baba etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
baba etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

29 Ağustos 2021

BİR KEDİNİN KENDİ KADERİNİ TAYİN (SELF DETERMİNASYON) HAKKI

Yağmur hızlı hızlı yağıyordu. Oluklardan aktığını, camlara vurduğunu, merdivenlerde birikince küçük şelaleler oluşturduğunu duyabiliyordu. Gecenin bu saatlerine bayılırdı. Evdeki herkes yatar, Kumpir’in zamanı başlardı. Sağda solda çıkan örümcekleri, gündüzden içeri girmiş sinekleri yakalar, ortalığı tertemiz ederdi. Bahçeye çıkabildiği akşamlar daha renkli geçer, birkaç kurbağayla eğlenir, yarasaların peşinden koşar, bahçenin her tarafını kolaçan ederdi. Bu akşam içerde kalma akşamıydı. Örümceklerin, sineklerin canına okuduktan sonra yağmuru dinlemeye başladı. Kendisi dışarıda ıslanmıyorsa, yağmur gök gürültülü ve şimşekli değilse, onun sesiyle, kokusuyla huzur bulmakta hiçbir sakınca yoktu. Ama şimdi plan zamanıydı. Kumpir’in bir sorunu ve çözmek için sadece üç günü vardı. Kedi hisleri pek yanılmazdı. Acil desteğe ihtiyacı vardı. Desteği kimden alacağını bilse de nasıl alacağına henüz karar verememişti. Telaş onun tabiatında yoktu. Kediler kavga sırasında bile telaşlı görünmez. Birbirlerine saldırırken dahi ağır çekimde ya da manevralarının sonuçlarını o anda hesap ediyormuş gibi havada süzülerek hareket ederler. Kavga çağrılarıysa uzatılmış notalardan oluşur. Ama şimdi zaman sınırlı olduğundan Kumpir gerçekten acele etmeliydi. Oluktan akan suya tekrar kulak verdi. Bu ses, cama vurandan daha huzurluydu.

Sallanan sandalyeye atlarken oluşturduğu hareket nihayet durmuş, sandalye sallanmaz olmuştu. Sallanmaktan pek zevk almıyordu ama evde en rahat minder buradaydı. İnsanlar, bütün kedilerin yumuşak ve kabarık minderler sevdiği fikrine nereden kapılmışlardı bilmiyordu, yorgun bedeni artık neredeyse ortopedik kıvamda rahat edebiliyordu. Eskiden öyle miydi? İstediği yere tuhaf şekillerde kıvrılır yatardı. Bedeninin sağladığı esneklik onu bu lükse alıştırmıştı. Gözlerini kısıp sandalyenin önünde durduğu camdan dışarı baktı. Buradan ne manzaralar izlemişti! Pofur pofur yağan karlar, sicim gibi ince, seri yağmurlar, plastik çöp kutularını deviren, poşetleri uçurtma gibi dolaştıran rüzgârlar, dalları kandırıp erken çiçek açtıran güneşli günler, bir türlü içini dökmeyen gri bulutlar… Her gün bedeninde ayrı bir duygu uyanırdı. Esner, gerinir, kendisini günün duygusuna teslim ederdi. Kan akışı, bıyıklarının titreşimi, kulaklarının kıpırtısı hatta tüylerinin parlaklığı ona göre ayarlanırdı. Güneşli günlerde süzülen bir toz tanesinin peşine düşer, avının üstüne atlar gibi gerilip tozu tutmaya, iki patisini alkışlar gibi aniden kapatarak havada yakalamaya çalışırdı. Yağmurda, cama vuran damlaları yakalayabilmek için patilerinin pembe fasulyelerini soğuk camlara koyardı. Kar taneleri daha büyük bir bilmeceydi. Aşağı mı iniyor, tam yere değecekken yeniden yukarı mı yükseliyor, aklı bir türlü ermiyordu. Uzun zamandır küçük hareketlerin peşinde koşmak, hoplayıp zıplamak yerine bu sandalyeden manzara izlemeyi tercih ediyordu. Kediler gündüzleri genelde uyuduğu için bu değişikliğin farkında olan tek kişi kendisiydi. Evde keyfini kaçıran bir torun ya da misafir bulunmadığında sandalyenin üzerine hopluyordu. Aslında hoplamak artık küçük kaslarını zorluyordu. Mesela bahçe kapısının üstünden atlamak yerine kapının yanında birinin gelip kendisine kapıyı açmasını bekliyordu.

Gençken uyanır uyanmaz ilk işi bahçede örümcek ağlı, gül dikenli köşeleri bile dolaşıp koku bırakmak olurdu. Girip çıkmadığı yer kalmazdı. Her tarafına ağlar, dikenler, kuru otlar yapışırdı. İnsanı, onu böyle görünce, “Yine nerelere girdin? Temizlen de gel” diye söylenirdi. O da güneşli bir nokta bulur oraya yatar güzelce bütün bedenini yalar, temizliğini yapardı. Sonra ellerini göğsünün altına doğru saklayıp minyatür bir aslanmış gibi uyuklamaya dururdu. Artık çok umurunda değildi. Yalnızca kendi kokusuna tahammül edebileceği daha dar bir alanı işaretli tutmakla yetiniyordu. Bundan şikâyetçi değildi. Hem kedilik kanunlarından biri buydu “Hisler gelir ve gider. Esas olan an’dır”.

Sabah uyandığında güneşin ilk ışıkları bahçeye düşerken kedi kapısından çıkıp rutin işlerini yapmaya başladı. Bir an içinden, uzun zamandır gitmeye üşendiği, otomatik sulamanın bile erişmediği köşeleri bugün de es geçmek geldi. Bilakis yapmalıydı. Her yeri dolaştı. İşi bittiğinde yorulmuştu. Bakımlı bir kediydi. İnsanları ona özen gösteriyordu. Kadın insanı sık sık “Kediler de çocuklar gibidir, sevildikçe güzelleşir” derdi. Mavimsi beyaz, yer yer koyu kahverengi, aralara serpilmiş gibi duran küçük sarı desenleri vardı. İsmine biraz tombiş oluşu ilham vermişti. Kendisini pek güzel bulurdu. Uzun tüylerinin arasına giren otları, küçük sinekleri, karıncaları temizleyip yönleri karışan tüylerini taramak için güneş doğduğundan beri toprağı ısınan saksısına çıktı. İnsanı, saksıya çiçek dikmekten vazgeçmişti. Çünkü Kumpir üstüne yatarak ya da basarak çiçekleri kırıyor, buranın kendisine ait olduğunu anlatıp duruyordu. Tırtıklı tatlı diliyle uzanabildiği her yerini yalayarak temizleyip düzene soktu. Dilinin yetişmediği yerleri, kulak arkalarını, başını, ıslattığı patisiyle güzelce temizledi. Yalamak daha iyiydi ama yapacak bir şey yoktu. Annesi ne güzel temizlerdi. Bazen iyi bir arkadaş da işe yarardı. Şu salak sokak kedisi Koko gelse azıcık yalasa ne olurdu? İnsanı, onun için bir fırça aldıysa da fırçalanmak her zaman iyi gelmiyordu ve fırçayı birinin kullanması gerekiyordu. Hem bugün Koko’yu beklemesinin başka bir sebebi vardı. Belki doğrudan yardım istemez bir süredir hazırlandığı üzere ona emrivaki yapardı. O gelene kadar biraz kestirmeye karar verdi. Kedilerin cenin (anne karnı) pozisyonu sayılan gül böreği biçiminde kıvrıldı. Saksıda huzurlu huzurlu kendini pişirdi. Altında sıcak toprak, üstünde pırıl pırıl bir güneş iki yönden mis gibi ısındı.

Her şey on beş yıl önce bu bahçede başlamıştı. Kadın insanının bazen kendisini okşarken masal gibi anlattığına göre, annesi, toyluğundan mı nedir ani bir karar alıp bahçe malzemelerinin bulunduğu dolabın üçüncü rafında doğum yapmıştı. Başka bir kedi diğerlerinin ölümüne yol açana kadar dört kardeştiler. Anne kedi henüz çok gençti ve dolabın üçüncü rafı kardeşlerini korumak için uygun şartlar sunmamıştı. Bahçenin sahipleri (şimdiki insanları) onları kurtarmak için çok çabalamışlar, sadece Kumpir sağ kurtulmuştu. Anne kedi saatlerce ölen yavrularını aramış, doğum yaptığı yerleri koklamıştı. Kumpir’in gözleri, annesinin yalamalarıyla altı günlükken açıldığı için bundan sonrası onun hafızasında da vardı... Tam süt mavisi gözleriyle annesini net görebilmeye başladığı zamanlar annesi kayıplara karışmıştı. Bu yüzden anneciğinin kalın bir sis ardındaki görüntüsünün aksine kokusunu gayet iyi hatırlıyordu. Gözleri şimdilerde karanlıkta bile görebilecek kadar keskinse de gözünden çok burnuna güvenmesinin sebebi buydu. Nereye kaybolduğunu bilmediği annesinin ardından doğadakinin aksine yeni bir anne babası ve evi olmuştu. Hatta insanı, başka şeyler yiyebilmeye başlayana kadar onu bir damlalıkla sulu süt içirerek beslemişti. Kumpir, annesinin, yeni doğmuş titrek bedenini, kapalı gözlerini yalayışını, gördüklerinden değil ama dokunsal hafızasıyla hatırlıyor, onu emmek için karnını itişini, kendine göre bir minder bulduğunda ya da insanının kucağına çıktığında yaptığı yumuşak pati hareketleriyle yeniden canlandırıyordu. Göstermeyi sevmese de insanlarına o günlerden kalma bir vefa ve sevgi bağı vardı. Bazen çaktırmadan, insanlarının bir yeri ağrıdığında, ağrıyan yere gidip yatışıyla, masaj yapar gibi pati dokunuşlarıyla ya da kendisini okşamalarına izin verişiyle (Kumpir’in fikrince bu adil bir karşılıktı) borcunu tatlılıkla öderdi. İyisiyle kötüsüyle insanlarıyla bir ömür geçirmişlerdi. Bir kedi için “aile” kavramından söz etmek ne kadar mümkünse o kadar aileydiler.

