26 Aralık 2022

EYT’YE BİLE NASIL TAKILAMIYORUM?

Yazdığımız her şey özel hayatlarımızdan izler taşır. Yazar bunu zaten bilir, yazarı yakından tanıyanlar da detaylardan anlar. Açıkçası ben yazmanın bu yönünü hep kısıtlayıcı bulurum. Maalesef eskiden beri her yazdığımı bu yönüyle ince bir süzgeçten geçirmeye çalışırım. Ama şimdi ilginizi çekerse kişisel bir hikâyeyi, EYT’ye nasıl takılamadığımın hikayesini, becerebilirsem, isim vermeden anlatmaya çalışacağım.

1993 yılında lise öğretmenlerimin çok da memnun olmadığı bir tercih yaparak iletişim fakültesini kazandım. Memnun değillerdi çünkü gazeteciliğin kadınlara, özellikle de başörtülü kadınlara uygun olmadığı kanaatindeydiler. Beni ilahiyat ya da eğitim fakültesine yönlendirmek istediler, yazmayı, araştırmayı sevdiğim için gazetecilik okumak istedim. Memleket karışıktı (hep karışık zaten), araştırılacak çok konu vardı. Hele 1993 yılının siyasi cinayetlerle, faili meçhullerle, kısacası karanlık olaylarla dolu ortamı insanın araştırma duygusunu kışkırtıyordu. Bir yerinden başlarım diye düşündüm. Yasaklar, özgür olması gerektiğini düşündüğüm fakültemize de girdi ve okulumu başörtüsü yasaklarının gölgesinde bitirdim. Yüksek lisans hayallerim yasağa takıldı, ben de çok ısrar etmeyip doğrudan mesleğe yöneldim.

Stajyerliğimi yapmak için 1996’da işe başladığım gazetede hevesle ufak tefek haberler yazıp kendime bir yer edinmeye çalıştım. Dokuz aylık bir “staj”ın sonunda sigorta girişim yapıldı. Her ne kadar basın emekçisi olarak değil, bir işçi olarak sigortalandıysam da bu ayrım o sırada gözüme çok önemli görünmemişti. Küçük ölçekli bir kurtlar sofrası hissiyatı yaşatan Ankara temsilciliğinde herkes ama en çok başörtülü muhabirler tutunma mücadelesi veriyorlardı. Başka arkadaşlarımın aksine başlangıçtan itibaren belli bir alana yönlendirilmek yerine joker olarak tutuldum. Ücra bir yerde tasavvuf musikisi konseri varsa, büyük siyasi partilere bakan muhabirler rahatsızsa ya da daha önemli işleri varsa, TBMM’de grubu olmayan küçük partiler basın toplantısı yaparsa o haberlere gönderilirdim. Bir süre redaktörlük, bir süre istihbarat şefliği, hatta bir süre haber müdürü vekilliği dahi yaptım. Gazetenin bütün haber birimlerini ekonomi hariç dolaştım, emek verdim. Eşimle o sıralarda evlendim. Bütün büro düğünümüze geldi. Artık yerimi sağlamlaştırmışımdır sanırken bir şekilde sigortamın kesildiğini ve o sıradaki yöneticinin beni “işten biri çıkarılacaksa bunlar çıkarılsın” listesine aldığını öğrendim. “Nasıl olur?” falan derken, “seni tanımıyorduk, sigortanı yeniden başlatalım, maaşına azıcık zam yapalım, bizimle çalışmaya devam et” denildi. Benim iki yılı doldurduğunu sandığım ama sadece altı ayı bulan sigortam yeniden başlatıldı.

“Evin kızı” olmak her daim mağduriyet mi getirir?

Bu sırada 28 Şubat rüzgarlarıyla birçok kesime olduğu gibi başörtülü kadınlara da dünya zindan ediliyordu. 10. Yıl Marşı eşliğinde toplantılardan çıkarılan başörtülü muhabirler arasında ben de vardım. Patronumuz kıyafetime yeni bir yorum getirmemi nazikçe ima etti. Sarı basın kartı alma hayallerimse; önce sigorta sürecimdeki yara bere ve basın sigortası kapsamında olmamam nedeniyle yasal süreyi dolduramadığım için daha sonra da başörtülü fotoğraf vermek istemem nedeniyle suya düştü. Başbakanlık Basın Kartları Komisyonuna kazanılmış hakkımı vermedikleri için itiraz ettim. İtirazım sözüm ona haklı bulundu. Gerekçede, idarenin ret kararını başörtülü fotoğrafıma dayandırmasının usule aykırı olduğu yazılıydı. Yani bir dahaki müracaatımda daha mantıklı bir gerekçe bulunacaktı sanırım. Bir daha müracaat fırsatı bulamadım.

