Kedi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Kedi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

20 Ocak 2025

KEDİ CİNAYETLERİ

Sonbaharın ilk günleriydi. Her şey Tuzlu Pati’nin cesedinin bulunmasıyla başladı. O güne kadar miutlu bir hayatları vardı. Oturdukları yerin girişindeki çok uzun, çok yapraklı at kestanesinin vedalaştığı yapraklarının arasında anne kişisi o sabah bulmuştu, boylu boyunca cansız uzanmış yatan Tuzlu Pati’yi. Görevli Murrrat, alacalı renkli tüylü bedeni açtığı çukura gömmüştü. Anne kişisi öyle demişti yani. Dökülen yapraklar sadece sonbaharın değil, kedi topluluğunu ilgilendiren kötü olayların da habercisiydi.

Birkaç gündür kayıp olduğunu bilseler de dönüp gelmesini uman kedi topluluğu, Tuzlu Pati’ye veda etmek için bir veda miyavlaması düzenledi. Olaylar tamamen dışlarında ve hızla geliştiği için cenazeye katılamamışlardı. Dorilerin arka bahçesinde yaptıkları veda miyavlamasına son yıllarda epey tembelleşen Şerife, ev sahibi oldukları için mecburen katılırken; Garfield, Bambıl, Kuzu, Fare, Perişan, Gölge, Bitter ve Rebeka, Tuzlu Pati’ye veda edip arkasından birkaç vefa mırlaması yapmak üzere geldiler. Bahçenin her yerinde üzgün üzgün salınan kedi kuyrukları görünüyordu. Evin anne kişisi görse ne düşünürdü?

Sitenin en yaşlı ve bilge kedisi Garfield, Tuzlu Pati’yi pek tanımadıklarını ama kaybından büyük acı duyduklarını söyledi. Diğer kediler de başlarını ve kuyruklarını eğerek onu tasdik ettiler. Garfield, sadece kediler değil, site kişileri arasında da oldukça saygın bir konuma sahipti. Diğer kedilerin içlerinden ne geçtiğinin farkındaydı. Saygı kuyruğunun ardından bir süre bekledi ve gırtlağını temizleyerek söze başladı. “Tuzlu Pati, sitemizde yaşamıyordu ama bizi sık sık ziyaret ederdi. Bir kedinin ölmesi için başına dokuz canını birden tüketen bir kötülük gelmesi gerekir. Sıradan sebeplerle öldüyse yapacak bir şey yok ama ölümüne sebep olacak bir kötülük yaşandıysa bunu bilmeliyiz. O yüzden hepiniz gözlerinizi iyi açın, bıyıklarınızı keskin tutun, insan kişilerinizin konuşmalarına kulak verin. Hem Tuzlu Pati’nin neden öldüğünü çözmeli hem de topluluğumuzu tehdit eden bir korkunçluk olup olmadığını öğrenmeliyiz” dedi.

Her zaman hızla paniğe kapılan Dori, acemi kediler gibi ortaya atılıp karmakarışık miyavlamaya başlayınca Garfield sert bir kuyruk sallamasıyla ona sakin olmasını ima etti. Bunun üzerine Dori, titreyen bir sesle çok korktuğunu bundan sonra dışarı çıkmak istemediğini miyavladı. Şerife ne zamandır kısık duran gözlerini aralayarak dik dik Dori’ye baktı. Ağzını açmadan karnından konuşuyor gibi “Sadece bir kedi öldü. Bu kadar korkmana gerek yok. Garfield’ın dediği gibi tedbirli olmamız gerekiyor” diye tısladı. Şerife soğukkanlı ve ters bir kediydi. Sahipleri dahil herkes, onu görünce biraz gerilirdi. Kimse onun miyavlamasının üstüne miyavlamadı.

Kuzu, Dori kadar korkmuyor Şerife’ye de katılmıyordu. Sitede bir süredir hareketli anlar yaşanıyordu. İnsan kişilerin, çocuk kişileri kedilerden uzak tutmak için kurdukları okullar bir zamandır kapalıydı ve çocuk kişiler sabahtan akşama kadar sokaktaydı. Çocuk kişilerin oradan oraya sürekli dolaşmaları sırasında köpekleri de peşlerinde geziyordu ve bu köpekler, sitenin köpek kişileri Freya’yla Tarçın’ın aksine kedilerle iyi geçinemiyordu. Onlar sitenin sokağında koşup havlamaya başlayınca Kuzu başta, birkaç kedi kendini en yakın ağaçta buluyordu. Kuzu ağaçları zaten severdi. İnsan kişilerinin balkonunda, balkon çatılarında gezer, ağaçlardaki kuş yuvalarına dadanır, etrafı seyrederdi. Ama korkuyla ağaca tırmanmak farklıydı. Hesaplamadan, bakmadan koştuğu için dallara çarpıp yara bere içinde kalıyordu. Biraz içine kapanık bir kedi olduğu için o an bir şey söylemese de etrafı seyretme işini bir gözetleme görevine çevirmeye karar verdi.  

-

Garfield, anne kişisinin telefondaki birine “Aaaa, tüh tüh, nereye gitmiş olabilir ki?” deyişine uyanıp kulak kabarttı. Anladığı kadarıyla Dori ortada yoktu. İçinden, “Korkak Dori, evin içinde bir yerlere saklanmıştır, zaten söylüyordu” diye geçirdi. Ama Dori’nin anne kişisi evin her yerine bakmış üzüntüyle kendi anne kişisine Dori’yi görüp görmediğini sormak istemişti. Bu kötüye işaretti. Kayıplar ikiye çıkmıştı.

Aynı gün etrafta bisikletle gezmeye çıkan evin çocuk kişisi eve üzgün döndü. Annesine yan sitenin kenarında tekir bir kedi ölüsü bulduğunu anlattı. Anne kişisi, kedi kayıplarının ve ölümlerinin bu kadar üst üste gelmesinin hiç güzel olmadığını söyledi. Aynı anda hüzünle Garfield’a baktılar. Garfield kedileri alarma geçirmesi gerektiğini anlamıştı. Hemen bir toplantı daha yapmaya karar verdi. Henüz Dori’den ölü ya da diri bir haber alamamışlardı ama bulunan ikinci kedi bedeni büyük bir tehlikenin işareti olabilirdi. Kediler oldukça dikkatli canlılardı ve arabalardan genellikle kaçarlardı. Bu kedinin ölümüne başka bir şey yol açmıştı belli ki.

Dorisiz toplantı hüzünlü başladı. Dori’yle ev arkadaşı sayılan Şerife, ondan birkaç gündür haber alamadıklarını doğruladı. Bu kayıp, Şerife’nin çok umurunda görünmüyordu, Dori onun için tüy döken ve sorun çıkaran alık bir ev arkadaşıydı sadece. Garfield yine de insan kişilerinden duyduklarını anlattı ve arkadaşlarının bir bilgisi olup olmadığını sordu. Kimse bir şey bilmiyordu. Belki Kuzu… Hayır, Kuzu da siyah parlak tüylerle kaplı başını “bilmiyorum” anlamında eğdi. Konuşacak çok bir şey yoktu. Tedbirleri arttırmak gerektiğine işaret edip dağıldılar. Artık herkes çok gergindi. Kedi topluluğu sürekli arkasını kolluyor, bıyıklarını titretip duruyordu.

-

Bu sabah Garfield, Kuzu’yu hep çıktığı ağaçta göremeyince onu birkaç gündür göremediğini fark etti. Önce bundan şüphelenmedi çünkü Kuzu simsiyah tüyleriyle karanlıklarda usta bir saklanmacıydı ve herkesle iletişim kurmayı sevmezdi. Ama Kuzu’nun anne kişisi de seslenip aranıyordu. Garfield anlamıştı, üzüntüyle kuyruğunu büktü. Belki de Kuzu, kuş gibi ağaçlara tünediği yerden bir şeyler görmüş ve kötüler tarafından ortadan kaldırılmıştı. Kuzu’nun kayıp olduğunu duyan kedilerin kuyrukları düştü. Tuzlu Pati, tanımadıkları kedi, Dori şimdi de Kuzu… Dört kedi birden kaybolmuş ya da ölmüştü. Saat daha hızlı işlemeye başlamıştı. Neler oluyor bulmalılardı.   

