03 Eylül 2022

POŞETTEKİ JAPON BALIKLARI

Ömrümüz evde, sokakta, okulda, kamusal alanda ne yapıp ne yapamayacağımızın başkaları tarafından belirlendiği bir atmosferde geçti. Üstüne kavanoz kapatılmış böcek hissiyatı veren bunaltıcı yasakları, zaman zaman başörtülü kadını kamusal alanda istemeyen, dini; ileri yaşlarda gidilen bir umre ya da hac ziyareti zanneden ya da katıldığı mevlitte iğne oyalı krep örtü rahatlığında omuzlarına düşürüverilecek bir şey gibi yorumlayan insanlar koydu. Zaman zaman da bizim yapmak istediğimiz işlerin şöyle uygunsuz, böyle mekruh olduğunu söylemeyi vazife edinmiş “kardeşlerimiz” sınırlar çizdi. İkisinin üslubu çoğu zaman aynıydı. Bazen bir fakülte amfisinde, “Sen, türbanlı! Evet sana diyorum, dışarı!” diye bağırdılar. Bazen bir Meclis salonu dolusu anasınıfı (!) çocuğuna, “Dışarı!” diye tempo tutturdular. Bazen de kadınların evinden hiç çıkmaması gerektiğini, çıkarsa çabuk dönmesinin en iyisi olduğunu beyan ettiler.

Genç yaşta başını örtenler bilir, kız çocuğu için problem olan her şey başörtülü kız çocuğu için daha büyük problemdir. Başınızı niye örttüğünüzle ilgili, komşular, akrabalar, arkadaşlar tarafından uzun uzun hesaba çekilirsiniz. “Bu örtü işi nereye kadar gidecek, daha fazla örtecek misin, Kur’an kursuna mı okula mı devam edeceksin, okula girerken açacak mısın, imam hatibe mi gideceksin, pek de zekiydin kadından imam da olmaz ne olacaksın, vah vah pek de gençtin, keşke nişanlanınca falan örtseydin…” Başka bir cepheden gelen sorularsa şöyle olur: “Başörtülü top mu oynayacaksın, bisiklete binmek mi tövbe estağfurullah, pardösü bari giy üstüne, altına pantolon giymek mi dinden çıkarsın, hem kız kısmı okuyup ne olacak, dikişe falan git.”

Bu beyin öğüten, insanı kendisi olmaktan çıkarıp tek tip bir şeye dönüştürmeye çalışan hiza vermelerin birbirinden farkı yoktur aslında. Hiç susmazlar, hiç yetinmezler, hiç mutlu olmazlar. Sürekli parmak sallar, siz geri adım attıkça onlar daha da cesaret kazanıp saldırılarını büyütürler. İnsan olduğunuzu, dünya hayatındaki sınavların sizin için de geçerli olduğunu kimse hesaba katmaz. Sizden başka herkes günah işlemekte özgürdür sanki. Sizse bir kesimi temsil ettiğiniz için (nedense?) asla günah işlememeli, günaha benzer, görenler tarafından günah denebilecek herhangi bir davranışta bulunmamalısınızdır. Madem bir kere başınızı örttünüz, çocuk, genç, insan olmak gibi vasıflardan kaynaklanan zaaflar size asla uğramamalıdır. Yüksek sesle sohbet edemez, bahçe duvarının üstüne oturup arkadaşlarınızla basitçe çekirdek çıtlayamaz, gülemez, koşamaz, sakız çiğneyemezsiniz. Başınızı örtmenize taraftar ya da karşı olanlar için fark etmez, bir kere örttüyseniz Allah’tan çok hatta önce onları memnun etmelisinizdir.

Bir taraf sunduklarını sandıkları bir özgürlük tanımıyla seçimlerinize, aklınıza, kimliğinize saldırırken diğer taraf yalnızca Allah’la aranızda var olan ibadet/kulluk tanımlarınıza müdahale ederek size saygısızlık yapar. Sanki siz bir günah işlerseniz hep birlikte ceza alınacakmış gibi yaklaşırlar yaptıklarınıza. Yani Allah’ın emirlerini temel haliyle yapıyor olmanız yetmez, başkalarından hiç beklenmediği şekilde sizden sürekli en takvalı haliyle ibadet etmeniz beklenir. Takvanın ölçüsü de kendi memnuniyetleridir.

Bütün kızlar toplansak! 

