tren etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
tren etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

18 Kasım 2021

BASRİ GÖRÜR NEDEN GÖRMÜYOR? (Basri Görür 2)

Basri bey, hastaneden eve döndükten sonra komşusu onu pek yalnız bırakmadı. Alçısı çıkana kadar yemek getirdi, çaya çağırdı, alışverişinde yardımcı oldu. Koltuk değnekleriyle iş yapmak zor olduğu için kendi gündelikçilerini ona günlük işleri halletsin diye yolladı. Arabasıyla işe bıraktı, akşamları aldı. Arada hamama götürdü. Basri beyin karısı ise intihar girişimine ve kırık bacağa rağmen dönmedi. Sadece birkaç kere uğrayıp yaptığı yemeklerden, kekten, börekten bıraktı. Bir de boşanma davasını açmayı geciktirdi. Oğlanlar arada babalarını ziyaret edip evi şenlendirdiler ama eski enerji hiç dönmedi.

Basri ilk uğradığında büyük bir umutla karısına hastanedeki polisin söylediklerini anlattı ama onun üzerinde herhangi bir etkisi olmadı. Yüzünde buruk bir gülümsemeyle getirdiği yemeklerin kaplarını boşalttı, bir poşete koydu ve gitti. Halbuki Basri yeni keşfinin kendisindeki aydınlanmayı karısında da yapacağını umuyordu. Bu yüzden aklından Ferdi’nin intiharı, kendisinin başarısız girişimi, basiretinin bağlı oluşu hiç çıkmıyordu. Basireti neden, ne zaman bağlanmıştı Basri’nin? Bunu bulabilir miydi? Bulsa geri çözebilir miydi? Yoksa her şey için çok mu geçti? Basiretini çözebilirse ailesini geri alabilirdi. Alçı dönemi boyunca fikirler geliştirdi. Bu sefer her şeyi doğru yapmak istiyordu. Basiretini çözme projesinin bütün detaylarını not alıyordu. Notlarının başına büyük harflerle ve en özenli yazısıyla BASİRET ÇÖZME YA DA TAMAMEN BAĞLAMA OPERASYONU yazmıştı.

İki ay sonra alçısı çıkarıldı. Alçıyla birlikte koltuk değneklerinin birinden de kurtulup daha rahat hareket edebilmeye başladı. Nalburdan aldığı çimento ve kumla bir harç hazırladı. Sandık odasındaki işe yaramaz küçük camı birkaç tuğlayla kapattı. Elinde kalan harçla ördüğü minik duvarın iç yüzünü güzelce sıvadı. Bayağı düzgün bir iş çıkarmıştı. Karısı görse onunla gurur duyardı ya da defalarca rica ettiği şeyler yerine “böyle lüzumsuzluklarla” uğraştığı için kızardı. Düşününce bu daha yüksek bir ihtimaldi. Getirdiği mutfak tüpünü dışarı koyup tüpün hortumunu kapının altından geçirdi. İşlem başladıktan sonra içgüdüsel olarak kapıyı açmak ya da tüpü kapatmak istemiyordu. O yüzden anahtarı da kapıyı kilitleyince dışarı itti. Hava girmesini engellemek için rulo yaptığı eski bir battaniyeyi kapının altına tıkadı. Kendi mutlak karanlığında yalnızdı artık. Bu operasyondan sağ çıkarsa basiretinin çözüleceğinden emindi. Diğer yandan sağ çıkmayacağından da emindi. Çünkü müthiş bir plan yapmıştı.

Tüpün ağırlaştırdığı odanın havasından derin nefesler çekti, tatlı bir mahmurluk kapladı içini. Zaten bunu bekliyordu. Naif kişiliğine uyumlu, öyle kansız, şiddetsiz, yumuşak biçimde uyuyarak ruhunu teslim edecekti. Uykunun kollarına kendini bıraktı. Bir ihtimal Basri hayatına dair elde ettiği yeni ipucunun ışığında bilincinin derinlerine gömülmüş anıları kazıp çıkarır ya da son zamanlarda pek sefil bulduğu hayat yolculuğunu sona erdirmeyi bu sefer başarırdı. Hafızası oradan oraya atlamaya, Basri’yi hayatının farklı zamanlarında dolaştırmaya başladı.

Basri’nin Durakları

Evde kavga çıkıyo, sınıfta kavga çıkıyo, sokakta kavga çıkıyo… Basri öfkenin geldiği anı

göremiyo. Hangi işaretlerin öfkeye dalalet ettiğini bir türlü anlamıyo. Çünkü bazen kızılan şeye bazen kızılmıyo, bazılarının kızdıklarına bazıları kızmıyo. Yüzünü hatırlamadığı bir ses kulağına, üstüne vazife olmayan işlere karışıp başını derde sokmasını istemediği için, “baktıklarını görme, gördüklerine baksan yeter” diye fısıldıyo. Hayatı boyunca ne zaman kafası karışsa bu ses ona “bakma, görme” diyo. Basri sanki daha az üzülüyo.

Fıkra anlatmayı hiç beceremiyo. Okulun ilk günü “kim fıkra anlatmak ister ya da kim şarkı söylemek ister?” diye sorulduğunda görünmez olmayı diliyo. Tüm cesaretini toplayıp anlatmaya başlarsa kelimenin ortasında nefesi kesiliyo, yutkunmak zorunda kalıyo, herkes tuhaf tuhaf bakıyo. Basri utanıyo, ses fısıldıyo: Anlatma!

Mahallede her oyunun mevsimi oluyo. Basri annesini o oyunun malzemesini almaya ikna edene kadar arkadaşları başka oyuna geçiyo. Boru alınana kadar onlar “çamura çivi saplıyo”. Basri elinde borusu ve külah kâğıtları kenarda bekliyo. Kimse Basri’ye külah nasıl yapılır, nasıl ıslatmadan yalanır öğretmiyo. Basri çamur oyununa da geç kalıyo. Kuzeninden bir torba dolusu misket geliyo. Gıcır gıcır, renk renk cam misketler… Basri misket oynamayı bilmiyo. Annesi bir torba dolusu misketi komşunun oğluna veriyo. Basri’nin torba dolusu ışıltısı gidiyo. Basri ağlıyo, ses fısıldıyo: Hissetme!

Sınıf arkadaşının ailesi aynı köylü, onlara çaya gidiyolar. Herkes salonda oturuyo, bunlara camsız sandık odası düşüyo. Arkadaşı övünüyo, “bizim ev dört odalı, onun için daha çok kira veriyoruz” Basri bakıyo, onların evi üç oda, pek güneş almıyo ama odalar büyük, kira da vermiyolar üstelik. Annesi evde, “bizim de küçük bile olsa sandık odamız olsa, kuruları, bulguru, pirinci koysak, Kalbiye ablanın evi gibi azıcık güneş alsa” diye hayıflanıp duruyo. Basri biliyo, Kalbiye ablalar da kirada oturuyo. Ses fısıldıyo: Kıyaslama!

