çekmece etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
çekmece etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

04 Ekim 2021

HEP GİTMEK İSTEYEN KAVAK AĞACI İLE HEP KALMAK İSTEYEN ÇOCUĞUN HİKÂYESİ (KAVAK AĞACINA MEKTUP 3)

Sen ve ben… “Biz”den uzak, kelimelerden tuzak… 

Sen ve ben…

Yola çıkan iki ayrı tren

İki ayrı şehirden

Bir problem, matematikte bile çözülemeyen

Tik tak/ tak tik

Ben hiç anlamam taktikten.

Sezilmeyen stratejiden.

Ayrı zamanlarda yola çıkılan A ve B şehirlerinden

Matematikte bile gidilemeyen…

Coğrafyada bilinmeyen…

 

Kimsenin haberi yok ne A’dan ne de B’den.

İlk kez duyuyor çocuklar bu şehirleri matematik öğretmenlerinden.

Öğretmenlerin kendisi de habersiz şehirlerden.

Çünkü anlamazlar tek kelime, bu iki şehirde konuşulan dilden.

Sen de anlamazsın benim halimden.

Anlamazsın, birine bir kere bile “kal” demeden.

Hâlbuki gitmez, sen kal desen…


Ben ve sen

İki bulut, yağmurunu hiç dökmeyen

Esen rüzgârla uçup yer değiştiren

Ku – Kor/ Kor – Ku…

Gözlerinde hiç görünmeyen

Hava durumunda gösterilmeyen

Ama hep sezilen

“Sibirya Yüksek Basıncı” gibi üzerimizden geçen

Radara hiç girmeyen…

Sen ve ben… “Biz”den uzak, kelimelerden tuzak…

Çocuk ağaca doğru koşarak geldi, biraz önce düşüp kanattığı dizlerini “avut beni” dercesine gösterdi. “Bir hikâye” dedi kavak ağacına yaslanıp, “Bana bir hikâye anlat ağaç. İçinde sen ol, ben olayım, kalmak olsun, gitmek olsun, bir de yalnızlık”.

Kavak Ağacı güldü. “Düşüneyim biraz” diye süre istedi. “Acele et” dedi çocuk. “Benim fazla vaktim yok. Daha eve gidip kendime kalmak için sebepler üreteceğim.”

Kavak Ağacı boğazını temizleyerek “tamam” dedi. “Sana bir hikâye anlatacağım. İçinde sen, ben, kalmak, gitmek ve yalnızlık bulunacak. Bu belki yazarın hep yazmak istediği hikâye olacak”.

Ağaç, “Bir varmış dahası yokmuş” derken çocuk, “Hikâyeye öyle başlanmaz, o masal” diye düzeltti. “Tamam, öyleyse” dedi ağaç, “hikâyenin birinde diye başlayalım, bu olur mu?” Çocuk başıyla onayladı ve Kavak Ağacı, aslında kendi hikâyesini, anlatmaya başladı.

Hikâyenin birinde bir kavak ağacı vardı. Aslında hikâyeler hep başka ağaçlar üzerine yazılırdı. Çünkü kavak ağacı pek estetik, aranan ve sevilen bir ağaç sayılmazdı. Hele baharda polenlerini bırakınca hakkında söylenmedik söz kalmazdı. İşte bu az sevilirliği kavak ağacını bizim hikâyemizin başkahramanı yaptı.

Bir kavak ağacı vardı ülkenin birinde. Hep çocukken annesinin ona anlattığı bir masalı düşünür dururdu. Annesi ona suyun kenarına dizi dizi dizildikleri ve büyümeyi bekledikleri günlerde, “Yurdunu Terk Eden Ağaç” diye bir masal anlatmıştı. Aslında anne bu masalı küçük ağaççığına, hep yanında kalsın, gitmeye heves etmesin, uzaklar içinde yer etmesin diye anlatmıştı. “Elimizdekilerle yetinmeyi bilmeliyiz. Ya fuzuli heveslerle onları da kaybedersek! İyisi mi hiçbir yerden gitmemek...” Biliyordu bu haksızlık ama o anneydi, anneler çocuklarını hep dizlerinin dibinde isterdi.

Fakat Kavak Ağacı, işte tam da annesinin o masalı yüzünden gitmek isterdi. Yurdunu Terk Eden Ağaç, elindekileri kaybetmeyi göze almış ve gitmişti, riske girmişti. İçinde bir yerlerin hep sızlamasındansa denemişti. Masal gitmek isteyenlere ders verir nitelikteydi. Çünkü masaldaki ağaç burnunu sürte sürte eski yerine dönüyordu. Ama Kavak Ağacı uzak tepelerde neler olduğunu bilmek istiyordu.

Kalınca sahip olacağı mutluluktan daha çok mutluluk verecek bir hayat olup olmadığını kendisi görmeliydi. Sonra neler kaçırdığını düşünüp elindeki tek hayatı zindan etmemeliydi. Belirsizliği görmeden ölüvermek istemiyordu. Keman çalmak isteyince “ince hastalıktan ölürsün” diye kemanı kırılan çocuğun ciğerlerindeki değil, kalbindeki ince hastalığa… Balıkçı olmak isteyince “deniz yutar her şeyi” diye engel olunan çocuğun burnundaki tuz kokusuna… Gurbeti görmek isteyince “gurbete giden dönmez” diye durdurulan çocuğun içindeki gurbete kabuğu dayanmazdı. Onun için gitmeliydi, içindeki gitmek hikâyesini kendi kalemiyle bitirmeliydi… 

İçini ve günlerini bu düşünceler dolduruyordu. Gitmek o kadar fazlaydı ki içinde, başka bir şey düşünemez olmuştu.

Bir yanı da kalmak istiyordu -tuhaf şey- insan (pardon ağaç), gitmekle bu kadar meşgulken nasıl kalmak isterdi? Yaşadığı yerde kayısı ağaçları çiçek açmaya başlamıştı. Belli belirsiz kokuları burnuna kadar geliyordu. Kendisi çiçek açan bir ağaç olmadığı için hayıflanır dururdu. Ama bu kadar ağaç, bu kadar koku nasıl arkada bırakılırdı? Hele buradan görebildiği şu evdeki küçük kız… Arada küçük elleriyle ona su taşıyan, solan güneşin altında oturup dizlerindeki yaraları sayan/saran, hüzünlü küçük kız… Baharın doluya çalan yağmurları başlayınca anneannesi küçük torununun elinden tutar, balkon kapısını açar, “annesinin ilk kızı”na üç Kulhü bir Elham okutur, balkona ateş küreği attırırdı. “Sitte-i Sevir küreği çevir de kızım, dolu durur” derdi. Küçük kız burnunu cama yapıştırır dolunun durup durmadığını kontrol eder, dolu durunca kendi marifeti sanıp sevinirdi. Ağaç, küçük kızı bırakıp nasıl giderdi? Her ağacın içinde dizindeki yaraları temizleyen küçük bir kız gizli değil miydi?