-

Garfield ortalığı kolaçan ederken insan kişilerini sitenin parkında bulunca şaşırdı. Site toplantısı dedikleri bir şey için bir aradaydılar. Anne kişisinin yanına gidip ayaklarının dibine uzandı. Sitede herkes tarafından sevildiği, kediden korkan insanlar bile ondan korkmadığı için bir dokunulmazlığı vardı. Uyuyor numarası yaparken rahat rahat onları dinleyebilirdi. Kedi kayıplarını konuşmalarını beklerken şaşkınlıkla bir insan kişisinin artan kedi nüfusundan şikâyet ettiğini duydu. Kaybolan dört kedinin farkında bile değillerdi. Anladığı kadarıyla sitenin sonunda, Tuzlu Pati’nin ölü bulunduğu yere çok yakın bir bahçede, birkaç kedi yavrulamış ve yavrular her tarafa dağılmıştı. İnsan kişiler, bahçelerindeki masaya örtü seremediklerini, sandalyelere minder koyamadıklarını, bebek kedilerin sürekli miyavladığını, her tarafın kedi kakası olduğunu falan söylüyordu. Duyduklarının bir kısmına katılmadığı halde bebek kedileri Garfield da sevmezdi. Her tarafa girer çıkar, hadsiz hadsiz büyüklerinin mama kabına dadanırlar, mamalarını etrafa saçarlar ve evet, kakalarını ortada bırakırlardı. İşte Bambıl salağı öyle değil miydi? Garfield’ın sevgili ailesine kendisini zorla kakalamıştı. Ama asaletten nasibini gram almamıştı, aptal! Tam o sırada başka bir site sakini geçenlerde beyaz bir minibüsten sitenin çıkışındaki parka birkaç kedi bırakıldığını kendi gözleriyle gördüğünü anlatıyordu.

-

Toplantıdan aldığı bilgileri arkadaşlarına aktaran Garfield onları uyanık olmaları yönünde tekrar tembihledi. Ah Kuzu! Ölmüş olmalıydı, yaşasaydı şimdi gözlem yeteneğiyle çok işe yarayabilirdi, daha önce Garfield’ın birkaç köpek saldırısını savuşturmasına yardım bile etmişti. Şerife evde oturduğu yerden pek bir bilgi sağlayamazdı. Rebeka o kadar tüylüydü ki önünü gördüğünden bile emin değillerdi. Fare’nin aklı bir karış havadaydı, sadece iri gözleriyle boş boş bakıyordu. Bambıl belki işe yarardı ama o da Garfield’ın sevgili ailesini kafaya almak için şirinlik yapmaktan başka bir şeye zaman bulamıyordu. Bitter desen o da başka bir sorundu. Kendisini insanların önüne atıyor, toz toprağın içinde dana gibi debeleniyordu. Geriye Garfield, Perişan ve Gölge kalıyordu ki bu işin sorumluluğu üç kedinin yüklenemeyeceği kadar ağırdı.

-

Bahçe parmaklıklarının tepesine tünemiş etrafa bakarken Garfield, Fare’nin koşarak geldiğini gördü. Nefes nefese kalan Fare bir ağız dolusu kelimeyi Garfield cümleye çevirsin diye önüne bıraktı. “Kirpiler, şu sondaki bahçelerde, neden bilmiyorum, çocuk ağlıyordu, kirpiler, iki üç tane, düşmüş yerlere, çocuk kişi, anne kişisine niye hareket etmiyorlar diyordu, kirpiler...” Bu Fare, Garfield’ın sabrını zorluyordu. Sert bir kuyruk sallaması ve öfkeli bir miyaklamayla onu sustururken “Bir nefes al ve düzgünce anlat” dedi. O sırada yanlarına yaklaşan Gölge, “Sitenin sonunda, hani bahçelerindeki bebek kedilerden şikâyet eden insan kişiler var ya bu sabah birkaç kirpi ölüsü bulmuşlar. Bebek kediler ölse bu kadar üzülmezlerdi sanırım ama kirpilere çok üzülmüşler. O evde yaşayan çocuk kişiler ağlıyordu” diye bir solukta anlatıp Garfield’ı işkenceden kurtardı. Hep birlikte işin aslını araştırmaya gittiler. Kirpilerin ölü bulunduğu bahçenin karşısında birkaç insan kişisi toplanmış fısıltıyla ama gergin bir şekilde konuşuyorlardı. Kedilerin kendilerini dinlediğinden hiç şüphelenmediler. İlki, “Bence kirpiler zehirlenmiş, belki de birisi kedi yavrularını öldürmek isterken yanlışlıkla onları öldürdü” derken diğeri neredeyse aynı anda karşı çıkıyordu: “Hiç sanmıyorum, bu kadar kötü bir insanla aynı yerde yaşadığımızı düşünmek bile istemiyorum. O yüzden böyle bir ihtimal yok bence.” Bir başkası arada kalmıştı: “Bilemedim, site toplantısında da kedilerden şikâyet etmişlerdi ama gerçekten hiç kimse bunu yapabilecek kadar kötü olamaz.”

Daha fazla bilgi alamayacaklarını anlayan kediler, Garfieldların bahçesine döndüler. Bu arada diğer kediler olayı duymuş toplanmıştı. Kedileri zehirlediği düşünülen site kişisinden intikam planları havada uçuşmaya başlamıştı bile. Kimisi karanlığa saklanıp kedi ve kirpi katili insan kişisinin yüzüne doğru atlamayı, kimisi çocuk kişilerini tırmalamayı planlıyor, kimisi en sevdiği çiçeğin dibine topluca çiş yapıp kurutmayı teklif ediyordu. Her ne kadar Tuzlu Pati’nin, yan sitede ölü bulunan tekir kedinin ve kirpilerin ölümlerinde ve Dori ile Kuzu’nun kaybında bu site kişisinin parmağı olduğuna dair bir delilleri yoksa da öfke mantıklarını yok etmişti. Miyavduyu çağrısında bulunmak tamamen beyhudeydi. Yine de yaşça diğer kedilerden büyük olan Garfield, Perişan ve Gölge şanslarını denediler. Panik halinde sağa sola saldıran diğerleri, üç kedinin delil toplama ve suçluyu ya da suçluları deliller üzerinden cezalandırma planına zoraki razı oldu. Tek şartları çabuk olunmasıydı. Olaylar soğumadan suçlu bulunmalı, suçlunun cezası kesilmeliydi. Kedi topluluğunun bir kayba daha tahammülü kalmamıştı.

-

Üç bilge kedi, sitenin çeşitli yerlerinde bulunan güvenlik kameralarının görüntülerini izlemeye karar verdiler. Bu çok iyi ama çok uçuk bir fikirdi. Güvenlik kulübesine girip “Merhaba, biz kamera kayıtlarını izlemeye geldik” diyemeyeceklerine göre kayıtların izlenmesi için bir sebep yapmaları gerekiyordu. Parlak fikir Gölge’den çıktı. Gölge, ne zamandır uzaktan uzaktan izlediği çocuk kişilerin ellerindeki beyaz şeylerin üstüne eğilip sivri uçlu bir aletle izler bıraktıklarını sonra “olmuş mu?” diye birbirlerine gösterdiklerini görmüştü. Bugüne kadar tırnakları makas görmemiş, doğal yöntemlerle kütüklerde ve kapı paspaslarında bilenmiş kediler, gece yarısı sitenin otoparkında duran araçların üstüne çocuk kişilerin yaptığı işaretlerden koyacaklar böylece Murrrat kameralardan bu işaretleri kimin yaptığına bakmak zorunda kalacaktı. Kediler de Murrrat’ı bu görevi sırasında çaktırmadan izleyecek kendi keşiflerini yapacaklardı. Murrrat kedilerin arabalara iz bıraktığını görse bile kendisi dahil kimse buna inanmazdı.

Hemen o akşam harekete geçtiler. Görevli kediler önce Gölge’den bırakmaları gereken işaretleri öğrendiler. Gölge onlara arabaların sert olduğunu, öyle insan teni gibi kolayca çizilmeyeceğini, izleri bırakabilmek için acıya katlanarak kararlı bir şekilde çalışmaları gerektiğini anlattı. Mümkünse tek hareketle büyük çizikler atmalılardı. Sitede yuvarlak ve renkli kulaklar takıp yürüyüş yapanlar ortadan kaybolduktan ve son araba otoparka girdikten sonra plan uygulamaya kondu. Zaten gece canlısı olan kediler için zamanlama işin en kolayıydı. Pati zorlayan, birkaç tırnağa mal olan yoğun çalışmalardan sonra sabaha karşı sitedeki en yeni arabalara işaretler konmuştu. Gölge yönettiği çalışmayı güneş doğarken gururla denetledi. Garfield yarı ev kedisi olduğundan rapor vermek için uyanmasını beklemek zorundaydı. İlk yürüyüş kişisi ortaya çıkmadan biraz dinlenmeye çekildiler. Şimdi iş arabalarına işaret bırakılan insan kişilerin işaretleri fark edip öfkelenmesine kalmıştı.

