Yağmur hızlı hızlı yağıyordu. Oluklardan aktığını, camlara vurduğunu, merdivenlerde birikince küçük şelaleler oluşturduğunu duyabiliyordu. Gecenin bu saatlerine bayılırdı. Evdeki herkes yatar, Kumpir’in zamanı başlardı. Sağda solda çıkan örümcekleri, gündüzden içeri girmiş sinekleri yakalar, ortalığı tertemiz ederdi. Bahçeye çıkabildiği akşamlar daha renkli geçer, birkaç kurbağayla eğlenir, yarasaların peşinden koşar, bahçenin her tarafını kolaçan ederdi. Bu akşam içerde kalma akşamıydı. Örümceklerin, sineklerin canına okuduktan sonra yağmuru dinlemeye başladı. Kendisi dışarıda ıslanmıyorsa, yağmur gök gürültülü ve şimşekli değilse, onun sesiyle, kokusuyla huzur bulmakta hiçbir sakınca yoktu. Ama şimdi plan zamanıydı. Kumpir’in bir sorunu ve çözmek için sadece üç günü vardı. Kedi hisleri pek yanılmazdı. Acil desteğe ihtiyacı vardı. Desteği kimden alacağını bilse de nasıl alacağına henüz karar verememişti. Telaş onun tabiatında yoktu. Kediler kavga sırasında bile telaşlı görünmez. Birbirlerine saldırırken dahi ağır çekimde ya da manevralarının sonuçlarını o anda hesap ediyormuş gibi havada süzülerek hareket ederler. Kavga çağrılarıysa uzatılmış notalardan oluşur. Ama şimdi zaman sınırlı olduğundan Kumpir gerçekten acele etmeliydi. Oluktan akan suya tekrar kulak verdi. Bu ses, cama vurandan daha huzurluydu.
Sallanan sandalyeye atlarken oluşturduğu hareket nihayet
durmuş, sandalye sallanmaz olmuştu. Sallanmaktan pek zevk almıyordu ama evde en
rahat minder buradaydı. İnsanlar, bütün kedilerin yumuşak ve kabarık minderler
sevdiği fikrine nereden kapılmışlardı bilmiyordu, yorgun bedeni artık neredeyse
ortopedik kıvamda rahat edebiliyordu. Eskiden öyle miydi? İstediği yere tuhaf
şekillerde kıvrılır yatardı. Bedeninin sağladığı esneklik onu bu lükse
alıştırmıştı. Gözlerini kısıp sandalyenin önünde durduğu camdan dışarı baktı. Buradan
ne manzaralar izlemişti! Pofur pofur yağan karlar, sicim gibi ince, seri
yağmurlar, plastik çöp kutularını deviren, poşetleri uçurtma gibi dolaştıran
rüzgârlar, dalları kandırıp erken çiçek açtıran güneşli günler, bir türlü içini
dökmeyen gri bulutlar… Her gün bedeninde ayrı bir duygu uyanırdı. Esner,
gerinir, kendisini günün duygusuna teslim ederdi. Kan akışı, bıyıklarının
titreşimi, kulaklarının kıpırtısı hatta tüylerinin parlaklığı ona göre
ayarlanırdı. Güneşli günlerde süzülen bir toz tanesinin peşine düşer, avının
üstüne atlar gibi gerilip tozu tutmaya, iki patisini alkışlar gibi aniden
kapatarak havada yakalamaya çalışırdı. Yağmurda, cama vuran damlaları
yakalayabilmek için patilerinin pembe fasulyelerini soğuk camlara koyardı. Kar
taneleri daha büyük bir bilmeceydi. Aşağı mı iniyor, tam yere değecekken
yeniden yukarı mı yükseliyor, aklı bir türlü ermiyordu. Uzun zamandır küçük
hareketlerin peşinde koşmak, hoplayıp zıplamak yerine bu sandalyeden manzara
izlemeyi tercih ediyordu. Kediler gündüzleri genelde uyuduğu için bu
değişikliğin farkında olan tek kişi kendisiydi. Evde keyfini kaçıran bir torun
ya da misafir bulunmadığında sandalyenin üzerine hopluyordu. Aslında hoplamak artık
küçük kaslarını zorluyordu. Mesela bahçe kapısının üstünden atlamak yerine
kapının yanında birinin gelip kendisine kapıyı açmasını bekliyordu.
Gençken uyanır uyanmaz ilk işi bahçede örümcek ağlı, gül dikenli köşeleri bile dolaşıp koku bırakmak olurdu. Girip çıkmadığı yer kalmazdı. Her tarafına ağlar, dikenler, kuru otlar yapışırdı. İnsanı, onu böyle görünce, “Yine nerelere girdin? Temizlen de gel” diye söylenirdi. O da güneşli bir nokta bulur oraya yatar güzelce bütün bedenini yalar, temizliğini yapardı. Sonra ellerini göğsünün altına doğru saklayıp minyatür bir aslanmış gibi uyuklamaya dururdu. Artık çok umurunda değildi. Yalnızca kendi kokusuna tahammül edebileceği daha dar bir alanı işaretli tutmakla yetiniyordu. Bundan şikâyetçi değildi. Hem kedilik kanunlarından biri buydu “Hisler gelir ve gider. Esas olan an’dır”.