Kumpir, kendi kedi ailesini kurmayı bir kez denemişti. İlk denemesinde yavruları kırkını doldurup onu bunaltmaya başladıkları an yuvalandırılmışlardı. Hızlıca sevimli ama soğuk elli bir kedi doktoruna götürülmüş, iyileşmesi bir haftasını alan bir operasyon geçirmişti. Bunu onun iyiliği için yaptıklarını düşünseler de  bu konu çok su kaldırırdı. Kimin iyiliği için ve neden? İnsanlar her şeyi kontrol etmeyi seviyordu. Kedilerinse hayata dair bambaşka görüşleri vardı. Mesela kedilerin aileye bakışları onlarınkinden farklıydı. İnsanlar, çocuklarını yirmili yaşlarına kadar yanlarında tutmaya, her hareketlerine, karakterlerine yön vermeye çalışıyorlar, buna “çocuk büyütme” diyorlardı. Bu büyütme işi iki tarafı fazlasıyla hırpalıyordu. Kumpir insanların neden bu kadar ısrarcı ve kontrolcü olduğunu anlayamıyordu. Hayvanlar aleminde, “yavru büyütme” hızlı bir süreçti. Yavruların hayatta kalma yetenekleri gelişir gelişmez anneler, babalar aradan çekilir, yavruyu hayatın akışıyla baş başa bırakırlardı. Elbette bir yavru kaybettiklerinde üzülüyorlardı. Ama denge için bu önemliydi ve insanların dengeyi bu derece umursamadığı bir zamanda hayvanlara hele kedilere daha büyük sorumluluk düşüyordu. Akışa her müdahale başka bir aksaklığa sebep oluyor, insanlar yeni müdahale biçimleri buluyordu. Kedi insanları bazen uyum sağlamayı öğrenirlerdi ki bu onlar için çok büyük bir kazanç olurdu. Fakat en iyi insan bile bir noktada kedi doğasını kontrol etmeye çalışıyordu. Tırnak kestirmeler, kısırlaştırma ameliyatları, kuş ya da fare yakalayıp seçtiği birine hediye etmek isteyince yaşanan bağırış çağırış, kuru mamalar, boyna takılan küçük çanlı tasmalar, yazın tüy tıraş etmeler, ille bir sepet alıp onda yatmasını beklemeler, çişini, kakasını kuma yapmasını talep etmeler, evde keşfettiği sıcak noktalara ya da çıkmayı sevdiği raflara biblo yerleştirmeler, üstüne kazak giydirmeler, küçük çocuklara iyi davranmalarını beklemeler, kendisiyle baş başa kalmak için saklandığı köşeden çıksın diye ısrarla seslenmeler, mama kabını şıkırdatmalar… hep bu kontrolün sonuçlarıydı. Mesela Koko’nun araba lastiklerinde, ağaç gövdelerinde tırnaklarını esnetişini izlediği her seferde; vahşi doğasına duyduğu özlemle koltukları tırnaklamasının ardından ilk veteriner ziyaretinde tırnaklarının kısacık kesildiğini hatırlıyordu. İnsanları ev kedisi olduğu için tırnaklarına çok ihtiyaç duymadığını düşünüyorlardı ama özellikle etli bir mama yediğinde yemeğini kendisi avlamış gibi hisseder, detaylı avcı temizliği sırasında tırnaklarını esnetmeyi özlerdi.

Aslında küçük çanlı tasmalarla ilgili bir anısı vardı ve tasmalı gezmenin kedilere bir hakaret olduğunu düşünse de insanına bu konuda hak veriyordu. Kumpir küçükken insanı, olağanüstü bir durum yüzünden birkaç gün sadece gündüzleri mamasını, suyunu bırakmak için eve gelebilmişti. O da geceleri keşifler yapmış, dolaşırken güvenli olduğunu düşündüğü bir yere saklanmış orada uyuyakalmıştı. Sabah insanının seslendiğini duymuş, ses tonu yüzünden kızgın olduğunu sanarak yanına gitmemişti. İnsanı uzun aramaların ardından son çare mama kabının içine koyduğu kuru mamaları şıkırdatmıştı. Kumpir’in geldiği yeri görünce sinirleri bozulmuş, “bulaşık makinesinin içinde ne işin var senin?” diye ağlamıştı. İşte emektar çanını böyle edinmişti. Çekingenliğinin bedeli mahremiyeti olmuştu. Bir de insanların “cins kedi” sanarak pek rağbet ettiği engelli arkadaşları vardı. Bunların sesi çıkmaz, dertlerini anlatamazlardı. Hatta çoğu sağlık sorunları yüzünden bilgelik yolculuğunu yarım bırakırdı. Belki çan, kazak, kısırlaştırma ameliyatı onlar için doğru olabilirdi.

Kedi doktoru ziyaretleri ise ayrı bir maceraydı. Rutin kontroller ya da ani gelişen rahatsızlıklar için gittikleri bu insanlar aslında göze oldukça sevimli görünüyor ve çok şefkatli davranıyorlardı. Ancak Kumpir’in onlardaki bu iyiliği görecek hali olmuyordu. O saçma, küçücük, soğuk kutuya girmek, arabaya binmek, terk edilme korkusu yaşamak, soğuk eller tarafından ensesinden zapt edilmek her şeyi bozuyordu.  Ek olarak  sağlığındaki bir sıkıntı yüzünden gidiyorsa listeye ağrılar, sancılar ekleniyordu. Tüy tıraşı, ameliyatlar, kafaya takılan tuhaf huni, geceyi muayenehanede geçirmek tuzu biberi oluyordu.

Koko

Kumpir, dinlendirici kestirmesinin sonlarına yaklaşmıştı ki hassas bıyıkları, çevresinde bir değişikliği haber verdi. Kedilerin, bir hareketi, kokuyu algılamak için onu görmeleri, koklamaları gerekmezdi. Bıyıklarını o yöne çevirmeleri, şöyle bir uzatmaları yeterli olurdu. Titreşen bıyıklar bilgi aktarımını hemen yapıverirdi, Koko bahçeye gelmişti. Açıkça “Beni biraz yala” demek zor geldiği için bu genç, acemi ve çokbilmiş kedinin hayata dair bir sürü gevelemesini dinlemek, sorduğu tuhaf sorulara sabırla cevap vermek gerekiyordu. Bu kadar “bilgece” sohbetin ardından karşılıklı yalanmak bir tuhaf oluyordu ya kedilik işleri böyleydi. Koko’dan desteğini istemekten hala emin değilse de onun bu işin üstesinden gelebileceğini düşünüyordu.

Aslında Kumpir, Koko’yla sohbetlerinden gizli bir zevk alıyordu. Kediler, tecrübelerini yavrularına sınırlı bir süre göstererek öğretirler. Galiba onda insanlardan bulaşmış bir anlatma, öğretme tutkusu vardı. Koko’yla tanıştıklarında görerek öğrenme çağını geride bıraktığı için Koko soruyor, o cevaplıyordu. Kumpir, Koko’yu desteğini istemeden önce böyle hazırlamıştı. Koko gençti, değişik bir yapısı vardı. Yaparak değil, her şeyi sorup soruşturarak öğrenmek ve hata yapmadan yaşamak istiyordu. Kumpir’e bunun imkânsız olduğunu bazen doğrudan bazen dolaylı anlatmak düşmüştü. Koko bazen saçma şeylere takılıyor bazen de Kumpir’in bile cevap vermeden önce uzun uzun düşünmesine sebep olan derin sorular soruyordu.

