitmek istiyorsun?” dedi. Ağaç “Basit şeyler yüzünden! Damlayan musluk kadar basit, yazılmamış mektup kadar, okunmamış yazı kadar basit. Kapı koluna takılı askı kadar, akşam olunca çekilmemiş perde kadar basit. Tek başına içilmiş çay kadar basit. Söylenmemiş, söylenmeyince de unutulmuş söz kadar basit. Ütülenmeden bekleyen sepet dolusu çamaşır kadar, teki bulunmayan çorap kadar, aralık bırakılan çekmece kadar basit. Her akşam fişe taktığın gece lambası kadar, kilitli mi diye kontrol ettiğin kapı kadar, kapının önünde unuttuğun ayakkabılar kadar basit” diye cevapladı.

Çocuğun gözleri iyi bir itiraz gerekçesi bulduğu için parladı. “Bunlar yani basit şeyler, kalmak için de yeterli değil mi? Radyoda çalan bir şarkı kadar, yorgana takılmış bir çengelli iğne kadar, seyredilmiş bir film kadar basit. Tarakta kalan saçlar kadar basit. Biraz önce çay içilmiş bir akşamüstü balkonu kadar basit. Tekini ummadığın bir yerden buluverdiğin terlik kadar, ihtiyacın olduğunda çalıveren telefon kadar basit. Yalanmış bir pul kadar basit. Gerçi artık kimse pul yalamıyor ama. İşte asıl bunun için kalacak kadar basit.”

Ağaç çocuğun itirazına alınmış gibi “Hayır kalmak için yetmez bunlar” diyecek oldu. Çocuk, şevkle “Öyleyse gitmek için de yetmez” cevabını yapıştırdı. “Kavak Ağacı bırakıp da gidilmez bunlar. Basit şeyler ve küçük kız, sonra o küçük kızın burnunun camda bıraktığı iz. Kayısı ağacının çiçeklerinin hafif kokusunu ya da köklerine kadar hissettiğin dolu yağarsa korkusunu, balkona atılmış küreği, havada asılı duran üç Kulhü bir Elhamı bırakıp gidemezsin. Yağar ağaç, dolu da yağar, kar da. Biliyorsun bunu. Ama sen gidemezsin, tarladaki buğday başaklarının arasından geçer gibi içindekilerden geçemezsin. Aslında kimsenin sana kal demesine gerek yok. Sen kendine zaten kal demişsin. Pişman gibi görünürsün ama kalmayı da seversin. Bir ipte takılı, çamaşır bekleyen mandal gibisin, çamaşır toplanırken bahçeye düşebilirsin ama çok uzaklara gidemezsin. Çünkü ağaç, bir elbise gibi kendini çıkarıp gitmeyi ne kadar istesen de insan tam olarak gidemez bir yerden.”

Hep gitmek isteyen kavak ağacı ile hep kalmak isteyen çocuğun hikâyesi burada bitti. Ağacın ve çocuğun içinde bir kadın gizli…

Mutlu Son

Hikâye bu ya, akşam eve gitti çocuk. Kendine kalmaya yetecek kadar neden yaptı. Onları desteleyip iki kez saydı, sonra bir kez daha saydı. Büyük beyaz bir kâğıda artılar ile eksileri yazdı, topladı çıkardı. Sonucu buldu: Kalacaktı!

Ağaç akşam olup yalnız kalınca, çocukla konuştuklarını bir kez daha düşündü. Yeni bir sürgünün hayatını nasıl değiştireceğini kestirmeye çalıştı. Karar verdi, sürgün verecekti ve gitmeyecekti. Yalnızlığını yeni sürgünüyle bölüşecekti.

Acıtan gerçek ise merhamete gelmişti. Bundan sonra perdeler açılsa bile kimsenin içini acıtmayacaktı.

En güzel son henüz yazılmayandır…

Sen ve ben…

Yola çıkan iki ayrı tren

İki ayrı şehirden

Bir problem, matematikte bile çözülemeyen

Sen ve ben

“Biz”den uzak, kelimelerden tuzak…

Esra Özer Duru, Ankara, 14.03.2008, Turuncu Dergisi, Gözden Geçirme Eylül 2021.

