22 Şubat 2021

BAKKALLARIMIZ ÜZERİNE MEŞRU BİR NOSTALJİ

Çocukluğuma dönüp baktığımda hatıralarımda iz bırakan çok şey olduğunu görüyorum. Bunların hepsini paylaşmak istemem ise oldukça “kişisel” yazılar yazmama neden oluyor. Ben de bu izlerin “toplumsal” olanlarını seçmeye çalışıyorum zaman zaman. Örneğin süpermarketlerin hayatımızı sorgusuz sualsiz işgalinden önce doğan kuşakların bakkallarla ilgili anıları vardır. En azından bakkal amcasından, arkadaşlarının seslendiği sırada “bir pergel, bir kalem, bir de çikolata” isteyen Erol’u hatırlarsınız. (https://youtu.be/MS7Ip3Qy3EA) Her ne kadar Erol’un hayatımıza girişi KDV’nin halkımıza benimsetilmesi amacıyla yayınlanan “kamu yararı spotlarıyla” olsa da “bakkal amca” imgesi bir yansıma bulmuştu orada. Özay Gönlüm’ün KDV’yle ilgili “Fişini de al Mustafa Aley” (https://youtu.be/z9F7DHdcJUA) şarkısını, Ayşegül-Ali Atik çiftinin “bir alışveriş bir fiş” (https://youtu.be/Ry_Jxkw1ASM) tekerlemesini hatırlatmayı bir vatandaşlık borcu olarak görüyorum. 😊

Neyse işte, küçük bir çocukken en sevdiğim şeyler arasında bakkala gitmek vardı. Para taşıma sorumluluğuna layık görülene dek bir büyük refakatinde gittiğim bakkala, daha sonra anneannemin “Hadi arkandan bakıyorum, çabuk git gel” tembihleriyle tek başına gitmeye başladım. Bakkal dükkânı bambaşka bir dünya gibiydi. Taze ekmek kokardı ekmek gelme saatlerinde. Bakkal önlüğüyle bizi karşılayan Kâmil Amca, ki hepsinin bir adı vardı ve bizimkininki Kâmil’di, henüz birisine gaz doldurup vermediyse, bisküvi ve sabun da kokular arasında olurdu. Nedense koyu maviye boyanmış tahta dolabın mandalına yetişemediğimiz için Kâmil Amca tezgâhın arkasından gelir ve bize ekmek seçerken yardımcı olurdu. Aklımızda “dikkat et, yanığını alma” sözleri… O zaman böyle poşet bolluğu yoktu. Ekmekleri ya yanımızda getirdiğimiz torbaya koyar ya da kollarımızın arasında taşırdık, sıcacık ve yana yana. Yere düşerse alıp üç kere öper sonra alnımıza koyardık. Pislikler, ekmeğin yani nimetin kutsiyetinde yok olup giderdi. Hesap denk çıkmayınca bakkal yollarında yerleri arayan bir grup çocuk… Bazen “arkamızdan bakan” yoksa ekmeğin yarısı yok olurdu küçük ağızlarda. En zevklisi buydu, hele alacakaranlık sonbahar akşamlarında... Yenen ekmeğin yerine yenisinin alındığı bile olurdu. Hazır ekmekten bahsederken, özellikle beklenen akşam ekmekleri vardı. “Üst bakkala gelmiş birazdan burada olur” avuntuları ile “aslında gelmese de muhabbet kesilmese” temennileri arasında geçen dakikalar, annelere karşı en geçerli mazeretlerdendi: “Ne yapalım ekmek bekledik!”

Ekmek beklemek ramazanlarda ayrı bir önem kazanırdı. Ezan okunmadan hemen önce iftar sofrasına yetiştirilen pide insana süper kahraman hissi verirdi. Düşünsenize, herkes sofrada ezanı ve sıcak pideyi bekliyor. Zamanlama çok mühim. Biraz bıçak sırtı! Geç kalırsanız durum kötü, erken gelirseniz pide soğur. Tam zamanında, ezan okunurken kapıda olmalı. Ama süreçlerin çoğu size bağlı değildir. Ekmek kamyonu gelecek mi, bakkaldaki pide sırası aşılabilecek mi, istediğiniz sayıda pide size düşecek mi ve kahramanımız sofradakilerin imdadına tam zamanında yetişebilecek mi? Cevabı için çocukluğunuzun bakkal maceralarına bakın.  