Kal De, Kalayım…

Ağaç her şeye rağmen gitmeye hazırlandı. Yüreğinde belirsizliğe adım atanların büyük korkusu, bir yanıyla birilerinin ona engel olmasını istedi. “Ben karar vermek zorunda kalmasam, benim yerime başkası verse. Durdursa beni.” Ama kimse bir şey yapmadı, herkes Kavak Ağacı’na saygı gösterdi…

Ağaç hikâyenin burasında farkında olmadan kendisini ele vererek “Dur der zannetmiştim” dedi. “Biri çıkar ve dur der. Yalnızca bir kişi bile olsa, tutup da dallarımdan, dur demedi bana. O zaman bana düşen gitmekti. Benden çoktan giden bu yerden gitmek ve bir daha geri dönmemek… Bazen toplanır gidersin, bazen toplar gidersin. Evden çıkarken insanlar, en çok kadınlar, yarım kalmasın hiçbir şey diye son kez bakarlar arkalarında bıraktıkları eve. Camlar kapalı mı, ocak sönük mü, ütü fişte mi, çocuk düşte mi? Sen de perdeleri çek, güneş içeri girmesin. Işık girince acıtıcı gerçeğin bütün detayları görünür oluyor.”

Çocuk, “Gerçek ne?” dedi. Ağaç, “Gerçek yalnızlıktır, hiç dinmeyen kalp sızısıdır. Güneş girince odaya, halının üstüne düşen tül kırışığıdır. Gerçek ele geçmeyen bir fırsattır ve yaptığın her seçim. Seçmediklerin için döktüğün gözyaşıdır, bir de yapmadıklarındır. Giderken arkanda bıraktıklarındır. Arkanda bırakmamak için gidemediklerindir. Gerçek, yılları görmemek için bakmadığın aynadır, hayallerini doldurduğun ceviz oymalı sandıktır. Gerçek, o sandıkta açmadığın bohçadır. Gerçek dikmediğin bir avuç akşamsefası, oynamadığın oyundur. Kurtlu çıkan elma şekeridir, yalayacakken düşürdüğün dondurma…”

Çocuk bu sefer “Nereye gittin?” diye sordu. Ağacın gözlerinin önüne evdeki/içindeki küçük kız geldi. “Hiçbir yere. Anladım ki gitmek istesen de kendinden çok uzak bir yere gidemiyorsun. Bir zamanlar birisi bana kendisini bir elbise gibi çıkarıp gitmek istediğini söylemişti de neyi kastettiğini anlamamıştım.”

Çocuk, “Ama sen neden bu kadar gitmek istiyorsun?” dedi. Ağaç “Basit şeyler yüzünden! Damlayan musluk kadar basit, yazılmamış mektup kadar, okunmamış yazı kadar basit. Kapı koluna takılı askı kadar, akşam olunca çekilmemiş perde kadar basit. Tek başına içilmiş çay kadar basit. Söylenmemiş, söylenmeyince de unutulmuş söz kadar basit. Ütülenmeden bekleyen sepet dolusu çamaşır kadar, teki bulunmayan çorap kadar, aralık bırakılan çekmece kadar basit. Her akşam fişe taktığın gece lambası kadar, kilitli mi diye kontrol ettiğin kapı kadar, kapının önünde unuttuğun ayakkabılar kadar basit” diye cevapladı.

Çocuğun gözleri iyi bir itiraz gerekçesi bulduğu için parladı. “Bunlar yani basit şeyler, kalmak için de yeterli değil mi? Radyoda çalan bir şarkı kadar, yorgana takılmış bir çengelli iğne kadar, seyredilmiş bir film kadar basit. Tarakta kalan saçlar kadar basit. Biraz önce çay içilmiş bir akşamüstü balkonu kadar basit. Tekini ummadığın bir yerden buluverdiğin terlik kadar, ihtiyacın olduğunda çalıveren telefon kadar basit. Yalanmış bir pul kadar basit. Gerçi artık kimse pul yalamıyor ama. İşte asıl bunun için kalacak kadar basit.”

Ağaç çocuğun itirazına alınmış gibi “Hayır kalmak için yetmez bunlar” diyecek oldu. Çocuk, şevkle “Öyleyse gitmek için de yetmez” cevabını yapıştırdı. “Kavak Ağacı bırakıp da gidilmez bunlar. Basit şeyler ve küçük kız, sonra o küçük kızın burnunun camda bıraktığı iz. Kayısı ağacının çiçeklerinin hafif kokusunu ya da köklerine kadar hissettiğin dolu yağarsa korkusunu, balkona atılmış küreği, havada asılı duran üç Kulhü bir Elhamı bırakıp gidemezsin. Yağar ağaç, dolu da yağar, kar da. Biliyorsun bunu. Ama sen gidemezsin, tarladaki buğday başaklarının arasından geçer gibi içindekilerden geçemezsin. Aslında kimsenin sana kal demesine gerek yok. Sen kendine zaten kal demişsin. Pişman gibi görünürsün ama kalmayı da seversin. Bir ipte takılı, çamaşır bekleyen mandal gibisin, çamaşır toplanırken bahçeye düşebilirsin ama çok uzaklara gidemezsin. Çünkü ağaç, bir elbise gibi kendini çıkarıp gitmeyi ne kadar istesen de insan tam olarak gidemez bir yerden.”

Hep gitmek isteyen kavak ağacı ile hep kalmak isteyen çocuğun hikâyesi burada bitti. Ağacın ve çocuğun içinde bir kadın gizli…

Mutlu Son

Hikâye bu ya, akşam eve gitti çocuk. Kendine kalmaya yetecek kadar neden yaptı. Onları desteleyip iki kez saydı, sonra bir kez daha saydı. Büyük beyaz bir kâğıda artılar ile eksileri yazdı, topladı çıkardı. Sonucu buldu: Kalacaktı!