Bunları düşündüğümüzde toplumu oluşturan bu kesimlerin aslında bizim başörtülü ya da başörtüsüz oluşumuzla değil topyekûn kadın oluşumuzla bir dertleri olduğunu görüyoruz. Eğer kadınsanız, öyle kafanıza göre sokakta yürüyemez, istediğinizi giyemez, istediğiniz işi yapamaz, istediğiniz okulda okuyamaz, yüksek lisans, doktora gibi akademik faaliyetlerde bulunamaz, bisiklete binemez, tek başına yolculuk yapamaz, kendi aklınızla hareket edemezsiniz. Size birilerinin hep “yol” göstermesi gerekir. Neyse ki sorulmadığı halde fikrini beyan eden, size sınırlılıklarınızı hatırlatan “yüce” bir insan her zaman bulunur.

Halbuki tam tersi erkek bireylere bu türlü kısıtlamalar getirilmez. Bir erkek çocuğun meslek seçimi için zekâsı, becerisi ve ailesinin beklentisi dışında “limit yok”ken, bir kız çocuğun meslek seçiminde zekâsı, becerisinden çok bir kadın/anneye en uygun mesleği seçmesi elbirliğiyle sağlanır. Kendisini müslüman sıfatlarıyla tanımlayan bir erkeğe, en görünürü o olduğu için sakalını kesmek dışında bir kısıtlama getirilemezken, kamusal temsili her iki tarafın nezdinde oldukça yüksek ve görünür olan başörtülü kadının aşması gereken dünya kadar engel çıkarılır. Kadın olmak zaten zorken başörtülü kadın olmak ekstra zorlaştırılır. Bu zorluklara bir de yasakçılar tarafından bölünüp küçük küçük düşman kamplara ayrılan kız kardeşlerimizin saldırıları eklenir.

İşin aslı kadınlara ayrımcılık yapanlar bir şekilde iş birliği içinde. Onlar kadınları, akvaryumcudan saydam poşetle alıp eve taşıdıkları japon balıkları gibi “yalıttıklarını”, “koruduklarını” zannederken, bizler kadınlığımızdan ve kız kardeşliğimizden vazgeçmeden, her gün pek çok kadının şiddete maruz kaldığı, günlük sıkıntılarla baş etmek için gücünü israf ettiği bu dünyada birbirimize sahip çıkabiliriz.  

Esra Özer Duru, Ankara, 16.8.2022.

https://hertaraf.com/koseyazisi-posetteki-japon-baliklari-3199

ÇATIŞSAK MI ÇATIŞMASAK MI?

Geçen haftalarda sosyal medyadan yansıyan aktörleri gençler gibi görünen ve kuşak tartışmalarını yeniden gündem yapan birtakım üzücü olaylar oldu. Ortaokul çağlarım falandı, “kuşak çatışması” diye bir şey duymaya başladım. Pek anlayamamakla birlikte benden yaşça büyük genç akraba çocuklarının anne/babalarıyla, dede/nineleriyle yaşadıkları sıkıntılara böyle dendiğini anladım. Otoriteyle genellikle barışık bir çocuk olarak sıkıntının kendisini idrak etmek daha zordu. “Anne baba insanın iyiliğini ister, onlarla niye çatışılsın ki?” diye düşündüğümü hatırlıyorum. Demek ki benim çatışma çağlarım daha gelmemişmiş.

Şu kuşak işini netleştirelim biraz. Kabaca; bir evin, ailenin, ülkenin, doğduğu ve büyüdüğü hayat şartları başka olan büyükleri ile başka şartlar altında doğan ve büyüyen gençleri arasında görülen günlük konulara, sorunlara yaklaşım farklılığı diyebiliriz. İnsanları özellikle sosyolojik açıdan inceleyebilmek amacıyla yapılan, yeni bir kuşağın dünyaya geldiği varsayılan yirmi yıllık dilimlerde savaşlara, teknolojik gelişmelere yönelik yaklaşımların belirleyici olduğu tanımlar. Sınırları çok net değil. Sosyal bilimlerin çıkmazlarından biri, rakamlarla, formüllerle tespit edilemeyen bazı gerçekleri araştırmak değil mi? Dolayısıyla bu sınıflandırmada doğum tarihine mi yoksa çocukluk, ergenlik, yetişkinlik dönemlerine mi bakılıyor, pek net değil. Aslında bu tarz kategorize etmeler çok da mantıklı, sağlıklı hatta bilimsel görünmüyor. Çoğunlukla bizim kültürümüzün dışından yapılan bu tanımlamalar, durup dururken kırıcı, tuhaf tartışmalara sebep olup kuşakları daha da çatıştırıyor. En basiti orta yaşlı bir insan gençlerle ilgili eleştirilerini dile getirirken “Z kuşağı n’olacak!” ifadelerini kullanırken, gençler de aynı durumda “Sen sus boomer!” diyebiliyor. Bu tür kavanoza koyup üstüne etiket yapıştırma, dosyalayıp rafa dizme durumları bana çoğunlukla güzel gelmiyor. Bu adlandırmalar yüzünden birtakım fikir ayrılıkları yaşadığımız insanlarla aramız daha çok açılıyor. Konuşarak, dinleyerek halledebileceğimiz konular çatışma alanlarına dönüşüyor.