-

Her ne kadar kediler, işaretleri bırakırken üzülecek gibi oldularsa da sağ kalma içgüdüsü, katili bulma gerekliliği ve intikam duygusu onlara üzüntüyü bir kenara bıraktırmıştı. İlk isyan Fare’nin insan kişisinden geldi. Arabasını alalı daha bir ay bile geçmemişti. Sabah erken saatlerde renkli kulaklarını takıp yaptığı yürüyüş sırasında arabasındaki çizikleri görmüş, çok üzülmüştü. Gölge, işi tam zamanında bitirdikleri için derin bir nefes aldı. Sonraki gürültü, ölü kirpileri bulup ağlayan çocuk kişilerin evinde koptu. Arabalarına bakımı yeni yaptırmış olan insan kişiler, sabah kaportalarındaki “lele”leri görünce çok öfkelendiler.

Herkes tam da kedilerin hedeflediği şekilde okumayı yeni sökmekte olan çocuk kişilerden kuşkulandı. Olağan şüpheliler, kedilerin korkulu rüyası Paşa, Karamel ve Kral’ın sahibi çocuk kişiler oldu. Kirpilerin ölü bulunduğu gün olayı tartışan komşu kişiler, şimdi aynı yerde bu sefer de arabaları kimin çizmiş olabileceğini tartışıyorlardı. İlki, “Kim yapmış?” diye sorarken diğeri, “Arabalara harfler kazınmış, çocuklardan başka kim yapmış olabilir?” diyordu. Üçüncünün kafası yine karışık mırıldanıyordu: “Belki çocuklar değildir, bu kadar hızlı sonuca ulaşmamak lazım.”

-

Kedi topluluğu hedefine ulaşmıştı. Arabası çizilen site kişileri, site görevlisi Murrrat’ın kameralardan otoparkın kayıtlarını izlemesini talep ettiler. Çizikleri ilk fark eden Fare’nin insan kişisinin arabası bir süredir otoparkta durduğundan uzun bir zaman dilimine ait kayıtların incelenmesi gerekecekti. Oldukça sıkıcı bir iş de olsa Murrrat, site içindeki işlerin tamamını bırakıp kendini güvenlik kulübesine kapattı. Murrrat’ın bilmediği şey, yalnız olmadığıydı. Kulübedeki bilgisayarın ekranını en iyi görecekleri yere yerleşmiş esrarengiz takipçileri vardı.

Garfield, Gölge ve Perişan üç ayrı görev timi oluşturmuşlardı. Murrrat’ın kayıtları izlediği süre zarfında nöbetleşe çalışacak olan bu timler, Garfield-Bambıl, Gölge-Fare ve Perişan-Rebeka’dan oluşuyordu. Asıl işi tabi ki tahmin edileceği gibi tecrübeli kediler yapacaktı. Olur da ihtiyaç molası vermeleri gerekirse diye yanlarına diğer kedilerden birer partner almışlardı.

-

Kayıtların izlenmesi günler sürdü. Murrrat, bütün gün masa başında oturamıyor, sitenin sonbahar işlerini yapmak için inceleme görevini sık sık duraklatması gerekiyordu. Kedi timindekilerin artık başı dönmüştü. Gözlerinin önünden siteye ve park yerine giriş çıkış yapan arabalar, kargocular, motorlu kuryeler, yürüyüş yapan renkli kulaklı insanlar geçiyordu. Murrrat görüntüleri çabuk tarayabilmek için hızlandırdığından arada da aceleci adımlarla çocuk kişiler ve köpeklerinden oluşan bir kervan geçit yapıyordu. İncelemenin ortasında bir yerde Murrrat birden görüntüleri durdurdu. Kedi timi mola verdiğini sandı ama o bir şey görmüştü. Nöbet Garfield’la Bambıl’daydı. Garfield, Murrrat’ın ne gördüğünü anlamak için dikkat kesilirken patisiyle Bambıl’ı dürttü. Beceriksiz beceriksiz kendisini yalamakla meşgul Bambıl, hemen dikleşip ekrana kilitlendi. Görüntüyü artık altı göz birden tarıyordu. Murrrat’ın aklına bir şey gelmiş gibiydi, atlaya atlaya tarihte geri gidiyordu. Garfield iyice ayaklanmıştı, Murrrat bir şey görmüş olmalıydı. “İnşallah arabalara kimin imza attığını anlamamıştır” diye düşünürken görüntüye panik halinde giren Tuzlu Pati’yi tanıdı. Tuzlu Pati, korkmuş ve sinmiş şekilde bir şeye bakıyordu. Her an kaçmaya hazır bedeninde büyük bir gerginlik vardı. Baktığı tarafta şimşek gibi bir hareketle Paşa belirdi. Göz açıp kapayıncaya kadar Tuzlu Pati’yi boynundan yakaladı. Garfield daha fazlasına bakamadı.

-

Tam üç gün neredeyse kesintisiz uyudu Garfield. Kalkıp mamasını yiyor, biraz su içiyor, kumunu ziyaret edip yeniden yatıyordu. Dışarı çıkmakta hiç gözü yoktu. Sahipleri endişelenmiş, veterinerden, “Mamasını yiyip tuvalete gidiyorsa endişelenmeyin” cevabını almışlardı. Garfield’ın asla görmek istemediği şeylere şahit olduğunu bilemezlerdi. Üç günün sonunda soluk sonbahar güneşine çıktığında kendisini Bambıl karşıladı. Murrrat’ın taramaları, kameralar otoparkı gereken açıda görüntülemediği için arabaları kimin çizdiği konusunda sonuçsuz kalmıştı. Arabaların sahipleri durumu olgunlukla mecburen kabullenmişlerdi. Onu geri getirmeyecekse de Murrrat’ın beş günlük çalışması, Tuzlu Pati’nin katilinin bulunmasını sağlamıştı. Dori ve Kuzu’dan hala haber yoktu ama artık kimse sağ dönmelerini beklemiyordu. Kirpilere gelince onların neden öldüğünü hala kimse bilmiyor.

Esra Özer Duru, Ankara, 13.01.2025  

 

15 Ekim 2021

SEN GİTSEN DE GİTMEZMİŞ İÇİNDEKİLER SENDEN!

Bütün anneler birilerini avutmak gerekince masal anlatırlar. Belki kalın keder sislerinin arasındaki kalplere uzanmak isterler. Belki bu acı denizi, onları tamamen ıslatmadan önce alıvermek isterler. Daha kaç kere bu siyah sularda, onun için sandal olmak isteyeceklerini bilmeden ellerini uzatıverirler. Ha bir de bir kere anne olunca kadın, hep annedir artık. Yani bir meslek gibi bırakamaz bir kenara anneliğini. Avunmak isterse biri, bir anneye gitmeli.

O gün çocuk üzgündü, tarifsiz kederleri vardı. İçi bir yangın yeriydi. Kedi yutmuş gibiydi. Kalbi paramparça, gözleri ıslaktı. Çünkü balığı ölmüştü. Kimsenin bilmediği, Allah bilir, kaç balık daha ölecek, hayatının ilk kederi…

“Sana bir masal anlatayım” dedi kadın. Dizlerine dayanmış, karışık saçlarının arasında parmaklarını gezdirdiği küçük kafanın sahibine.

Şehrin birinde bir kadın yaşarmış. Kadının her şeyi varmış. Yazlığı kışlığı, atı arabası,

çoluğu çocuğu, tası tarağı… Yani “mutlu”ymuş. Ya da aslında mutlu olması gerekiyormuş. Ama bir yanı hep eksikmiş. Nankörlük etmek istemese de içindeki eksikliği gideremiyormuş. Bazen gözleri, neyin eksik olduğunu arar gibi uzaklara dalarmış. Bu öyle çekmecede aradığını bulmaya çalışmak gibi bir şey değilmiş. Ya da evi huzurlu bir ev yapmak için yemek kokuları üretmeye, çoraplardaki küçük delikleri dikmeye, balkondaki saksıya, çıkmayacağını bile bile fesleğen tohumları ekmeye, bir gün önceden nohut ıslatmaya benzemiyormuş. Kolay değilmiş işte.

Bazen tası tarağı alıp şöyle uzak bir yere gitsem diye düşünüyormuş. “Hep bahar olan bir memlekete gideyim. Hiçbir şey eskimesin, heyecanını yitirmesin. İlk kez seyrettiğin film gibi seni içine çeksin. Sürekli seyrettiğin filmdeki bir sahne gibi ağzını kulaklarına fiyonk etsin. Kendimi koyayım valizime ve gideyim hep bahar olan bir memlekete…”

Böyle dese bile gidemiyormuş. Çünkü gideyim deyince gidilmiyormuş. Ve sen gitsen de içindekiler senden gitmiyormuş. Hele en derinden sarıp sarmaladıysa seni hayat, gidemezmişsin ne kadar istesen.