Koko bugün hasta kokuyordu. Hemen suçlu suçlu açıklama yaptı. “Dün akşam komşular, çok sevdiğim yemekler verdiler. Biliyorsun hafta sonlarında çok fazla yiyecek oluyor. Bir hafta yetecek yiyeceği bir akşamda yedim. Şimdi bu haldeyim”. Kumpir fark ettirmeden gülümsedi. Kendi oburluklarını, midesini rahatlatmak için ot ararken evdeki yeşil pufun kenarlarını dişlediği zamanları hatırladı. Neyse ki bu bahçeli eve taşınmışlardı da kendi otlarını bulabilir olmuştu. Koko’ya bahçedeki taze kedi otlarını işaret ederek, “Biraz ye, rahatlarsın. Yalnız sakın bizim bahçeye kusma. İnsanlarım çok kızıyor” dedi. Koko da kusmak için öğürürken birilerinin gözünün önünde olmak istemez, telaş içinde attıkları “hayır, hayır, iğrenç!” çığlıklarını sevmezdi, Kumpir’e hak verdi. Rahat sohbet edebilmek için gidip otunu çiğnedi ve bahçede küçük bir tur attı. Kumpir onun iki bahçe arasındaki toprağa kusmasını sabırla bekledi.  

Koko’nun başka bir oburluk ziyafetinden sonra midesi bozulmuş, ona yiyecek veren kadın, hastalandığını anlayınca, “Ah yazık! Hasta mı oldun sen?” diyerek merhamet göstermişti. Koko kadının görebileceği bir yere kusup “Endişelenmene gerek kalmadı, bak artık daha iyiyim” demek istemişti Kadın iyileşmesine sevinmek yerine çığlıklar atıp öğürmüş, “İğreeennnçç!” demişti. İnsanların merhametine, sevgisine, öfkesine güvenilmiyordu. Ondan beri Koko görülmediği yerlere kusmayı tercih ediyordu. Bir de tüy yumağı çıkarma hikâyesi vardı ki ona hiç kimsenin midesi dayanmıyordu.

Koko, enerjisi yerine geldiğinde Kumpir’in yanına gidip oturdu. Tuhaf sorularına

başlayabilmek için bir işaret bekliyordu. Onunsa böyle bir işaret vermeye niyeti yoktu. Her zamankinden daha düşünceliydi. Aklında kırk kedi dolaşıyor, kırkının da kuyruğu birbirine değmiyor gibiydi. Genç kedi, doğrudan söze girdi. “Neyin var Kumpir?” Kumpir tam başlayacakken yutkunup kendini durdurdu. Koko daha da meraklandı. Yavaş yavaş patilerini yalayan Kumpir, “Biraz temizlenelim o sırada anlatırım” dedi. Koko’nun temizlik kısmını doğal karşılamasını umuyordu. Ötekinin canı sıkıldı ama arkadaşının hatırını kırmadı. Kendilerinin uzanamadıkları yerleri birbirlerine temizlettiler. Kısa, siyah tüylerle kaplı, avcı bedenini yalayan Koko sabırsızca Kumpir’in konuşmasını bekliyordu. O ise daha önce onlarca kere yaptığı gibi asıl konuya girmekten çoktan vazgeçmişti. “Geçen gün aklıma ne geldi Koko? Hani bazı kardeşlerimiz arasında son zamanda çok moda oldu. Neden yapıyorlar bilmiyorum. Pisliklerinin üstünü örtmüyorlar. Sakın sen böyle bir şey yapma. Kedilik gereği ihtiyaçlarımızı giderince toprakla kapatmalıyız. Hoş, toprak da kalmadı ya…” Koko’nun hevesi kursağında kalmıştı. Yine kedilik kurallarına gelmişti konu. İçinden gelmemesine rağmen bir süredir dikkatini çeken ve onu kızdıran bir şeyi sormaya karar verdi. “Türümüzde benim de anlayamadığım bir davranış var. Karnımız acıktığında ya da kaşınmak istediğimizde neden insanlara yaltaklanıyoruz? Bu kadar özgür karakterimize uymuyor bu! Ben kedilik onuruna yediremiyorum!” Kumpir gülümsedi. “Bütün kediler, gelmiş geçmiş bütün felsefeleri bilir. Buna ‘alma verme dengesi’ denir. Hafızanı dikkatli tara. Sen de o bilgileri bulacaksın. Bir şey alırsan vermelisin. Biraz yiyeceğe karşılık biraz okşama hakkı ya da biraz sevme talebine karşılık sevilme isteği. Yaltaklanma değil bu? Bir bağış aslında. İnsanımın beni okşama isteğine çoğu zaman ‘ah insan, bugün çok uslu durdun, bu akşam beni okşamana biraz izin verebilirim’ derim. Bir kediyi sevme fırsatı ne büyük şeref insanlar için!” Koko, “İyi cevap!” diye mırladı. Bundan sonra biri bir şey verdiğinde incinmeden yiyebilirdi. Bu felsefe kodları neredeyse, onları bulmalıydı. Belki o zaman Kumpir’in ustaca unutturmaya çalıştığı şu asıl konuyu dinlemeye hak kazanırdı. Ama o, kodları arayamadan işler değişti.

Günlükler!

Koko, Kumpir’in ağır kâmil bir kedi olduğunu düşünüyordu. Öyle başka kediler gibi önünde ip gezdirdiler, lazer tuttular, yumak yuvarladılar diye hoplayıp zıplamazdı. Bahçesine gittiğinde onu taklit etmeye çalışır, Kumpir gibi gözlerini kısarak sabırsızca ufukları tarıyor numarası yapardı. Kumpir onun bu hallerine güler, “Çok gençsin! Ömür yolculuğunda ilerledikçe böyle ufukları tarar gibi sebepleri aramayı bırakıp kabullenmeyi öğreneceksin” derdi. Al sana bir gizem daha: yolculuklar, sebepler, kabullenmeler… Koko, bu öğrenme işini tamamlayıp bir an önce gerçek yolculuklara çıkmak istiyordu. Bazen küçük görüldüğünü hissetse de Kumpir’le birlikte günün belli saatlerinde güneşli noktalara oturup manzarayı izlemeyi, doğan ya da batan güneşten şarj oluyormuşçasına enerji toplamayı, düşüncelere dalmayı severdi.

Kumpir bir iki gündür ortada yoktu. İnsanları nereye gittiğini bilmiyorlar, arayıp duruyorlardı. Kumpir’in kadın insanı arada camı açıp mama kabını şıkırdatıyor, “Kumpiiir!” diye umutsuzca sesleniyordu. Bu kayboluş onun kendine has, bilge tuhaflıklarından biri olmalıydı. Koko, bahçede kötü kötü dolaşırken farklı bir koku tespit etti. Farklıydı çünkü kelimelerden oluşuyordu. Gözlerini kapatarak dikkatinin tamamını burnunda ve bıyıklarında topladı. Birden ne bulduğunu anlayıverdi. Kumpir her yere mesajlar bırakmıştı. Merakla üstlerine atlarken az kalsın cümleleri dağıtacaktı! Acaba nereye gittiğini yazmış, bir açıklama, bir veda notu bırakmış olabilir miydi? Tek tek okumaktan başka çaresi yoktu. Burnu biraz yorulabilirdi ama öylesine endişe ve merak doluydu ki, hemen işe koyuldu. Kumpir tüm bahçeye ve Allah bilir daha nerelere, günlük yazmıştı… Yoksa bir türlü açıklamadığı esrarengiz konuyla mı ilgiliydi bunlar?

“Sevgili Günlük, beni biraz yorsa da bunları yazmalıyım. En azından Koko’ya nereye gittiğimi söylemeliyim. Koko’nun öğrenmesi gerektiğini düşündüğüm şeyler var onları da bu sayfalara sığdırmalıyım. Çünkü sevgili Koko’yla aramızda bir bağ olduğunu biliyorum. Ona hiç sezdirmedim ama benzer yönlerimiz çok. Kokocuk benim gibi öksüz yetim büyümüş. Benim gençliğimde yaptığım gibi o küçük pembe burnunu her yere soktuğu için günlükleri bulması muhtemel tek kişi Koko. Bu yüzden artık ona hitaben yazmalıyım.” Satırlar tam burada sona eriyordu. Koko şaşkınlıktan tırtıklı, pembe dilini yutacaktı neredeyse! Bu Kumpir ne demek istiyordu? Ukala ukala aylardır kafasını ütülediği yetmiyormuş gibi dedektif gibi iz sürmesini gerektirecek günlük sayfaları saçmıştı etrafa. Burnunu bahçede gezdirmeye başlarken, “Allahım! Bunları yağmur falan yağmadan ya da başka kediler kirletmeden nasıl bulup okuyacağım? Acaba ne kadar vaktim var?” diye düşündü.

Kumpir’in insanı

Kumpir’in yokluğu insanını çok endişelendiriyordu. Kedicikleri daha önce birkaç kere ortadan kaybolmuş hatta bir keresinde iki aya yakın dönmemişti. Yollarını gözlemiş, meraktan ölmüşlerdi. Kumpir’e ihanet olacak ya da geri döndüğünde yerine bir kedi sahiplendiklerini sanıp küsecek diye bahçeye kedi sokmamaya çalışıyordu. Kaç gündür geceli gündüzlü etrafı gözetliyordu. Bir kedi gelirse onu bahçeden çıkarıyor, kaldırımın kenarına azıcık mama döküp orada kalmalarını, içeri girmemelerini sağlamaya çalışıyordu. Sadece Koko… Koko’yla Kumpir’in sohbet eder gibi kısık gözlerle güneşe baktıklarını görmüş, “belki onlar da konuşuyorlardır!” diye düşünüp gülmüştü. Camı açıp mama kabını şıkırdattı, “Kumpiir!” diye seslendi. Şu Koko komik bir kediydi. Kumpir’i izleyip taklit ettiğine neredeyse yemin edebilirdi. Şimdi girmiş bahçede Kumpir’in son zamanlarda yeniden gezmeye başladığı köşeleri koklayıp duruyordu. Camı hüsranla kapatırken kendi kendine söylendi. “Sanırsın Sherlock! Neyin izini sürüyorsa?”