19 Haziran 2021

SEN UNUTSAN…

“Sis, bir efsun gibi koca şehri enlemesine bölüyordu” diye başlasa hikâye… Sisin efsun olduğunu sen unuttun, sis unutmadı. 

Bir zamanlar bu şehrin neresinde duruyorduk, şimdi neresindeyiz? Sen unuttun, şehir unutmadı.

Kulakların eskiden hangi ezgilere alışıktı, şimdi neler duyuyor? Sen unuttun, kulakların unutmadı.

Konuştuklarınız bir kış günü ağızlarınızdan çıkan buharda mı saklı? Yoksa gözlerinizde mi? Buhar unuttu, gözlerin unutmadı.

Çok düştünüz bu şehrin sokaklarında, dizleriniz kanadı. Sokaklar unuttu, dizlerin unutmadı.

Sonbahar yapraklarını az ezmediniz Kurtuluş Parkı’nda. Park unuttu, ayaklarınız unutmadı.

Bir yarayı, başka bir yarayla çok sardınız beraber. Ellerin unuttu, kalbin unutmadı.

Yara, yarayla kapanmaz diye düşündün. Sen unuttun, yaran unutmadı.  

Bu eşyalar, bu oda sana hep eskiye dair bir şeyler hatırlatıyordu. Sen unuttun, oda unutmadı.

Çocukken ya da gençken yaşadığın şeyleri “unuttum” sanıyorsun. Aslında hepsi hafızana, vücuduna kazınıyor. Seslerin bir gün atmosferden bize geri döneceğini düşünmek gibi, “unuttum” sandığın her şeyi bir gün hatırlayacaksın.

Hani insanın bedeninde yaşlandıkça ağrılar oluyor ya, aslında onların hepsi eskiye dayanıyor. Sık sık belin ağrıyor ya sen ağaçta sallanırken biri gelip seni hızlandırmıştı da düşmüştün. Sen unuttun, belin unutmadı.

Bazen dizlerin ağrıyor ya çocukken ne çok düşerdin. Sen unuttun, dizlerin unutmadı.

Ellerin titriyor ara sıra. Geçmişte bir telefonu kapatırken ellerin bir de sesin titremişti. Sen unuttun, ellerin unutmadı.

Hep aynı şarkıyı dinlerken gözlerin doluyor, şimdi bir başına dinlerken bile. Çünkü sen unuttun, gözlerin unutmadı.

Kalemi eline her aldığında aynı hikâyeye başlıyorsun. Sen unuttun, parmakların unutmadı.

Bir sonbahar günü saçlarının arasından rüzgârlar geçmişti. Sen unuttun, saçların unutmadı.

Yüksekteki şeyleri almak için parmak uçlarında yükselemiyorsun ya…. Bir kere uzanmayı denemiştin… Sen unuttun, parmakların unutmadı.

Soğuk günlerde ellerin çatlar, kanardı. Annen vazelin sürerdi. Sen unuttun, annen unutmadı.

Babanın omuzlarına binip, bakkala kaymaklı bisküvi almaya giderdin. Sen unuttun, babanın omuzları unutmadı.

Dişçiye gittiğiniz bir gün, senin dişin çekileceği halde teyzenin kızı çok ağlamıştı. Sen unuttun, onun gözleri unutmadı.

Ağlaya ağlaya, koşarak gelip bahçedeki kiraz ağacına sarılmıştın. Sonra da sırtını ona yaslayıp sakinleşmeye çalışmıştın. Sırtın unuttu, ağaç unutmadı.

Bir bayram günü çorabım yok diye kapris yapıp bayram ziyaretine gitmemiştin. Evde yalnız kalınca da kendine kızarak ağlamıştın. Sen unuttun, çorapların unutmadı.

 Kardeşini korkuturdun, “ben uzaylıyım” diye, çocuğu ağlatırdın. Sen unuttun, kardeşin unutmadı.

 Toplarken yarıştığınız akşamsefası tohumlarını kibrit kutularında biriktirir, sonra anneannenle bahçeye dikerdin. Sen unuttun, toprak unutmadı.