Okulda öğretmen, arkadaşlarını seviyo, Basri’yi daha az seviyo. Bu nasıl sevgiyse? Arkadaşlarından biri çok akıllı, soru okunurken cevabı söylüyo, tam da bu yüzden dayak yiyo. Öğretmen çocuğun başını tahtaya yaklaştırıyo, gözünü nişan alır gibi kapatıp tahtayla arasını ölçüyo. Sonra çocuğun yanağına tokadı patlatıyo. Çocuk hem tahtadan hem öğretmenden dayak yiyo. Okul çıkışında anneler konuşuyo, “öğretmenin çocuğu olmuyo!” Merhamet için baba olmak mı gerekiyo? Trenci amcanın beş çocuğu var. Hepsini ayrı ayrı, üstüne karısını dövüyo. Yan apartmandaki Adile Naşit’e benzeyen teyzenin hiç çocuğu yok. Üstelik kocasının kaşları da çok çatık ama karısı susayıp camın önüne gelen çocuklara bardak bardak su verince bir şey demiyo. Çaktırmadan gülüyo. Basri görüyo, ses fısıldıyo: Bilme!

Yan komşunun karısı çok para istiyo. Adam da bunalıyo, içip içip silahını masaya koyuyo. “Ya seni vuracağım ya kendimi” diyo. Komşunun çocuğu kapıya geliyo, Basri’nin babası gidiyo, adama sade kahve içiriyo, tabancayı kendi evlerine gönderiyo. Anne büfenin üstüne koyuyo. Adam ertesi gün kapıya geliyo gözleri bir tavanda, bir yerde, “Yenge bizim emanet sizdeymiş. Bana zimmetli de o! Bir kaza çıkmadan…” apartmanın mozaik zemininde sesi kayboluyo. Basri, “Akşam ya onu ya karısını götürüyodu emanet! Emanet kötü bir şey mi? Zimmetlenince bir şey korunuyosa karısını adama, öğrencilerini öğretmene zimmetleseler ya!” diye düşünüyo, ses fısıldıyo: Anlama!

Basri karıştırıyo, zimmet kim, okulu paspaslayan amca mı? O Himmet, Okan’ın babası. Kalbiye ablaların eve fare giriyo. Üç gün Basrilere yemeğe geliyolar. Okanların evine kanalizasyondan hep fare giriyo. Okan’ın kafası kadar. Okan öyle diyo. Gerçi Okan’ın kafası küçük ama fareler büyükmüş, kimin kafası kadarsa artık? Himmet amca yakalamaya çalışıyo. Onları, evlerinde fare varken kimse yemeğe çağırmıyo… Ses fısıldıyo: Düşünme!

Basri, komşu abiye bayılıyo. Onun cesaretinden istiyo. Abi pek yüz vermiyo. Basri yine de etrafında dolanıyo, kendisiyle oynasın diye yalvar yakar oluyo. Bir gün kalbine sığmayan bir sırrı ona anlatıyo. “Kimseye söyleme” diye tembihliyo. Ertesi gün sır patlıyo. Akşam annesi “gel bakalım” diyo. Basri anlıyo, ses fısıldıyo: Güvenme!

Alamancı komşular, yaz tatiline geliyo. İkiz çocukları koltuklarının altında monopol kutusu, ellerinde poşetle solucan şeker, dışarı çıkıyo. Kilimin üstünde, birbirine haciz göndermeden önce solucan şekerler pay ediliyo. Basri çekiniyo, tiksinmiş gibi yapıp almıyo. Herkes şekerleri sündürerek yiyip yalanıyo. Basri pişman oluyo, “başka kaldı mı?” diye soruyo. İkizlerin teki kilime yapışmış bir solucanı işaret ediyo, “bu kaldı ister misin?” diye sırıtıyo. Basri kızarıp yutkunuyo. Ses fısıldıyo: İsteme!

Sınıfta Basri’nin kalemi kayboluyo. Arıyo, bulamıyo. Öğretmen kıpırdanıp durmasına kızıyo. Arkasındaki keçi kulaklı kız omuzuna dokunup sarı bir kurşun kalem uzatıyo. Basri can simidi gibi kaleme sarılıyo. Dersten sonra kıza kalemini geri veriyo. Kız gülüyo, “sana hediyem olsun!” diyo. Basri kızın gözlerindeki ışıltıyı, sesindeki cıvıltıyı duyuyo, kendisine kondurmuyo. Ses fısıldıyo: Sevme!

İdrak

Zihinsel yolculuğunun durakları arasında Basri uyumaya çalıştıkça bir şeyler derin uykuya dalmasını engelliyordu. Halbuki ara ara gelen şu müthiş mide bulantısı ve baş dönmesine rağmen sandık odasının zeminindeki halı rahat bile sayılabilirdi. Biraz kıpırdamaya çalışınca kusma hissi arttı. Geçen sefer yerde yatarken kemiğindeki kırık yüzünden midesinin yine bulandığını hatırlıyordu. Bu sefer kalbi de güm güm atıyordu. Basiret Çözme ya da Tamamen Bağlama Operasyonu başarılı olduysa yavaşlaması gerekmez miydi? Gümbürtü sanki içeriden, kalbinden değil de dışarıdan geliyordu. Kulağının dibinde eski sesi yine duydu. Bu sefer -ne tuhaf, alt komşunun sesine benziyordu ve yıllardır söylediklerinin tersini söylüyordu: “Uyan! Bak! Gör! Kendine gel!” Sonra Basri birden idrak etti. Kendisi henüz farkında olmasa da idrak onun için yeniydi! Yine yapacağını yapmış, muhteşem planını evdeki tüp üzerine kurmuştu. Tüp, Basri, nihai uykusuna geçemeden bitmiş, bu sırada Basri’nin sabahtan beri ses soluk çıkarmamasından şüphelenen komşu onu yoklamaya gelmişti. O, “Kendine gel Basri!” diye bağırarak sandık odasının kapısını yumruklarken, Basri kendisine “Basiretsiz Basri! Yine beceremedin! Hadi büyük tüp almayı akıl edemedin bari küçük tüpü dolusuyla değiştirseydin! Kaldın mı yine böyle basiretsiz? Allah seni bildiği gibi yapsın!” diyordu.

Takside giderlerken, Basri’nin hayatını ikinci kez kurtarmanın haklı gururunu yaşayan komşu ise onun elindeki kusmuk poşetiyle “benim film şeridim de ancak böyle olabilirdi!” diye ağlamasına hiç anlam veremedi.

Esra Duru, Ankara, 17.11.2021.

04 Ekim 2021

HEP GİTMEK İSTEYEN KAVAK AĞACI İLE HEP KALMAK İSTEYEN ÇOCUĞUN HİKÂYESİ (KAVAK AĞACINA MEKTUP 3)

Sen ve ben… “Biz”den uzak, kelimelerden tuzak… 

Sen ve ben…

Yola çıkan iki ayrı tren

İki ayrı şehirden

Bir problem, matematikte bile çözülemeyen

Tik tak/ tak tik

Ben hiç anlamam taktikten.