Koko

Burnu derin koklamalardan sonra karınca dolmuş gibi gıdıklanıyordu. Birkaç gündür Kumpir’in insanı bahçede sadece kendisine yemek veriyordu. Yoksa bir şeylerin peşinde olduğunu anlamış mıydı? Böyle düşünüyorsa haklıydı. O sırada tüylü de olsa çizilen derisinin acısına aldırmadan girdiği güllerin diplerinde yeni sayfalar buldu. Bahçe sulamasından korumak için en sık dalların, yaprakların olduğu yere bırakılmışlardı.

“Sevgili Koko, sen bu satırları okurken ben çoook uzaklarda olacağım. Ne kadar klasik oldu değil mi? İnsanlar böyle cümlelere klişe diyor. Bizim klişelerimiz bir türlü oluşmuyor, gelişmiyor Koko. Çünkü kedilerin pek çoğu yazabilme yeteneğine sahip olmalarına rağmen yazmıyorlar. Birincisi, ‘herkes yazarsa kim okuyacak?’ değil mi? İkincisi de biz yazarken insanlarınki gibi kalıcı yazı araç gereçlerinden yoksunuz. Bolca koku… Akıbeti bir yağmura bakıyor. Sonra okumak istesen de sağda solda birkaç kırık kelime… Kokocuğum, senden istediğim; ipuçlarını izle. Kalıcı yerlere bırakmaya çalıştım. Belki okuduklarından hareketle türümüzün evlerde yaşayanlarının bana göre en önemli sorununu çözmekte büyük rol oynayacaksın. Her şey ikimize bağlı Koko! Lütfen bugüne kadarki alışkanlığının tersine sabırlı ol. Bu işten sadece sabrı öğrenerek çıksan bile kâr edersin. Çünkü kedilerin en büyük hasleti budur. Şımarma diye yüzüne söylemedim ama sana güveniyorum! Bu yaptığımızın asıl sonucu nesiller boyunca türümüze yakışan bir kazanç sağlamamız olacak! İnan bana katlandığımız her şeye değer! Hadi yeni sayfaları ara…”

Satırlar burada bitiyordu. Koko, pek bir şey anlamamıştı. Sanki koku taraması yapmak çok kolaydı. Öfkesine rağmen Kumpir’in kendisi hakkındaki düşünceleri koltuklarını kabarttı. Onu oldukça bilge buluyordu. Birlikte oldukları her anı bir şeyler öğreniyor olmanın heyecanıyla geçirmişti. Bir anne yerine buradaki birkaç komşunun çabasıyla büyüdüğünden Kumpir’in rehberliği daha büyük önem kazanmıştı. Yine de bu ne büyük sorumluluktu! “Türümüze yakışan bir kazanç!” Her zamanki gibi gizemli konuşuyordu Kumpir. Neredeyse çıkıp gelse, yüz yüze konuşsalar olmaz mıydı? Bu gizemin sebebi neydi? Ama şimdi düşüncelere dalmanın sırası değildi. Günlüğün yeni sayfalarını bulması gerekiyordu. “Her yere soktuğu o küçük pembe burnu”na çok iş düşüyordu. Kumpir’in bahçede bıraktığı son günlük yapraklarını koklayıp bitirdi. Silinip gitmesinden korktuğu kokuları yakalamak için can havliyle koşarken aniden durdu. Başını kaldırdığında arabanın lastiğiyle burun burunaydı.  

Ev

Koko, Kumpir’in bu sayfaları ne zaman bıraktığını merak etti. Günlerce uğraşmış olmalıydı. Halbuki her geldiğinde onu otururken bulurdu. Onun nereye kaybolduğunu bulmak için sabırsızlanıyordu ama Kumpir sayfaları yazarken maharetini göstermiş öğütleriyle gizemi iç içe işlemişti. Koko, yeni bir sayfa bulduğunda, yüz yüzeyken tahammül edebildiği konulara sıra gelince hızla gözden geçiriyor, dikkatini gizemi aramaya yoğunlaştırıyordu. “Kokocuğum, bunları okuduğuna göre küçük pembe burnun üstüne düşeni yapıyor. Sayfaları bulabileceğinden emindim zaten. Uzun zamandır ziyaret etmediğim gül diplerini, mazı aralarını, eski çiçekliğin arkasını, bahçenin sonundaki duvarların diplerini, insanımın kullandığı deponun kıyısını köşesini, benim için açmalarını beklediğim kapıyı, fark ettiğin gibi, araba lastiklerini bile değerlendirdim. Arkamda bırakacağım vasiyetname için epey emek vermem gerekti. Tahminime göre yakın zamanda bir evin olacak Koko. Eğer insanların sana uygunsa evinin olması iyidir canım. Kardan, yağmurdan, hele fırtınalı havalardan kaçabileceğin bir sığınak çok güzeldir. İnsanların kediliğine saygı duyuyor ve seni seviyorlarsa bu bulunmaz nimettir. Utandığını, üşüdüğünü, arkadaşlarının seninle dalga geçtiğini düşünmeden tüylerini tıraş ettirmiyorlarsa bu bile yeter. Bir kere sokak kedisi olduysan hep sokak kedisi kalırsın. Benim insanlarım gibi insanlar, senin ikili hayatını sürdürmene özen gösterirler. Bu sana her türlü kötü şartta sağ kalman için benzersiz bir birikim verir. Her kedinin kendine has alışkanlıkları ve damak tadı vardır ama bazı genel prensiplere özen göster. Mesela su içerken taze su iç, bahçeyi falan ilaçlıyorlar suyun kirlenebilir. Kokusundan rahatsız olduğun tuhaf şeyleri yeme. Bahçelerdeki ‘geçyan’lara -hani sen geçince yanan ışıklar var ya onlara bu ismi taktım- dikkat et. Bütün avlanma zevkini yok edebilirler. Pek mümkün değil ama keskin bakışınla göremediğin bir şey olursa gözlerini yum. Kokular sana rehberlik edecektir.”  

Bulduğu sayfalarda gizeme dair tek kelime yoktu. Yalnız “vasiyetname” kelimesi aklını kurcalamıştı. İki gündür öyle yorulmuştu ki daha fazla düşünmek yerine burnunu biraz dinlendirmek için gölge bir köşeye çekildi. Etraftakiler onun sürekli yerleri koklayıp durmasına bir anlam veremiyorlar, “Köpeklere mi özendin?” diye dalga geçiyorlardı. “Bekleyin bakalım köpeklere mi özenmişim?” diye söylendi. Önemli bir görevi olduğuna kendisi de inanmıştı. Sonunda bütün çabasının beyhude çıkması ihtimali vardı ama merakı hala aramalarını teşvik edecek kadar büyüktü. Burnunu pembe fasulyelerinin arasına alıp uyuyakaldı. 

Kumpir’in insanı

Kumpircik günlerdir ortada yoktu. Sabah, akşam, gecenin bir yarısı, camdan, kapıdan eski bir oyunu tekrarlıyor, mama kabının içine koyduğu kuru mamaları sallıyor, onun kir pas içinde ya da pırıl pırıl, zayıflamış ya da şişmanlamış ama sağ olarak bir yerlerden çıkıp koşmasını bekliyordu. Evin tadı kalmamıştı. Her baktığında, Kumpir’i bahçenin bir yerinde şu küçük kara kediyle, hayatla alışverişini tamamlamış, kendisine bir sorun aktarıldığında gülümseyerek öğüt veren masalcı kadınlar gibi oturuyor bulmak istiyordu. Küçük kara kedi de onunla birlikte Kumpir’i arıyor gibiydi. Ne zaman baksa iz süren tazılar gibi bahçenin bir yerini kokladığını görüyordu. Bir şey bulabilmiş miydi acaba? Bulsa ona söyleyebilir miydi? Umutsuzca Kumpir’in sallanan sandalyesine oturdu. Birazdan kalkıp siyah kediye mama verecekti. Belki bir kedi daha sahiplenmenin vakti gelmişti. 

Koko

Gözlerini açtığında nerede olduğunu önce çıkaramadı. Kumpir’in insanının deposunun hemen girişinde yattığını fark edince şaşırdı. Hava birkaç gündür çok sıcaktı. Anlaşılan bulduğu ilk gölgelik yerde uyuyakalmıştı. Esneyip gerinirken solda, duvara dayalı kürek, tırmık, bel, kazma yığınının arkasında onu huzursuz eden bir şey fark etti. Tamamen ayağa kalkmadan bükülü patilerinin üstünde ilerledi. Orada her ne varsa onu ürkütmek istemiyordu. Yaklaştıkça tanıdık satırlar, bakır telleri andıran bıyıklarını titretti.   