Yine de kadın hazırlanmış bir gün. Dediği gibi valizine bir tek kendisini koymaya çalışmış. Arkasına dönüp bakmayacakmış. Çünkü eğer bakarsa, masal bu ya, toprağa dönüşecekmiş. Karlı bir kış sabahıymış, valizini eline almış. Son bir kere düşünmüş: “Eğer gidersem ne değişir benden sonra buralarda, ne kalır arkamda? Eğer gidersem kavak ağacıyla kim konuşur? Huzurlu bir ev yapmak için bu evi, kim azıcık çorba karıştırır?  Kim yaralı çocuklara masal anlatır? Herkes yattıktan sonra kim söndürür ışıkları? Telefona bir daha çalmadan açmak için kim koşar? Şehriyeleri pilava kim koyar? Kim boş saksıları sular?”

Bunları düşündükçe valiz ağırlaşıyor, ağırlaşıyormuş. Sonunda kadının kolu bu yükü taşıyamaz olmuş. Valizi yavaşça yere koymuş. Olanlar o an olmuş. Kuralı unutan kadın geride bıraktıklarına son bir kez bakmak için arkasını dönmüş… ve toprağa dönüşmüş…

Sabah ev halkı uyanınca kapının arkasında duran valiz ve yerdeki küçük toprak yığını onlara hiçbir anlam ifade etmemiş. Temizlikçi kadın gelmiş, bu küçük yığını küreğe süpürmüş, boş bir saksıya eklemiş. Masal burada bitmiş.

Masalın sonunda anne, elleri hala minik kafanın üzerinde, toprağa dönüşmemek için hiç hazırlamadığı valizi düşünmüş. Çünkü zamanın birinde bambaşka bir şehirde onun balığı ölmüş de bir masal anlatmış annesi yatırıp onu dizlerine… Dolaştırmış parmaklarını karışık saçların içinde, sahibinin yerine acı çekebilmeyi dileyerek gizlice…

Esra Duru, Ankara, Mart 2008, Turuncu Dergisi, gözden geçirme 14.6.2021.

29 Ağustos 2021

BİR KEDİNİN KENDİ KADERİNİ TAYİN (SELF DETERMİNASYON) HAKKI

Yağmur hızlı hızlı yağıyordu. Oluklardan aktığını, camlara vurduğunu, merdivenlerde birikince küçük şelaleler oluşturduğunu duyabiliyordu. Gecenin bu saatlerine bayılırdı. Evdeki herkes yatar, Kumpir’in zamanı başlardı. Sağda solda çıkan örümcekleri, gündüzden içeri girmiş sinekleri yakalar, ortalığı tertemiz ederdi. Bahçeye çıkabildiği akşamlar daha renkli geçer, birkaç kurbağayla eğlenir, yarasaların peşinden koşar, bahçenin her tarafını kolaçan ederdi. Bu akşam içerde kalma akşamıydı. Örümceklerin, sineklerin canına okuduktan sonra yağmuru dinlemeye başladı. Kendisi dışarıda ıslanmıyorsa, yağmur gök gürültülü ve şimşekli değilse, onun sesiyle, kokusuyla huzur bulmakta hiçbir sakınca yoktu. Ama şimdi plan zamanıydı. Kumpir’in bir sorunu ve çözmek için sadece üç günü vardı. Kedi hisleri pek yanılmazdı. Acil desteğe ihtiyacı vardı. Desteği kimden alacağını bilse de nasıl alacağına henüz karar verememişti. Telaş onun tabiatında yoktu. Kediler kavga sırasında bile telaşlı görünmez. Birbirlerine saldırırken dahi ağır çekimde ya da manevralarının sonuçlarını o anda hesap ediyormuş gibi havada süzülerek hareket ederler. Kavga çağrılarıysa uzatılmış notalardan oluşur. Ama şimdi zaman sınırlı olduğundan Kumpir gerçekten acele etmeliydi. Oluktan akan suya tekrar kulak verdi. Bu ses, cama vurandan daha huzurluydu.

Sallanan sandalyeye atlarken oluşturduğu hareket nihayet durmuş, sandalye sallanmaz olmuştu. Sallanmaktan pek zevk almıyordu ama evde en rahat minder buradaydı. İnsanlar, bütün kedilerin yumuşak ve kabarık minderler sevdiği fikrine nereden kapılmışlardı bilmiyordu, yorgun bedeni artık neredeyse ortopedik kıvamda rahat edebiliyordu. Eskiden öyle miydi? İstediği yere tuhaf şekillerde kıvrılır yatardı. Bedeninin sağladığı esneklik onu bu lükse alıştırmıştı. Gözlerini kısıp sandalyenin önünde durduğu camdan dışarı baktı. Buradan ne manzaralar izlemişti! Pofur pofur yağan karlar, sicim gibi ince, seri yağmurlar, plastik çöp kutularını deviren, poşetleri uçurtma gibi dolaştıran rüzgârlar, dalları kandırıp erken çiçek açtıran güneşli günler, bir türlü içini dökmeyen gri bulutlar… Her gün bedeninde ayrı bir duygu uyanırdı. Esner, gerinir, kendisini günün duygusuna teslim ederdi. Kan akışı, bıyıklarının titreşimi, kulaklarının kıpırtısı hatta tüylerinin parlaklığı ona göre ayarlanırdı. Güneşli günlerde süzülen bir toz tanesinin peşine düşer, avının üstüne atlar gibi gerilip tozu tutmaya, iki patisini alkışlar gibi aniden kapatarak havada yakalamaya çalışırdı. Yağmurda, cama vuran damlaları yakalayabilmek için patilerinin pembe fasulyelerini soğuk camlara koyardı. Kar taneleri daha büyük bir bilmeceydi. Aşağı mı iniyor, tam yere değecekken yeniden yukarı mı yükseliyor, aklı bir türlü ermiyordu. Uzun zamandır küçük hareketlerin peşinde koşmak, hoplayıp zıplamak yerine bu sandalyeden manzara izlemeyi tercih ediyordu. Kediler gündüzleri genelde uyuduğu için bu değişikliğin farkında olan tek kişi kendisiydi. Evde keyfini kaçıran bir torun ya da misafir bulunmadığında sandalyenin üzerine hopluyordu. Aslında hoplamak artık küçük kaslarını zorluyordu. Mesela bahçe kapısının üstünden atlamak yerine kapının yanında birinin gelip kendisine kapıyı açmasını bekliyordu.

Gençken uyanır uyanmaz ilk işi bahçede örümcek ağlı, gül dikenli köşeleri bile dolaşıp koku bırakmak olurdu. Girip çıkmadığı yer kalmazdı. Her tarafına ağlar, dikenler, kuru otlar yapışırdı. İnsanı, onu böyle görünce, “Yine nerelere girdin? Temizlen de gel” diye söylenirdi. O da güneşli bir nokta bulur oraya yatar güzelce bütün bedenini yalar, temizliğini yapardı. Sonra ellerini göğsünün altına doğru saklayıp minyatür bir aslanmış gibi uyuklamaya dururdu. Artık çok umurunda değildi. Yalnızca kendi kokusuna tahammül edebileceği daha dar bir alanı işaretli tutmakla yetiniyordu. Bundan şikâyetçi değildi. Hem kedilik kanunlarından biri buydu “Hisler gelir ve gider. Esas olan an’dır”.

Sabah uyandığında güneşin ilk ışıkları bahçeye düşerken kedi kapısından çıkıp rutin işlerini yapmaya başladı. Bir an içinden, uzun zamandır gitmeye üşendiği, otomatik sulamanın bile erişmediği köşeleri bugün de es geçmek geldi. Bilakis yapmalıydı. Her yeri dolaştı. İşi bittiğinde yorulmuştu. Bakımlı bir kediydi. İnsanları ona özen gösteriyordu. Kadın insanı sık sık “Kediler de çocuklar gibidir, sevildikçe güzelleşir” derdi. Mavimsi beyaz, yer yer koyu kahverengi, aralara serpilmiş gibi duran küçük sarı desenleri vardı. İsmine biraz tombiş oluşu ilham vermişti. Kendisini pek güzel bulurdu. Uzun tüylerinin arasına giren otları, küçük sinekleri, karıncaları temizleyip yönleri karışan tüylerini taramak için güneş doğduğundan beri toprağı ısınan saksısına çıktı. İnsanı, saksıya çiçek dikmekten vazgeçmişti. Çünkü Kumpir üstüne yatarak ya da basarak çiçekleri kırıyor, buranın kendisine ait olduğunu anlatıp duruyordu. Tırtıklı tatlı diliyle uzanabildiği her yerini yalayarak temizleyip düzene soktu. Dilinin yetişmediği yerleri, kulak arkalarını, başını, ıslattığı patisiyle güzelce temizledi. Yalamak daha iyiydi ama yapacak bir şey yoktu. Annesi ne güzel temizlerdi. Bazen iyi bir arkadaş da işe yarardı. Şu salak sokak kedisi Koko gelse azıcık yalasa ne olurdu? İnsanı, onun için bir fırça aldıysa da fırçalanmak her zaman iyi gelmiyordu ve fırçayı birinin kullanması gerekiyordu. Hem bugün Koko’yu beklemesinin başka bir sebebi vardı. Belki doğrudan yardım istemez bir süredir hazırlandığı üzere ona emrivaki yapardı. O gelene kadar biraz kestirmeye karar verdi. Kedilerin cenin (anne karnı) pozisyonu sayılan gül böreği biçiminde kıvrıldı. Saksıda huzurlu huzurlu kendini pişirdi. Altında sıcak toprak, üstünde pırıl pırıl bir güneş iki yönden mis gibi ısındı.