Sezilmeyen stratejiden.

Ayrı zamanlarda yola çıkılan A ve B şehirlerinden

Matematikte bile gidilemeyen…

Coğrafyada bilinmeyen…

 

Kimsenin haberi yok ne A’dan ne de B’den.

İlk kez duyuyor çocuklar bu şehirleri matematik öğretmenlerinden.

Öğretmenlerin kendisi de habersiz şehirlerden.

Çünkü anlamazlar tek kelime, bu iki şehirde konuşulan dilden.

Sen de anlamazsın benim halimden.

Anlamazsın, birine bir kere bile “kal” demeden.

Hâlbuki gitmez, sen kal desen…


Ben ve sen

İki bulut, yağmurunu hiç dökmeyen

Esen rüzgârla uçup yer değiştiren

Ku – Kor/ Kor – Ku…

Gözlerinde hiç görünmeyen

Hava durumunda gösterilmeyen

Ama hep sezilen

“Sibirya Yüksek Basıncı” gibi üzerimizden geçen

Radara hiç girmeyen…

Sen ve ben… “Biz”den uzak, kelimelerden tuzak…

Çocuk ağaca doğru koşarak geldi, biraz önce düşüp kanattığı dizlerini “avut beni” dercesine gösterdi. “Bir hikâye” dedi kavak ağacına yaslanıp, “Bana bir hikâye anlat ağaç. İçinde sen ol, ben olayım, kalmak olsun, gitmek olsun, bir de yalnızlık”.

Kavak Ağacı güldü. “Düşüneyim biraz” diye süre istedi. “Acele et” dedi çocuk. “Benim fazla vaktim yok. Daha eve gidip kendime kalmak için sebepler üreteceğim.”

Kavak Ağacı boğazını temizleyerek “tamam” dedi. “Sana bir hikâye anlatacağım. İçinde sen, ben, kalmak, gitmek ve yalnızlık bulunacak. Bu belki yazarın hep yazmak istediği hikâye olacak”.

Ağaç, “Bir varmış dahası yokmuş” derken çocuk, “Hikâyeye öyle başlanmaz, o masal” diye düzeltti. “Tamam, öyleyse” dedi ağaç, “hikâyenin birinde diye başlayalım, bu olur mu?” Çocuk başıyla onayladı ve Kavak Ağacı, aslında kendi hikâyesini, anlatmaya başladı.

Hikâyenin birinde bir kavak ağacı vardı. Aslında hikâyeler hep başka ağaçlar üzerine yazılırdı. Çünkü kavak ağacı pek estetik, aranan ve sevilen bir ağaç sayılmazdı. Hele baharda polenlerini bırakınca hakkında söylenmedik söz kalmazdı. İşte bu az sevilirliği kavak ağacını bizim hikâyemizin başkahramanı yaptı.

Bir kavak ağacı vardı ülkenin birinde. Hep çocukken annesinin ona anlattığı bir masalı düşünür dururdu. Annesi ona suyun kenarına dizi dizi dizildikleri ve büyümeyi bekledikleri günlerde, “Yurdunu Terk Eden Ağaç” diye bir masal anlatmıştı. Aslında anne bu masalı küçük ağaççığına, hep yanında kalsın, gitmeye heves etmesin, uzaklar içinde yer etmesin diye anlatmıştı. “Elimizdekilerle yetinmeyi bilmeliyiz. Ya fuzuli heveslerle onları da kaybedersek! İyisi mi hiçbir yerden gitmemek...” Biliyordu bu haksızlık ama o anneydi, anneler çocuklarını hep dizlerinin dibinde isterdi.

Fakat Kavak Ağacı, işte tam da annesinin o masalı yüzünden gitmek isterdi. Yurdunu Terk Eden Ağaç, elindekileri kaybetmeyi göze almış ve gitmişti, riske girmişti. İçinde bir yerlerin hep sızlamasındansa denemişti. Masal gitmek isteyenlere ders verir nitelikteydi. Çünkü masaldaki ağaç burnunu sürte sürte eski yerine dönüyordu. Ama Kavak Ağacı uzak tepelerde neler olduğunu bilmek istiyordu.

Kalınca sahip olacağı mutluluktan daha çok mutluluk verecek bir hayat olup olmadığını kendisi görmeliydi. Sonra neler kaçırdığını düşünüp elindeki tek hayatı zindan etmemeliydi. Belirsizliği görmeden ölüvermek istemiyordu. Keman çalmak isteyince “ince hastalıktan ölürsün” diye kemanı kırılan çocuğun ciğerlerindeki değil, kalbindeki ince hastalığa… Balıkçı olmak isteyince “deniz yutar her şeyi” diye engel olunan çocuğun burnundaki tuz kokusuna… Gurbeti görmek isteyince “gurbete giden dönmez” diye durdurulan çocuğun içindeki gurbete kabuğu dayanmazdı. Onun için gitmeliydi, içindeki gitmek hikâyesini kendi kalemiyle bitirmeliydi… 

İçini ve günlerini bu düşünceler dolduruyordu. Gitmek o kadar fazlaydı ki içinde, başka bir şey düşünemez olmuştu.

Bir yanı da kalmak istiyordu -tuhaf şey- insan (pardon ağaç), gitmekle bu kadar meşgulken nasıl kalmak isterdi? Yaşadığı yerde kayısı ağaçları çiçek açmaya başlamıştı. Belli belirsiz kokuları burnuna kadar geliyordu. Kendisi çiçek açan bir ağaç olmadığı için hayıflanır dururdu. Ama bu kadar ağaç, bu kadar koku nasıl arkada bırakılırdı? Hele buradan görebildiği şu evdeki küçük kız… Arada küçük elleriyle ona su taşıyan, solan güneşin altında oturup dizlerindeki yaraları sayan/saran, hüzünlü küçük kız… Baharın doluya çalan yağmurları başlayınca anneannesi küçük torununun elinden tutar, balkon kapısını açar, “annesinin ilk kızı”na üç Kulhü bir Elham okutur, balkona ateş küreği attırırdı. “Sitte-i Sevir küreği çevir de kızım, dolu durur” derdi. Küçük kız burnunu cama yapıştırır dolunun durup durmadığını kontrol eder, dolu durunca kendi marifeti sanıp sevinirdi. Ağaç, küçük kızı bırakıp nasıl giderdi? Her ağacın içinde dizindeki yaraları temizleyen küçük bir kız gizli değil miydi?