Sabah uyandığında güneşin ilk ışıkları bahçeye düşerken kedi kapısından çıkıp rutin işlerini yapmaya başladı. Bir an içinden, uzun zamandır gitmeye üşendiği, otomatik sulamanın bile erişmediği köşeleri bugün de es geçmek geldi. Bilakis yapmalıydı. Her yeri dolaştı. İşi bittiğinde yorulmuştu. Bakımlı bir kediydi. İnsanları ona özen gösteriyordu. Kadın insanı sık sık “Kediler de çocuklar gibidir, sevildikçe güzelleşir” derdi. Mavimsi beyaz, yer yer koyu kahverengi, aralara serpilmiş gibi duran küçük sarı desenleri vardı. İsmine biraz tombiş oluşu ilham vermişti. Kendisini pek güzel bulurdu. Uzun tüylerinin arasına giren otları, küçük sinekleri, karıncaları temizleyip yönleri karışan tüylerini taramak için güneş doğduğundan beri toprağı ısınan saksısına çıktı. İnsanı, saksıya çiçek dikmekten vazgeçmişti. Çünkü Kumpir üstüne yatarak ya da basarak çiçekleri kırıyor, buranın kendisine ait olduğunu anlatıp duruyordu. Tırtıklı tatlı diliyle uzanabildiği her yerini yalayarak temizleyip düzene soktu. Dilinin yetişmediği yerleri, kulak arkalarını, başını, ıslattığı patisiyle güzelce temizledi. Yalamak daha iyiydi ama yapacak bir şey yoktu. Annesi ne güzel temizlerdi. Bazen iyi bir arkadaş da işe yarardı. Şu salak sokak kedisi Koko gelse azıcık yalasa ne olurdu? İnsanı, onun için bir fırça aldıysa da fırçalanmak her zaman iyi gelmiyordu ve fırçayı birinin kullanması gerekiyordu. Hem bugün Koko’yu beklemesinin başka bir sebebi vardı. Belki doğrudan yardım istemez bir süredir hazırlandığı üzere ona emrivaki yapardı. O gelene kadar biraz kestirmeye karar verdi. Kedilerin cenin (anne karnı) pozisyonu sayılan gül böreği biçiminde kıvrıldı. Saksıda huzurlu huzurlu kendini pişirdi. Altında sıcak toprak, üstünde pırıl pırıl bir güneş iki yönden mis gibi ısındı.
Her şey on beş yıl önce bu bahçede başlamıştı. Kadın insanının
bazen kendisini okşarken masal gibi anlattığına göre, annesi, toyluğundan mı
nedir ani bir karar alıp bahçe malzemelerinin bulunduğu dolabın üçüncü rafında
doğum yapmıştı. Başka bir kedi diğerlerinin ölümüne yol açana kadar dört kardeştiler.
Anne kedi henüz çok gençti ve dolabın üçüncü rafı kardeşlerini korumak için
uygun şartlar sunmamıştı. Bahçenin sahipleri (şimdiki insanları) onları
kurtarmak için çok çabalamışlar, sadece Kumpir sağ kurtulmuştu. Anne kedi saatlerce
ölen yavrularını aramış, doğum yaptığı yerleri koklamıştı. Kumpir’in gözleri, annesinin
yalamalarıyla altı günlükken açıldığı için bundan sonrası onun hafızasında da
vardı... Tam süt mavisi gözleriyle annesini net görebilmeye başladığı zamanlar
annesi kayıplara karışmıştı. Bu yüzden anneciğinin kalın bir sis ardındaki
görüntüsünün aksine kokusunu gayet iyi hatırlıyordu. Gözleri şimdilerde
karanlıkta bile görebilecek kadar keskinse de gözünden çok burnuna güvenmesinin
sebebi buydu. Nereye kaybolduğunu bilmediği annesinin ardından doğadakinin
aksine yeni bir anne babası ve evi olmuştu. Hatta insanı, başka şeyler
yiyebilmeye başlayana kadar onu bir damlalıkla sulu süt içirerek beslemişti. Kumpir,
annesinin, yeni doğmuş titrek bedenini, kapalı gözlerini yalayışını, gördüklerinden
değil ama dokunsal hafızasıyla hatırlıyor, onu emmek için karnını itişini,
kendine göre bir minder bulduğunda ya da insanının kucağına çıktığında yaptığı
yumuşak pati hareketleriyle yeniden canlandırıyordu. Göstermeyi sevmese de insanlarına
o günlerden kalma bir vefa ve sevgi bağı vardı. Bazen çaktırmadan, insanlarının
bir yeri ağrıdığında, ağrıyan yere gidip yatışıyla, masaj yapar gibi pati
dokunuşlarıyla ya da kendisini okşamalarına izin verişiyle (Kumpir’in fikrince
bu adil bir karşılıktı) borcunu tatlılıkla öderdi. İyisiyle kötüsüyle insanlarıyla
bir ömür geçirmişlerdi. Bir kedi için “aile” kavramından söz etmek ne kadar
mümkünse o kadar aileydiler.