 Her akşam akşamsefalarının açacağı anı kaçırmamak için başlarını beklerdin, yine de göremezdin. Sen unuttun, zaman unutmadı.

 Hayatını kendine göre şeylerle doldurup hatırlayıp hatırlayamadıklarınla, bir gün ölüp gittin. Dünya unuttu, bu sefer sen unutmadın.

Esra Özer Duru, Ankara, Ocak 2008, Turuncu Dergisi. Gözden geçirme 28.5.2021.

                                                                   

17 Ocak 2021

ÖNYARGISAL ALAN VE KIRMIZI ÇORAP YASAĞI

Bir varmış bir yokmuş… Vaktin birinde bir ülke varmış. Bu ülkenin kimi zaman mutlu kimi zaman mutsuz bir halkı genellikle mutsuz ve önyargılı bir kraliçesi varmış. Olaylar bir parti ile başlamış. Önyargılı kraliçe, kraliyetin kuruluş yıldönümünde sarayda verdiği partiye bazı vezirlerin eşlerini kırmızı çorap giydikleri gerekçesiyle davet etmemiş. Halbuki kırmızı çorap ülkenin geleneksel kıyafeti sayılırmış. Birçok kadın günlük hayatlarında kırmızı çorap giyermiş. Önyargılı kraliçe, sarayın önyargısal alan olduğunu ve bu alana kırmızı çorapla girilmemesi gerektiğini söyleyivermiş.

Parti biter bitmez kraliçenin adamları, halkın, işlerini halletmek, alışveriş yapmak için bir araya geldiği çok sayıda yeri önyargısal alan ilan etmiş. Örneğin hakimler, kırmızı çorap giyen bir sanığı huzurlarından atmışlar ve huzurlarının önyargısal alan olduğunu söylemişler. Kırmızı çorap giyen kadınlar ne yapacaklarını bilemezken, kafalarda birçok soru işareti oluşmuş. Önyargısal alan ne demekmiş, nereler önyargısal alanmış gibi.

Yavaş yavaş bütün ülkeye bir panik havası hâkim olmaya başlamış. Kraliçe gibi önyargılı olanlar, akıllarına gelen her yeri önyargısal alan ilan ediyormuş. Önce okullar ve okul bahçeleri önyargısal alana dahil edilmiş. Böyle olunca kırmızı çorap giyen anneler çocuklarını okula getiremez olmuşlar. Sonra hastaneler önyargısal alan yapılmış. Kırmızı çoraplı kadınlar ne kendileri gidebilmişler hastaneye ne yakınlarını götürebilmişler. Hastaneleri, hanlar, kervansaraylar, pazarlar, sokaklar izlemiş. Evler dışında üç beş kişinin bir araya geldiği neredeyse her yer hızla önyargısal alan ilan ediliyormuş.

Önyargistan

Komşu krallıklar, bu ülkeye, yaşanan gelişmeler yüzünden “Önyargistan” der olmuş. Kraliçe, yeni ismi çok sevip ülkenin adını Önyargistan olarak değiştirmiş. Bununla da gurur duyuyormuş.

Mutsuz kraliçenin yarı mutlu yarı mutsuz halkı gittikçe daha mutsuz ve umutsuz olmuş. Bugüne kadar kırmızı çoraplarıyla var olan kadınlar, evlerinden dışarı çıkamıyorlarmış. Bütün bu mutsuzluk ve yasaklar, Önyargistan’a hastalık ve ölüm getirmeye başlamış. Durumdan herkesten önce çocuklar etkilenmiş. Hastalanınca annelerinin hastaneye götüremediği çocukların hastalıkları ilerliyor ve ölüyorlarmış.

Mutsuzluk ve hastalık saraya da bulaşmış. Sarayın bakımıyla ilgilenen kırmızı çoraplı kadınlar artık saraya gelemiyorlarmış. Bu işlerde çalışan erkek görevliler de işlerini aksatıyormuş. Çünkü ülkedeki genel mutsuzluk ve evlerinin önyargısal alan işlerini halletmek zorunluluğu onları bezgin yapıyormuş.