Gazetede benimle birlikte eşimin de aldığı ücret (sanırım eş durumundan) birlikte çalıştığımız herkesten daha azdı. Hala belli bir alanda uzmanlaşma imkanına kavuşamamıştım. Nedense istihbarat şefi, haber müdürü gibi yöneticiler, bizi “gazeteciliği öğretme” bahanesiyle eziyor, ağlatacak kadar kötü muamelelere maruz bırakıyorlardı. Yaşananlara rağmen ben “bu evin kızıydım, kurumun geleceğinde ben vardım, biraz sabırlı olmalı, maaşımın iyileştirileceği günleri bekleyivermeliydim”. Bekleyeyim dedim. Zaten patronlarımın bildiği ve işaret ettiği gibi çok alternatifim yoktu.

Beklerken eşimle yurtdışına gitmeye karar verdik. Sigortamın gaspında rolü olan yöneticinin biz ayrılırken bize verdiği “işten çıkarma tazminatı ödeyerek yaptığı bu haksızlığı telafi etme ve bizi dönüşte işe geri alma” vaadini kimse hatırlamadı ve tabi ki gereğini yapmadı. Dönüşte; bize verilen tazminat sözü tutulmadığı için işe geri alınmamın mümkün olmadığını düşünerek şansımı hiç denemedim. Eşim denedi, kısmet başka yerdeymiş, olmadı.

İlk iş tecrübem yaklaşık dört yıl olmasına rağmen sigortam, yapılan giriş çıkışlar nedeniyle kırk yamalı bohçaya benziyordu. Haklarımı hukuk yoluyla alayım dedim. Eski işyerime bir dava açtım. İki yıldan fazla süren davanın neticesinde ben kazandım. Ama hakkımı gasp eden şirketler (!) artık “bulunamadığı” için SSK’ya ödenmeyen primleri benim ödemem gerekecekti. Avukatımız “bunu böyle bırakalım yoksa borçlu çıkacağız” dedi. Devletin bulamadığı şirketten -ki ben yerlerini biliyordum, vicdan sahibi bir insan devreye girerek bana bir miktar tazminat ödemeyi teklif etti. Ben sigortalarımı istiyordum, kabul etmedim. Etse miydim?

Edindiğim tecrübe genellikle hak gaspı ve psikolojik baskıyla dolu olduğu için çalışma hayatı artık çok cazip gelmiyordu. O sırada ilk çocuğumuz doğdu. Onu büyütürken bir vesileyle tanıştığımız Halise Abla, Turuncu Dergisinde gönüllülük esasıyla yazmaya cesaretlendirince “neden olmasın” dedim. Yıl 2004 falandı galiba. Yazmayı sevmiştim. Bu arada Halise Ablayla karşılaşan eski yöneticimiz ona benim hakkımda övgü dolu cümleler etmişti. Acı bir tebessümle dinledim. Benim iş hayatım başlamadan hüsranla dolarken bir zamanlar yöneticimiz olan pek çok insanın yıldızı parlamıştı.

Sinir Harbi

Kızım biraz büyüyünce aylık bir haber dergisinde haber müdürü olarak işe başladım. Güzel bir maaş, iki aylık “deneme” sürecinden sonra sigorta başlangıcı vadedilmişti. Bir süredir evde olmanın verdiği dinçlikle işe geri döndüm. İlk ay çok sayıda röportaj ve haber yaptım. Haber müdürlüğü sıfatı biraz abartılıydı. Çünkü kadroda çok az insan vardı. Haber kısmında içerde çalışan tek kişi bendim. Dergi çıktığında büyük bir hayal kırıklığına uğradım. Emek emek hazırladığım röportajların, haberlerin biri hariç hepsinin üstünde “kadro zengin görünsün” diye başka insanların imzası vardı. Biraz gerildik ama sorunu, hazırladığım haberlerde en azından benim belirleyeceğim mahlasların olmasına karar vererek çözdük. Dergicilik zevkliydi, sevmiştim. Çalıştığım insanlar da iyi insanlardı, bir şekilde yine “evin kızı” oldum. İkinci ayın sonunda sigortam yapılmadı. “Gelecek aya” kaldı. Olur böyle şeyler diye düşündüm. Gelecek ay bir türlü gelmedi. Maaşların ödenmesi sıkıntıya girdi. Yaklaşık yedi ayın sonunda, yatırılamayan primlerimin bana nakit olarak ödeneceği sözüyle ve gelecek ay yayınlanmak üzere dosyalar bırakarak işi bıraktım. Eve döndüm. Primleri hiç görmedim.