Ağaç akşam olup yalnız kalınca, çocukla konuştuklarını bir kez daha düşündü. Yeni bir sürgünün hayatını nasıl değiştireceğini kestirmeye çalıştı. Karar verdi, sürgün verecekti ve gitmeyecekti. Yalnızlığını yeni sürgünüyle bölüşecekti.

Acıtan gerçek ise merhamete gelmişti. Bundan sonra perdeler açılsa bile kimsenin içini acıtmayacaktı.

En güzel son henüz yazılmayandır…

Sen ve ben…

Yola çıkan iki ayrı tren

İki ayrı şehirden

Bir problem, matematikte bile çözülemeyen

Sen ve ben

“Biz”den uzak, kelimelerden tuzak…

Esra Özer Duru, Ankara, 14.03.2008, Turuncu Dergisi, Gözden Geçirme Eylül 2021.

26 Eylül 2021

SEN VAR YA KAVAK AĞACI… (KAVAK AĞACINA MEKTUP 2)

Merhaba Kavak Ağacı,

Yine ben. Son görüşmemizin üstünden birkaç ay geçti, seni merak ettim. Gerçi bana yazdığın cevapta tavrını açıkça koymuş, benim deli saçmalarımla uğraşamayacak kadar meşgul olduğunu söylemiştin. Haklısın ama ne yaparsın? Bazen gecenin bir yarısında, senden başka sırdaş bulamıyor insan.

Her şeye rağmen hakkını teslim etmeliyim, mantıklı bir ağaçsın vesselam. Bana verdiğin cevapta demişsin ki: “Hiç gider mi bir ağaç ya da insan, toplayıp köklerini; toprağını, suyunu tanımadığı bir ülkeye? Bence Rabbimiz bizi yaratırken çamurumuza memleket toprağı karıştırmış. Ondandır gidersek yarım kalmamız.” Doğru söylüyorsun Kavak Ağacı, vaktini alıyorum ama daha önce senin gibi filozof bir ağaç görmemiştim, bu söylediklerini ben akıl edememiştim.

“Her şeyin içine siniyor acı” diyorsun öyle mi Kavak Ağacı? “Acının yüzölçümü, yeryüzünden çokmuş” öyle mi? Haklısın, albümlerdeki fotoğraflar bile acı acı kokuyor. İnsan kendisine acı çektirmek, kaçırdığı fırsatları ya da ne kadar yaşlandığını görmek için yaşadığı her anı, anı yapıyor. Ah Kavak Ağacı, söylediklerinle ne çok kaşıyorsun eski yaraları. İnsanın geçirdiği evreler izlenmiyor, kalp elektrosundaki çizgiler gibi. Ancak albümleri açınca fark ediyorsun neler geçtiğini, geçirdiğini.

Kayboluyor içimin sesleri...

Ah Kavak Ağacı!

Sana bir şey itiraf edeceğim: Sen biraz osun aslında.

İhtiyacım olan her an telefonun ucunda ya da hiç ummadığım zamanda karşımda.

Tüm arkadaşlarımda aradığım ama hiç bulamadığım.

Ben camdan bakarken, çıkıveren köşeden.

Aynı şarkıları sevdiğim, bayıldığım şiirleri unutmaz diye güvendiğim, aynı anda aynı şeyi düşündüğüm.

Bakınca iri gözlerine anlayıp güldüğüm.


Evet Kavak Ağacı, sen biraz osun aslında.

Yaşasaydı nasıl olacağını bilemediğim arkadaşlığım.

O olmadığı için yaşadığımı sandığım savruluşlarım, açılan yaralarım.

Bir şiir okurken, bir şarkı dinlerken, bir yazı yazarken, sever miydi diye düşündüğüm.

Tadı damağımda kalan kısacık dostluğum.

Gidince yaşayamadığım üniversite hayatım, annemi hüzünlendiren aklarım...

 

Hatıraları bulamıyorum artık.

Arıyorum aklımın çekmecelerini, gelmiyorlar elime.

Zaman geçtikçe üzerinden, detaylar yitiyor dipte köşede.

Kayboluyor içimin sesleri, dışarının seslerinin içinde.

Bulamıyorum üstüne yazı yazıp, imza attığımız kâğıt mendilleri

Kurtuluş Parkı’nda ezdiğimiz sonbahar yapraklarını.

Bulamıyorum gülüşünü, hüznünü.

Bulamıyorum en sevdiği şarkıyı, şiiri, kitabı, gitmeyi en çok sevdiği yolu, binmeyi hiç istemediği otobüsü, bakmayı en sevdiği camı, ıslanmayı en çok istediği yağmuru, paylaşmayı en çok istediği sırrı.

Anladın mı Kavak Ağacı? Hatırladın mı bu acıyı? “Yaralı, tepeden tırnağa, herkes yaralı/ Alışılmıyor acıya, yok kaidesi, kuralı”. Hani göstermiştik yaralarımızı birkaç mektup önce birbirimize. İkimizin de vardı yaraları. Benimkilerden biri bu, Kavak Ağacı. Bazen rüzgâr içindeki acıyı uçursun diye perdeyi, camı açıyorsun. Ama çoğu zaman acı taş gibi oturuyor içine. Bazen kendin bile görme diye perdeyi çekiyorsun acının üstüne. Acıyla yaşıyorsun yine de iç içe. Kurallar bağlıyor zihnimizi, zaman – mekân kopukluğu ellerimizi. Hiç okuyamayacağını bilsen bile mektuplar yazmak istiyorsun düzinelerce. İcatlar yapmak istiyorsun, “Sarı mı yeşil mi?” diye. Ya da bir kavak ağacını koyuyorsun onun yerine, doldurmayacağını bile bile.

Seni seviyorum Kavak Ağacı. Bunları söylemek sana karşı yükümlülüğümdü. Kalbimdeki yerini bilmeliydin. İyi ki varsın ve son mektubu bana iyi ki yazdın. Yeniden yazmanı bekleyeceğim dört gözle...

Esra Özer Duru, Ankara, Haziran 2006, Turuncu Dergisi, Gözden Geçirme Eylül 2021.