Kumpir, kendi kedi ailesini kurmayı bir kez denemişti. İlk denemesinde yavruları kırkını doldurup onu bunaltmaya başladıkları an yuvalandırılmışlardı. Hızlıca sevimli ama soğuk elli bir kedi doktoruna götürülmüş, iyileşmesi bir haftasını alan bir operasyon geçirmişti. Bunu onun iyiliği için yaptıklarını düşünseler de bu konu çok su kaldırırdı. Kimin iyiliği için ve neden? İnsanlar her şeyi kontrol etmeyi seviyordu. Kedilerinse hayata dair bambaşka görüşleri vardı. Mesela kedilerin aileye bakışları onlarınkinden farklıydı. İnsanlar, çocuklarını yirmili yaşlarına kadar yanlarında tutmaya, her hareketlerine, karakterlerine yön vermeye çalışıyorlar, buna “çocuk büyütme” diyorlardı. Bu büyütme işi iki tarafı fazlasıyla hırpalıyordu. Kumpir insanların neden bu kadar ısrarcı ve kontrolcü olduğunu anlayamıyordu. Hayvanlar aleminde, “yavru büyütme” hızlı bir süreçti. Yavruların hayatta kalma yetenekleri gelişir gelişmez anneler, babalar aradan çekilir, yavruyu hayatın akışıyla baş başa bırakırlardı. Elbette bir yavru kaybettiklerinde üzülüyorlardı. Ama denge için bu önemliydi ve insanların dengeyi bu derece umursamadığı bir zamanda hayvanlara hele kedilere daha büyük sorumluluk düşüyordu. Akışa her müdahale başka bir aksaklığa sebep oluyor, insanlar yeni müdahale biçimleri buluyordu. Kedi insanları bazen uyum sağlamayı öğrenirlerdi ki bu onlar için çok büyük bir kazanç olurdu. Fakat en iyi insan bile bir noktada kedi doğasını kontrol etmeye çalışıyordu. Tırnak kestirmeler, kısırlaştırma ameliyatları, kuş ya da fare yakalayıp seçtiği birine hediye etmek isteyince yaşanan bağırış çağırış, kuru mamalar, boyna takılan küçük çanlı tasmalar, yazın tüy tıraş etmeler, ille bir sepet alıp onda yatmasını beklemeler, çişini, kakasını kuma yapmasını talep etmeler, evde keşfettiği sıcak noktalara ya da çıkmayı sevdiği raflara biblo yerleştirmeler, üstüne kazak giydirmeler, küçük çocuklara iyi davranmalarını beklemeler, kendisiyle baş başa kalmak için saklandığı köşeden çıksın diye ısrarla seslenmeler, mama kabını şıkırdatmalar… hep bu kontrolün sonuçlarıydı. Mesela Koko’nun araba lastiklerinde, ağaç gövdelerinde tırnaklarını esnetişini izlediği her seferde; vahşi doğasına duyduğu özlemle koltukları tırnaklamasının ardından ilk veteriner ziyaretinde tırnaklarının kısacık kesildiğini hatırlıyordu. İnsanları ev kedisi olduğu için tırnaklarına çok ihtiyaç duymadığını düşünüyorlardı ama özellikle etli bir mama yediğinde yemeğini kendisi avlamış gibi hisseder, detaylı avcı temizliği sırasında tırnaklarını esnetmeyi özlerdi.
Aslında küçük çanlı tasmalarla ilgili bir anısı vardı ve tasmalı
gezmenin kedilere bir hakaret olduğunu düşünse de insanına bu konuda hak veriyordu.
Kumpir küçükken insanı, olağanüstü bir durum yüzünden birkaç gün sadece
gündüzleri mamasını, suyunu bırakmak için eve gelebilmişti. O da geceleri
keşifler yapmış, dolaşırken güvenli olduğunu düşündüğü bir yere saklanmış orada
uyuyakalmıştı. Sabah insanının seslendiğini duymuş, ses tonu yüzünden kızgın
olduğunu sanarak yanına gitmemişti. İnsanı uzun aramaların ardından son çare mama
kabının içine koyduğu kuru mamaları şıkırdatmıştı. Kumpir’in geldiği yeri
görünce sinirleri bozulmuş, “bulaşık makinesinin içinde ne işin var senin?”
diye ağlamıştı. İşte emektar çanını böyle edinmişti. Çekingenliğinin bedeli mahremiyeti
olmuştu. Bir de insanların “cins kedi” sanarak pek rağbet ettiği engelli
arkadaşları vardı. Bunların sesi çıkmaz, dertlerini anlatamazlardı. Hatta çoğu
sağlık sorunları yüzünden bilgelik yolculuğunu yarım bırakırdı. Belki çan,
kazak, kısırlaştırma ameliyatı onlar için doğru olabilirdi.
Kedi doktoru ziyaretleri ise ayrı bir maceraydı. Rutin
kontroller ya da ani gelişen rahatsızlıklar için gittikleri bu insanlar aslında
göze oldukça sevimli görünüyor ve çok şefkatli davranıyorlardı. Ancak Kumpir’in
onlardaki bu iyiliği görecek hali olmuyordu. O saçma, küçücük, soğuk kutuya
girmek, arabaya binmek, terk edilme korkusu yaşamak, soğuk eller tarafından ensesinden
zapt edilmek her şeyi bozuyordu. Ek
olarak sağlığındaki bir sıkıntı yüzünden
gidiyorsa listeye ağrılar, sancılar ekleniyordu. Tüy tıraşı, ameliyatlar,
kafaya takılan tuhaf huni, geceyi muayenehanede geçirmek tuzu biberi oluyordu.