Halbuki kuşak çatışmasına topluca baktığımızda, sorunun hep var olduğunu, Aristo’nun bile bu durumdan şikâyet ettiğini görüyoruz. Hiçbir nesil bir öncekinden bağımsız yetişmiyor. Hepsini bir önceki nesil ya bizzat büyütüyor ya da oluşturduğu toplumsal, ekonomik şartlarla inşa ediyor. Yani sonraki nesille kavga ederken onların bizim torunlarımız, çocuklarımız olduğunu unutmamamız gerekiyor. 

Kuşaktan kuşağa fark var[1]

Dünya genelindeki kuşaklara baktığımızda ana hatlarıyla beş kuşak görüyoruz. Bunlar Sessiz Kuşak, Patlama Kuşağı (Baby Boomers), X, Y ve Z kuşakları. İlki, “Sessiz Kuşak”, 1927-1945 arasında gençlik dönemlerini yaşamış ve fark edildiği üzere belli bir isim dahi verilmemiş insanlardan müteşekkil kuşak. En çok savaş, savaş etkisi görmüş kuşak onlar. Yaş itibariyle nüfus içindeki oranları azalıyor. Bazı mutlakî monarşilerde hala ülkelerini temsil edenler var. Geniş ailelerde, yakın akrabalık, komşuluk ilişkileri içinde, ekonomik ve teknolojik şartlar açısından kıt kaynaklarla büyümüş, yaşamış bir nesil. Kahve yerine nohut kavurup çeken, çoraplarını yamayan, yeni kıyafeti bayramlarda bile görmeyen, şeker çuvallarından etek, şalvar diken bir nesil. Çoğunlukla kendi üretimini kendisi yapan ya da ihtiyaçlarını yerel üreticilerden karşılayan, kendini toplumsal değerlere adamış, otoriteye saygılı insanlar.

Sonraki kuşak onların büyüttüğü Patlama Kuşağı, hakaret olarak da kullanılan adlarıyla 1946-1964 arasındaki Baby Boomerlar. Bu kuşak, 2. Dünya Savaşının ve sonrasında Soğuk Savaşın etkileri altında, dünyada insan hakları hareketleri, radyonun, sonra televizyonun icadı, Türkiye’de çok partili döneme geçişin, ihtilallerin, iç çatışmaların gölgesinde yaşamış, ekonomik refaha özlem duyan, kuralcı, sadık, kanaatkâr insanlardan oluşuyor.

X kuşağı, hızlanan toplumsal gelişmeler, değişen dünya değerleri ile kendi iç değerleri arasında kalan, yine de alışık olduğu prensipleri yaşatmaya gayret eden kanaatkâr, idealist, toplumsal sorunlara duyarlı, otoriteye saygılı, zor hayat şartlarına tahammüllü, değişimden çok da hoşlanmayan insanların oluşturduğu bir ara kuşak. Çocuklukları, gençlikleri, 1964’ten 80’li yıllara kadarki zaman dilimine tekabül ediyor. Televizyonun günlük hayatta artan rolüyle, serbest piyasayla, aya yolculukla, hatta ilerleyen yaşlarında internetle tanışan bu neslin geçiş nesli olarak tanımlanmasının en önemli sebebi teknolojideki ilerlemeler.      

Dünya çapında yeniliklerin şekillendirdiği 80’lerin hızlı değişimlerini hayatına tam olarak alan kuşak ise Y Kuşağı. Toplumsal, teknolojik, ekonomik rahatlamalar bu kuşağın bazı hayat prensiplerine yansıyor. Önceki kuşakların aksine “bir lokma bir hırka”yla yetinmek istemeyen, aidiyet duygusu daha zayıf, aynı zamanda satın aldıklarıyla, tükettikleriyle, sosyal medyada takip ettiği isimlerle, sayfalarla bir topluluğun parçası olmayı önemseyen bu kuşak önceki kuşaklar tarafından kuşkuyla karşılanıyor. Teknolojiyi yakından takip ediyor, “online” olmayı önemsiyorlar. Takdirini, sevgisini yeteri kadar ifade etmeyen büyükler, sürekli hatta bazen yanlış yerde takdir arayan, yaptıkları her şeyde temel hedefi takdir/onay görmek olan bir nesil büyütüyor. 