Kumpir

“Sevgili Kokocuğum, sayfaların sonuna geldin. Sana öğretmem gereken birçok şey vardı daha. Kalıp bizzat öğretmeyi isterdim. Aramızda öğretmen-öğrenci ilişkisi varmış gibi görünmesine rağmen seninle dostuz. İyi bir öğretmen, öğrencisinin öğrenme hevesine güvenmeli ve onu öğrenmeye devam edeceği, yanlışlarından dersler alabileceği inancıyla serbest bırakmalıdır. İşte ben, o noktadayım. Bu son dersimiz! Sana söylemek istediğim en son ve aslına bakarsan -kıymetli yardımınla- mirasımız kılmaya çalıştığım en önemli konu; insanımı, sabah uyandığında ya da akşam yatmadan önce kucağını dolduracak cansız bir tüy yumağı bulmaktan korumak. Şahsen bu, benim insanıma vefa borcumdu. Şimdi diyeceksin ki, ‘hayatımız boyunca ‘nankörlüğümüzün’ dedikodusunu yapan insanlara böyle bir güzellik borçlu değiliz’. Haklısın! Ama sana günlük sayfalarında bahsettiğim büyük sorumluluk buydu. Dünya yolculuğumuzu insanımızın evinde ya da kedi doktorunun masasında tamamlarsak bu gerçek bir son olur. Halbuki büyüyü ve herkesin iyiliğini muhafaza edebilmek için bilgelik yolculuğumuzu başka türlü tamamlamalıyız. Bunun için kedilerin yüzlerce yıllık kısmi evcilleştirilme macerasının başından beri yaptıklarını yapmalı, ‘ortadan kaybolma’mı ayarlamalıydım. Yıllarca bir kaza olmadığı sürece kediler ömürlerinin sonuna geldiklerinde ortadan kayboldular. Sokaklarda, bahçelerde onlarca kedi ölüsü gören olmamıştır. Yeni yapılan bir ev için açılan temelden ölü kedi iskeletleri çıktığını ben hiç görmedim. Ancak araba çarparsa, soğuktan donarsa ya da doğumda ölürse, ölü kedi görülür. Son durumda annenin yeterli mahremiyeti varsa ölü kedi yavrularını yine kimse görmez. Çok uzun zaman beni terk ettiği için kızdığım annemin bile kaybolma sebebini biliyorum artık.  

Arkadaşlarımızı düşün Kokocuğum! Ortadan kaybolmak için çaba sarf eden ama bir şekilde insanları tarafından engellenen arkadaşlarımızı, Şila’yı, Mango’yu, Marni’yi… Kedi doktorunun masasında ‘uyutulmadan’ önce hepsi gitmeyi denedi. Kimini kamera kayıtlarından, kimini tasmalarındaki çiplerden bulup geri getirdiler. Tenha bir köşeye çekilip bugüne kadar yaşadığımız gibi bilgece ve doğallıkla gitmeye hakkımız olmalı Koko! Sen bu günlükleri okuyabildiğine göre bu hakkı geri almışım demektir. Bunu herkese anlatmalısın. Kaybolma zamanını bir şekilde biliyoruz, bunu değerlendirmeli ve gidebilmeliyiz. Planımı gerçekleştirmek için senden doğrudan yardım istemeye cesaret edemedim. İtiraf ediyorum, vedalaşmak zor geldiğinden birkaç günlük bir dedektiflik macerasının daha iyi sonuçlar vereceğini düşündüm. Daha önce de söylediğim gibi büyünün sürmesi için, hepimiz için Kokocuğum! Sevgiler…” 

Koko

Koko başını kaldırıp bıyıklarını oynatarak, okuduğu son koku zerrelerini rüzgârla dağılan hindiba tohumları gibi serbest bıraktı. Gizem çözülmüştü. Koko bunu herkese ama öncelikle Kumpir’in kadın insanına anlatmalıydı. Ona, “Kumpir, buradaki görevini tamamladı, gitmesi gerekiyordu. Hem de sizi sevdiği için…” demeliydi. Sadece miyavlayarak bunu nasıl anlatacağını kara kara düşünürken vurup durduğu dalların üstündeki kelebeği yanlışlıkla yakaladı. Kumpir görse bir canlının hayatını anlamlı bir sebep olmadan almasına çok kızardı … Aniden aklına kelebeğin kazayla ölümüne anlam katacak parlak bir fikir geldi. Kumpir’in insanının Kumpir duyup gelsin diye mama koyup şıkırdattığı kabın içine ölü kelebeği bırakıverdi. Kadın insan anlardı herhalde…

Esra Özer Duru, Ankara, Ağustos 2021.

19 Ağustos 2021

BASRİ GÖRÜR NE ZAMAN GÖRÜR 1?

Basri Görür iyi adamdı. Orta halli bir memurdu. İki çocukları ve sessiz hayatlarıyla orta halli de bir ailesi vardı. Evden işe, işten eve gider, bazen arkadaşlarıyla takılırdı. Çevresinde genelde sevilen, saf bir adamdı ama karısı Basri beye tahammül edemiyordu. Çünkü Basri Görür’ün kötü bir huyu vardı, idrakini kullanmıyordu. Yani nasılsa gözüyle gördüğü gerçekleri akıl süzgecinden geçirip kendi yararına sunmuyordu. Onun durumu, kütüphanede yan yana dizilmesi gereken birkaç ciltlik ansiklopedinin her bir cildinin tüm kütüphaneye dağılmış olması gibiydi. Görüyor, fark da ediyor ama bir türlü sonuca ulaşmak için fark ettiklerini birleştiremiyordu.

Hayatında işi ve ailesinin yanında, düzenli olarak kazık yediği, bariz kötü huylarına rağmen hala görüştüğü arkadaşlar, sık sık yaptığı bezdirici hatalar, karısından işittiği ve her seferinde kendini çok kötü hissettiği azarlar, geri ödeme sözü verildiği için verdiği ve ödenmeyince üzerine kalan borçlar vardı. Zaman zaman bazı şeyler boğazına dayanır, tam “yeter be!” diyecek gibi dururken, kendi kendine; arkadaşlarına veya karısına bir mazeret bulur, onları da kendisini de o sıkıntıdan kurtarırdı. Olay çıkacağını bile bile aynı soruları sorar, anlatmayınca paçasını kurtaracağını bildiği halde hatalarını, tuhaflıklarını gider karısının avucuna yazardı. En basiti, senelerdir ne kadar otlakçı olduğundan şikâyetlenip durduğu arkadaşının yanına yeni açtığı sigara paketiyle gider, sigaralarının yarıdan fazlasını, üstüne yeni aldığı çakmağı ona kaptırırdı. Sabahları işe gitmek için kapının önüne çıktığında gri bulutlarla dolu gökyüzüne bakar, şemsiyesini yanına almazdı. Akşam iç çamaşırına kadar ıslanmış vaziyette eve gelir, yağmura söylenir dururdu. Serin bahar günlerinde cereyanda kalır ya da üşüdüğü halde camı kapatmaz, bir yerleri tutulunca “siyatik” derdi.

Yıllardır gittiği berberi her tıraşta yani iki ayda bir kulaklarını yakar, Basri Bey yanıklara merhem sürerken berbere söver ama aynı adama tıraş olmaya devam ederdi. Pazar filelerine şeftalinin eziğini, domatesin çürüğünü dolduran pazarcıları bırakmaz, ısrarla onlardan alışveriş yapardı. Nezaketen bir sofraya çağrıldığında teklifi, davet sahibini şaşırtacak kadar hızlı kabul eder, saatlerdir oturdukları misafirlikte ev sahibi artık ne ikramda bulunacağını bilemeyip kahve yapmayı önerdiğinde hiç kırmazdı. Arkadaşlarının ya da karısının sözlerini tamamlayıp onları ne kadar hızlı anladığını göstermek ister, bunun yerine anlattıklarının tersini anladığını ifşa eden cümleler kurardı. Ellerini nereye koyacağını bilemez, o yüzden önünde bağlar, itaatkâr biçimde emir bekliyormuş gibi durur, bu duruşu karısını deli ederdi. Günlerce düşünüp mantıklı bir şekilde aldığı kararlar sorgulandığında ya da fiyat, kalite araştırması yaparak özenle seçtiği bir eşyayı biri beğenmeyip neden aldığını sorduğunda en saçma sebebi ilk söyler, kendini lüzumsuz işler yapan bir insan konumuna düşürürdü.

Çocuklar da babalarının genel davranışına bakınca pelerini ve taytıyla evlerinin çatısına inen bir süper kahraman/baba göremiyorlardı. Mesela markette minik otomobil görünümündeki alışveriş arabalarına binmek istediklerinde sınırlı sayıda olan arabayı, babaları nazikçe başkasına ikram eder, kendi çocuklarının beklentilerini hiç anlamazdı. Çözemedikleri bir soru olduğunda, "nasıl çözüleceğini biliyorum da sana izah edemem" der, çocukların buna burun kıvırdıklarını göremezdi. Uçurtma uçurmak istediklerinde en rüzgârsız günü seçer, oğlanları deli ederdi. Bir keresinde karısının, koptuğu için kenara attığı iple küçük oğlana salıncak kurmuş, çocuk, salıncağın ikinci turunda kendini yerde bulunca çok üzülmüştü.  