26 Nisan 2021

HAYAT EKTEDİR

Yangın alarmı canhıraş bağırıyordu. Ofisin içinde herkes oraya buraya koşturuyor, birbirine çarpıyor, bir yerlere takılıp düşüyordu. Tavandan sarkan kopuk elektrik kabloları, yangın söndürücü fıskiyelerden püsküren su yüzünden kısa devre yapıyor etrafa kıvılcımlar saçıyordu. Sandalyeler devrilmiş, masalar yerinden oynamış, üstlerindeki evraklar, bilgisayarlar, yazıcılar su içinde kalmıştı. Manzara karmakarışıktı. Alarm, asansörleri devre dışı bıraktığı için, ıslak insanlar korku ve telaşla merdivenlere hücum ediyor, bazılarının ayağı kayıp düşüyor, düşenler eziliyordu. Bir yerini çarpıp yaralananlar başlarını, kollarını tutuyor ya da topallayarak çıkışa ulaşmaya çalışıyordu. Bütün bu dehşetin içinde, iki kadın ve bir ataş çocuğun oluşturduğu daha da tuhaf bir grup, kaçışıp duran insanlardan, asma tavandan fışkıran sulardan, yanıp sönen floresanlardan bihabermiş gibi tam ortada öylece duruyordu. Kadınların saçlarından ve ceketlerinden sular akıyordu. Susan şaşkın ve üzgün, Ataş Çocuk ise gözleri dehşetle büyümüş, kollarını bir şeyi kucaklamak istercesine iki yanına açmış vaziyette yere bakıyordu. Helen’se deli bakışlarını aynı noktaya dikmiş çılgınca gülüyordu.

Bir süre önce…

Dünya bambaşka bir yer olmuştu. Birkaç yıl önce peş peşe yaşanan tuhaflıklar ve felaketler çok şeyi değiştirmişti. Akla gelebilecek her türlü sistem alt üst olmuş, bugüne kadar bilinen ve işleyen düzenler büyük değişiklikler geçirmişti. Bu alt üst oluş öyle köklüydü ki, geçmişi hatırlamak imkânsızdı. İnsanlar yeni düzenlere uyum sağlayabilmek için muazzam bir çaba sarf ediyordu. Eskisi gibi aile dayanışması, mahalle kaynaşması, arkadaş desteği gibi güzellikler birkaç inatçı yaşlı insanın sürdürmeye çalıştığı ilginçlikler olarak görülüyordu. Herkes tek başına hareket ediyor, hayatta kalmak için yeteneklerini geliştirip uyum sağlamaya çalışıyordu. Kimsenin başka bir insana yardım ederek onun sorumluluğunu geçici de olsa yüklenecek hali kalmamıştı. Zaten çalışma hayatının temposu öyle artmıştı ki buna zaman yoktu.

Şehirlerin çalışma alanları genellikle ofisler olmuştu. Sürekli ışıkları yanan, klimaları çalışan, asansörleri bir aşağı bir yukarı insan taşıyan ofisler… Fotokopiler çekiliyor, kâğıtlar zımbalanıyor, çıktılar alınıyor, poşet dosyalara evraklar konup klasörlere takılıyor, çekmeceler açılıp kapanıyordu. Buradan bakınca dünya büyük bir ofise dönüşmüş gibiydi. Asansörler, yürüyen merdivenler, yorgunluktan gözlerinin altı siyah halkalarla dolmuş, benizleri solmuş, gülümsemeyi unutmuş, gözlerinin feri çoktan sönmüş insanlarla doluydu. Bu insanların birbirine hâl hatır soracak mecali yoktu. Çoğu “günaydın” bile dememek için gözlerini yerden kaldırmıyordu. İnsanlarla ilgili dikkati çeken en önemli nokta ise hepsinin kadın olmasıydı. Genellikle giydikleri siyah takımları, beyaz gömlekleri, sıkı sıkı topuz yaptıkları saçlarıyla kadınlar, bulundukları her yerde harıl harıl çalışıyordu. Sokaklarda, işyerlerinde, okullarda, parklarda erkek yok denecek kadar azdı. Olanların çoğu da çocuktu. Peki neredeydi erkekler?

Erkeklere ne oldu?

Bundan bir süre önce bilim insanları bir virüsün ortaya çıkacağını ve dünya nüfusunun neredeyse yarısını yok edeceğini öngörmüşlerdi. Virüsün kaynağının ne olduğu, tedavisi, virüsten korunma yolları bilinmiyordu. Sorun, insanlığın önünde büyük bir bilinmezlik olarak duruyordu ve insanlık bilinmezleri pek sevmiyordu. Büyük fonlar ayrılmasına, günlerce değişik ülkelerin, değişik üniversite laboratuvarlarında, sayısız bilim insanınca, araştırmalar yapılmasına rağmen herhangi bir sonuca ulaşılamıyordu. İnsan hayatı büyük tehdit altındaydı ve sığınılacak liman görünmüyordu.

Tam da aynı günlerde, şehirlerde moralleri yüksek tutmak için birtakım organizasyonlar düzenlenmeye başlandı. Virüs egemenliğini ilan etmeden önce büyük maçlar, konserler ayarlanıyor, toplum kitleler halinde bunlara katılıyordu. Dünyanın her tarafında yaşanan tuhaf felaketler bu sırada oldu. Bir el tarafından ayarlanmışçasına erkeklerin yoğun olarak katıldığı maç organizasyonlarında stadyumlar çöktü, seyirci tribünlerinde yangınlar, kavgalar çıktı. Maçları, konserleri izlemeye gelenlerin çoğu çökme sırasında, yangında, çıkan izdihamda hayatını kaybetti. Av kazaları, trafik kazaları, cinnet geçirip bölüğün yemekhanesini akşam yemeğinde havaya uçuran erler… Peş peşe yaşanan garip olayların hepsinde kayıplar genellikle erkekler oldu.

İnsanlar panik halindeyken bilimin kehaneti kendini göstermeye başladı. Bilim insanları yanılmamıştı. Virüs gerçekten dünya nüfusunun yarısını yok edecekti. Herkes hasta oluyordu ancak hastalık, erkek DNA’sında daha etkili oluyordu. Bir aşı bulunana kadar dünya büyük kayıp verdi. Aileler, babalarını, dedelerini, oğullarını kaybetti. Yaşananlar akla, hayale sığacak şeyler değildi. Hayat nasıl devam edecek kimse bilmiyordu. Kadınlar, Dünya Savaşlarından sonra olduğu gibi erkeklerden boşalan iş sahalarını doldurmaya başlarken, her krizden sağ çıkan yönetici elitler, sistemin devamı için çözümler bulmakta gecikmedi.