“Neden böyleler?”

Son olarak dilimize pelesenk olan ve 2000-2021 arasında doğan Z Kuşağı. Y kuşağı ile benzer özellikleri olan bu kuşaktan başkası büyütmüş gibi hepimiz şikâyet ediyoruz. Bir “gruplar halinde online olarak yaşarlar” diye belgesel cümleleri kurmadığımız kaldı. Onları anlamak için önceki dört nesle ve ne istediklerine bakmamız yeterliyken genellemeler kolay geliyor. Gözümüze nasıl görünüyorlar? Teknolojiyi hızlı şekilde kavrayan ve kullanan, her türlü teknolojik aletin, gelişmenin içine doğan, neredeyse her alanda dijital; günlük hayatta tatminsiz, kararsız, doğuştan tüketici, dünya zevklerine düşkün, bir şey merak ettiğinde kitaplara bakmak, büyüklere danışmak yerine sosyal medyaya yazan, adaleti, eşitliği önemseyen, farklılıkları değil, benzerlikleri ön plana çıkarmak isteyen, geçmiş kuşakların getirdiği, temsil ettiği her türlü değere tepkili, onların çektiği sıkıntıların bedelini ödemek ya da zaman içinde sağlanmış olan toplumsal iyileşmeler için minnet duymak istemeyen bir nesil.

“Biz şöyle sıkıntılar çektik. Siz her şeye kolayca sahip oluyorsunuz” denilerek kendilerine yöneltilen öfkeye, eleştiriye muhatap olmak istemiyorlar. “Şımarık” olarak nitelendirilmek en çok sinirlerini bozan şey. “Biz okula belimize kadar karın içinden geçer giderdik” dendiğinde ne yapmalarının istendiğini çözemiyorlar. Çünkü mesela Abdi İpekçi Parkı’nda on iki yıl her cumartesi, basın açıklamasıyla hak ve özgürlük talep etmek zorunda bırakılmayı anlayamıyorlar. “Nasıl yani bu talepler için her cumartesi protesto eylemi yapmanız mı gerekti?” diye hayret ediyorlar. Bireysel özgürlüklerin doğal ve kendiliğinden olduğu gerçeğine rağmen geçmişte ya da bugün bunlar için mücadele gerekmesi onları öfkelendiriyor. Bizim hak arama yöntemlerimiz ya da aradığımız haklar onlara, geçmişin ekonomik, sosyal, demokratik koşullarını bilmedikleri için anlamsız, komik geliyor. Günlük işleyişe dair küçük sayılabilecek talepleri varsa “….org”ta bir imza kampanyası başlatıyorlar. Çözüme ulaşmaları bazen birkaç günlerini alıyor, bir iki saat bile yetebiliyor. Sonuçları kötü de olsa hesaplamıyor, sosyal medyanın hızını, tepkiselliğini kullanıyorlar. Yavaşlık, sonuçsuzluk, duyarsızlık sinirlerini bozuyor. Müdahale etmek istedikleri bir şey olduğunda Twitter’da (haklı ya da haksız) bir linç başlatıveriyorlar. “Boş, lüzumsuz” bulduğumuz işlerle saatlerini, günlerini harcıyorlar. Çünkü bizim umursadığımız çoğu şeyi önemsemiyorlar. Küfredip argo kullanıyorlar. Günlük hayatlarından paylaşımlar yapıp kendileri dahil herkesin mahremiyetini ihlal edebiliyorlar. İzledikleri kısa videolarda duydukları saçma, argo cümleleri slogan edinip kendilerini anlatırken kullanıyorlar. Can güvenliği falan takmayıp her şeyi denemek, tadına bakmak istiyorlar. Dehşete düşürüyor, bıktırıyor, zorluyor, üzüyor, farkına bile varmıyorlar. Evde kendi dağınıklıklarını toplamazken siyasete, ülke meselelerine müdahil oluyorlar.

“Parlak fikirleriniz bunlar mı?”