Koko
Kumpir, dinlendirici kestirmesinin sonlarına yaklaşmıştı ki hassas bıyıkları, çevresinde bir değişikliği haber verdi. Kedilerin, bir hareketi, kokuyu algılamak için onu görmeleri, koklamaları gerekmezdi. Bıyıklarını o yöne çevirmeleri, şöyle bir uzatmaları yeterli olurdu. Titreşen bıyıklar bilgi aktarımını hemen yapıverirdi, Koko bahçeye gelmişti. Açıkça “Beni biraz yala” demek zor geldiği için bu genç, acemi ve çokbilmiş kedinin hayata dair bir sürü gevelemesini dinlemek, sorduğu tuhaf sorulara sabırla cevap vermek gerekiyordu. Bu kadar “bilgece” sohbetin ardından karşılıklı yalanmak bir tuhaf oluyordu ya kedilik işleri böyleydi. Koko’dan desteğini istemekten hala emin değilse de onun bu işin üstesinden gelebileceğini düşünüyordu.
Aslında Kumpir, Koko’yla sohbetlerinden gizli bir zevk
alıyordu. Kediler, tecrübelerini yavrularına sınırlı bir süre göstererek
öğretirler. Galiba onda insanlardan bulaşmış bir anlatma, öğretme tutkusu
vardı. Koko’yla tanıştıklarında görerek öğrenme çağını geride bıraktığı için Koko
soruyor, o cevaplıyordu. Kumpir, Koko’yu desteğini istemeden önce böyle hazırlamıştı.
Koko gençti, değişik bir yapısı vardı. Yaparak değil, her şeyi sorup
soruşturarak öğrenmek ve hata yapmadan yaşamak istiyordu. Kumpir’e bunun
imkânsız olduğunu bazen doğrudan bazen dolaylı anlatmak düşmüştü. Koko bazen
saçma şeylere takılıyor bazen de Kumpir’in bile cevap vermeden önce uzun uzun
düşünmesine sebep olan derin sorular soruyordu.
Koko bugün hasta kokuyordu. Hemen suçlu suçlu açıklama
yaptı. “Dün akşam komşular, çok sevdiğim yemekler verdiler. Biliyorsun hafta
sonlarında çok fazla yiyecek oluyor. Bir hafta yetecek yiyeceği bir akşamda yedim.
Şimdi bu haldeyim”. Kumpir fark ettirmeden gülümsedi. Kendi oburluklarını,
midesini rahatlatmak için ot ararken evdeki yeşil pufun kenarlarını dişlediği
zamanları hatırladı. Neyse ki bu bahçeli eve taşınmışlardı da kendi otlarını
bulabilir olmuştu. Koko’ya bahçedeki taze kedi otlarını işaret ederek, “Biraz
ye, rahatlarsın. Yalnız sakın bizim bahçeye kusma. İnsanlarım çok kızıyor”
dedi. Koko da kusmak için öğürürken birilerinin gözünün önünde olmak istemez, telaş
içinde attıkları “hayır, hayır, iğrenç!” çığlıklarını sevmezdi, Kumpir’e hak
verdi. Rahat sohbet edebilmek için gidip otunu çiğnedi ve bahçede küçük bir tur
attı. Kumpir onun iki bahçe arasındaki toprağa kusmasını sabırla bekledi.
Koko’nun başka bir oburluk ziyafetinden sonra midesi bozulmuş,
ona yiyecek veren kadın, hastalandığını anlayınca, “Ah yazık! Hasta mı oldun
sen?” diyerek merhamet göstermişti. Koko kadının görebileceği bir yere kusup
“Endişelenmene gerek kalmadı, bak artık daha iyiyim” demek istemişti Kadın iyileşmesine
sevinmek yerine çığlıklar atıp öğürmüş, “İğreeennnçç!” demişti. İnsanların
merhametine, sevgisine, öfkesine güvenilmiyordu. Ondan beri Koko görülmediği
yerlere kusmayı tercih ediyordu. Bir de tüy yumağı çıkarma hikâyesi vardı ki
ona hiç kimsenin midesi dayanmıyordu.