Her şey on beş yıl önce bu bahçede başlamıştı. Kadın insanının bazen kendisini okşarken masal gibi anlattığına göre, annesi, toyluğundan mı nedir ani bir karar alıp bahçe malzemelerinin bulunduğu dolabın üçüncü rafında doğum yapmıştı. Başka bir kedi diğerlerinin ölümüne yol açana kadar dört kardeştiler. Anne kedi henüz çok gençti ve dolabın üçüncü rafı kardeşlerini korumak için uygun şartlar sunmamıştı. Bahçenin sahipleri (şimdiki insanları) onları kurtarmak için çok çabalamışlar, sadece Kumpir sağ kurtulmuştu. Anne kedi saatlerce ölen yavrularını aramış, doğum yaptığı yerleri koklamıştı. Kumpir’in gözleri, annesinin yalamalarıyla altı günlükken açıldığı için bundan sonrası onun hafızasında da vardı... Tam süt mavisi gözleriyle annesini net görebilmeye başladığı zamanlar annesi kayıplara karışmıştı. Bu yüzden anneciğinin kalın bir sis ardındaki görüntüsünün aksine kokusunu gayet iyi hatırlıyordu. Gözleri şimdilerde karanlıkta bile görebilecek kadar keskinse de gözünden çok burnuna güvenmesinin sebebi buydu. Nereye kaybolduğunu bilmediği annesinin ardından doğadakinin aksine yeni bir anne babası ve evi olmuştu. Hatta insanı, başka şeyler yiyebilmeye başlayana kadar onu bir damlalıkla sulu süt içirerek beslemişti. Kumpir, annesinin, yeni doğmuş titrek bedenini, kapalı gözlerini yalayışını, gördüklerinden değil ama dokunsal hafızasıyla hatırlıyor, onu emmek için karnını itişini, kendine göre bir minder bulduğunda ya da insanının kucağına çıktığında yaptığı yumuşak pati hareketleriyle yeniden canlandırıyordu. Göstermeyi sevmese de insanlarına o günlerden kalma bir vefa ve sevgi bağı vardı. Bazen çaktırmadan, insanlarının bir yeri ağrıdığında, ağrıyan yere gidip yatışıyla, masaj yapar gibi pati dokunuşlarıyla ya da kendisini okşamalarına izin verişiyle (Kumpir’in fikrince bu adil bir karşılıktı) borcunu tatlılıkla öderdi. İyisiyle kötüsüyle insanlarıyla bir ömür geçirmişlerdi. Bir kedi için “aile” kavramından söz etmek ne kadar mümkünse o kadar aileydiler.

Kumpir, kendi kedi ailesini kurmayı bir kez denemişti. İlk denemesinde yavruları kırkını doldurup onu bunaltmaya başladıkları an yuvalandırılmışlardı. Hızlıca sevimli ama soğuk elli bir kedi doktoruna götürülmüş, iyileşmesi bir haftasını alan bir operasyon geçirmişti. Bunu onun iyiliği için yaptıklarını düşünseler de  bu konu çok su kaldırırdı. Kimin iyiliği için ve neden? İnsanlar her şeyi kontrol etmeyi seviyordu. Kedilerinse hayata dair bambaşka görüşleri vardı. Mesela kedilerin aileye bakışları onlarınkinden farklıydı. İnsanlar, çocuklarını yirmili yaşlarına kadar yanlarında tutmaya, her hareketlerine, karakterlerine yön vermeye çalışıyorlar, buna “çocuk büyütme” diyorlardı. Bu büyütme işi iki tarafı fazlasıyla hırpalıyordu. Kumpir insanların neden bu kadar ısrarcı ve kontrolcü olduğunu anlayamıyordu. Hayvanlar aleminde, “yavru büyütme” hızlı bir süreçti. Yavruların hayatta kalma yetenekleri gelişir gelişmez anneler, babalar aradan çekilir, yavruyu hayatın akışıyla baş başa bırakırlardı. Elbette bir yavru kaybettiklerinde üzülüyorlardı. Ama denge için bu önemliydi ve insanların dengeyi bu derece umursamadığı bir zamanda hayvanlara hele kedilere daha büyük sorumluluk düşüyordu. Akışa her müdahale başka bir aksaklığa sebep oluyor, insanlar yeni müdahale biçimleri buluyordu. Kedi insanları bazen uyum sağlamayı öğrenirlerdi ki bu onlar için çok büyük bir kazanç olurdu. Fakat en iyi insan bile bir noktada kedi doğasını kontrol etmeye çalışıyordu. Tırnak kestirmeler, kısırlaştırma ameliyatları, kuş ya da fare yakalayıp seçtiği birine hediye etmek isteyince yaşanan bağırış çağırış, kuru mamalar, boyna takılan küçük çanlı tasmalar, yazın tüy tıraş etmeler, ille bir sepet alıp onda yatmasını beklemeler, çişini, kakasını kuma yapmasını talep etmeler, evde keşfettiği sıcak noktalara ya da çıkmayı sevdiği raflara biblo yerleştirmeler, üstüne kazak giydirmeler, küçük çocuklara iyi davranmalarını beklemeler, kendisiyle baş başa kalmak için saklandığı köşeden çıksın diye ısrarla seslenmeler, mama kabını şıkırdatmalar… hep bu kontrolün sonuçlarıydı. Mesela Koko’nun araba lastiklerinde, ağaç gövdelerinde tırnaklarını esnetişini izlediği her seferde; vahşi doğasına duyduğu özlemle koltukları tırnaklamasının ardından ilk veteriner ziyaretinde tırnaklarının kısacık kesildiğini hatırlıyordu. İnsanları ev kedisi olduğu için tırnaklarına çok ihtiyaç duymadığını düşünüyorlardı ama özellikle etli bir mama yediğinde yemeğini kendisi avlamış gibi hisseder, detaylı avcı temizliği sırasında tırnaklarını esnetmeyi özlerdi.

Aslında küçük çanlı tasmalarla ilgili bir anısı vardı ve tasmalı gezmenin kedilere bir hakaret olduğunu düşünse de insanına bu konuda hak veriyordu. Kumpir küçükken insanı, olağanüstü bir durum yüzünden birkaç gün sadece gündüzleri mamasını, suyunu bırakmak için eve gelebilmişti. O da geceleri keşifler yapmış, dolaşırken güvenli olduğunu düşündüğü bir yere saklanmış orada uyuyakalmıştı. Sabah insanının seslendiğini duymuş, ses tonu yüzünden kızgın olduğunu sanarak yanına gitmemişti. İnsanı uzun aramaların ardından son çare mama kabının içine koyduğu kuru mamaları şıkırdatmıştı. Kumpir’in geldiği yeri görünce sinirleri bozulmuş, “bulaşık makinesinin içinde ne işin var senin?” diye ağlamıştı. İşte emektar çanını böyle edinmişti. Çekingenliğinin bedeli mahremiyeti olmuştu. Bir de insanların “cins kedi” sanarak pek rağbet ettiği engelli arkadaşları vardı. Bunların sesi çıkmaz, dertlerini anlatamazlardı. Hatta çoğu sağlık sorunları yüzünden bilgelik yolculuğunu yarım bırakırdı. Belki çan, kazak, kısırlaştırma ameliyatı onlar için doğru olabilirdi.

Kedi doktoru ziyaretleri ise ayrı bir maceraydı. Rutin kontroller ya da ani gelişen rahatsızlıklar için gittikleri bu insanlar aslında göze oldukça sevimli görünüyor ve çok şefkatli davranıyorlardı. Ancak Kumpir’in onlardaki bu iyiliği görecek hali olmuyordu. O saçma, küçücük, soğuk kutuya girmek, arabaya binmek, terk edilme korkusu yaşamak, soğuk eller tarafından ensesinden zapt edilmek her şeyi bozuyordu.  Ek olarak  sağlığındaki bir sıkıntı yüzünden gidiyorsa listeye ağrılar, sancılar ekleniyordu. Tüy tıraşı, ameliyatlar, kafaya takılan tuhaf huni, geceyi muayenehanede geçirmek tuzu biberi oluyordu.