En çok “bencil” olmakla suçladığımız ve suçlamalarla sürekli uçlara ittiğimiz gençler bize bu şikayetçi tavrımız yüzünden kızgınlar! Yaş itibariyle dünyanın hatta uzayın kirletilmesinde en az sorumluluğu olan insanlar. Deyim yerindeyse enkaz devralıyorlar. Panik halindeler. Buzullar eriyor, iklim değişiyor. Katliamlarla yok edilen toplulukları, türleri, Sanayi Devrimini, işgalleri, savaşları, atom bombalarını, Çernobil’i, her türlü sömürüyü yaşamış, iklimi değiştirilmiş, kirletilmiş dünyada; bu enkazda, yaşamak zorunda kalanlar da onlar.

Siyasette söz istiyorlar çünkü bugüne kadarki bütün “parlak fikirler”in denendiğini ve iflas ettiğini düşünüyorlar. Kendi gelecekleri dahil birçok konuda karar alma mevkiinde bulunan insanların “yaşlı” olmasından şikâyet ediyorlar. Dünyayı, insanlığı bu hale getirdiğini düşündükleri insanların yaptığı yasalar, kurdukları sistemlerden iyi bir şey çıkabileceğine dair umutsuzlar. Bu tip konularda bir değişiklik talebinde bulunduklarında; yavaşlık ve çözümsüzlüğün yanı sıra “hıh siz ne anlarsınız?” alaycılığından bıkmışlar. Büyüklerin kendi doğrularının nihai doğru olduğundan emin, sürekli parmak sallamasından, üstten bir bakışla yol göstermesinden rahatsızlar. “Seninle bu konuyu bir konuşalım” yaklaşımını dayatma ve ikna çabası olarak görüyor, bu durumun daha çok hataya sebep olduğunu düşünüyorlar. Paraya duydukları ilgi ise bir çıkar yol arayışı aslında. Düşündükleri değişimlerin ya da bunaldıkları her şeyden uzaklaşmanın aracı onlara göre para. Bu yüzden kısa yoldan bolca edinmek istiyorlar. 

Asıl soru: Ölümüne çatışacak mıyız?

Geçiş kuşağından olmanın sınavı bu galiba. Hem öfkeden deliye dönüp hem de onları anlamaya çalışmak. “Biz hiç konuşmayacak mıyız? Meydanı onlara mı bırakacağız?” Her şeye “hayır” dediğimiz için olan otoritemizin de gözlerimizin önünde paramparça olmasına seyirci mi kalacağız, yoksa zor ve yorucu gelse bile bu her şeyi sorgulayan hatta sık sık bizim saygı tanımlarımızın dışına çıkan insanların arama, anlama yolculuğuna aklımızla, sabrımızla, inançlarımızla eşlik mi edeceğiz? Çoğumuz inançlarımızın, fiziksel görüntümüzün, maddi durumumuzun, hatta kalemi hangi elimizle tuttuğumuzun yargılandığı, bunlar için küçük görüldüğümüz, bedel ödediğimiz günlerden geçip geldik. Şimdilik gündemleri, sosyal medyada nasıl göründükleri endişesiyle dolu bu nesil, zaman içinde birbirleriyle ve kendileriyle barışmayı öğrenecek. Ayrımcılıkları bitirecek, birbirlerini etiket olarak değil, insan olarak görecek, çevre kirliliğiyle mücadele edecek, dengeli, adil olmayı ve bunları muhafaza etmeyi öğrenecek. Oldukça saygısızlar! Doğru! Sınavların kolay olduğunu kim söyledi? Sabırlı davranmadıkça, sesimizi yükseltip gerildikçe sözümüz havaya gidiyor. Tabi ki inandıklarımızı, savunduklarımızı anlatmaya devam edeceğiz. Sözün en güzelini, en güzel şekliyle söylemeye çalışacağız. Sürekli yolu işaret edip durmak yerine, kendi kendilerine bulmalarını umup birlikte yürümeye çalışacağız. Yoksa hepimiz kaybederiz.

Esra Özer Duru, Ankara, 23.06.2022


[1] Kuşak tanımları için linkteki yazıdan faydalandım: https://www.humanica.com.tr/kusaklari-anlamak-yonetmek/ (son erişim: 21.06.2022)

https://hertaraf.com/koseyazisi-catissak-mi-catismasak-mi-3096

HUZUR-U İLAHİ’DE AYRICALIKLI KULLAR KİMLER?