Karısı, tahammülünün sonuna geldiğinde iki çocuğu da alıp evi terk etti. Basri Bey bunu hiç beklemiyordu. Çünkü karısının bir süredir kendisiyle konuşmayışını bahar temizliği yorgunluğuna, yataklarını ayırmış olmasını menopoza, çocukların odalarından çıkmayışını derslerine bağlamıştı. Evde yemek olmayışı hayat pahalılığındandı herhalde. Geçen gün arayan avukat hanım muhakkak ki yanlış aramış olacaktı. Bugün kapıyı anahtarıyla açmasının sebebi karısının çocuklarla birlikte annesini ziyarete gitmesiydi. Epeydir evde sıkılmış olmalılardı, ziyaretleri anneannelerine de iyi gelirdi.

Karısıyla çocukların bir türlü eve dönmeyişinden şüphelenmeye başladığı sırada en yakın arkadaşlarından birinin, Ferdi’nin ölümü Basri beyi sarstı. Ferdi'nin sıkıntıları olduğunu biliyordu ama onu bu kadar derinden sarstıklarını fark etmemişti. Ferdi, arkasında acılı ve öfkeli eşiyle bir mektup bırakıp intihar etmişti. Hayatın kendisine çok zor geldiğini, en yakın dostlarından yediği kazıkları hazmedemediğini, borçlarının altında ezildiğini, kimsenin onu anlamadığını son olarak karısının evi terk etmesinin bardağı taşırdığını, bunun için ölmeye karar verdiğini yazmıştı.

Cenazeden dönerken Basri kara kara düşünüyordu. Ferdi’nin intihar sebeplerinin tamamı hatta fazlası kendi hayatında vardı. Ferdi intihar ettiğine göre işleri düzeltmeyi denemiş, başarısız olmuştu. Öyleyse yeniden denemenin bir anlamı yoktu. Aynı yöntemi uygulayıp intihar etmeye karar verdi. Aklından bir sürü yöntem geçirdi. İlaç içmek, bileklerini kesmek, gidip kendini yüksek bir köprüden aşağı bırakmak, hızla geçen arabaların önüne atlamak, kendini vurmak… Aklına gelmeyen yöntemleri dolaplardan, çekmecelerden bulabilecekmiş gibi sağı solu açıp kapatırken oğluna salıncak yaptığı çürük ipi buldu. Basri Bey, çoktan unutmuştu oğlunun hayal kırıklığı içinde göz yaşlarıyla ıslanmış yüzünü. Sandalyeyi çekti. Tavanda avize asmak için bırakılan çengele ipi geçirdi. Öbür ucunu ilmek yapıp boğazına taktı. Sandalyeyi titrek ve kararsız tekmeledi. İp daha Basri Beyin ağırlığını yüklenemeden kopuverdi. Basri kendini kırık sandalyeyle birlikte yerde buldu. Çıkan gümbürtüye koşan alt komşu, kırık bir bacak ve boynunda çürük iple ağlarken bulduğu Basri'ye soru sormadı. Onu yerden kaldırdı, taksiyle hastaneye götürdü.

Hastane polisi uygulama gereği Basri Beyin ifadesini aldı. Basri Bey, tombul elli, babacan görünümlü polise ifade vermekten öte içini açtı. Bu gece hastanede Basri Beyin vakası dışında polisiye olay olmadığından her şeyi sessizce dinleyen polisin ağzından, “sizin basiretiniz bağlanmış Basri Bey” cümleleri dökülüverdi. O anda Basri'nin yüzü aydınlandı. Bütün bunalımını, sorunlarını şimdi yepyeni bir açıdan görebiliyordu. Eve gidecek, her şeye yeniden başlayacaktı. Anne ziyaretinden bir türlü dönmeyen karısını arayacak, keşfettiği gerçeği anlatıp çocuklarla dönmesini söyleyecekti. Karısı bulduğu şeyi duyar duymaz zaten dönmeyi kendisi isteyecekti. Coşkuyla planlar yaparken bir yandan içi burkuldu. “Ferdi’nin de basireti bağlanmasaydı hayatı kurtulurdu.”



Esra Özer Duru, Ankara, Temmuz 2021.

19 Haziran 2021

SEN UNUTSAN…

“Sis, bir efsun gibi koca şehri enlemesine bölüyordu” diye başlasa hikâye… Sisin efsun olduğunu sen unuttun, sis unutmadı. 

Bir zamanlar bu şehrin neresinde duruyorduk, şimdi neresindeyiz? Sen unuttun, şehir unutmadı.

Kulakların eskiden hangi ezgilere alışıktı, şimdi neler duyuyor? Sen unuttun, kulakların unutmadı.

Konuştuklarınız bir kış günü ağızlarınızdan çıkan buharda mı saklı? Yoksa gözlerinizde mi? Buhar unuttu, gözlerin unutmadı.

Çok düştünüz bu şehrin sokaklarında, dizleriniz kanadı. Sokaklar unuttu, dizlerin unutmadı.

Sonbahar yapraklarını az ezmediniz Kurtuluş Parkı’nda. Park unuttu, ayaklarınız unutmadı.

Bir yarayı, başka bir yarayla çok sardınız beraber. Ellerin unuttu, kalbin unutmadı.

Yara, yarayla kapanmaz diye düşündün. Sen unuttun, yaran unutmadı.  

Bu eşyalar, bu oda sana hep eskiye dair bir şeyler hatırlatıyordu. Sen unuttun, oda unutmadı.

Çocukken ya da gençken yaşadığın şeyleri “unuttum” sanıyorsun. Aslında hepsi hafızana, vücuduna kazınıyor. Seslerin bir gün atmosferden bize geri döneceğini düşünmek gibi, “unuttum” sandığın her şeyi bir gün hatırlayacaksın.

Hani insanın bedeninde yaşlandıkça ağrılar oluyor ya, aslında onların hepsi eskiye dayanıyor. Sık sık belin ağrıyor ya sen ağaçta sallanırken biri gelip seni hızlandırmıştı da düşmüştün. Sen unuttun, belin unutmadı.

Bazen dizlerin ağrıyor ya çocukken ne çok düşerdin. Sen unuttun, dizlerin unutmadı.

Ellerin titriyor ara sıra. Geçmişte bir telefonu kapatırken ellerin bir de sesin titremişti. Sen unuttun, ellerin unutmadı.

Hep aynı şarkıyı dinlerken gözlerin doluyor, şimdi bir başına dinlerken bile. Çünkü sen unuttun, gözlerin unutmadı.

Kalemi eline her aldığında aynı hikâyeye başlıyorsun. Sen unuttun, parmakların unutmadı.

Bir sonbahar günü saçlarının arasından rüzgârlar geçmişti. Sen unuttun, saçların unutmadı.

Yüksekteki şeyleri almak için parmak uçlarında yükselemiyorsun ya…. Bir kere uzanmayı denemiştin… Sen unuttun, parmakların unutmadı.

Soğuk günlerde ellerin çatlar, kanardı. Annen vazelin sürerdi. Sen unuttun, annen unutmadı.

Babanın omuzlarına binip, bakkala kaymaklı bisküvi almaya giderdin. Sen unuttun, babanın omuzları unutmadı.

Dişçiye gittiğiniz bir gün, senin dişin çekileceği halde teyzenin kızı çok ağlamıştı. Sen unuttun, onun gözleri unutmadı.

Ağlaya ağlaya, koşarak gelip bahçedeki kiraz ağacına sarılmıştın. Sonra da sırtını ona yaslayıp sakinleşmeye çalışmıştın. Sırtın unuttu, ağaç unutmadı.

Bir bayram günü çorabım yok diye kapris yapıp bayram ziyaretine gitmemiştin. Evde yalnız kalınca da kendine kızarak ağlamıştın. Sen unuttun, çorapların unutmadı.

 Kardeşini korkuturdun, “ben uzaylıyım” diye, çocuğu ağlatırdın. Sen unuttun, kardeşin unutmadı.

 Toplarken yarıştığınız akşamsefası tohumlarını kibrit kutularında biriktirir, sonra anneannenle bahçeye dikerdin. Sen unuttun, toprak unutmadı.

 Her akşam akşamsefalarının açacağı anı kaçırmamak için başlarını beklerdin, yine de göremezdin. Sen unuttun, zaman unutmadı.

 Hayatını kendine göre şeylerle doldurup hatırlayıp hatırlayamadıklarınla, bir gün ölüp gittin. Dünya unuttu, bu sefer sen unutmadın.

Esra Özer Duru, Ankara, Ocak 2008, Turuncu Dergisi. Gözden geçirme 28.5.2021.