Koko

Kumpir, dinlendirici kestirmesinin sonlarına yaklaşmıştı ki hassas bıyıkları, çevresinde bir değişikliği haber verdi. Kedilerin, bir hareketi, kokuyu algılamak için onu görmeleri, koklamaları gerekmezdi. Bıyıklarını o yöne çevirmeleri, şöyle bir uzatmaları yeterli olurdu. Titreşen bıyıklar bilgi aktarımını hemen yapıverirdi, Koko bahçeye gelmişti. Açıkça “Beni biraz yala” demek zor geldiği için bu genç, acemi ve çokbilmiş kedinin hayata dair bir sürü gevelemesini dinlemek, sorduğu tuhaf sorulara sabırla cevap vermek gerekiyordu. Bu kadar “bilgece” sohbetin ardından karşılıklı yalanmak bir tuhaf oluyordu ya kedilik işleri böyleydi. Koko’dan desteğini istemekten hala emin değilse de onun bu işin üstesinden gelebileceğini düşünüyordu.

Aslında Kumpir, Koko’yla sohbetlerinden gizli bir zevk alıyordu. Kediler, tecrübelerini yavrularına sınırlı bir süre göstererek öğretirler. Galiba onda insanlardan bulaşmış bir anlatma, öğretme tutkusu vardı. Koko’yla tanıştıklarında görerek öğrenme çağını geride bıraktığı için Koko soruyor, o cevaplıyordu. Kumpir, Koko’yu desteğini istemeden önce böyle hazırlamıştı. Koko gençti, değişik bir yapısı vardı. Yaparak değil, her şeyi sorup soruşturarak öğrenmek ve hata yapmadan yaşamak istiyordu. Kumpir’e bunun imkânsız olduğunu bazen doğrudan bazen dolaylı anlatmak düşmüştü. Koko bazen saçma şeylere takılıyor bazen de Kumpir’in bile cevap vermeden önce uzun uzun düşünmesine sebep olan derin sorular soruyordu.

Koko bugün hasta kokuyordu. Hemen suçlu suçlu açıklama yaptı. “Dün akşam komşular, çok sevdiğim yemekler verdiler. Biliyorsun hafta sonlarında çok fazla yiyecek oluyor. Bir hafta yetecek yiyeceği bir akşamda yedim. Şimdi bu haldeyim”. Kumpir fark ettirmeden gülümsedi. Kendi oburluklarını, midesini rahatlatmak için ot ararken evdeki yeşil pufun kenarlarını dişlediği zamanları hatırladı. Neyse ki bu bahçeli eve taşınmışlardı da kendi otlarını bulabilir olmuştu. Koko’ya bahçedeki taze kedi otlarını işaret ederek, “Biraz ye, rahatlarsın. Yalnız sakın bizim bahçeye kusma. İnsanlarım çok kızıyor” dedi. Koko da kusmak için öğürürken birilerinin gözünün önünde olmak istemez, telaş içinde attıkları “hayır, hayır, iğrenç!” çığlıklarını sevmezdi, Kumpir’e hak verdi. Rahat sohbet edebilmek için gidip otunu çiğnedi ve bahçede küçük bir tur attı. Kumpir onun iki bahçe arasındaki toprağa kusmasını sabırla bekledi.  

Koko’nun başka bir oburluk ziyafetinden sonra midesi bozulmuş, ona yiyecek veren kadın, hastalandığını anlayınca, “Ah yazık! Hasta mı oldun sen?” diyerek merhamet göstermişti. Koko kadının görebileceği bir yere kusup “Endişelenmene gerek kalmadı, bak artık daha iyiyim” demek istemişti Kadın iyileşmesine sevinmek yerine çığlıklar atıp öğürmüş, “İğreeennnçç!” demişti. İnsanların merhametine, sevgisine, öfkesine güvenilmiyordu. Ondan beri Koko görülmediği yerlere kusmayı tercih ediyordu. Bir de tüy yumağı çıkarma hikâyesi vardı ki ona hiç kimsenin midesi dayanmıyordu.

Koko, enerjisi yerine geldiğinde Kumpir’in yanına gidip oturdu. Tuhaf sorularına

başlayabilmek için bir işaret bekliyordu. Onunsa böyle bir işaret vermeye niyeti yoktu. Her zamankinden daha düşünceliydi. Aklında kırk kedi dolaşıyor, kırkının da kuyruğu birbirine değmiyor gibiydi. Genç kedi, doğrudan söze girdi. “Neyin var Kumpir?” Kumpir tam başlayacakken yutkunup kendini durdurdu. Koko daha da meraklandı. Yavaş yavaş patilerini yalayan Kumpir, “Biraz temizlenelim o sırada anlatırım” dedi. Koko’nun temizlik kısmını doğal karşılamasını umuyordu. Ötekinin canı sıkıldı ama arkadaşının hatırını kırmadı. Kendilerinin uzanamadıkları yerleri birbirlerine temizlettiler. Kısa, siyah tüylerle kaplı, avcı bedenini yalayan Koko sabırsızca Kumpir’in konuşmasını bekliyordu. O ise daha önce onlarca kere yaptığı gibi asıl konuya girmekten çoktan vazgeçmişti. “Geçen gün aklıma ne geldi Koko? Hani bazı kardeşlerimiz arasında son zamanda çok moda oldu. Neden yapıyorlar bilmiyorum. Pisliklerinin üstünü örtmüyorlar. Sakın sen böyle bir şey yapma. Kedilik gereği ihtiyaçlarımızı giderince toprakla kapatmalıyız. Hoş, toprak da kalmadı ya…” Koko’nun hevesi kursağında kalmıştı. Yine kedilik kurallarına gelmişti konu. İçinden gelmemesine rağmen bir süredir dikkatini çeken ve onu kızdıran bir şeyi sormaya karar verdi. “Türümüzde benim de anlayamadığım bir davranış var. Karnımız acıktığında ya da kaşınmak istediğimizde neden insanlara yaltaklanıyoruz? Bu kadar özgür karakterimize uymuyor bu! Ben kedilik onuruna yediremiyorum!” Kumpir gülümsedi. “Bütün kediler, gelmiş geçmiş bütün felsefeleri bilir. Buna ‘alma verme dengesi’ denir. Hafızanı dikkatli tara. Sen de o bilgileri bulacaksın. Bir şey alırsan vermelisin. Biraz yiyeceğe karşılık biraz okşama hakkı ya da biraz sevme talebine karşılık sevilme isteği. Yaltaklanma değil bu? Bir bağış aslında. İnsanımın beni okşama isteğine çoğu zaman ‘ah insan, bugün çok uslu durdun, bu akşam beni okşamana biraz izin verebilirim’ derim. Bir kediyi sevme fırsatı ne büyük şeref insanlar için!” Koko, “İyi cevap!” diye mırladı. Bundan sonra biri bir şey verdiğinde incinmeden yiyebilirdi. Bu felsefe kodları neredeyse, onları bulmalıydı. Belki o zaman Kumpir’in ustaca unutturmaya çalıştığı şu asıl konuyu dinlemeye hak kazanırdı. Ama o, kodları arayamadan işler değişti.

Günlükler!

Koko, Kumpir’in ağır kâmil bir kedi olduğunu düşünüyordu. Öyle başka kediler gibi önünde ip gezdirdiler, lazer tuttular, yumak yuvarladılar diye hoplayıp zıplamazdı. Bahçesine gittiğinde onu taklit etmeye çalışır, Kumpir gibi gözlerini kısarak sabırsızca ufukları tarıyor numarası yapardı. Kumpir onun bu hallerine güler, “Çok gençsin! Ömür yolculuğunda ilerledikçe böyle ufukları tarar gibi sebepleri aramayı bırakıp kabullenmeyi öğreneceksin” derdi. Al sana bir gizem daha: yolculuklar, sebepler, kabullenmeler… Koko, bu öğrenme işini tamamlayıp bir an önce gerçek yolculuklara çıkmak istiyordu. Bazen küçük görüldüğünü hissetse de Kumpir’le birlikte günün belli saatlerinde güneşli noktalara oturup manzarayı izlemeyi, doğan ya da batan güneşten şarj oluyormuşçasına enerji toplamayı, düşüncelere dalmayı severdi.