Geçen hafta kadınların camilerde karşılaştığı muameleyle ilgili iki paylaşıma denk geldim. İlki tanımadığım bir insanın paylaşımıydı. İstanbul’da iki büyük camide kadınlara ayrılan yerin Cuma namazı sırasında tümüyle erkeklere tahsis edilmesi nedeniyle namazını kılamadığını serzenişlerle yazmıştı. İkincisi, şahsen tanıştığım bir arkadaşımın kadınlara camilerde ayrılan yerlerin kötü şartları üzerinden eleştirilerini dile getirdiği başka bir paylaşımdı. Kişisel tecrübelerimizden bu muameleye aşinayız zaten. Üstelik bu tecrübeler, vakit, Cuma, teravih, tahiyyetül mescit namazları için ayrı ayrı mevcut.

Salgın sürecinden önce her Cuma bir grup kadınla birlikte camiye gider, küçük safımızla, camide kadınlara ayrılan yerde namazımızı kılardık. Cemaat, camide kadın varlığına o kadar yabancı ki, “vakit namazları cemaatle kılalım” diye hiç düşünmedik. Yaşadığımız yer küçük ve namaz için tercih ettiğimiz cami oldukça büyük olduğundan bize yer kalmaması gibi bir sıkıntıyla karşılaşmadık. Her ne kadar kadınların girdiği arka kapı birkaç Cuma kilitli unutulsa da, amcalar kapıya yaslanıp içeri girmemizi bilmeden engellese de, en arkada duvara yaslanıp namaz vaktinin girmesini bekleyenlerin önünden yürümek resmi geçit hissi yaşatsa da, namazdan hemen önce kadınlar kısmına aşağıdaki erkeklerden önde olur da namazları kabul olmaz diye ilk iki safı boş bırakmamız için çocuklarla haber gönderilse de… namazımızı kıldık. Hatta kışın buz gibi olan kadınlar kısmı yerine cemaatin vakit namazlarda kullandığı, ses sistemi bulunduğu için camiden kopmayan, daha sıcak küçük alanda namaz kılma ayrıcalığına bile kavuştuk. Ne yazık ki, salgınla birlikte sürecimiz akamete uğradı.

Merkezde bir camide Cuma namazı kılmak istediğimizde ham betonun üzerine serilmiş kilimlerle karşılaştık. Büyük ihtimalle depo olan oda, caminin içindeki kadınlar kısmının erkek cemaat tarafından doldurulması ve kadın cemaatteki “beklenmedik” artış nedeniyle kadınlar kısmı olarak hizmet vermeye başlamıştı. Bu odacık çapraz olduğu için kadınlar saf tutamıyor, secdeye vardıkça hem dizleri eziliyor hem de buz gibi beton yüzünden donuyorlardı. İlçe müftülüğüne yaptığımız müracaat sonrası odaya bir halı serildi ve elektrik sobası kondu. Nispeten ayrıcalıklı bu tecrübenin yanında olumsuz tecrübeler daha çok. Artık halı parçaları ve elektrik süpürgeleriyle defalarca saf tuttuk.

Yazıyı biraz uzatma ve okuyucuyu sıkma pahasına örnekleri arttıralım. Ankara Ulus’ta tarihi bir caminin kadınlar kısmına çıkıp namaza durduk. Biz namazdayken yanımızdaki kumaş yığını kıpırdamaya başladı. Hepimizin yüreği ağzına gelirken burayı kestirmeye uygun bulan kişi kalkıp gitti. Bir keresinde bir gezi vesilesiyle bulunduğumuz Bilecik’te tren istasyonuna yakın küçük bir camide Cuma vakti denk geldi. Kadınlar tuvaletindeki su, dışarıdaki şadırvanda erkekler abdest alırken kesildiği için az kalsın namaza yetişemiyorduk. Abdestle ilgili badireyi sağ salim atlattıktan sonra deyim yerindeyse kadınların “tıkıldığı” küçük odada artık halı rulosunu açarak namaz yeri ayarladık. Ama bu küçük odada ses sistemi bulunmadığını gördük. Üzülerek Cuma yerine öğle namazı kıldık. Bir keresinde Bursa’da Yeşil Camii’de tahiyyetül mescit namazını “fahri kadınlar kısmı hatırlatıcısı amca” yetişemeden hızla eda ettik. Edirne Selimiye Camii’nde bahçenin diğer ucundaki tuvalette abdest almaya çalışırken cemaati kaçırdık. Ortaköy’deki Büyük Mecidiye Camii’nde ise o güzelim ışığın altında namaz kılmamız engellendiği için arka tarafta camiden tamamen kopuk bir bölümde namazımızı cemaatsiz kıldık. Hatta namazdan sonra mimarisini, kubbesini, vitrayını, ışığını görelim diye camiye girmek isteyince “fahri kadınlar kısmı hatırlatıcısı amca” önümüzü kesti, çok kararlı bir şekilde bizi camiye almamak için direndi. Az kalsın göremeden çıkacaktık. Eyüp Sultan’da kıldığımız namazsa hafızamızda caminin huzurlu ortamı yerine ıslak, kokulu ve loş bir anı bıraktı.