Kal De, Kalayım…

Ağaç her şeye rağmen gitmeye hazırlandı. Yüreğinde belirsizliğe adım atanların büyük korkusu, bir yanıyla birilerinin ona engel olmasını istedi. “Ben karar vermek zorunda kalmasam, benim yerime başkası verse. Durdursa beni.” Ama kimse bir şey yapmadı, herkes Kavak Ağacı’na saygı gösterdi…

Ağaç hikâyenin burasında farkında olmadan kendisini ele vererek “Dur der zannetmiştim” dedi. “Biri çıkar ve dur der. Yalnızca bir kişi bile olsa, tutup da dallarımdan, dur demedi bana. O zaman bana düşen gitmekti. Benden çoktan giden bu yerden gitmek ve bir daha geri dönmemek… Bazen toplanır gidersin, bazen toplar gidersin. Evden çıkarken insanlar, en çok kadınlar, yarım kalmasın hiçbir şey diye son kez bakarlar arkalarında bıraktıkları eve. Camlar kapalı mı, ocak sönük mü, ütü fişte mi, çocuk düşte mi? Sen de perdeleri çek, güneş içeri girmesin. Işık girince acıtıcı gerçeğin bütün detayları görünür oluyor.”

Çocuk, “Gerçek ne?” dedi. Ağaç, “Gerçek yalnızlıktır, hiç dinmeyen kalp sızısıdır. Güneş girince odaya, halının üstüne düşen tül kırışığıdır. Gerçek ele geçmeyen bir fırsattır ve yaptığın her seçim. Seçmediklerin için döktüğün gözyaşıdır, bir de yapmadıklarındır. Giderken arkanda bıraktıklarındır. Arkanda bırakmamak için gidemediklerindir. Gerçek, yılları görmemek için bakmadığın aynadır, hayallerini doldurduğun ceviz oymalı sandıktır. Gerçek, o sandıkta açmadığın bohçadır. Gerçek dikmediğin bir avuç akşamsefası, oynamadığın oyundur. Kurtlu çıkan elma şekeridir, yalayacakken düşürdüğün dondurma…”

Çocuk bu sefer “Nereye gittin?” diye sordu. Ağacın gözlerinin önüne evdeki/içindeki küçük kız geldi. “Hiçbir yere. Anladım ki gitmek istesen de kendinden çok uzak bir yere gidemiyorsun. Bir zamanlar birisi bana kendisini bir elbise gibi çıkarıp gitmek istediğini söylemişti de neyi kastettiğini anlamamıştım.”

Çocuk, “Ama sen neden bu kadar gitmek istiyorsun?” dedi. Ağaç “Basit şeyler yüzünden! Damlayan musluk kadar basit, yazılmamış mektup kadar, okunmamış yazı kadar basit. Kapı koluna takılı askı kadar, akşam olunca çekilmemiş perde kadar basit. Tek başına içilmiş çay kadar basit. Söylenmemiş, söylenmeyince de unutulmuş söz kadar basit. Ütülenmeden bekleyen sepet dolusu çamaşır kadar, teki bulunmayan çorap kadar, aralık bırakılan çekmece kadar basit. Her akşam fişe taktığın gece lambası kadar, kilitli mi diye kontrol ettiğin kapı kadar, kapının önünde unuttuğun ayakkabılar kadar basit” diye cevapladı.

Çocuğun gözleri iyi bir itiraz gerekçesi bulduğu için parladı. “Bunlar yani basit şeyler, kalmak için de yeterli değil mi? Radyoda çalan bir şarkı kadar, yorgana takılmış bir çengelli iğne kadar, seyredilmiş bir film kadar basit. Tarakta kalan saçlar kadar basit. Biraz önce çay içilmiş bir akşamüstü balkonu kadar basit. Tekini ummadığın bir yerden buluverdiğin terlik kadar, ihtiyacın olduğunda çalıveren telefon kadar basit. Yalanmış bir pul kadar basit. Gerçi artık kimse pul yalamıyor ama. İşte asıl bunun için kalacak kadar basit.”

Ağaç çocuğun itirazına alınmış gibi “Hayır kalmak için yetmez bunlar” diyecek oldu. Çocuk, şevkle “Öyleyse gitmek için de yetmez” cevabını yapıştırdı. “Kavak Ağacı bırakıp da gidilmez bunlar. Basit şeyler ve küçük kız, sonra o küçük kızın burnunun camda bıraktığı iz. Kayısı ağacının çiçeklerinin hafif kokusunu ya da köklerine kadar hissettiğin dolu yağarsa korkusunu, balkona atılmış küreği, havada asılı duran üç Kulhü bir Elhamı bırakıp gidemezsin. Yağar ağaç, dolu da yağar, kar da. Biliyorsun bunu. Ama sen gidemezsin, tarladaki buğday başaklarının arasından geçer gibi içindekilerden geçemezsin. Aslında kimsenin sana kal demesine gerek yok. Sen kendine zaten kal demişsin. Pişman gibi görünürsün ama kalmayı da seversin. Bir ipte takılı, çamaşır bekleyen mandal gibisin, çamaşır toplanırken bahçeye düşebilirsin ama çok uzaklara gidemezsin. Çünkü ağaç, bir elbise gibi kendini çıkarıp gitmeyi ne kadar istesen de insan tam olarak gidemez bir yerden.”

Hep gitmek isteyen kavak ağacı ile hep kalmak isteyen çocuğun hikâyesi burada bitti. Ağacın ve çocuğun içinde bir kadın gizli…

Mutlu Son

Hikâye bu ya, akşam eve gitti çocuk. Kendine kalmaya yetecek kadar neden yaptı. Onları desteleyip iki kez saydı, sonra bir kez daha saydı. Büyük beyaz bir kâğıda artılar ile eksileri yazdı, topladı çıkardı. Sonucu buldu: Kalacaktı!

Ağaç akşam olup yalnız kalınca, çocukla konuştuklarını bir kez daha düşündü. Yeni bir sürgünün hayatını nasıl değiştireceğini kestirmeye çalıştı. Karar verdi, sürgün verecekti ve gitmeyecekti. Yalnızlığını yeni sürgünüyle bölüşecekti.

Acıtan gerçek ise merhamete gelmişti. Bundan sonra perdeler açılsa bile kimsenin içini acıtmayacaktı.

En güzel son henüz yazılmayandır…

Sen ve ben…

Yola çıkan iki ayrı tren

İki ayrı şehirden

Bir problem, matematikte bile çözülemeyen

Sen ve ben

“Biz”den uzak, kelimelerden tuzak…

Esra Özer Duru, Ankara, 14.03.2008, Turuncu Dergisi, Gözden Geçirme Eylül 2021.

02 Ocak 2021

BEKLEME ODASI

Mart ayı ortalarıydı. Hava, okullardaki mevsim tablolarında her zaman bahara dahil edilmesine rağmen, yıllardır rolüne direnen bu aya yakışır soğukluktaydı. Çıplak dallar soğuğa aldırmadan tomurcuklarını hazırlıyordu. Tabiat bir oto portre çiziyor, yaramazlık peşinde olduğu için sesi çıkmayan bir çocuk gibi işlerini yapıyordu. İnsanlarınsa dikkati başka bir yerde toplanmıştı. Herkes pür dikkat akıbeti anlamaya çalışıyordu. Bu iş nereye varacaktı?