Teknoloji kadınların emrine verildi. Zaman zaman yetersiz kalabilen kas gücünü dengelemek için her iş kolunun kendi malzemesinden suni işçiler üretildi. Mesela inşaatlarda kürek çocuklar, el arabası çocuklar, ofislerde kâğıt çocuklar, ataş çocuklar işbaşı yaptı. Bu yorulmak bilmez yeni elemanlar kadınların işini kolaylaştırıyordu. İtiraz etmiyor, dinlenmek istemiyor, hasta olmuyorlardı. Büyük bir kürek, el arabası, kâğıt ya da dev bir ataş gibi görünmeleri önemli değildi. İlgili eşyalardan yapıldıkları için bu yardımcı elemanların duyguları olmadığı varsayılıyordu. Böyle olunca kimse onlara nazik davranmıyordu.

Susan ve Jerry

Susan ofisteki herkesle asgari de olsa iletişimi sürdürmeye, eski gelenekleri devam
ettirmeye çalışıyordu. Şefi Helen’in ofis kuralları konusundaki katı yaklaşımına ve kimse talep etmemesine rağmen nezaketi elden bırakmıyordu. Samimi bir sohbete o kadar ihtiyaç duyuyordu ki ofiste çalışan yardımcı elemanlara dahi nazik davranıyor onlarla kısa sohbetler ediyordu. Kâğıt Çocuk’un bir ismi yoktu. Ama Ataş Çocuk “insan gibi hissedebilmek için” kendisine Jerry denmesini istiyordu. Bu istisnai bir durumdu. Ofis elemanları böyle kişisel taleplerde bulunmazdı. Jerry, Susan’ı taklit ettiği için mi nedir, arkadaşı Kâğıt Çocuk’u önemsiyor, onun işlerini kolaylaştırmak için çabalıyordu. Kâğıt çocuğa ağır gelen şeyleri taşır, yapması gerekenleri yetiştiremediğinde fotokopi makinesinin başında ona yardım ederdi. Hatta onu birkaç kere üzerine çay, kahve dökülecekken kurtarmış böylece geri dönüşüme gönderilmesini engellemişti. Galiba bu, herkesin sandığının aksine onların, en azından Jerry’nin duyguları olduğunu gösteriyordu. Bir ataş ve kâğıtla arkadaşlık ne kadar derinleşebilirse Susan’ın çocuklarla iletişimi o kadar derindi. Kendilerini küçük bir aile olarak görüyordu. Dostlukları çevre kabinlerin ve Şef Helen’in dikkatini çekiyor, ofis elemanlarıyla aralarındaki iletişim gereksiz görüldüğü için rahatsızlığa yol açıyordu. Ataş Çocuk Jerry ve Kâğıt Çocuk sevginin ne olduğunu bilmiyorlardı ama Susan biliyordu hem de çok iyi...

Susan’ın büyük bir ailesi vardı. Büyükanne, büyükbaba, dayılar, amcalar, teyzeler, halalar, kuzenler… Bunca kalabalıkta kavga, tartışma, karmaşa eksik olmazdı ama bolca sevgi de vardı. Her fırsatta bir araya gelir, hep birlikte yemekler yer, sohbetler ederlerdi. Tatile birlikte çıkarlar, kalabalık yüzünden yatacak yer bulamayanların arabada ya da bahçedeki salıncakta bile yattığı olurdu. Yaşarlarken sıkıntı çektikleri aynı anda kıymetli anılar biriktirdikleri güzel günlerdi. Susan ve kuzenleri abuk subuk işler yaptıklarında ceza alıp bedel de ödeseler aralarında müthiş bir sevgi ve iletişim vardı. Sonra tuhaf olaylar ve salgın üstlerinden bir kasırga gibi geçti. Aile paramparça oldu. Kayıplar, göçler, bunalımlar, Susan’ın muhteşem ailesini albümlere gömdü. Susan bütün sevgisini yeni ailesine Jerry ve Kâğıt Çocuk’a veriyordu. Molalarda onlara kuzenleriyle yaptıkları yaramazlıkları buruk bir gülümsemeyle anlatırdı. Jerry, Susan’ın yüzündeki ifadeye anlam veremese de onu tatlı tatlı dinlerdi.  Susan bu ikisini öyle seviyordu ki, sevgisi mümkün olmayan bir şeyi başarıyor sanki Jerry’yi insanlaştırıyordu. Tıpkı Geppetto ustanın Pinokyo’ya yaptığı gibi. 

Helen

Bütün kadınlarda, hayatın sorumluluklarını yalnız yürütmeye çalışmak yüzünden büyük bir yorgunluk vardı. Bezginlik neredeyse fiziksel bir varlığa dönüşmüştü. Ailesinde sağ kalan erkek birey olanlar şanslı addediliyordu. Şef Helen bu bunalımı, şeflik sorumluluğu da üstüne eklenince daha fazla hissediyordu. Bir yandan hayatındaki zorlukları, sorumluluklarını paylaşabileceği bir erkek olsa daha kolay atlatabileceğine inanırken diğer yandan erkeklerin sorumluluklardan kaçmak için her türlü numaraya başvurabileceğini düşünüyordu. Erkeklerin bir yerlerde saklandığı, kılık değiştirdiği gibi takıntılı teorilerini her yerde anlatıyordu. Helen gibi hisseden başka kadınlar da vardı. İşin kötüsü erkeklerin genel tavrı bu teorileri doğruluyor gibiydi. Felaketlerden sonra sağ ve az kalan erkekler günlük hayata karışmaktan, kendilerini yorup sorumluluk almaktan kaçınıyordu. Toplumun geneli bunu destekliyor, nüfus oranı düzelene kadar erkeklerin korunup kollanması ve onlardan çok şey beklenmemesi gerektiği düşünülüyordu.    