Düşünüldüğünde kadınlar sadece teravih namazı için camileri doldurduğunda makbul karşılanıyor. O zaman yaşananlar ise ayrı bir yazı konusu. Özetle “çocuklar kadınların aparatı gibi görüldüğünden teravih esnasında zaten küçük olan kadınlar bölümünden camiyi şenlendiriyorlar” desek yeterli olur. Bu deneyimlerin çoğu hayatta sadece bir kere yaşanabilecek deneyimler. Düşünsenize “fahri kadınlar kısmı hatırlatıcısı amcalar” Mescid-i Haram’da ya da Mescid-i Nebevi’de görevlerini icra etmeye devam etselerdi…

Aslında sorunlar Peygamberimizin günlük pratiklerine baktığımızda görmediğimiz gelenekleşmiş yaklaşımlardan kaynaklanıyor. Artık bu sıkıntılara dair farklı çözümler geliştirmek gerekiyor. Bunun için özellikle Diyanet İşleri Başkanlığına büyük iş düşüyor. Başkanlık, camilerde kadınların varlığını kolaylaştırıcı fiziki şartların sağlanıp sağlanmadığını bizzat ve özellikle imamları, müezzinleri eliyle denetlemeli. Daha önemlisi ise cemaati, kadınların öncelikle farz ibadetlere katılımlarını sonra da camideki varlıklarını engellememek, yaptıkları engellemeleri hadislere, sünnete dayandırmamak konusunda uyarmalı. Kimse “tek saf olalım, omuz omuza namaz kılalım” demiyor zaten. Yeter ki, hepimize farz kılınan Cuma namazını eda etmemiz imkânsız hale gelmesin. Aynı zamanda kadın müminler, yüzlerce yıl önce büyük maharetle inşa edilmiş, incelikle işlenmiş kubbelerin, vitraylardan içeri huşu getiren ışığın altında lezzetli namazlar kılmaktan mahrum bırakılmasın. Ayet hükümleri dururken birtakım uygulamalarla ortaya çıkarılan bu ayrımcılıklar ortadan kalksın! Üstünlük takvayladır. Hiçbirimiz bir başkasının Huzur-u İlahi’deki yerini zaten ç/alamaz. Kimse Allah’ın ayetlerinden cinsiyetleri bir ayrımcılık konusu yapmasın!

Esra Özer Duru, Ankara, 2.2.2022. 

https://hertaraf.com/koseyazisi-huzur-u-ilahi-de-ayricalikli-kullar-kimler-2832

KİNTSUGİ GİBİ HELALLEŞEBİLİR MİYDİK?

Japonların kırılan porselen ya da seramik eşyalarını altın, gümüş ya da platinle birleştirmeye dayanan Kintsugi isimli bir sanatı var. Bu sanata göre, yıllarca kullanılmış; bilgi, tecrübe, anı biriktirmiş eşyalar, yeni eşyalardan daha değerli. Dolayısıyla kırık ve çatlakları görünmez bir şekilde yapıştırmak yerine yapıştırma yerlerini altın, gümüş, platin gibi maddelerle kaplamak, onların kıymetini arttırıyor. Böylece o eşyaya her baktığınızda anılarını, değerini hatırlayabiliyorsunuz. Kintsuginin felsefesi ise, “insan yaşadığı iyi ya da kötü olayların bir bütünüdür. Onun için her tecrübe değerlidir ve hatırlanmalıdır”.

Helalleşme kavramı son günlerde oldukça gündemde. Bu kavram düşünüldüğünde özür, tövbe, telafi de akla gelen diğer kavramlar. Millet olarak helalleşmeyi önemseriz hatta bazılarımız için helalleşme alışkanlıktır. Yola gideceğimiz zaman gidip aile büyüklerinden, komşulardan, akrabadan helallik alır, yolculuğumuza öyle başlarız. Helalliğin gönül rızasıyla olmasını isteriz. Öyle ki hak kavramını ilk öğrendiğimizde arkadaşımızın aleyhinde konuştuğumuz her sefer hakkını helal etmesini isteriz saf saf. Yani bizim helalleşmelerimiz genellikle yanlışlıkla yapılan ya da istemeden sebep olunan zahmete, verilen üzüntüye dair olur.