Kumpir bir iki gündür ortada yoktu. İnsanları nereye gittiğini bilmiyorlar, arayıp duruyorlardı. Kumpir’in kadın insanı arada camı açıp mama kabını şıkırdatıyor, “Kumpiiir!” diye umutsuzca sesleniyordu. Bu kayboluş onun kendine has, bilge tuhaflıklarından biri olmalıydı. Koko, bahçede kötü kötü dolaşırken farklı bir koku tespit etti. Farklıydı çünkü kelimelerden oluşuyordu. Gözlerini kapatarak dikkatinin tamamını burnunda ve bıyıklarında topladı. Birden ne bulduğunu anlayıverdi. Kumpir her yere mesajlar bırakmıştı. Merakla üstlerine atlarken az kalsın cümleleri dağıtacaktı! Acaba nereye gittiğini yazmış, bir açıklama, bir veda notu bırakmış olabilir miydi? Tek tek okumaktan başka çaresi yoktu. Burnu biraz yorulabilirdi ama öylesine endişe ve merak doluydu ki, hemen işe koyuldu. Kumpir tüm bahçeye ve Allah bilir daha nerelere, günlük yazmıştı… Yoksa bir türlü açıklamadığı esrarengiz konuyla mı ilgiliydi bunlar?

“Sevgili Günlük, beni biraz yorsa da bunları yazmalıyım. En azından Koko’ya nereye gittiğimi söylemeliyim. Koko’nun öğrenmesi gerektiğini düşündüğüm şeyler var onları da bu sayfalara sığdırmalıyım. Çünkü sevgili Koko’yla aramızda bir bağ olduğunu biliyorum. Ona hiç sezdirmedim ama benzer yönlerimiz çok. Kokocuk benim gibi öksüz yetim büyümüş. Benim gençliğimde yaptığım gibi o küçük pembe burnunu her yere soktuğu için günlükleri bulması muhtemel tek kişi Koko. Bu yüzden artık ona hitaben yazmalıyım.” Satırlar tam burada sona eriyordu. Koko şaşkınlıktan tırtıklı, pembe dilini yutacaktı neredeyse! Bu Kumpir ne demek istiyordu? Ukala ukala aylardır kafasını ütülediği yetmiyormuş gibi dedektif gibi iz sürmesini gerektirecek günlük sayfaları saçmıştı etrafa. Burnunu bahçede gezdirmeye başlarken, “Allahım! Bunları yağmur falan yağmadan ya da başka kediler kirletmeden nasıl bulup okuyacağım? Acaba ne kadar vaktim var?” diye düşündü.

Kumpir’in insanı

Kumpir’in yokluğu insanını çok endişelendiriyordu. Kedicikleri daha önce birkaç kere ortadan kaybolmuş hatta bir keresinde iki aya yakın dönmemişti. Yollarını gözlemiş, meraktan ölmüşlerdi. Kumpir’e ihanet olacak ya da geri döndüğünde yerine bir kedi sahiplendiklerini sanıp küsecek diye bahçeye kedi sokmamaya çalışıyordu. Kaç gündür geceli gündüzlü etrafı gözetliyordu. Bir kedi gelirse onu bahçeden çıkarıyor, kaldırımın kenarına azıcık mama döküp orada kalmalarını, içeri girmemelerini sağlamaya çalışıyordu. Sadece Koko… Koko’yla Kumpir’in sohbet eder gibi kısık gözlerle güneşe baktıklarını görmüş, “belki onlar da konuşuyorlardır!” diye düşünüp gülmüştü. Camı açıp mama kabını şıkırdattı, “Kumpiir!” diye seslendi. Şu Koko komik bir kediydi. Kumpir’i izleyip taklit ettiğine neredeyse yemin edebilirdi. Şimdi girmiş bahçede Kumpir’in son zamanlarda yeniden gezmeye başladığı köşeleri koklayıp duruyordu. Camı hüsranla kapatırken kendi kendine söylendi. “Sanırsın Sherlock! Neyin izini sürüyorsa?”

Koko

Burnu derin koklamalardan sonra karınca dolmuş gibi gıdıklanıyordu. Birkaç gündür Kumpir’in insanı bahçede sadece kendisine yemek veriyordu. Yoksa bir şeylerin peşinde olduğunu anlamış mıydı? Böyle düşünüyorsa haklıydı. O sırada tüylü de olsa çizilen derisinin acısına aldırmadan girdiği güllerin diplerinde yeni sayfalar buldu. Bahçe sulamasından korumak için en sık dalların, yaprakların olduğu yere bırakılmışlardı.

“Sevgili Koko, sen bu satırları okurken ben çoook uzaklarda olacağım. Ne kadar klasik oldu değil mi? İnsanlar böyle cümlelere klişe diyor. Bizim klişelerimiz bir türlü oluşmuyor, gelişmiyor Koko. Çünkü kedilerin pek çoğu yazabilme yeteneğine sahip olmalarına rağmen yazmıyorlar. Birincisi, ‘herkes yazarsa kim okuyacak?’ değil mi? İkincisi de biz yazarken insanlarınki gibi kalıcı yazı araç gereçlerinden yoksunuz. Bolca koku… Akıbeti bir yağmura bakıyor. Sonra okumak istesen de sağda solda birkaç kırık kelime… Kokocuğum, senden istediğim; ipuçlarını izle. Kalıcı yerlere bırakmaya çalıştım. Belki okuduklarından hareketle türümüzün evlerde yaşayanlarının bana göre en önemli sorununu çözmekte büyük rol oynayacaksın. Her şey ikimize bağlı Koko! Lütfen bugüne kadarki alışkanlığının tersine sabırlı ol. Bu işten sadece sabrı öğrenerek çıksan bile kâr edersin. Çünkü kedilerin en büyük hasleti budur. Şımarma diye yüzüne söylemedim ama sana güveniyorum! Bu yaptığımızın asıl sonucu nesiller boyunca türümüze yakışan bir kazanç sağlamamız olacak! İnan bana katlandığımız her şeye değer! Hadi yeni sayfaları ara…”

Satırlar burada bitiyordu. Koko, pek bir şey anlamamıştı. Sanki koku taraması yapmak çok kolaydı. Öfkesine rağmen Kumpir’in kendisi hakkındaki düşünceleri koltuklarını kabarttı. Onu oldukça bilge buluyordu. Birlikte oldukları her anı bir şeyler öğreniyor olmanın heyecanıyla geçirmişti. Bir anne yerine buradaki birkaç komşunun çabasıyla büyüdüğünden Kumpir’in rehberliği daha büyük önem kazanmıştı. Yine de bu ne büyük sorumluluktu! “Türümüze yakışan bir kazanç!” Her zamanki gibi gizemli konuşuyordu Kumpir. Neredeyse çıkıp gelse, yüz yüze konuşsalar olmaz mıydı? Bu gizemin sebebi neydi? Ama şimdi düşüncelere dalmanın sırası değildi. Günlüğün yeni sayfalarını bulması gerekiyordu. “Her yere soktuğu o küçük pembe burnu”na çok iş düşüyordu. Kumpir’in bahçede bıraktığı son günlük yapraklarını koklayıp bitirdi. Silinip gitmesinden korktuğu kokuları yakalamak için can havliyle koşarken aniden durdu. Başını kaldırdığında arabanın lastiğiyle burun burunaydı.  

Ev

Koko, Kumpir’in bu sayfaları ne zaman bıraktığını merak etti. Günlerce uğraşmış olmalıydı. Halbuki her geldiğinde onu otururken bulurdu. Onun nereye kaybolduğunu bulmak için sabırsızlanıyordu ama Kumpir sayfaları yazarken maharetini göstermiş öğütleriyle gizemi iç içe işlemişti. Koko, yeni bir sayfa bulduğunda, yüz yüzeyken tahammül edebildiği konulara sıra gelince hızla gözden geçiriyor, dikkatini gizemi aramaya yoğunlaştırıyordu. “Kokocuğum, bunları okuduğuna göre küçük pembe burnun üstüne düşeni yapıyor. Sayfaları bulabileceğinden emindim zaten. Uzun zamandır ziyaret etmediğim gül diplerini, mazı aralarını, eski çiçekliğin arkasını, bahçenin sonundaki duvarların diplerini, insanımın kullandığı deponun kıyısını köşesini, benim için açmalarını beklediğim kapıyı, fark ettiğin gibi, araba lastiklerini bile değerlendirdim. Arkamda bırakacağım vasiyetname için epey emek vermem gerekti. Tahminime göre yakın zamanda bir evin olacak Koko. Eğer insanların sana uygunsa evinin olması iyidir canım. Kardan, yağmurdan, hele fırtınalı havalardan kaçabileceğin bir sığınak çok güzeldir. İnsanların kediliğine saygı duyuyor ve seni seviyorlarsa bu bulunmaz nimettir. Utandığını, üşüdüğünü, arkadaşlarının seninle dalga geçtiğini düşünmeden tüylerini tıraş ettirmiyorlarsa bu bile yeter. Bir kere sokak kedisi olduysan hep sokak kedisi kalırsın. Benim insanlarım gibi insanlar, senin ikili hayatını sürdürmene özen gösterirler. Bu sana her türlü kötü şartta sağ kalman için benzersiz bir birikim verir. Her kedinin kendine has alışkanlıkları ve damak tadı vardır ama bazı genel prensiplere özen göster. Mesela su içerken taze su iç, bahçeyi falan ilaçlıyorlar suyun kirlenebilir. Kokusundan rahatsız olduğun tuhaf şeyleri yeme. Bahçelerdeki ‘geçyan’lara -hani sen geçince yanan ışıklar var ya onlara bu ismi taktım- dikkat et. Bütün avlanma zevkini yok edebilirler. Pek mümkün değil ama keskin bakışınla göremediğin bir şey olursa gözlerini yum. Kokular sana rehberlik edecektir.”  