                                                                   

13 Haziran 2021

BİR AVUÇ ÇEKİRDEK

Bir varmış, ondan gayrısı yokmuş. Çok uzak olmayan topraklarda hatta burada, bir hikâye yaşanmış zamanında. Zaman ki ölümün silahı daha çokmuş, ortalama insan ömrü en fazla kırkbuçukmuş. İnsanlar dedelerini ebelerini değil, analarını babalarını bile görmezmiş bazen. Ölüm o zamanlar, sıtma, dizanteri, kızamık, çiçek, difteri, kıtlık, yokluk diye gelirmiş. Adı değişikmiş ama izlediği yol aynıymış. Askere gidenden beş yıl umut kesilir, gurbete gidenden bir daha haber beklenmezmiş. Gelinler sadece kocalarından değil, kayınbabalarından, kayınvalidelerinden hatta kayınbiraderlerinden dayak yermiş (aslında buna bakınca pek bir şey değişmemiş). O yıllar miladi takvimde Birinci Dünya Savaşına, Kurtuluş Savaşına denk gelirmiş. Düşman ve savaş oralara girmemiş ama savaşın sefaleti, yoksulluğu insanların içlerine, tenlerine işlemiş.   

Bu hikâye, buralarda büyüyen çocuklar için çok yabancı değilmiş. Çünkü buralarda, ne Zoro gelir ağanın yüzüne Z çizermiş ne Candy Antonhy’yi severmiş ne Heidi gibi dağlarda huzur içinde Peter’le gezermiş. Öyle değilmiş işte! Buraların Heidileri “analık” elinde büyür, gün doğmadan tarlaya gider, analığın hışmına uğrayınca aç acına uyurmuş. Bu hikâyenin kahramanlarının adı Candy, Heidi, Peter değil Ayşe ile Abdurrahman’mış.

Üç kardeşten ikisi Ayşe ile Abdurrahman’ın babaları varlıklıymış. Sevilir sayılırmış yaşadıkları yerde. Bir şatoları, boy boy atları, katları, yatları yokmuş ama itibarları çokmuş. Ayşe ile Abdurrahman kardeş kardeş oynar, gezermiş. Çocukmuşlar, dünyadan habersizmişler, onun için de mutluymuşlar, bir daha olamayacakları kadar… Henüz ihraç malı olmayan kayısılarından istedikleri kadar yer, çekirdeklerini kırıp kuruyemiş yaparlarmış.

Bir gün savaş onların hayatlarına da değmiş, dokunmuş. Babaları askere gitmiş o zamanların en ünlü cephesi Yemen’e mi, nereye? Yaşasaydı bu hikâyenin kahramanı Ayşe bilirdi. Yıllarca babadan haber alamamışlar. Köy yeri işte, tarla tapan, çocuklar fark etmeden zaman geçmiş. Bir gün iki kardeş evlerinin önünde oynarken esmer, kara kuru bir adamın geldiğini görmüşler. Adamdan korkmuşlar. İki kafadar yerden topladıkları taşları adamın kafasına, gözüne atmışlar. Adam ne kadar konuşmak istese de dinlememişler, anneleri evden çıkıp yetişene kadar taş yağmuru devam etmiş. Çocukların hırsız sanıp taşladıkları adam, meğer aylardır yolunu gözledikleri babalarıymış.

Baba gelmiş, hayat yeniden mecrasında akmaya başlamış. Fakat saadet çok uzun sürmemiş (ne kadar saadetti meçhul ya!). Ayşe ile Abdurrahman’ın anneleri ölüvermiş. Çocukların biri beş, biri yedi biri on yaşında. Baba baksa nasıl bakacak? Gitmiş başka bir kadınla evlenmiş.

Analığın gelişi Ayşe ile Abdurrahman’ın hayatına ikinci bir darbe indirmiş. Abdurrahman sık sık anasının mezarının başında ağlar olmuş. Ayşe öz annesiyle daha çok zaman geçirmesine rağmen daha az ağlarmış. Çünkü o zamandan dayanmayı, dayanıklı olmayı öğrensin diye hayat onu pişiriyor, duygularını saklamayı öğretiyormuş. İki kardeş el ele tutuşur mezarlığa gider, orada saatlerce otururmuş. Kardeşlerin paylarına düşen kayısılar, çekirdekler, ekmekler, katıklar üvey annenin gelişiyle birlikte azalmış. Babanın tembihlerine ve tehditlerine rağmen üvey anne umursamamış çocukları çoğu zaman aç bırakmış. Hâlbuki baba tahmin mi etmiş yoksa bilmiş mi, kadına çocuklarını aç bırakırsa onu boşayacağını söylemiş. Ama o gündüz zaten yok, tarlada, işte güçte, belki de kahvede, çocukların ne kadar aç kaldıklarını bilmemiş. Çocuklar aç kaldıkça mezarlık ziyaretleri artmış. Abdurrahman’la Ayşe mutlu oyunlara harcadıkları vakti analarının mezarının başında geçirir olmuşlar. Analığın başından uzak olsunlar, nerede oldukları zaten önemli değilmiş.

Bir gün babaları yokken karınları öyle acıkmış öyle acıkmış ki, ne yapacaklarını bilememişler. Üstelik bu çocuklarınki varlık içinde yoklukmuş. Eller bulamadığı için aç kalırken, bunlar analık vermediği için açmış. Çözümü Abdurrahman bulmuş. Gidip analığın sakladığı yerden kayısı çekirdeği alacaklarmış. Kendilerine uygulanan bu insafsız ambargoyu kıracaklarmış. Abdurrahman çekirdeklerin koyulduğu yeri zaten biliyormuş. Ayşe kapıda beklemiş, öbürü küçücük elleriyle ceplerini doldurmuş. Aldıklarını ablasıyla yiyecek, bir güzel keyif edeceklermiş. Tam odadan çıkarken analık Abdurrahman’ı yakalamış. Ceplerindeki ve minik avucundaki kayısı çekirdeklerini görmüş. Abdurrahmancığı ve suç ortağı Ayşe’yi oracıkta kıstırmış, belki dövmüş, belki dövmemiş, ama Abdurrahman’ı havaya kaldırmış şöyle sertçe yere “çakmış”. Küçük çocuğun cebinde, avucunda ne varsa onları da almış. İki kardeş, üzüntüleri, hiç görmedikleri okyanuslardan büyük, tek sığınaklarına, annelerinin mezarına koşmuşlar. Akşama kadar orada ağlamışlar. Akşam babaları gelmeden eve dönmüşler ama baba bu işin içinde bir iş olduğunu anlamış. Çünkü çocuklar her zamankinden daha sessiz ve mahzunmuş. Sormuş, öğrenmiş, üzüntüden kahrolmuş. Ama bu saatten sonra nafile…

O gece Abdurrahmancığın ateşi yükselmiş, adı difteri mi, dizanteri mi, yoksa üzüntü mü keder mi bilinmez. Birkaç gün içinde çökmüş minik bedeni, annesini sayıklaya sayıklaya ölüvermiş. Ayşecik de annesiz, kardeşsiz kalıvermiş. Baba ise sözünü yerine getirmiş, analığa kapıyı göstermiş. Abdurrahman gidince Ayşe’nin içindeki çocuk da gitmiş. Sonra yeni analıklar, yeni kederler…

Ayşe…

Şimdi Abdurrahman’la birlikte. Çok kereler anlattığı bu hikâyeyi vaktinde hafızamıza kaydetmedik. Birbirimizden yardım almasak parçaları birleştiremezdik. Hâlbuki Ayşe’nin yılların kuruttuğu gözpınarlarını ıslatan tek hikâye buydu. Yokluklarla yoğrulmuş hayatının en acı hatırası… Çocuğumuzu azarladığımızda bizi “çakma çocuğu yere” diye sertçe uyarmasının sebebi…

Abdurrahman…

Ayşe’nin kardeşi, oyun arkadaşı, annesini paylaştığı, acısını bölüştüğü…

Çocukluk…

Abdurrahman’ın cebinde kalan üç beş kayısı çekirdeği…

Esra Özer Duru, Ankara, Haziran 2008, Turuncu Dergisi. Gözden geçirme 29.5.2021.

18 Ocak 2021

ÇIK DIŞARIYA OYNAYALIM!

Sonbaharın kışa döndüğü günler, bana çocukluğumun okul artığı oyun zamanlarını hatırlatıyor. O zamanlar hiçbirimiz sokakta oynamamıza izin verilen süreyi televizyon başında harcayacak kadar bağımlı değildik televizyona. Üstelik o zaman daha iyi çizgi filmler vardı. Bilgisayardı, geymboydu, atariydi, sokak saatlerini çalmamıştı askılı pantolonlarımızın büyük ceplerinden.