Başlangıç

Aslında her şey insanlar fark etmeden başlamıştı. Çoluk çocuk, genç yaşlı, her yaştan, her ırktan insan her zamanki gibi yaşayıp gidiyordu. Bu kadar kırılgan -en nihayetinde fâni- bir canlının böyle olması izah edilebilir değildi. Sebebi, hafıza zafiyeti mi, zevk düşkünlüğü mü, sonsuz hayata bir an önce kavuşma arzusu mu, hepsi mi ya da hiçbiri mi bilinmez; herkeste bir rahatlık vardı. Yolculuk işte böyle temel felsefi soruların gölgesinde planlanmıştı. Hem büyütülecek bir şey yok gibi duruyordu hem de insanlık önemli bir sınamadan geçiyordu sanki.

Aylar öncesinden satışa çıkarılan biletler neredeyse ilk dakikada tükenmiş, trenin hiçbir bölümünde yer kalmamıştı. İnsanlar yolculuk için heyecanla planlar yapıyor; alışverişlerde, sohbetlerde, tüm yeri bu konu işgal ediyordu. Günlerdir tüm gazeteler, televizyonlar, radyolar, internet siteleri planlardan bahsediyordu: Trenin kaç vagonu olacak? Başlangıçta kaç kişi binecek? Yol boyunca ne yenip ne içilecek? Nerelerde durulacak? Duraklarda inenlerin yerine binenler trene nasıl yerleşecek? Çocuklu yolcular çocuklarının gürültüsünü nasıl engelleyecek? Yaşlılar, gençlerin yüksek sesli müziğine ve patırtısına tahammül edebilecek mi? Yolcuların ihtiyaçları nerelerde ikmal edilecek? Trendeki tuvaletler, duşlar talebi karşılayacak mı? Bu kadar insan mola yerlerinde trenden inerse kalkış zamanı geldiğinde nasıl toparlanacak? Seyahat, hedeflenen sürede tamamlanacak mı? Yol boyunca bütün yolcuların sağlıkları korunabilecek mi? Küçücük bir apartmanın yönetiminde dahi birçok sorun çıkarken, böyle büyük bir topluluk yolu kavgasız dövüşsüz hitama erdirebilecek mi? Onlarca soru…

Daha önce eşi benzeri yapılmamış bir organizasyon olmasına rağmen “her alanda uzmanlar” imdada yetişmiş, yolculuğun hijyeni, ikmali, zaman cetveli, yolcuların düzeni, asayişi hakkında ileri geri görüşler dile getiriyorlardı. Zaman zaman gerçek yetkililer gerçek bilgiler aktarıyordu, ama doğrular akşam olunca aniden bastıran sis gibi, görünmez, duyulmaz oluyordu.

Yola çıkış

Yolculuk günü geldi çattı. Tren bütün vagonlarıyla gara yanaştığında hummalı bir hareket başladı. İkmal vagonlarına kasa kasa su, sebze, meyve, bakliyat, baharat, un, yağ, salça, makarna, et, tavuk, şekerli içecek, hatta atıştırmalık gıda maddelerinin yanında, tuvalet kâğıdı, şampuan, sabun, deterjan, bebek bezi gibi hijyen maddeleri yüklendi. Tıbbi ihtiyaçlar da düşünülmüş, ağrı kesici, vitamin, antibiyotik, oksijen maskesi, eldiven… vagonlardaki yerine konmuştu. Bütün ihtimaller hesaplanıp her tedbir alınmaya çalışılıyordu. Zaten çok sayıda görevlinin yanında yolcular arasında öğretmenler, aşçılar, hemşireler, doktorlar, bütün meslek gruplarından insanlar olacağı için sıkıntı çekilmeyecekti. Tren adeta insanlığın bir numûnesini oluşturuyordu.

Jennifer insanların arasında kendine nazikçe yer açmaya çalışarak ilerledi. Sıcakkanlı insanlara oldum olası bayılırdı. Herkes hızlıca bağ kurmuş, birbirine sıcak gülücükler gönderiyor, yanındakinin omuzuna vuruyor, tokalaşıyordu. Yabani sayılmazdı ama kendisini sokulgan bir insan olarak da tanımlamazdı. Şimdilik kenardan gözlemlemeyi tercih edecekti.

Tren tıkırtılar arasında kademe kademe hızlanıp sarsılırken, insanların yerleşme telaşı devam ediyordu. Bazıları valizlerini başlarının üzerindeki bagaj gözüne sokuşturuyor, bazıları arkalarından sürükleyerek yerini arıyordu. Koltuklara yerleşme telaşında sosyal medyacılar öne çıkıyordu. Özellikle cam kenarı koltuklar, cep telefonuyla fotoğraf çekip paylaşım yapanlarla doluydu. Bu insanlar, kimileri koltuklarını dahi bulamamışken, trenin kablosuz internetinin şifresini kapmış, yakında priz olan yerlere kurulmuşlardı. Koltuk komşusunun, kendisinin uykuya dalıp ağzı açılmış, horlarken fotoğrafını, videosunu çekmesinden korkan tedirginlerse dimdik oturuyor, etrafa gergin bakışlar atıyorlardı. Etraflarındaki huzursuzluk, paylaşımcıların pek de umurunda görünmüyordu. Önlerindeki bir bardak çayın, kollarındaki kurdelenin, bir çocuğun koltuğa yapıştırdığı lolipopun, trenin yanından geçtiği bir ağacın fotoğrafını çekip beğeni ya da tıklanma beklemek üzere internete yüklüyorlardı. Akşam olmadan gençlerin çoğunlukta olduğu gruplardan şarkılar, bol kahkahalı sohbet sesleri yükseldi. Genellikle sıcak bir ortam vardı. Çocuklar koşturuyor, buldukları her boş alanda oyun oynuyorlardı. Büyüklerin arkasına saklanıp aniden çıkan, körebe olup tren koridorlarında arkadaşlarını yakalayan, sakin sakin bebekleriyle oynayan, diğerinin yediği bisküviye bakıp ağlayan, koltuk kenarlarını kemiren, yerlerde yatan, önünden geçen insanlara gırtlağının tüm gücüyle “merhabaaa” diye seslenen, annesinin baygın gözlerle bakmasına aldırış etmeden kompartıman kapısını çarpıp duran çocuklar… Çocuk sayısı büyük sayısından fazlaydı. Haliyle çocukların sesi daha çok çıkıyordu. Bir köşeye oturup sakin sakin gazetesini okuyacağını, seyahatin tadını çıkaracağını varsayan bazı büyükler, geleneksel korkutma yöntemleriyle sessizliği sağlamaya çalışsa da herkes bildiğini okuyordu. Yaşlı bir amcanın polis çağırmaktan bahsettiğini duyan genç bir anne adama kınayıcı bakışlar attı. Allah aşkına! Bu devirde iğneciyle, polisle, doktorla çocuk mu korkutulurdu? Kime ne zaman ihtiyaç duyulacağı belli mi olurdu? Neyse ki yoğun günün ve heyecanın sebep olduğu yorgunluk, çocukları uykunun yumuşak kollarına teslim etti. Jennifer koltuğuna gömülüp yerini ısıtan bir kedi gibi kımıldandı. Kitabını açıp satırlara daldı.