Koko, enerjisi yerine geldiğinde Kumpir’in yanına gidip oturdu. Tuhaf sorularına
başlayabilmek için bir işaret bekliyordu. Onunsa böyle bir işaret vermeye niyeti yoktu. Her zamankinden daha düşünceliydi. Aklında kırk kedi dolaşıyor, kırkının da kuyruğu birbirine değmiyor gibiydi. Genç kedi, doğrudan söze girdi. “Neyin var Kumpir?” Kumpir tam başlayacakken yutkunup kendini durdurdu. Koko daha da meraklandı. Yavaş yavaş patilerini yalayan Kumpir, “Biraz temizlenelim o sırada anlatırım” dedi. Koko’nun temizlik kısmını doğal karşılamasını umuyordu. Ötekinin canı sıkıldı ama arkadaşının hatırını kırmadı. Kendilerinin uzanamadıkları yerleri birbirlerine temizlettiler. Kısa, siyah tüylerle kaplı, avcı bedenini yalayan Koko sabırsızca Kumpir’in konuşmasını bekliyordu. O ise daha önce onlarca kere yaptığı gibi asıl konuya girmekten çoktan vazgeçmişti. “Geçen gün aklıma ne geldi Koko? Hani bazı kardeşlerimiz arasında son zamanda çok moda oldu. Neden yapıyorlar bilmiyorum. Pisliklerinin üstünü örtmüyorlar. Sakın sen böyle bir şey yapma. Kedilik gereği ihtiyaçlarımızı giderince toprakla kapatmalıyız. Hoş, toprak da kalmadı ya…” Koko’nun hevesi kursağında kalmıştı. Yine kedilik kurallarına gelmişti konu. İçinden gelmemesine rağmen bir süredir dikkatini çeken ve onu kızdıran bir şeyi sormaya karar verdi. “Türümüzde benim de anlayamadığım bir davranış var. Karnımız acıktığında ya da kaşınmak istediğimizde neden insanlara yaltaklanıyoruz? Bu kadar özgür karakterimize uymuyor bu! Ben kedilik onuruna yediremiyorum!” Kumpir gülümsedi. “Bütün kediler, gelmiş geçmiş bütün felsefeleri bilir. Buna ‘alma verme dengesi’ denir. Hafızanı dikkatli tara. Sen de o bilgileri bulacaksın. Bir şey alırsan vermelisin. Biraz yiyeceğe karşılık biraz okşama hakkı ya da biraz sevme talebine karşılık sevilme isteği. Yaltaklanma değil bu? Bir bağış aslında. İnsanımın beni okşama isteğine çoğu zaman ‘ah insan, bugün çok uslu durdun, bu akşam beni okşamana biraz izin verebilirim’ derim. Bir kediyi sevme fırsatı ne büyük şeref insanlar için!” Koko, “İyi cevap!” diye mırladı. Bundan sonra biri bir şey verdiğinde incinmeden yiyebilirdi. Bu felsefe kodları neredeyse, onları bulmalıydı. Belki o zaman Kumpir’in ustaca unutturmaya çalıştığı şu asıl konuyu dinlemeye hak kazanırdı. Ama o, kodları arayamadan işler değişti.Günlükler!
Koko, Kumpir’in ağır kâmil bir kedi olduğunu düşünüyordu.
Öyle başka kediler gibi önünde ip gezdirdiler, lazer tuttular, yumak
yuvarladılar diye hoplayıp zıplamazdı. Bahçesine gittiğinde onu taklit etmeye
çalışır, Kumpir gibi gözlerini kısarak sabırsızca ufukları tarıyor numarası yapardı.
Kumpir onun bu hallerine güler, “Çok gençsin! Ömür yolculuğunda ilerledikçe böyle
ufukları tarar gibi sebepleri aramayı bırakıp kabullenmeyi öğreneceksin” derdi.
Al sana bir gizem daha: yolculuklar, sebepler, kabullenmeler… Koko, bu öğrenme
işini tamamlayıp bir an önce gerçek yolculuklara çıkmak istiyordu. Bazen küçük
görüldüğünü hissetse de Kumpir’le birlikte günün belli saatlerinde güneşli
noktalara oturup manzarayı izlemeyi, doğan ya da batan güneşten şarj oluyormuşçasına
enerji toplamayı, düşüncelere dalmayı severdi.
Kumpir bir iki gündür ortada yoktu. İnsanları nereye
gittiğini bilmiyorlar, arayıp duruyorlardı. Kumpir’in kadın insanı arada camı
açıp mama kabını şıkırdatıyor, “Kumpiiir!” diye umutsuzca sesleniyordu. Bu
kayboluş onun kendine has, bilge tuhaflıklarından biri olmalıydı. Koko, bahçede
kötü kötü dolaşırken farklı bir koku tespit etti. Farklıydı çünkü kelimelerden
oluşuyordu. Gözlerini kapatarak dikkatinin tamamını burnunda ve bıyıklarında topladı.
Birden ne bulduğunu anlayıverdi. Kumpir her yere mesajlar bırakmıştı. Merakla
üstlerine atlarken az kalsın cümleleri dağıtacaktı! Acaba nereye gittiğini
yazmış, bir açıklama, bir veda notu bırakmış olabilir miydi? Tek tek okumaktan
başka çaresi yoktu. Burnu biraz yorulabilirdi ama öylesine endişe ve merak
doluydu ki, hemen işe koyuldu. Kumpir tüm bahçeye ve Allah bilir daha nerelere,
günlük yazmıştı… Yoksa bir türlü açıklamadığı esrarengiz konuyla mı ilgiliydi
bunlar?