Aslında Helen’in komplo teorilerinin ardında gizlenen bir gerçek vardı. Virüs gelmeden önce nüfus dengelerini değiştirmeye başlayan olaylar sırasında Helen babası ve erkek kardeşini kaybetmişti. Bir sabah kardeşiyle odalarında, anne babalarının bağrışmalarına uyanmışlardı. Annelerinin, “Bu tuhaf zamanda maça gitmeseniz olmaz mı? Ya size bir şey olursa?” sözlerine babaları, “Saçmalama, oğlumla salgın başlamadan önce son bir maça gitmek istiyorum. Ne var bunda?” diyerek itiraz ediyordu. Gergin bir kahvaltının ardından baba, oğluna gidip hazırlanmasını söyledi. Anne gözleriyle sitem ediyordu ama başka bir cümle sarf edecek gücü kalmamıştı. Baba oğul hazırlanıp çıktılar ve bir daha dönmediler. O gün stadyumda bir sosisli tezgahındaki tüpler patladı. Çok sayıda insan hayatını kaybetti. Helen’in annesi oğlunun bedenini teşhis etti ama iyi durumda olmayan cesetler arasında eşini bulamadı. Anne kızın hayatları alt üst oldu. Helen kardeşinin son bakışını aklından çıkaramazken anne de eş ve evlat acısının yanında eşiyle aralarında geçen son konuşmanın kavga cümleleri olmasını hazmedemiyordu. Kayıpları ortak olmasına rağmen akıl sınırlarını zorlayan acılarını tek başlarına yaşıyorlardı. Herkes kabuğuna çekilmişti. Helen sık sık ağlama krizleri geçiriyor, anne kendi kendine konuşurken dalıp gidiyordu. Helen’le arasına bir duvar örmüş, onunla hiç iletişim kurmaz olmuştu. Üstüne virüs dönemindeki yalıtılmışlık, acılarını daha da sert ve uzun yaşamalarına sebep oldu. Hayatın ve annesinin sorumluluğu Helen’in genç omuzlarına kalmıştı. Bu ağır sorumluluk Helen’i yıpratıyordu.

Virüsten sonra birçok ailenin Helenlerinkine benzer kayıplar yaşamış olması -garip ama- anne kızı rahatlattı. Belki de birileriyle birlikte matem tutmak iyi gelmişti. En azından hayatın rutinlerini sürdürebilir hale geldiler. Ama etraflarındaki tuhaflıklar bitmemişti. Bazı sabahlar evlerine birinin girip çıktığından şüpheleniyorlar, annesi Helen’e kendisini uyurken birinin izlediğini hissettiğinden bahsediyordu. Bir gece Helen uyumaya çalışırken susadığını fark etti. Odasından çıkıp mutfağa giderken karanlıkta bir gölge gördü. Bütün cesaretini toplayıp ışığı yaktığında babasıyla yüz yüze geldi ve küçük bir çığlık attı. Helen’in sesine annesi uyanmış, kocasını karşısında bulunca bir çığlık da o atmıştı. Babası stadyumdaki felaketten kurtulmuş, karısı ve kızıyla yüzleşmeye cesaret edememişti. Evden ayrı giriş çıkışı olan bodrum katına sığınmış orada sessizce yaşamaya başlamıştı. Zaman zaman yukarı geliyor ihtiyacı olan erzakı alıyordu. Matemlerine gömülen Helen ve annesi bodrum kata inmeyi zaten akıllarından bile geçirmemişlerdi. Helen daha fazla dinlemek istemiyordu. “Bu zaman boyunca sağ, iyi ve aşağıda mıydın? İnanamıyorum!” diye bağırarak tuhaf tuhaf gülmeye başladı.

Helen’in Teorisi

Bir sabah Susan, ince yüz hatlarına rağmen Jerry’nin ve Kâğıt Çocuk’un üzgün ve telaşlı göründüklerini fark etti. Jerry birkaç gündür konuşmaları gerektiğini söyleyip duruyordu. İlk molasında Kâğıt Çocuk’la bir masaya yaslanmış duran Jerry’ye sıkıntısını sordu. Ataş Çocuk dertlerini nasıl anlatacağını soran gözlerini önce Kâğıt Çocuk’a sonra Susan’a dikti. Ayak yerine kullandığı ataş uçlarına doğru bakarken durumu en iyi nasıl anlatabileceğini düşünüyordu. Kâğıt Çocuk da pek yardımcı olmuyordu. Susan konuşmasını teşvik etmek için, “Ofiste sizi üzen biri mi var?” diye sordu. Bunun üzerine Susan’ın kendisini sandığından kolay anlayacağını gören Jerry, “Helen, ofis şefimiz, benim gerçek bir ataş çocuk, Kâğıt Çocuk’un da kâğıt çocuk olmadığını düşünüyor” dedi. Susan, “Nasıl yani? Bu çok aptalca… Kâğıt Çocuk gerçek bir kâğıt çocuk, Jerry sen de gerçek bir ataş çocuksun” diye gereksiz yere itiraz etti. Jerry, çaresizce tekrarladı “ben biliyorum o bilmiyor”. Helen’in takıntılı ruh halini hatırlayınca siniri bozulan Susan gülüyor gibi bir ses çıkarttı. Onun kendisine inanmadığı için güldüğünü düşünen Jerry, daha da irileşen gözlerini devirerek tekrar denedi: “Helen galiba bizim kemer takan erkekler olduğumuzu zannediyor. Herkesten saklanmak için ataş çocuk ve kâğıt çocuk gibi davrandığımızı söyledi. Bundan çok emin.” Susan, kulaklarına inanamayarak, “Bunu nereden çıkarttın?” diye sordu. Jerry, Helen’in kendisini sorguladığı ana dönmüştü. Titreyerek, “Bana pantolonum, kemerim olup olmadığını sordu. Olmadığını söyledim. Verdiğim her cevaptan sonra gülerek kafasını salladı. Sonra ‘Yeter! Saf numarası yapma, aslında ikinizin de erkek olduğunu biliyorum’ diyerek kötü bir kahkaha attı” dedi. Sonra koca gözlerini Susan’ınkilere dikip “Susan, bizim hiç pantolonumuz yok. Ben Helen’e doğru söyledim” diye ekledi.

Helen’in kendisini teorilerine nasıl adadığını bilen Susan, Jerry’ye bir çözüm bulacakları sözünü verse de çözüme dair hiçbir fikri yoktu. Önce Helen’in ağzını yoklayıp onu teorisinin en azından Jerry ve Kâğıt Çocuk için doğru olmadığına ikna etmeyi deneyecekti. Eğer bunu başaramazsa son çare onları ofisten, Helen’den kaçırmak olacaktı. Ama nasıl?

Susan sonraki molasında Helen’in yanına gitti. Helen molalarında bile meşgul olurdu. Neyle uğraştığını kimse bilmiyordu. En meşgul anlarında bile ofisteki kontrolünü kaybetmemek için gözlerini sürekli çalışanların üstünde gezdirirdi. Susan’ın kendisine yaklaştığını görünce kötücül bir şekilde sırıttı. Susan, Jerry’nin şefle konuştukları anı hatırladığında neden titrediğini anlamıştı. Helen, soğuk bir sesle, “O geri zekâlı ataş bozuntusunun sana geleceğini biliyordum. Direnmeyin, onu bana ver. Hepimiz için en iyisi bu!” diye tısladı. Susan, arkasını dönüp kaçmamak için kendini zor tutuyordu. Zaman kazanmaya çalışarak anlamamış gibi yapınca Helen, “Numara yapma boş yere! Jerry dediğiniz uyanığın da arkadaşının da gerçekte erkek olduğunu biliyorum. İki erkeğin birden böyle bayat bir taktikle sorumluluklarından kaçmalarına göz yummayacağım. Kâğıt olandan çok emin değildim ama ataş olan, gerçekten erkek olmasa ona Jerry demeniz için bu kadar ısrar eder miydi? Onları yarın akşama kadar bana ver yoksa raporumda geri dönüşüme gönderilmelerini tavsiye edeceğim. Hadi işinin başına dön!” Geri dönüşüm sözünü duyan Susan, Helen’i ikna edemeyeceğini anladı.