Sabah, güne enerjik başlayan çocukların sesleri trenin seslerini neredeyse bastırıyordu. Kahvaltıdaki karmaşanın ardından gürültüyü dindirebileceğini düşünen öğretmen yolculardan bazıları gönüllü olup çocukları yaşlarına göre ayırdılar. Duruma sevinen büyükler minnettar bakışlarla yerlerini seve seve yeni gruplara bıraktılar. Böylece trenin bazı alanları gezer sınıflara dönüşüverdi. Çekingen çocuklar bakışları yerde, elleri arkalarında bu topluluklara katıldılar. Jennifer kuralların çocuklar için bile rahatlatıcı olduğunu düşündü. Kuralların sınırladığı alan, özgürlüğün kaotik bilinmezliğine karşı tanıdık bir dost gibiydi.

Bu yolculuğa çıkmak Jennifer’ın seçimi değildi. Bir çeşit emrivaki yapılmıştı. Bilet ayırtılmış, ona da valiz hazırlamak düşmüştü. Çocukken, oda değiştirmeyi, eşyalara yeni düzenler vermeyi çok severdi. Tabii değişimin kendi kontrolünde kalması kaydıyla. Bu kadar uzun ve detayları belirsiz bir yolculuk pek onun tarzı değildi. Kitabını yeniden eline aldı. Meşgul görünmek, insana her zaman bir dokunulmazlık sağlardı. Üstelik bu sayede çok sevdiği “sosyolojik gözlem” işini kimselere sezdirmeden yapabiliyordu. Toplumsal rollerini şimdilik sadece tahmin ettiği eşlerin birbirlerine davranışlarını, kayınvalide gelin ya da damatların mikro ifadelerini, ergenlerin göz devirmelerini izleyip gülümsüyordu. Göz göze geldiği insanlara tebessüm etmeyi ihmal etmedi. Yeni ilişkiler kurmak ve bunları derinleştirmek için çaba sarf etmekten bir süredir vazgeçmişti. Öyle büyük bir kırılma yaşadığından değil de hata yapmaktan ölesiye korktuğu için bütün ilişkilerinde ortalama bir derinlik tutturuyordu. Günlük hayatın temposu bu kadarını hem gerekli hem yeterli kılıyordu. Tanıştığı hiçbir insan onun yüzeysel ve samimiyetsiz olduğunu söyleyemezdi. Gerektiğinde dert dinler, anlatır, gerektiğinde arkadaşlarına tavsiyelerde bulunur, sıkıntılarını atlatmaları için her türlü fedakârlığı yapardı. Bu gözlem işiyle topluma bir nevi laboratuvar muamelesi yaptığının farkındaydı ama asıl yaptığı kendisini mikroskop altına koymaktı. Başka ilişkilere bakarak kendi hatalarını düzeltebilmek şansını, cevap anahtarını arıyordu. Mantıklı bir arayış değildi. Birçok konuda herkesin kendine has bir yolu olduğunu kabul etmeliydi. Neyin doğru neyin yanlış olduğunu kim söyleyebilirdi. Çocukluğundan beri yorucu ve yıpratıcı bir “en doğrusu”nu yapmaya çalışmak alışkanlığı edinmişti. Bu nedenle hem kendisine hem başkalarına karşı sertti. Ama anladığı kadarıyla hayat, sert köşeleri sevmiyordu.  

Fırsat

Yolculuk ilk günde kendi ritmini buldu. Çocukların meşgul olmasının bunda rolü büyüktü. Yemek listelerinin açıklanması, kahvaltı, gazete alışverişi, kahve keyfi, öğle yemeği, aralarda atıştırmalıkların dağıtılması, akşam yemeğinin yenmesi, tuvalet ve duşlardaki akış, her şey düzenli bir şekilde yürütülüyordu. Yolcular arasında dostluklar, telefonlarda sohbet grupları oluştu. İnsanlar resmi tren bilgilendirme bültenlerinin dışında kendi haberleşme ağlarını kurdu. Bu ağlara karşı dikkatli olmak gerekliydi çünkü insanlar her duyduklarının gerçek olduğuna inanma eğilimindeydi. Jennifer da koltuk komşularıyla gevşek de olsa bağlar kurmuştu. Birilerine mesela çocukluğundan ya da ailesinden bahsetmeye başlamadan önce biraz tanımayı tercih ederdi. Aslında karşısında oturan genç kadın arkadaş olunabilecek birine benziyordu. Yaşları birbirine oldukça yakın görünüyordu ve ikisi de yolculukta yalnızdı. Adının Mindy olduğunu öğrendiği kadın, bakışları rastladığında cömert bir tebessüm gönderiyordu Jennifer’a. Yanındaki orta yaşlı kadın ve onun eşi de iyi insanlara benziyorlardı. Haklarında şimdiye kadar edindiği izlenim fena değildi. Etraflarına dengeli ve saygılı bir enerji yayıyorlardı. Belki de yakınlarının dediği gibi kalıcı arkadaşlıklar edinmek için böyle fırsatları kaçırmamak gerekirdi. O da bu fırsatı değerlendirmeye karar verdi.

Yemeğe Mindy’yle gidiyor, birlikte çay kahve içiyorlardı. İkisi de bu anlarda ortaya çıkan doğal ve sıcak sohbetten zevk alıyordu. Yanlarındaki kitapları değiş tokuşla okumak, okuduğunun üstüne konuşmak, izledikleri filmleri, dizileri tartışmak, trenden önceki hayatlarında vakit bulabilecekleri bir fırsat değildi. Jennifer, ailelerinden, geçmişlerinden bahsedebilecekleri yakın ve derin ilişkiyi yakalayabileceğini hissediyordu. Mindy sakin yapılı, yumuşak huylu bir kadındı. Kolay sinirlenen bir yapısı yoktu. Ses tonunda bile bir dinginlik vardı. Kimse hakkında sert cümleler kurmuyor, sakinliğini engelleyecek durumlardan yavaşça uzaklaşıyordu. Onun tarzı, Jennifer’ın aceleci, her ortamda ve olayda adalet arayan yapısından epey farklıydı. 

Orta yaşlı tatlı çiftle müzik zevkleri benziyor, birbirlerine parça önerisinde bulunuyorlardı. Torunlarını anlatırlarken gözlerinde gördüğü parıltı çok tatlıydı. Bu çiftin genel yapısı da Mindy’yi andırıyordu. Bu insanlarla bağ kurabilmek Jennifer’ı şaşırtmıştı. Sanki içinde aradığı dinginliği onlarda bulmuş ve bundan memnun olmuştu. Bu ilişkiler için kendisine en başta yapılan emrivakiye minnettar sayılırdı.