Bulduğu sayfalarda gizeme dair tek kelime yoktu. Yalnız “vasiyetname” kelimesi aklını kurcalamıştı. İki gündür öyle yorulmuştu ki daha fazla düşünmek yerine burnunu biraz dinlendirmek için gölge bir köşeye çekildi. Etraftakiler onun sürekli yerleri koklayıp durmasına bir anlam veremiyorlar, “Köpeklere mi özendin?” diye dalga geçiyorlardı. “Bekleyin bakalım köpeklere mi özenmişim?” diye söylendi. Önemli bir görevi olduğuna kendisi de inanmıştı. Sonunda bütün çabasının beyhude çıkması ihtimali vardı ama merakı hala aramalarını teşvik edecek kadar büyüktü. Burnunu pembe fasulyelerinin arasına alıp uyuyakaldı. 

Kumpir’in insanı

Kumpircik günlerdir ortada yoktu. Sabah, akşam, gecenin bir yarısı, camdan, kapıdan eski bir oyunu tekrarlıyor, mama kabının içine koyduğu kuru mamaları sallıyor, onun kir pas içinde ya da pırıl pırıl, zayıflamış ya da şişmanlamış ama sağ olarak bir yerlerden çıkıp koşmasını bekliyordu. Evin tadı kalmamıştı. Her baktığında, Kumpir’i bahçenin bir yerinde şu küçük kara kediyle, hayatla alışverişini tamamlamış, kendisine bir sorun aktarıldığında gülümseyerek öğüt veren masalcı kadınlar gibi oturuyor bulmak istiyordu. Küçük kara kedi de onunla birlikte Kumpir’i arıyor gibiydi. Ne zaman baksa iz süren tazılar gibi bahçenin bir yerini kokladığını görüyordu. Bir şey bulabilmiş miydi acaba? Bulsa ona söyleyebilir miydi? Umutsuzca Kumpir’in sallanan sandalyesine oturdu. Birazdan kalkıp siyah kediye mama verecekti. Belki bir kedi daha sahiplenmenin vakti gelmişti. 

Koko

Gözlerini açtığında nerede olduğunu önce çıkaramadı. Kumpir’in insanının deposunun hemen girişinde yattığını fark edince şaşırdı. Hava birkaç gündür çok sıcaktı. Anlaşılan bulduğu ilk gölgelik yerde uyuyakalmıştı. Esneyip gerinirken solda, duvara dayalı kürek, tırmık, bel, kazma yığınının arkasında onu huzursuz eden bir şey fark etti. Tamamen ayağa kalkmadan bükülü patilerinin üstünde ilerledi. Orada her ne varsa onu ürkütmek istemiyordu. Yaklaştıkça tanıdık satırlar, bakır telleri andıran bıyıklarını titretti.   

Kumpir

“Sevgili Kokocuğum, sayfaların sonuna geldin. Sana öğretmem gereken birçok şey vardı daha. Kalıp bizzat öğretmeyi isterdim. Aramızda öğretmen-öğrenci ilişkisi varmış gibi görünmesine rağmen seninle dostuz. İyi bir öğretmen, öğrencisinin öğrenme hevesine güvenmeli ve onu öğrenmeye devam edeceği, yanlışlarından dersler alabileceği inancıyla serbest bırakmalıdır. İşte ben, o noktadayım. Bu son dersimiz! Sana söylemek istediğim en son ve aslına bakarsan -kıymetli yardımınla- mirasımız kılmaya çalıştığım en önemli konu; insanımı, sabah uyandığında ya da akşam yatmadan önce kucağını dolduracak cansız bir tüy yumağı bulmaktan korumak. Şahsen bu, benim insanıma vefa borcumdu. Şimdi diyeceksin ki, ‘hayatımız boyunca ‘nankörlüğümüzün’ dedikodusunu yapan insanlara böyle bir güzellik borçlu değiliz’. Haklısın! Ama sana günlük sayfalarında bahsettiğim büyük sorumluluk buydu. Dünya yolculuğumuzu insanımızın evinde ya da kedi doktorunun masasında tamamlarsak bu gerçek bir son olur. Halbuki büyüyü ve herkesin iyiliğini muhafaza edebilmek için bilgelik yolculuğumuzu başka türlü tamamlamalıyız. Bunun için kedilerin yüzlerce yıllık kısmi evcilleştirilme macerasının başından beri yaptıklarını yapmalı, ‘ortadan kaybolma’mı ayarlamalıydım. Yıllarca bir kaza olmadığı sürece kediler ömürlerinin sonuna geldiklerinde ortadan kayboldular. Sokaklarda, bahçelerde onlarca kedi ölüsü gören olmamıştır. Yeni yapılan bir ev için açılan temelden ölü kedi iskeletleri çıktığını ben hiç görmedim. Ancak araba çarparsa, soğuktan donarsa ya da doğumda ölürse, ölü kedi görülür. Son durumda annenin yeterli mahremiyeti varsa ölü kedi yavrularını yine kimse görmez. Çok uzun zaman beni terk ettiği için kızdığım annemin bile kaybolma sebebini biliyorum artık.  

Arkadaşlarımızı düşün Kokocuğum! Ortadan kaybolmak için çaba sarf eden ama bir şekilde insanları tarafından engellenen arkadaşlarımızı, Şila’yı, Mango’yu, Marni’yi… Kedi doktorunun masasında ‘uyutulmadan’ önce hepsi gitmeyi denedi. Kimini kamera kayıtlarından, kimini tasmalarındaki çiplerden bulup geri getirdiler. Tenha bir köşeye çekilip bugüne kadar yaşadığımız gibi bilgece ve doğallıkla gitmeye hakkımız olmalı Koko! Sen bu günlükleri okuyabildiğine göre bu hakkı geri almışım demektir. Bunu herkese anlatmalısın. Kaybolma zamanını bir şekilde biliyoruz, bunu değerlendirmeli ve gidebilmeliyiz. Planımı gerçekleştirmek için senden doğrudan yardım istemeye cesaret edemedim. İtiraf ediyorum, vedalaşmak zor geldiğinden birkaç günlük bir dedektiflik macerasının daha iyi sonuçlar vereceğini düşündüm. Daha önce de söylediğim gibi büyünün sürmesi için, hepimiz için Kokocuğum! Sevgiler…” 

Koko

Koko başını kaldırıp bıyıklarını oynatarak, okuduğu son koku zerrelerini rüzgârla dağılan hindiba tohumları gibi serbest bıraktı. Gizem çözülmüştü. Koko bunu herkese ama öncelikle Kumpir’in kadın insanına anlatmalıydı. Ona, “Kumpir, buradaki görevini tamamladı, gitmesi gerekiyordu. Hem de sizi sevdiği için…” demeliydi. Sadece miyavlayarak bunu nasıl anlatacağını kara kara düşünürken vurup durduğu dalların üstündeki kelebeği yanlışlıkla yakaladı. Kumpir görse bir canlının hayatını anlamlı bir sebep olmadan almasına çok kızardı … Aniden aklına kelebeğin kazayla ölümüne anlam katacak parlak bir fikir geldi. Kumpir’in insanının Kumpir duyup gelsin diye mama koyup şıkırdattığı kabın içine ölü kelebeği bırakıverdi. Kadın insan anlardı herhalde…

Esra Özer Duru, Ankara, Ağustos 2021.

Taze Taze Hikâyeler

BEKLEME ODASI

Mart ayı ortalarıydı. Hava, okullardaki mevsim tablolarında her zaman bahara dahil edilmesine rağmen, yıllardır rolüne direnen bu aya yakışı...

Yeni Yazılardan Haberdar Olun

Kaçırmayın!