“Sevgili Günlük, beni biraz yorsa da bunları yazmalıyım. En azından Koko’ya nereye gittiğimi söylemeliyim. Koko’nun öğrenmesi gerektiğini düşündüğüm şeyler var onları da bu sayfalara sığdırmalıyım. Çünkü sevgili Koko’yla aramızda bir bağ olduğunu biliyorum. Ona hiç sezdirmedim ama benzer yönlerimiz çok. Kokocuk benim gibi öksüz yetim büyümüş. Benim gençliğimde yaptığım gibi o küçük pembe burnunu her yere soktuğu için günlükleri bulması muhtemel tek kişi Koko. Bu yüzden artık ona hitaben yazmalıyım.” Satırlar tam burada sona eriyordu. Koko şaşkınlıktan tırtıklı, pembe dilini yutacaktı neredeyse! Bu Kumpir ne demek istiyordu? Ukala ukala aylardır kafasını ütülediği yetmiyormuş gibi dedektif gibi iz sürmesini gerektirecek günlük sayfaları saçmıştı etrafa. Burnunu bahçede gezdirmeye başlarken, “Allahım! Bunları yağmur falan yağmadan ya da başka kediler kirletmeden nasıl bulup okuyacağım? Acaba ne kadar vaktim var?” diye düşündü.
Kumpir’in insanı
Kumpir’in yokluğu insanını çok endişelendiriyordu. Kedicikleri
daha önce birkaç kere ortadan kaybolmuş hatta bir keresinde iki aya yakın
dönmemişti. Yollarını gözlemiş, meraktan ölmüşlerdi. Kumpir’e ihanet olacak ya
da geri döndüğünde yerine bir kedi sahiplendiklerini sanıp küsecek diye bahçeye
kedi sokmamaya çalışıyordu. Kaç gündür geceli gündüzlü etrafı gözetliyordu. Bir
kedi gelirse onu bahçeden çıkarıyor, kaldırımın kenarına azıcık mama döküp
orada kalmalarını, içeri girmemelerini sağlamaya çalışıyordu. Sadece Koko…
Koko’yla Kumpir’in sohbet eder gibi kısık gözlerle güneşe baktıklarını görmüş,
“belki onlar da konuşuyorlardır!” diye düşünüp gülmüştü. Camı açıp mama kabını
şıkırdattı, “Kumpiir!” diye seslendi. Şu Koko komik bir kediydi. Kumpir’i izleyip
taklit ettiğine neredeyse yemin edebilirdi. Şimdi girmiş bahçede Kumpir’in son
zamanlarda yeniden gezmeye başladığı köşeleri koklayıp duruyordu. Camı hüsranla
kapatırken kendi kendine söylendi. “Sanırsın Sherlock! Neyin izini sürüyorsa?”
Koko
Burnu derin koklamalardan sonra karınca dolmuş gibi
gıdıklanıyordu. Birkaç gündür Kumpir’in insanı bahçede sadece kendisine yemek
veriyordu. Yoksa bir şeylerin peşinde olduğunu anlamış mıydı? Böyle düşünüyorsa
haklıydı. O sırada tüylü de olsa çizilen derisinin acısına aldırmadan girdiği güllerin
diplerinde yeni sayfalar buldu. Bahçe sulamasından korumak için en sık
dalların, yaprakların olduğu yere bırakılmışlardı.
“Sevgili Koko, sen bu satırları okurken ben çoook uzaklarda olacağım. Ne kadar klasik oldu değil mi? İnsanlar böyle cümlelere klişe diyor. Bizim klişelerimiz bir türlü oluşmuyor, gelişmiyor Koko. Çünkü kedilerin pek çoğu yazabilme yeteneğine sahip olmalarına rağmen yazmıyorlar. Birincisi, ‘herkes yazarsa kim okuyacak?’ değil mi? İkincisi de biz yazarken insanlarınki gibi kalıcı yazı araç gereçlerinden yoksunuz. Bolca koku… Akıbeti bir yağmura bakıyor. Sonra okumak istesen de sağda solda birkaç kırık kelime… Kokocuğum, senden istediğim; ipuçlarını izle. Kalıcı yerlere bırakmaya çalıştım. Belki okuduklarından hareketle türümüzün evlerde yaşayanlarının bana göre en önemli sorununu çözmekte büyük rol oynayacaksın. Her şey ikimize bağlı Koko! Lütfen bugüne kadarki alışkanlığının tersine sabırlı ol. Bu işten sadece sabrı öğrenerek çıksan bile kâr edersin. Çünkü kedilerin en büyük hasleti budur. Şımarma diye yüzüne söylemedim ama sana güveniyorum! Bu yaptığımızın asıl sonucu nesiller boyunca türümüze yakışan bir kazanç sağlamamız olacak! İnan bana katlandığımız her şeye değer! Hadi yeni sayfaları ara…”
Satırlar burada bitiyordu. Koko, pek bir şey anlamamıştı. Sanki
koku taraması yapmak çok kolaydı. Öfkesine rağmen Kumpir’in kendisi hakkındaki
düşünceleri koltuklarını kabarttı. Onu oldukça bilge buluyordu. Birlikte
oldukları her anı bir şeyler öğreniyor olmanın heyecanıyla geçirmişti. Bir anne
yerine buradaki birkaç komşunun çabasıyla büyüdüğünden Kumpir’in rehberliği
daha büyük önem kazanmıştı. Yine de bu ne büyük sorumluluktu! “Türümüze yakışan
bir kazanç!” Her zamanki gibi gizemli konuşuyordu Kumpir. Neredeyse çıkıp
gelse, yüz yüze konuşsalar olmaz mıydı? Bu gizemin sebebi neydi? Ama şimdi düşüncelere
dalmanın sırası değildi. Günlüğün yeni sayfalarını bulması gerekiyordu. “Her
yere soktuğu o küçük pembe burnu”na çok iş düşüyordu. Kumpir’in bahçede
bıraktığı son günlük yapraklarını koklayıp bitirdi. Silinip gitmesinden
korktuğu kokuları yakalamak için can havliyle koşarken aniden durdu. Başını
kaldırdığında arabanın lastiğiyle burun burunaydı.