Jennifer uzun zamandır kendisinin, telaşlı, aksayan her şeyi gören, onlarla mücadele eden ve her halini analiz eden yapısından yorulmuştu. Değişmek istiyor ve buna çabalıyordu. Birtakım kişisel gelişim kitapları okuyor, videolar seyrediyor, öğrendiklerini uygulamaya özen gösteriyordu. Yavaşlamak, daha sessiz, daha içe dönük, daha sabırlı olmak çok vaktini alıyordu. Bunları karakter haline getirmiş insanlara hayranlık duyuyor, “sosyolojik gözlem”lerini bu insanlar üzerinde yoğunlaştırıyordu. Onların neyi, nasıl yaptıkları, ne tepki verdikleri ya da vermediklerine dair gözlemleri, konuşulmadan verilmiş birer tavsiye niteliğindeydi. Onların bulduğu, kendisinin bulamadığı bir sır, bir püf noktası olup olmadığını merak ediyordu. Aslında bir ölçüde değişimi sağladığını düşünüyordu. Bakalım bu değişim nasıl sınanacaktı?

Fren

Yola çıkalı iki haftayı geçmişti. Hava ısınıyor, trenin camlarından görülen kış manzarası yerini kıpır kıpır bir bahar görüntüsüne bırakıyordu. Vazifeşinas bir ressam, kahverengi, gri tonları canlı bir yeşile boyuyor, ağaçların hiç canlanmayacakmış gibi duran dallarına tomurcuklar konduruveriyordu. Tren yoluna bazen paralel akan bazen bir köprüyle yön değiştiren küçük dereciklerin suları eriyen kar sularıyla artmıştı. Herkese yeni bir canlılık, yeni bir enerji gelmişti. Dışarının taze bahar havasını içeri depolamak için daha sık cam açılıyordu.

O sabah rutin tıkırtıların arasından aniden tiz bir ses duyuldu. Tren, oturanları yerlerine zapt eden, ayaktakileri de sağa sola savuran sert bir frenle durdu. Ne olduğu hakkında hiç kimsenin bir fikri yoktu. Zaten trenin içinden bunu anlamak mümkün değildi. İnsanlar birbirlerinin yüzünden neler olduğuna dair ipuçları arıyorlardı. Yaramaz bir çocuk trenin acil durum koluna mı asılmıştı yoksa? Ya da tren raylarının üstünde bir nesne mi vardı? Merakla trenin camlarından bakarak ne olduğunu anlamaya çalıştılar. Tren sarp bir dağ geçidinin orta yerinde kalakalmıştı. Durumu açıklayan bir anons yapılmasını beklediler. Trenin bir süre duracağına dair bir iki cümle dışında bir açıklama gelmedi. Birkaç meraklı, yetkilileri bulmak için ön vagona doğru gidiyordu. Bütün sorular onun yerine sorulduğu için Jennifer koltuğundan kalkmadı. Belli ki bir arıza vardı ve giderilince yola devam edilecekti. Böyle zamanlarda insan yetkililere güvenmek isterdi. Meraklılar da aynı cevapla geri döndüler: Bir süre bekleyeceklerdi ve ne kadar bekleneceği belli değildi.   

Bu tür bir gezi ilk kez planlanmıştı. Trendeki hiç kimse, yetkililer dahil, daha önce böyle bir yolculuğa çıkmamıştı. Yani duraklamanın ne anlama gelebileceğine dair hiç kimsenin bir fikri yoktu. Ders alabilecekleri tecrübeleri olan bilge insanların olmayışı, topluluğu, duraklamanın ilk dakikalarından itibaren germeye başlamıştı. Yetkililerin kuracağı her cümle değer kazanmıştı. İnsanların ne olduğunu bilme ve netlik ihtiyacı ilginçtir. Bu ihtiyacın karşılanmaması büyük bir huzursuzluğun açığa çıkmasına sebep olabilir. Günlük hayatta büyüklerin anlattığı hikayelere “geçmişlerin hikayeleri” diye burun kıvıranların aklına, o hikayelere bir ilaçmışçasına sarılacakları hiç gelmiş miydi acaba?

Bütün benzersizliğine rağmen bekleyişi yolculuğun bir parçası kabul etmeleri çok uzun sürmedi. Zaman zaman sesler yükseldi, yolcular arasında kısa tartışmalar yaşandı. Gerilime tahammül etmenin en kolay yolu onu günlük rutine eklemekti, öyle de oldu. İnsanlar yemek saati geldiğinde meraklarını bir kenara bırakıp karınlarını doyurdular. İlerleyen zamanla birlikte çoğu duraklamaya dair gözlemler yapmayı görev edinirken, bazıları hiç durulmamış gibi günlük yaşayışlarına devam etti. Çay içtiler, yemek yediler, uyudular, sohbet ettiler, tuvalete gittiler…

Gerilim

Tren idaresi yola ilişkin planlarda oluşan bu ani değişiklik yüzünden kuralları değiştirmek zorunda kaldı. Yeni kurallar insanlara zor geldi. Mesela trende dolaşımın belli yaş gruplarına, belli saatlere göre sınırlandırılması ilk tartışmanın konusu oldu. Yolculuğun aniden durması, insanların, boşluk duygusundan olacak, sık sık acıkmasına, susamasına ya da sıcak bir şey içmek istemesine yol açtı. Herkes aynı anda yemek vagonuna ya da açık vagona hücum ediyor, müthiş bir izdiham çıkıyordu. Tren yetkilileri bunu denetleyebilmek için saat ve grup uygulaması getirdi. Ayrıca kişi başına düşen gıda ve içecek miktarına bir sınır koydular çünkü aşırı tüketim trenin stoklarını zorluyordu. Tüketimin akla ilk anda gelmeyen sonuçları da oluyordu. Tuvalet sıraları uzuyor, tuvalet kâğıdı, kâğıt havlu ve sabunlar sürekli yenilenmesine rağmen yetmiyordu. Çocukların aşırı şeker tüketimi çocuk çığlıklarını arttırırken ebeveynler arasında bazı gerilimli anlar yaşanıyordu. Yönetim, bu patırtıyı engellemek amacıyla insanların bir araya gelişlerini sınırlandırmaya çalışırken, onlar okey partileri düzenliyor, yemek saatlerinde buluşmak için sözleşiyor hem kurallara uymuyor hem de diğerlerini öfkelendiriyorlardı. Bazıları ise, ihtiyaçlar sürekli karşılanmasına rağmen, yemekhane vagonundan ya da tuvaletlerden aldıkları birtakım malzemeleri saklıyorlardı. Bunun sonucu olarak vagonlar mesela küflü ekmek, çürük elma kokuyor, pat diye açılan üst bagajlardan yerlere tuvalet kâğıdı ruloları düşüyordu. Birçok insan bu durumu haklı olarak hoş karşılamıyordu. İnternet kullanımı artmış, trenin internet erişimi zora girmişti. İnsanlar dizi veya film izlemek, sosyal medyada gezinmek isterken, çocuklu veliler çocuklarının biraz oyalanması için eğitim sitelerine girmeye çalışıyordu. Gerilim hat safhaya çıkmıştı. Her kafadan başka bir ses çıkıyor, taleplerin, çözüm önerilerinin ardı arkası gelmiyordu. Sosyal medya insanları, her an birbiriyle ters düşen paylaşımlar yapıyor, trende edindikleri takipçi gruplarını telaştan telaşa sürüklüyorlardı. Bir an kâğıt havlu kalmadığını yazarken başka bir an ekmeğin bitmek üzere olduğunu ima ediyorlardı. Bu haberlerin tıklanma sayıları oldukça yüksekti. Üstü kapalı cümlelerle yazdıkları komplo teorilerinin sınırlarını ise takipçilerinin hayal güçleri belirliyordu.