Diğer yandan kavram olarak helalleşme bana hep ilginç gelir. Özellikle “bilinçli kötülük” olduğunu düşündüğüm durumlarda helallik istenmesini manasız bulurum. Çünkü böyle durumlarda, bir kurnazlık hissederim. Bu kurnazlık, Allah kandırılamayacağına göre, muhataba karşı olur. “Ben senin haklarını ihlal ettim. Bunun için çok da pişman değilim ama bu arada ölürsek falan bir helallik almış olalım. Sonrasına bakarız” dermiş gibi… Kayınvalidenin gelininden, gelinin kayınvalidesinden, komşuların, eşlerin, arkadaşların birbirinden helallik istemesi eğer kalıcı bir değişim yoksa “top çevirmek”ten öte gitmez. Hakkını gasp ettiğimizi düşündüğümüz kişinin iyi niyetinden faydalanıp hangi haklarını ihlal ettiğimizi telaffuz dahi etmeden yapılan bu eylem göstermeliktir sadece. O yüzden ben “kamu davası”na inanırım. Hakkı yenen kişi yüzüne yüzüne hakkının yendiği ima edilerek helal etmesi talep edilince genellikle şaşkın şaşkın helal eder. Helalleşmeye sebep olunan eylemlerin kendisinden neler götürdüğünü, uzun vadede ne bedeller ödediğini bilmez bile. Allah’ın “el Adl” (mutlak adil, çok adaletli) oluşu hem önemli bir kontrol mekanizması hem de ne büyük ferahlıktır bu durumlarda.  

Çocukken bir kabahat işlediğimizde, kötü bir söz söylediğimizde annemizden, babamızdan özür dilerdik. Anneler babalar bu özrün kalıcı değişimi getirmeyeceğini bilirlerdi. Anneannemin böyle durumlar için bir yedek planı vardı. Suçumuz yakalanınca ve biz özür kıvamında yalvar yakar olurken, “Tövbe de!” derdi. Biz “tövbe!” deyince “Tövbeler tövbesi de!” diyerek bombayı patlatırdı. Yani tövbe edip yine bozduğumuz tövbeler için daha büyük bir tövbe ederdik. Bu anneannemin İslam’daki “nasuh tövbe” kavramına yakın bir uygulamasıydı sanırım. Helalleşmenin çocukluk versiyonuydu. Yetişkinliğin kişiye karşı işlenmiş suçlardaki özrü, Allah’a edilen tövbesi ise beraberinde helalleşme getirmeli.

Helalleşme; bir devletin, elitin, zümrenin ya da hareketin, kendi vatandaşlarına veya sömürdüğü halklara karşı yürüttüğü politikalar neticesinde verdiği acıların affını dilemek istediğinde doğru bir kavram mı emin değilim. Çünkü onlarca yıl önce çekilen acının bugünkü değer kuru üzerinden bir bedeli yok. Kaybedilmiş hayatlar, yok olmuş milletler, diller, çalınmış kültürel hazineler, topraklar için kim, hangi hakkı, nasıl helal edebilir? Özür mutlaka dilenmeli ve bunun doğal bir sonucu olarak telafi için de çaba gösterilmeli ama helalleşme nasıl olacak bilmiyorum. Üstelik bizdeki sınırlı helalleşme önerisi bile bu haliyle tepkiye sebep oluyor. Bu da önerinin genel bir toplumsal değişimin sonucu olmadığına işaret ediyor.   

Keşke Kintsugi sanatında olduğu gibi, kırılıp incindiğimiz yerleri altın, gümüş, platinle onarabilseydik. Kırgınlıklarımızı hatırlardık ama helalleşmeler, özürler onları daha kıymetli hale getirir, daha adil, saygılı ve mutlu bir toplum olma yolunda aldığımız mesafeyi hatırlatırdı.

Esra Özer Duru, 20.11.2021, Ankara. 

https://hertaraf.com/haber-kintsugi-gibi-helallesebilir-miydik-esra-duru-7999

Taze Taze Hikâyeler

BEKLEME ODASI

Mart ayı ortalarıydı. Hava, okullardaki mevsim tablolarında her zaman bahara dahil edilmesine rağmen, yıllardır rolüne direnen bu aya yakışı...

Yeni Yazılardan Haberdar Olun

Kaçırmayın!