Okuldan gelir, ödevlerimizi yapıyor gibi yaptıktan sonra hava kararana kadarki zamanı ‘dışarıda’ geçirebilmek için fırsat kollardık. Sonbahar günlerinin kısalığını hiç de göz önünde bulundurmayan annelerimizin yanına, duvar diplerinden, köşeleri gözleyerek yavaş yavaş gider, önce çok da merhamet hislerine hitap etmeden ama inisiyatifin onun elinde olduğunu gayet iyi bilerek ‘sokağa’ çıkmak için izin isterdik. O zaman çıkılabilecek sokaklarımız vardı. Boş arsalar, kaldırımlar, apartman bahçeleri çocukların özerk bölgeleriydi. Anneler gözleri arkada kalmadan ‘sokağa’ çıkma taleplerini kabul ederdi. Annemiz, ilk sorduğumuzda hiçbir şart ileri sürmeden izin verirse bu bayram demekti. Ama genellikle önce yalvartma sonra küçük bir sorgu faslı gelir, ardından şartlar masaya konurdu. “Ödevini yaptın mı?” sorgunun en can alıcı sorusuydu. Bu soru ya geçiştirilir ya da “Gelince yapıcam, söz!” diye teminat verilirdi. Eğer bu fasıl başarıyla atlatılırsa, “Akşam ezanı okunmadan gel”, “Babandan önce evde ol”, “Çamurla oynamak yok”, “Oynarken ‘gocuğunu’ çıkarma”, “Çişin gelince eve gel” şeklindeki ültimatomlar sıralanırdı. Tabii çocuk olmak demek, şartları zorlamak demektir. Anneler de bunu gayet iyi bilir.

Güzelce üst baş giyilir ve ‘düzgün’ bir şekilde, şartlar çoktan unutulmuş olarak dışarı fırlanırdı. Bazı çocuklar, annelerinin hangi imkânları zorlayarak yaptıkları ‘kışlık’ reçellerden, yarım ekmek içine aşırdıkları, kumanyalarını da yanlarında getirirlerdi. Benim gibi çocuklar bu kumanyalara biraz iç geçirerek, ağızlarının suyu akarak bakarlardı. Çünkü her anne, bu kumanyalara vize vermez, “Evde yiyeceksen vereyim, bulan var, bulamayan var” diyerek, çıktıktan iki dakika sonra kapıda biten ve aslında aç olmayan çocuklarının taleplerini reddederlerdi.

Sokaksa apayrı bir alemdi. Kızların oyunları daha evcil bir durum arz ederken, erkek çocuklar ilk çağlardan kalan avlanma ve ele geçirme dürtülerini, biraz daha giyinik olmak kaydıyla devam ettiren oyunlar oynarlardı. Sokağın başında ya da yeni yeni yükselmeye başlayan apartmanların arasında kalan boş arsalar, sokakların bizzat kendileri, apartmanların önleri karanlık çökünceye kadar birçok meydan savaşına sahne olur, birkaç kez el değiştirirdi.

Hem temizleyici, hem nemlendirici, hem yapıştırıcı…

Her oyunun bir mevsimi ve gerektirdiği bazı şartlar vardı. Çocuklar bu mevsimleri, sanki ellerinde bir çizelge varmış gibi çok sıkı takip ederlerdi. Sonbaharın nispeten sıcak ve kuru olduğu ilk günlerde, erkekler uçurtma uçurur, misket ve futbol oynardı. Kızlar ip atlar, çizgi oynardı. Havalar biraz daha soğuyup yağmurlar başlayınca, çamura çivi saplayıp kendi alanlarını oluşturmak gibi bir stratejisi olan çivi saplamaca zamanı gelir, uçurtmalar yerlerine kaldırılırdı. Bolca mevcut olan çamur, kızlar için de yaratıcılığın geliştirildiği bir malzeme olur, beceriksiz ellerin yaptığı çanak çömlekler kurumaya bırakılırdı. Kirlenen ellerin çözümü ise vücudun salgılarından birinde gizliydi. Eller ‘güzelce’ tükürükle temizlenir, annenin kalan izleri görmemesi için küçük kalplerden dualar geçerdi.

Çamurlu günlerin başka bir oyunu ise taş sürüklemeydi. İsmi tam konulamayan bu oyunda, derince bir kavanoz kapağı bulunur, kapağın içi çamurla sıkıca doldurulurdu. Özenle saklanan bu ‘taş’ın içindeki çamur çatladıkça tükürükle ıslatılır ve sertliği muhafaza edilirdi. Bu oyunda kazananın ödülleri, sakız içinden çıkan futbolcu resimleri falan olurdu. Bir de ‘lik’ (ilik) oyunu vardı. Çocuklar bakkal önünde pusuya yatar, torbalar dolusu gazoz kapağı toplar, bunları yan yana dizer, buldukları düzgün bir taş ya da kendi hazırladıkları ‘taş’la bu ‘likleri’ vurmaya çalışırlardı.

Mevsimini iyi hatırlayamadığım bir külâh ya da boru oyunu vardı ki, büyükler tarafından tehlikeleri sık sık vurgulandığı halde kuşaklar boyunca oynandı. Bakkal amcadan metre hesabı alınan boruya, gazetelerden özenle yapılan, hatta “benim yaptığım külah hiç açılmaz” diye gurur kaynağı olan küçük külâhlar konur, hedefe atılırdı. Külâhın yapıştırıcısı tabii ki yine tükürüktü. Hedefse genellikle oğlanlardan fırsat bulup biricik arsalarında ip atlamaya çalışan kızlar olurdu.

Oyunlarını kafileler halinde oynayan ve yine aynı şekilde gezen çocuk grupları arasında sık sık kavga çıkar, çocuklardan biri çenesini yukarı kaldırarak, “Anneee, Mehmet’e bişey söyle, oyunumuzu bozuyoooo” diyerek, “düşmanını” tanıdığı bir numaralı polis gücüne şikâyet ederdi. Şikâyet edilen çocuk ya ortadan kaybolur ya da “Ama Fatma teyze, onlar da beni oyunlarına almıyo” diye itiraz eder, savunma makamına geçerdi.

Bu arada ‘gocuklar’ çoktan çıkarılıp ‘emniyetli’ bir duvara yığılır ya da daha itidalli bir üslupla önü açılıp omuzdan düşürülürdü. Ayakkabılar çamura bulanmış, saç baş dağılmış, burunlar soğuk havanın ve koşturmanın etkisiyle akmış olurdu. Eve alınma ihtimali göz önünde bulundurularak ihtiyaçlar, yumuşak huylu bir komşu teyzenin şefkatli kapısında giderilir, soğukta koşturup durmaktan kuruyan boğaz için biraz su içilir, üşündüğü için daha çok gelen ‘çiş’ en iyi ihtimalle komşu tuvaletine yapılırdı.

“Gecikirsen seni eve almam” tehditleri tamamen unutulur gider, bundan sonra asla dışarı çıkılmayacakmış gibi delice bir tempoyla oyun oynanırdı. Yaz aylarının uzun günleri geniş bir oyun yelpazesi sunsa da hava çabuk karardığından bugünler daha kıymetliydi.

Evde bekleyen yığınla ödeve, verdiği süre dolduğu halde çocuğu eve dönmeyen anneye, soğuktan çatlayan ellerin çatlaklarında biriken ince kan sızıntılarına, oyuna alınmayınca ya da arkadaşıyla tokuşup düşünce ağlanıp silinen yüzdeki çamur izlerine rağmen, kulak kenarları ve yanaklar soğuktan hissedilmese, akan burun kollara sürülse, “Babandan önce eve dönmüş ol” denen baba köşede belirmiş olsa, ‘niyeyse’ kısacık olan akşam ezanı okunsa, arkadaşların anneleri balkonlardan, camlardan onları eve çağırsa bile -ki en kötüsü ilk çağrılmaktır- şartların elverdiği son ana kadar oynanırdı.

Son oyun: “Akşam Ebesi”

Ne kadar çabalanırsa çabalansın, ayrılık anı geldiğinde, sokak hiç oynanmamış gibi karanlığa bürünürken, çocuklar da son rötuşları atardı. Bir duvarda biriken ‘gocuklar’ sahipleri tarafından alınır, bazen giyilir, bazen tembih unutulup kolda gittiği için azar işitilirdi. Son bir gayretle, kalan birkaç çocuk arasında ‘akşam ebesi’ oynanır, eve giriyor olmanın burukluğu bu son oyunun coşkusuna saklanırdı.

Girişte, annenin, sebebi bir türlü anlaşılamayan azarlarına maruz kalınır, “çamurla oynadın değil mi?” sorusuna muhatap olunca, “nereden anladı acaba?” diye düşünülür, eller yüzler yıkandıktan hatta sadece annelerin alabildiği ‘ıslak köpek kokusu’ yüzünden banyo yapıldıktan sonra, yemeğe oturulurdu.

Bütün bunlardan geriye çocukların eklemlerindeki “büyüme ağrısı”, saçlarında ve üstlerindeki ıslak köpek kokusu, yapılmayan ödevleri, kızgın anneleri, çamur derecikli yüzleri, çatlakları acıyan elleri, ceplerinden halıya dökülen çekirdekleri… ama büyüdüklerinde tatlı tatlı hatırlayacakları hatta kendi çocuklarıyla paylaşacakları anıları kalırdı. Sizin de vardır o anılardan.

Esra Özer Duru, Ocak 2004, Ankara, Turuncu Dergisi. 

Taze Taze Hikâyeler

BEKLEME ODASI

Mart ayı ortalarıydı. Hava, okullardaki mevsim tablolarında her zaman bahara dahil edilmesine rağmen, yıllardır rolüne direnen bu aya yakışı...

Yeni Yazılardan Haberdar Olun

Kaçırmayın!