Diyorum ya bakkala gitmek bir macera gibiydi. Onun için büyükler bir tedbir daha düşünmüştü: “Şuraya tükürüyorum, kuruyana kadar dön.” Biraz iğrenç! Tükürüğün kuruma hızıyla ilgili bir spekülasyona girmeyeceğim tabii.

Bakkalın cam hazine sandığı: Tezgâh

Bakkal amcaların ne güzel tezgâhları vardı: Camdan hazine sandıkları. Aslında süpermarketlerin temeliydi bunlar. İçlerinde mumlar, kalemtıraşlar, pergeller, don lastikleri, çamaşır sodası, çamaşır kolası, silgi, önlük yakası, pudra, peynir, helva, pastırma, çeşitli “ortalarda” kareli, çizgili defterler, boya kalemleri, sulu ve pastel boyalar, çengelli iğneler, tebeşirler… Daha neler neler olurdu. Bakkalın duvarlarındaysa makarnalar, bakliyat çeşitleri, kokusu bunlara karışmasın diye ayrı duvara dizilen sabun tozları (deterjanlar yeniydi, yumuşatıcılar, kireç önleyiciler henüz icat edilmemişti) sabunlar, kibritler, sigaralar bulunurdu. Yağlar biraz ayrı bir yere konurdu, nedense onların dışları genellikle kirli olurdu. Bakkalın kapısındaki rengarenk plastik bantları (sineklik) aralayarak içeri girer, zemine serpilen talaşın üstünden tezgâha ilerler, boyumuz yetiyorsa içine para konsun diye tezgâha yerleştirilen eşantiyon tabağa paramızı koyar, isteklerimizi söylerdik. Boyu yetmeyenler kız kardeşim gibi tezgâhın önündeki ince kenara çıkar, bakkalı kızdırırdı. Türkçe kitaplarımızda bakkala girince sırasını bekleyen ya da yaşlılara devreden yüce gönüllü çocuklarla ilgili okuma parçaları vardı. Halbuki bakkalda büyükler varsa hakkı yenen genellikle çocuklar olurdu. Ses çıkarma cesaretini gösteremezsek ya da bakkalımız sıraya dikkat etmezse fazladan beklerdik.

Cazibe merkezi bisküvi kutuları

Bakkalın ben ve başka birçok çocuk için diğer cazibe merkezi bisküvi kutularıydı. Bisküvi firmalarının verdiği (tabii ki bayatlamasın diye) teneke kutuların camlı kapaklarından istediğimiz bisküviyi, gofreti seçerdik. O zamanlar bisküvilerin itibarı hayli yüksekti. Komşulara ikram edilirdi. Benim favorilerim (aslında hepsi) kaymaklı, oval, susamlı ve tuzlu bisküvilerdi. Öyle bebe bisküvisi falan sonradan çıktı. Bakkalımızın gazete kâğıdından yaptığı kese kâğıtlarına ya da külahlara aldığımız bisküvileri nemlenmeden tüketmek en büyük zevklerdendi. Çayımızı, şekerimizi, yumurtamızı, her şeyimizi bakkalımızdan alır, sabahın köründe açık bulduğumuz fedakâr bakkal amcamızın ne zaman uyuduğunu düşünüp üzülürdük.

O yıllarda oldukça fazla tüketilen gaz da (o zaman kimse üstüne gaz döküp kendini yakmıyordu. Ya gaz ocağına konuyordu ya gaz lambasına ya da bitlenen çocukların bitini ayıklamaya yarıyordu) bakkalın satış listesindeydi. Dükkânın dışında bir yere konan gaz deposunun musluğu hep akıtırdı. Üstünde koca bir asma kilit olurdu. En zevkli işlerden biri de Kâmil Amcadan sonraki bakkalımız Ömer Amcayı gaz doldururken ya da pastırma, helva, peynir keserken izlemekti. Ömer Amca, bidonuyla gelen birini görünce, dükkandaki bütün müşterilerin işini gördükten sonra gaz vermeye çıkardı. Elinde kalan gaz kokusunun bir süre geçmeyeceğini bilir, peynire, helvaya dokunmazdı. Bu durumlarda çok etkili olmasa da izlemesi zevkli diğer sihirli bir alet devreye girer, yanında küçük pompasıyla tuhaf kolonya şişesinin gösterisi başlardı. Ne gizemdi o! Arife günlerinin en sıra bekleteni olurdu.