Aklına gelen tek planı -plan sayılmazdı ama- uygulamaktan başka çaresi yoktu. Ofisten bir şekilde kaçacaklardı. Jerry ve Kâğıt Çocuk’u fotokopi çektirmek bahanesiyle yanına çağırdı. Kısık sesle anlattığı kaçış planı Jerry’yi yine titretirken Kâğıt Çocuk’un solan rengi anlaşılmadı bile. Hiçbir şeyi hesaplamamıştı. Helen’i nasıl atlatacaklar, ofisten çıkınca ne olacak, çocukları nerede saklayacak, sonra kendisi ne yapacak? Tek hedefi Jerry ve Kâğıt Çocuk’u buradan çıkarmaktı. Helen’i gözleyecekler arkasını döndüğü ilk fırsatta yangın çıkışından kaçacaklardı. Helen sanki beklendiğini biliyormuş gibi çok geçmeden bir şeylerle meşgul olmaya daldı. Susan bunun bekledikleri an olduğunu düşündü. Arkadaşlarına işaret verdi. Hep birlikte kimseye belli etmeden yangın çıkışına doğru yavaş yavaş ilerlediler. Hedeflerine yaklaşmışlardı ki tok bir cam kırılma sesinin ardından yangın alarmı çalmaya başladı. Hepsinin başları alarmın bulunduğu yöne döndü. Helen’i elinde küçük kırmızı çekiçle alarmın camını kırmış ve kolu aşağı indirmiş halde gördüler. Yüzünde o tuhaf, deli sırıtış vardı.

Susan, alarmın yine de kaçmalarına yarayabileceğini düşündü. Sonuçta bu kadar kâğıt işi yapılan ofisin hayati bir yangın protokolü vardı ve bunun uygulanmasına Helen bile engel olamazdı. Kısa sürede ofisin içine bir telaş hâkim oldu. Herkes oraya buraya koşturuyor, birbirine çarpıyor, bir yerlere takılıp düşüyordu. Islanan asma tavan parçaları yerinden düşmeye, gizledikleri kablolar ortalığa dökülmeye başladı. Sarkıp kopan kablolar, yangın söndürücülerden püsküren su yüzünden kısa devre yapıyor, etrafa kıvılcımlar saçıyordu. Sandalyeler devriliyor, masalar yerinden oynuyor, üstlerindeki evraklar, bilgisayarlar, yazıcılar su içinde kalıyordu. Yangın alarmındaki elini hala orada tutan Helen, “Bu alarmdan korkmanıza gerek yok. Erkek olun, kurtulun!” diye bağırıyor, Susan’ın ani gelişen planı yerine her adımı hesaplanmış asıl planı kendisinin yaptığını gösteriyordu.      

Ofiste manzara karmakarışıktı. Alarm, asansörleri devre dışı bıraktığı için, ıslak insanlar korku ve telaşla merdivenlere hücum ediyor, bazılarının ayağı kayıp düşüyor, düşenler eziliyordu. Bir yerini çarpıp yaralananlar başlarını, kollarını tutuyor ya da topallayarak çıkışa ulaşmaya çalışıyordu. Bütün bu dehşetin içinde, iki kadın ve bir ataş çocuğun oluşturduğu daha da tuhaf bir grup, kaçışıp duran insanlardan, asma tavandan fışkıran sulardan, yanıp sönen floresanlardan bihabermiş gibi tam ortada öylece duruyordu. Susan şaşkın ve üzgün, Ataş Çocuk ise gözleri dehşetle büyümüş, kollarını bir şeyi kucaklamak istercesine iki yanına açmış vaziyette yere bakıyordu. Helen’se deli bakışlarını aynı noktaya dikmiş çılgınca gülüyordu. Tuhaf grubun baktığı yerde, suların içinde, artık ne olduğu anlaşılmayan, çektiği su yüzünden şeklini kaybetmiş bir hamur yığını vardı. Kâğıt Çocuk’a boş gözlerle bakan Jerry, bunun ağlanması gereken bir durum olduğunu biliyor ama ağlayamıyordu. O sadece kendisine Jerry denmesinden hoşlanan sıradan bir ataş çocuktu.

Esra Özer Duru, Ankara, 20.04.2021. 

16 Mart 2021

BANA UYGUN BİR ÇEKMECE

“İki kent arasındayım. Biri bilmiyor beni, öteki artık tanımıyor.”                                      Jean Paul Sartre

Yosun kokulu bir sabaha uyandı. Pencerenin önüne gidip rutubeti içine çekti. Bazen kötü koksa da şimdi burnuna güzel geldi. Çoğu zaman kendini, hayatta ait olduğu yeri bulamamış hissediyordu. Bir koku aldığında, bir işaret gördüğünde geçmişe dönmek, geçmişin izlerini bugünde sürmek çok daha kolay geliyordu. Alışılmışın rahatlığı… Bir şarkının nakaratı, eskiden beri var olan bir bisküvi, geçmişten kalmış anılı bir eşya, bir meyve, bir şeker, bir kelime, bir çiçek, bir kumaş deseni, bir marka… Bu yüzden gençken bile yaşlanmış hissederdi. O, kendisi çocukken yeni moda olan şarkıları, filmleri eski zannederdi. Hayat hep eskiydi, daha önce yaşanmıştı sanki, ikinci el gibi…  

Mektup zarfı da kalmamıştı, üstüne adres yazacak. Kırtasiyeden zarf alırken sanki biraz tuhaf bakmıştı yandaki kadın. “Üstüne adres yazacağım” diyemedi. “Kendimi ait hissetmek için kendi evime mektuplar gönderiyorum” cümlesini hiç söylemedi. Zarf almak neyse, kendine mektup göndermek bir tuhaflık belirtisiydi. İyi ki posta teşkilatı vardı ve gözlerini insanın üstüne “Tuhaf mısınız?” der gibi dikmiyordu. Ev telefonunun hala durduğunu, günlük gazete aboneliği bulunduğunu duysalar, daha neler söylerlerdi Allah bilir! Bu evrende bir yer bulmaya çalışıyordu kendine. Üstünde adı yazan bir kapı, içinde ıvır zıvırı olan bir çekmece… Ama bu kadar çabaya rağmen ait olamamıştı.