Ev
Koko, Kumpir’in bu sayfaları ne zaman bıraktığını merak
etti. Günlerce uğraşmış olmalıydı. Halbuki her geldiğinde onu otururken
bulurdu. Onun nereye kaybolduğunu bulmak için sabırsızlanıyordu ama Kumpir
sayfaları yazarken maharetini göstermiş öğütleriyle gizemi iç içe işlemişti. Koko,
yeni bir sayfa bulduğunda, yüz yüzeyken tahammül edebildiği konulara sıra gelince
hızla gözden geçiriyor, dikkatini gizemi aramaya yoğunlaştırıyordu. “Kokocuğum,
bunları okuduğuna göre küçük pembe burnun üstüne düşeni yapıyor. Sayfaları
bulabileceğinden emindim zaten. Uzun zamandır ziyaret etmediğim gül diplerini,
mazı aralarını, eski çiçekliğin arkasını, bahçenin sonundaki duvarların
diplerini, insanımın kullandığı deponun kıyısını köşesini, benim için
açmalarını beklediğim kapıyı, fark ettiğin gibi, araba lastiklerini bile
değerlendirdim. Arkamda bırakacağım vasiyetname için epey emek vermem gerekti. Tahminime
göre yakın zamanda bir evin olacak Koko. Eğer insanların sana uygunsa evinin
olması iyidir canım. Kardan, yağmurdan, hele fırtınalı havalardan kaçabileceğin
bir sığınak çok güzeldir. İnsanların kediliğine saygı duyuyor ve seni seviyorlarsa
bu bulunmaz nimettir. Utandığını, üşüdüğünü, arkadaşlarının seninle dalga
geçtiğini düşünmeden tüylerini tıraş ettirmiyorlarsa bu bile yeter. Bir kere
sokak kedisi olduysan hep sokak kedisi kalırsın. Benim insanlarım gibi insanlar,
senin ikili hayatını sürdürmene özen gösterirler. Bu sana her türlü kötü şartta
sağ kalman için benzersiz bir birikim verir. Her kedinin kendine has
alışkanlıkları ve damak tadı vardır ama bazı genel prensiplere özen göster.
Mesela su içerken taze su iç, bahçeyi falan ilaçlıyorlar suyun kirlenebilir.
Kokusundan rahatsız olduğun tuhaf şeyleri yeme. Bahçelerdeki ‘geçyan’lara -hani
sen geçince yanan ışıklar var ya onlara bu ismi taktım- dikkat et. Bütün
avlanma zevkini yok edebilirler. Pek mümkün değil ama keskin bakışınla
göremediğin bir şey olursa gözlerini yum. Kokular sana rehberlik edecektir.”
Bulduğu sayfalarda gizeme dair tek kelime yoktu. Yalnız “vasiyetname” kelimesi aklını kurcalamıştı. İki gündür öyle yorulmuştu ki daha fazla düşünmek yerine burnunu biraz dinlendirmek için gölge bir köşeye çekildi. Etraftakiler onun sürekli yerleri koklayıp durmasına bir anlam veremiyorlar, “Köpeklere mi özendin?” diye dalga geçiyorlardı. “Bekleyin bakalım köpeklere mi özenmişim?” diye söylendi. Önemli bir görevi olduğuna kendisi de inanmıştı. Sonunda bütün çabasının beyhude çıkması ihtimali vardı ama merakı hala aramalarını teşvik edecek kadar büyüktü. Burnunu pembe fasulyelerinin arasına alıp uyuyakaldı.
Kumpir’in insanı
Kumpircik günlerdir ortada yoktu. Sabah, akşam, gecenin bir
yarısı, camdan, kapıdan eski bir oyunu tekrarlıyor, mama kabının içine koyduğu
kuru mamaları sallıyor, onun kir pas içinde ya da pırıl pırıl, zayıflamış ya da
şişmanlamış ama sağ olarak bir yerlerden çıkıp koşmasını bekliyordu. Evin tadı
kalmamıştı. Her baktığında, Kumpir’i bahçenin bir yerinde şu küçük kara
kediyle, hayatla alışverişini tamamlamış, kendisine bir sorun aktarıldığında
gülümseyerek öğüt veren masalcı kadınlar gibi oturuyor bulmak istiyordu. Küçük
kara kedi de onunla birlikte Kumpir’i arıyor gibiydi. Ne zaman baksa iz süren
tazılar gibi bahçenin bir yerini kokladığını görüyordu. Bir şey bulabilmiş
miydi acaba? Bulsa ona söyleyebilir miydi? Umutsuzca Kumpir’in sallanan
sandalyesine oturdu. Birazdan kalkıp siyah kediye mama verecekti. Belki bir
kedi daha sahiplenmenin vakti gelmişti.