Bir de bakkal efsaneleri vardı o zaman. “Yukarıdaki bakkalın önünde … liki buldum la!” şeklindeki söylentiler erkek çocuklar arasında hızla yayılır, söz konusu bakkalın önü, yerleri araştıran, bulduğu her gazoz kapağını inceleyen çocuklarla dolardı. Bazı bakkalların önü zaten dolu olurdu. Bunlar bakkal amcaların, tezgâhları delikanlı oğullarına terk ettikleri bakkallardı ki mahallenin ağır kâmil teyzeleri tarafından pek onaylanmazdı bu durum. Ömer Amca da sevmezdi öyle şeyi. Yalnızca dükkânın önünde kavrulan güzel ve taze kokulu çekirdekten nasibini almak için bekleyen “nezih” bir topluluk.

Eskinin bakkalları kredi kartına üç taksit yapmıyorlardı. Ama arkalarındaki “veresiye mal satılmaz” yazısına ve “peşin satan/veresiye satan” esnafı betimleyen resme rağmen veresiye verirlerdi. Kendilerince tuttukları bir defterleri olurdu. Kendi içinde bir mantığı olan defterlerde müşterilerini kolaylıkla bulurlardı. Bu arada bakkala “kusurlu ürün” iadesi de yapılmazdı. “Bunu geri götür” dendiğinde sırtımızdan aşağı soğuk terler akardı. Çünkü bakkalla geliştirdiğimiz dostluk bu iade durumunu kaldırmazdı. Bakkalımız ortak da kabul etmezdi. Birkaç gün görünmezsek hemen şüphelenir, başka bakkala gidip gitmediğimizi sorardı. Her alışverişte fiş vermek/almak hem bakkala hem bize zor geldiği için Ömer Amca alışverişlerimizi yanımızda götürüp getirdiğimiz bir sigara kartonu parçasına not alır, ay sonunda bunları hesaplayıp fişi toplu keserdi. İtinayla doldurulan vergi iade zarflarında …. Bakkaliyesinin fişleri yazılırdı.   

Bakkal amcaların sayesinde kahvaltı sofralarının, akşam yemeklerinin ya da iştahla yenen domates, peynir ve yeşil soğanlı ekmek öğünlerinin merakla beklenen önemli kişileri olurduk. Bazen son ekmek de satıldığı için kendilerine ayırdıkları ekmeği bizimle paylaşırlardı. Bazen küçük kardeşimizi çırak niyetine kaptırırdık, “niye ben değilim” hayıflanmaları ile. Bazen o sihirli tezgâhın arkasına geçip kokulu silgilere, gripinlere, kurşun kalemlere, defterlere yakından bakmak ayrıcalığını verirlerdi bize. Bazen kırılmış bir süt şişesini temizlerken azar işitiverirdik. Bazen alt kattaki depoda tuttukları toz şekere sabun kokusu sindiğini sessizce haber verirdik. Bazen teneke peynir kutularını açarken söylenmelerini dinlerdik.

Bir yere gitmek zorunda kalan anneler, anahtarlarını bakkala bırakırdı. Kiralık ev arayanlar önce bakkala sorardı. Bakkallar bizim buluşma yerlerimiz, eczanemiz, kırtasiyemiz, kuruyemişçimiz, gaz istasyonumuz, parfümerimiz, tuhafiyemiz, kısacası sokağımızın can damarıydı. Eski bakkallar market oldu. Ömer Amca bakkaldan market zinciri kurdu. Bakkala gitmek birçok yerde mazi oldu. Yine de dilerim adı markete dönüşse de küçük şehirlerde, mahallelerde hala bakkallar vardır ve çocukların hatıralarında yerini alır.     

Esra Özer Duru, Ankara, Nisan 2005’te Turuncu Dergisinde yayınlanan yazıya yeni eklemeler, Şubat 2021.

Taze Taze Hikâyeler

BEKLEME ODASI

Mart ayı ortalarıydı. Hava, okullardaki mevsim tablolarında her zaman bahara dahil edilmesine rağmen, yıllardır rolüne direnen bu aya yakışı...

Yeni Yazılardan Haberdar Olun

Kaçırmayın!