Günlerden bir gün sarayın mutfağında hiçbir şey kalmadığını gören kraliçe sinirlenerek, pazara kendisi gitmeye karar vermiş. Ama sadece odasında giydiği ve çok sevdiği kırmızı çoraplarını çıkartmayı unutmuş. Pazara kadar, yol boyunca herkesin kendisine neden garip garip baktığını anlayamamış. Pazarcılar korkularından ona bir şey satmamışlar. Buna bir anlam veremeyen mutsuz kraliçe, hiçbir şey alamadan saraya dönüş yolunu tutmuş. Yürürken tuhaf bakışları yine fark edince, kıyafetinde bir gariplik olduğunu düşünmüş ve birden ayağındaki kırmızı çorapları görmüş. Aylar önce çok fazla düşünmeden koyduğu yasağın nerelere vardığını anlamaya başlamış. O sırada sarayın ana kapısına gelmiş. Evine girmek isteyince, kraliçeden ödleri kopan ama onu tanımayan muhafızlar, aldıkları emir doğrultusunda bu kırmızı çoraplı kadını içeri almak istememişler. Ona bir önyargısal alan olan saraya bu şekilde giremeyeceğini tekrar tekrar söylemişler. Çok sinirlenen kraliçe, “Ben önyargısal alan falan tanımam” deyip şansını bir daha denemiş. Kırmızı çoraplı kadının bu sözlerine sinirlenen muhafızlar, onu aşağılamışlar, bağırmışlar ve buradan hemen gitmesini söylemişler.

İçeri bu şekilde giremeyeceğini anlayan kraliçe, üzgün ve perişan bir halde sarayın yakınındaki evlere doğru yürümüş. Kırmızı çoraplı kadınlar evlerinden çıkarak onu karşılamışlar, su getirmişler, oturup dinlenmesi için bahçelerinde, evlerinde yer göstermişler. Kraliçe kırmızı çoraplı kadınların davranışları karşısında çok mahcup olmuş. Kadınlar, kendilerinden özür dilemek isteyen kraliçeye, şimdi dinlenmesini söylemişler. Geceyi orada geçiren kraliçe düşünmek için bol bol vakit bulmuş. Bu işi düzeltmesi gerektiğini artık biliyormuş. Sabah olunca ev sahiplerinden izin istemiş. Yeniden saraya gitmiş. Bu sefer, dün öfke ve şaşkınlıkla göstermeyi akıl edemediği kraliyet mührünü boynuna asmış. Muhafızlar mühürden tanıdıkları kraliçeyi, kırmızı çoraplarına rağmen, saraya almışlar.

Kraliçe, saraya döndükten sonra birkaç gün hiç ses çıkmamış. Zaten halkın arasına karışan, dertlerini dinleyen bir kraliçe değilmiş ama bu sessizlik Önyargistan halkını yeni yasakların geleceği yönünde korkutuyormuş. Üstelik yasağın ilk kez konduğu bağımsızlık günü kutlamaları da yaklaşıyormuş. Derken kimsenin beklemediği bir gelişme olmuş. Kraliçe sarayda vereceği Bağımsızlık Günü yemeği için, vezirlerine, onları kırmızı çoraplı eşleriyle beklediğini ifade eden davetiyeler göndermiş. Bu gelişme ülkede büyük bir sevinç dalgası yaratmış. Halk, önyargısal alan yasağının kalktığını anlamış ve kraliçeleri onların gözünde büyük bir değer kazanmış. Herkes birbirine, böyle büyük ve sağlam bir ülkeye de bunun yakışacağını söylüyormuş.

Sokaktaki rahatlama ve canlılığın saraydaki yansımasını gören kraliçe, bundan sonra halkının arasına daha sık karışmaya karar vermiş. Kraliçe, çok önemli bir şey daha fark etmiş: Artık eskisi kadar mutsuz değilmiş. 

Esra Özer Duru, Aralık 2003, Ankara, Turuncu Dergisi.

Taze Taze Hikâyeler

BEKLEME ODASI

Mart ayı ortalarıydı. Hava, okullardaki mevsim tablolarında her zaman bahara dahil edilmesine rağmen, yıllardır rolüne direnen bu aya yakışı...

Yeni Yazılardan Haberdar Olun

Kaçırmayın!