Kendi halimde, sigortasız ev kadınlığıma devam ederken yeni bir iş teklifi aldım. Siyasi bir simanın öncülük ettiği, ana sponsoru bir yayınevi olan üç aylık bir dergide “deneme süreci”nin sonunda sigortam yapılmak kaydıyla uygun bir maaşla işe başladım. Benim patronum siyasi sima olacak, maaşım yayınevi tarafından ödenecek, sorumluluk alanım sadece üç ayda bir çıkan derginin işleri olacaktı. Yayınevinin patronu kendi işyerini terörize edecek kadar otoriter, çalışma ortamı çok gergindi. Dergi yayına hazırlanırken birkaç gün yayınevinde olmam yeterli olduğu için dert etmedim, doğrudan muhatabım o değildi. Derginin ofisinde her işi yaptım; mesai ciddiyetiyle her gün işime gittim. Yayınevinin işleri çok geldiği için bizim dergiyi günlerce bekleten dizgicilerin yerine dergiyi dizdim, kapak buldum, ofisi açık tuttum, faturaları ödedim, temizlik yaptım, abonelerle ilişkileri düzenledim, dergileri kargoya taşıdım, kitap mağazalarına götürdüm, paralarını topladım, yayın kadrosuna katıldım. Birçok yazıya düzeltme önerileri sunarken bir sayıya ortak editörlük yaptım. Derginin künyesinde birçok görevin karşısına adım yazıldı. Sigortam hiç başlamadı. Sonra bir gün yayınevinin sahibi bana sözleşme şartlarını ihlal ettiğim için sözleşmemin tazminatsız, tek taraflı feshedildiğine dair bir mail attırdı. Kendi patronumu aradım, anlattım, sorun çözülemedi. Ben de Çalışma Bakanlığına ve SGK’ya birer şikâyet dilekçesi verdim. İşyerine teftiş bilgisi ulaşınca yayınevi sahibi benim patronumu arayıp dilekçemi çekmezsem derginin sponsorluğunu bırakacağı tehdidinde bulundu. Dilekçemi çekecek, herhangi bir hak talebim olmadığına ilişkin bir ibraname imzalayacaktım, o da bana cüzi bir miktar ödeme yapacak, sponsorluğu devam ettirecekti. Patronum kabul etmemi rica etti, primlerimi ve bundan sonraki maaşlarımı cebinden ödeyecekti. Ettim. Primleri yine görmedim. Bir süre daha hem de ücret almadan çalışmaya devam ettim, çünkü dergiyi sevmiş yine “evin kızı” olmuştum. İkinci çocuğumuzla birlikte bir çalışma dönemi daha sona erdi, tekrar eve döndüm. Aktif çalışma hayatına dönmeyi yeniden denemedim.  

İdeal bir EYT’li olabilirdim ama…

İşte yasakçı devlet/sömürücü özel sektör aracılığıyla nasıl EYT’li olamadığımın ayrıntılı özeti! Başlangıçta hikâye kişisel dedim ama eminim kendi hikâyesinde ortak noktalar bulanlar çıkacaktır. Hikâyede ilginç ve acı olan sigortaya girişimi yapan ve kesintilerle de olsa ödeyen tek işyerinin ilk işyerim oluşu. EYT’ye dahil olabilsem onlar sayesinde olacaktı. Dahil olamamamın en büyük sorumlusu da onlar oldu. Geçen zaman içinde birkaç kez sigortalı olduğum dönemleri toplatıp emekliliğimi hesaplattım. Emeğim bir kez daha boşa gitmesin istedim. Ödemem gereken prim miktarı çok büyüktü. Onun için EYT çıksa bile benim faydalanmam zor görünüyor. İsteğe bağlı sigortalılığı başlatırsam belki. Sürecin sinir bozucu bazı detayları var, uzatmayayım diye onları es geçtim. Belirtmeden edemeyeceğim en sinir bozucu şeyse; haklarım maddi, manevi gasp edildikten sonra “helallik” istenmesiydi. Bazı haklarımı ağız alışkanlığıyla, bazılarını gönüllü helal ettim, bazıları için sözü ağzımda geveledim. Devletin yasaklayarak, denetlemeyerek, mahkûm ederek göz yumduğu, özel sektörün hiç umursamadığı, bizim el mecbur “helal” ettiğimiz hukukumuz için “kamu davası” açılır mı Allah biliyor. 

Esra Özer Duru, Ankara, Aralık 2022.

https://hertaraf.com/koseyazisi-eyt-ye-bile-nasil-takilamiyorum-3405 

Taze Taze Hikâyeler

BEKLEME ODASI

Mart ayı ortalarıydı. Hava, okullardaki mevsim tablolarında her zaman bahara dahil edilmesine rağmen, yıllardır rolüne direnen bu aya yakışı...

Yeni Yazılardan Haberdar Olun

Kaçırmayın!