Ait olamamıştı işte. Bu evde bez torbalar nerede tutulur? Yarısı işlenmiş etamin seccade, şişe takılı tuhaf örgü parçası, ipi sararmış dantel örneği hangi kanepe altına sokuşturulur? Bir gün bir işe yarar diye tutulan çaputlar hangi dolabın dibine saklanır? Eski kadifeler, hacdan hediye gelen kınalar, seccadeler, misvaklar, takkeler nereye konur? Tarhana kokulu bir sandık köşesi, çocuklar için hazine sandığı, anılar kutusu, ceviz kabuğu kokulu bir çekmece dibi nereden bulunur? Üstüne tüyler yapışmış bir şeker parçası nereden çıkarılır? Birbirine yapışmış paket lastikleri hangi diplere, kuytulara kaçışır? Yamuk bir çengel iğne nerede bekler sırasını? Kim bilir kim tarafından hediye getirilen kuru incirlere kaçıncı bekleme siner? İçine çekilen at kestanesi kaç güveye daha bekçilik eder?

Kök salamamıştı sanki derinlere… Yanmış kibritleri dolduramamıştı bir kibrit kutusuna. Vitrindeki kulpu kırık fincanın içine kedi ballarını koyamamıştı. Bez mendillerin arasına çikolata kutuları saklayamamıştı. Hayata çaya batırılmak için yarısı kırılan pötibör bisküvinin çay bardağına uyduğu gibi uyamamıştı. Orada durmuştu zaman. Kahverengi örgü seccadenin kaçan ve bir türlü tutulmayan ilmeğine takılıp kalmıştı. Sobanın üstüne ekmek, ortasına kömür, küllüğüne patates, borusuna çamaşır, arkasına bohçalı bir tencere bırakamamıştı. Ekmeği sabah, çamaşırı öğlen, sarılı tencereyi ikindi, patatesi akşam; yerli yerine, vakti geldiğinde koyamamıştı. Soba arkasına mayaya bırakılan yoğurt kadar, sarma kadar yeri belli bir şey var mıydı hayatta? Ne mutluydu onlar, yerlerini hep bilmişlerdi…

Altı sandıklı kanepe lazım, cevizden bir sandık, bunların hepsini doldurmak için dibi kırık
bir çekmece lazım, kapağı zor açılan bir dolap… Batmış güneşin son ışıkları tüllerden çekilirken, kılınan bir akşam namazı lazım. Çivit mavisi pencere demirlerinden görünen ceviz yaprakları lazım. Soğuk kış günlerinde diplerinden buz tutmaya duran camlar lazım. Buzlar eriyince, beton denizlikleri ıslatan toz kokulu sular lazım. Suları silmek için eline tutuşturulan yine toz kokulu bezler lazım… Uyuyakalan çocuğun üstüne örtmek için hep askıda duran manto lazım.

Bir el lazım, başını okşayınca kırışıklarına saçlarının takıldığı. Portmantoda unutulmuş bir fötr lazım. Balkon kenarına terk edilmiş naylon terlik. Kopmuş çamaşır ipinde sallanan bir mandal lazım. Köşesinden bahçe hortumu takılıp çıkarılan yırtık bir sineklik lazım. Sıcak su tesisatı olmayan musluk lazım titreyen sarı ampul ışıklarında. Duvarda yalnızlıktan kaşı çatılmış portreler lazım, kim olduklarını çocukların bilmediği.

Nereye saklanır mahzun bir sonbahar anı, güneşe verince sırtını, tahta sedir üstünde otururken ısındığın akşam üstlerinde? İçi doldurulup yanmaya hazırlanan ama yeteri kadar soğuk olması beklenen sobalar gibi. Yer kaplayan ama işlevsiz ve soğuk… Başka nereye sürülür o soba kahverengisi? Kadife bir kumaş için güzel, duvar için karanlık… Gıcırdayan bir somyada radyo eşliğinde dalınan öğlen uykusu kadar yalnız… Bilmediğin bir ülkenin, bilmediğin bir şehrinde, tanımadığın insanların şarkısı… İstanbul, Zürih, Varşova, Berlin, Prag arasında gidip gelen istasyon ibresi… Bilmediği onlarca şehir arasında dilini arayan kırmızı çizgi… Bir kule inşa et ya da düğmeyi çevir…

Şekerli çaya batırılan ekmekler, melekler yorulmasın diye ucu katlanan seccade, anahtarı üstünde duran kapı, yeni yıkanmış bahçede güneşin çekilmesini bekleyen akşam sefaları… Boya tenekelerindeki suda ölümü bekleyen siyah noktalı beyaz güve kelebekleri… yağmurlu ikindilerde içilen çaylar… orada herkes biliyor ait olduğu yeri. Misafir odasına yatacak kişi belli, somya kimin yeri?

Ayazdan çatlayan elin için vazelini nereden bulacağını bilirsin. Hangi pencerenin şiştiğini, hangisinin güneşliğinin hiç açılmadığını bilirsin. Balkonun hangi köşesinin çatladığını, aşağı sarktığını bilirsin. Anahtarın her zaman dış kapının dışında sallandığını bilirsin. Muşambanın hangi köşesinin ters alıştığını bilirsin. Bahçeye yaldızlar bırakan sümüklü böceğin su saatinde yaşadığını bilirsin. Güvercinlerin hangi camın önüne yumurta bıraktığını bilirsin. Kendini, bu dünyadaki yerini, bilir gibi bilirsin… Elinle koymuş, ezberlemiş, sen yazmış gibi bilirsin…

Eski gardırobun hangi çekmecesinde kaldın onu da bilirsin…

Esra Özer Duru, Ankara, Aralık 2020. 

Taze Taze Hikâyeler

BEKLEME ODASI

Mart ayı ortalarıydı. Hava, okullardaki mevsim tablolarında her zaman bahara dahil edilmesine rağmen, yıllardır rolüne direnen bu aya yakışı...

Yeni Yazılardan Haberdar Olun

Kaçırmayın!