Koko
Gözlerini açtığında nerede olduğunu önce çıkaramadı. Kumpir’in
insanının deposunun hemen girişinde yattığını fark edince şaşırdı. Hava birkaç
gündür çok sıcaktı. Anlaşılan bulduğu ilk gölgelik yerde uyuyakalmıştı. Esneyip
gerinirken solda, duvara dayalı kürek, tırmık, bel, kazma yığınının arkasında
onu huzursuz eden bir şey fark etti. Tamamen ayağa kalkmadan bükülü patilerinin
üstünde ilerledi. Orada her ne varsa onu ürkütmek istemiyordu. Yaklaştıkça tanıdık
satırlar, bakır telleri andıran bıyıklarını titretti.
Kumpir
“Sevgili Kokocuğum, sayfaların sonuna geldin. Sana öğretmem gereken birçok şey vardı daha. Kalıp bizzat öğretmeyi isterdim. Aramızda öğretmen-öğrenci ilişkisi varmış gibi görünmesine rağmen seninle dostuz. İyi bir öğretmen, öğrencisinin öğrenme hevesine güvenmeli ve onu öğrenmeye devam edeceği, yanlışlarından dersler alabileceği inancıyla serbest bırakmalıdır. İşte ben, o noktadayım. Bu son dersimiz! Sana söylemek istediğim en son ve aslına bakarsan -kıymetli yardımınla- mirasımız kılmaya çalıştığım en önemli konu; insanımı, sabah uyandığında ya da akşam yatmadan önce kucağını dolduracak cansız bir tüy yumağı bulmaktan korumak. Şahsen bu, benim insanıma vefa borcumdu. Şimdi diyeceksin ki, ‘hayatımız boyunca ‘nankörlüğümüzün’ dedikodusunu yapan insanlara böyle bir güzellik borçlu değiliz’. Haklısın! Ama sana günlük sayfalarında bahsettiğim büyük sorumluluk buydu. Dünya yolculuğumuzu insanımızın evinde ya da kedi doktorunun masasında tamamlarsak bu gerçek bir son olur. Halbuki büyüyü ve herkesin iyiliğini muhafaza edebilmek için bilgelik yolculuğumuzu başka türlü tamamlamalıyız. Bunun için kedilerin yüzlerce yıllık kısmi evcilleştirilme macerasının başından beri yaptıklarını yapmalı, ‘ortadan kaybolma’mı ayarlamalıydım. Yıllarca bir kaza olmadığı sürece kediler ömürlerinin sonuna geldiklerinde ortadan kayboldular. Sokaklarda, bahçelerde onlarca kedi ölüsü gören olmamıştır. Yeni yapılan bir ev için açılan temelden ölü kedi iskeletleri çıktığını ben hiç görmedim. Ancak araba çarparsa, soğuktan donarsa ya da doğumda ölürse, ölü kedi görülür. Son durumda annenin yeterli mahremiyeti varsa ölü kedi yavrularını yine kimse görmez. Çok uzun zaman beni terk ettiği için kızdığım annemin bile kaybolma sebebini biliyorum artık.
Arkadaşlarımızı düşün Kokocuğum! Ortadan kaybolmak için çaba sarf eden ama bir şekilde insanları tarafından engellenen arkadaşlarımızı, Şila’yı, Mango’yu, Marni’yi… Kedi doktorunun masasında ‘uyutulmadan’ önce hepsi gitmeyi denedi. Kimini kamera kayıtlarından, kimini tasmalarındaki çiplerden bulup geri getirdiler. Tenha bir köşeye çekilip bugüne kadar yaşadığımız gibi bilgece ve doğallıkla gitmeye hakkımız olmalı Koko! Sen bu günlükleri okuyabildiğine göre bu hakkı geri almışım demektir. Bunu herkese anlatmalısın. Kaybolma zamanını bir şekilde biliyoruz, bunu değerlendirmeli ve gidebilmeliyiz. Planımı gerçekleştirmek için senden doğrudan yardım istemeye cesaret edemedim. İtiraf ediyorum, vedalaşmak zor geldiğinden birkaç günlük bir dedektiflik macerasının daha iyi sonuçlar vereceğini düşündüm. Daha önce de söylediğim gibi büyünün sürmesi için, hepimiz için Kokocuğum! Sevgiler…”
Koko
Koko başını kaldırıp bıyıklarını oynatarak, okuduğu son koku
zerrelerini rüzgârla dağılan hindiba tohumları gibi serbest bıraktı. Gizem
çözülmüştü. Koko bunu herkese ama öncelikle Kumpir’in kadın insanına anlatmalıydı.
Ona, “Kumpir, buradaki görevini tamamladı, gitmesi gerekiyordu. Hem de sizi
sevdiği için…” demeliydi. Sadece miyavlayarak bunu nasıl anlatacağını kara kara
düşünürken vurup durduğu dalların üstündeki kelebeği yanlışlıkla yakaladı.
Kumpir görse bir canlının hayatını anlamlı bir sebep olmadan almasına çok
kızardı … Aniden aklına kelebeğin kazayla ölümüne anlam katacak parlak bir
fikir geldi. Kumpir’in insanının Kumpir duyup gelsin diye mama koyup
şıkırdattığı kabın içine ölü kelebeği bırakıverdi. Kadın insan anlardı
herhalde…
Esra Özer Duru, Ankara, Ağustos 2021.