Hayatını hep kuralların ve kestirilebilirliğin güvenli ortamı üzerine inşa eden Jennifer içinse bilinmezlik yeterli bir panik sebebiydi. Bunca belirsizlik arasında insanların hala nasıl sohbet ettiğine, yemek yediğine şaşırıyordu. İçindeki telaşla nasıl baş edeceğini bilmiyordu. “Tren neden durdu, ne zaman harekete geçecek, beklemenin sebepleri hakkında kendisinin olmasa da yetkililerin bir fikri var mı?” İçinde bir yerlerde, yolculuktan önce de hayatın belirsiz olduğunu, yolculukla günlük akışa biraz daha yaklaştığını biliyordu. Bu tempoyu, bu belirsizliği kucaklamalı, kabullenmeliydi. Belirsizlikler, kargaşalar, üzüntüler, mutluluklar, zaferler, sevgiler, özlemler, mücadeleler, var oluşlar toplamı… Hayat buydu ve onu bu hali, her an son bulabilen, sürprizli, kırılgan, şaşırtıcı yanları çekici yapıyordu.    

Trenin içindeki telaş ve belirsizliğe karşı dışarıda kendiliğinden akıp giden doğal bir döngü vardı. Bu döngünün sürmesi için insana ihtiyaç yoktu. Kuşlar oradan oraya uçuyor, gün doğmadan cıvıl cıvıl konserler veriyordu. Ağaçlar çiçeklenmiş, cömert kokularını hevesli burunlar için etrafa salmaya başlamışlardı. Yolcuların çoğu, içinde kayboldukları gerilim yüzünden tabiattaki büyüleyici değişimi, hareketi fark edecek halde değildi. Bakmayı bilen gözler ise normalde bu kadar yakından şahit olamadıkları nöbet değişiminin tadını çıkarıyor bu sayede ruhlarını etrafı saran panik duygusundan koruyabiliyorlardı.

Mindy de Jennifer gibiydi. Bazen telaşlı, bazen hep birlikte geçilen bu benzersiz sürece razı… Hatta süreçle Jennifer’dan daha az didişiyordu. Tren durmadan önce iki arkadaş hem birbirlerinin mahremiyetine saygılı hem de sosyalleşme ihtiyaçlarını gideren bir düzen kurmuşlardı. Bu düzeni yeni kurallara uydurdular. Yemeklerini denk geldiklerinde birlikte yiyor, internet erişimine izin verilen sürenin bitiminde kitaplarını okuyor, sohbetlerini yapıyorlardı.

O sabah kahvaltılarını üçüncü grupla birlikte yaptılar. Durduklarından beri öğünler gruplar halinde yeniyor, böylece çıkacak kargaşa engellenmeye çalışılıyordu. Birinci ya da ikinci grupla kahvaltı yapınca, kahvaltıdan sonra keyif yapmak için kahve ya da çay bulmak daha kolay oluyordu. Ama grup sıralamaları her gün değiştiriliyordu. Bugün de Jennifer ve Mindy’nin grubu üçüncü tura kalmıştı. Kahvaltının ardından birer keyif kahvesi içmek istediler. Mindy kahve içmeye giderken Jennifer’a oldukça tuhaf gelen bir şey yaptı. Kapağı açık duran kâğıt havlu dolabından bir rulo alıverdi. Jennifer içinden, Mindy’nin davranışını mazur görebilmek için geçerli bir sebep arıyordu. Kahvaltı yapan birkaç kişinin elindekine ters ters baktığı Mindy önde, Jennifer arkada kahve makinesinin bulunduğu masaya yöneldiler. Jennifer, koltuk komşusu orta yaşlı çiftin de aynı sebeple makinenin önünde durduğunu ve kadının kolunu kaldırdığını ancak görebildi. Kalan son kahveye farklı yönlerden iki el uzanırken, fonda birazdan olacakları haber veren bir gerilim müziği çalıyor gibiydi. Jennifer Mindy’ye kahve yerine çay içebileceklerini söylemek istedi. Ama Mindy son bardağı alan kişi olmayı kafasına koymuştu. Gözünü bardaktan ayırmadan önündeki kadını itiyor, kendine yer açıyordu. Kadın da Mindy’nin saldırgan ve kaba tavrını görmüş ve geri çekilmemeye karar vermişti. Sessizce uzanan ellerin sahipleri kavganın dozunu arttırmaya hazırdı. Kadının eşi Jennifer gibi çaya mı yönelse yoksa eşinin kahve mücadelesine destek mi olsa tereddüt içindeydi. Adam bu tuhaf ikilem arasında gidip gelirken eşinin elinin kaynar kahveyle dolu bardağa daha yakın durduğunu fark etti. Gerçekten de kadın, birkaç saniye içinde kâğıt bardağın yakıcı sıcaklığını avucunun tüm savunmasızlığıyla kavramayı başardı. Zafer onların olmuştu. Ama Mindy için mücadele bitmemişti. Kadın kocasına ve şaşkınlıkla onları izleyen Jennifer’a muzaffer bir gülümseme gönderiyordu ki, Mindy, oldukça yüksek ve korkutucu, çığlığa benzer bir sesle bağırmaya başladı. Aynı anda elindeki kâğıt havlu rulosuyla kadına ve kocasına rastgele vuruyordu. Kutsal hazinesini korumaya çalışan kadın, yüzüne, koluna, omuzuna gelen darbeleri savuşturmaya uğraşırken kahveyi döküyor, elini yakıyordu. Kocası araya girip Mindy’nin öfkesini kendi üzerine çekmeye çalıştı ama nafile! Mindy kahveyi kadına yar etmeyecekti. O nazik, kimsenin etlisine sütlüsüne karışmayan insan gitmiş, yerine ciyak ciyak bağırarak kâğıt havlu rulosunu kılıç edasıyla sallayan bir savaşçı gelmişti. Jennifer çabalamaktan vazgeçip kenara çekildi. Kavganın bir an önce bitmesi için adamın da aynısını yapmasını diliyordu. Ortaya çıkan karmaşa kenardan izleyenler açısından daha tuhaf ve komikti. Çünkü bir tren görevlisi taze kahvenin içinde bulunduğu hazneyi yerine bırakmak için kenarda kavganın yatışmasını bekliyordu. Kahve savaşçılarının gözleri son bardaktan başka bir şey görmediğinden görevliyi bile fark etmemişlerdi. Halbuki nezaket gösterip kahveyi diğerine bırakan taraf taze kahve ile ödüllendirilecekti. Kahve kokusunu içine çeken Jennifer’ın zihninde o an bir aydınlanma oldu. Tren onları bir yerden bir yere götürmüyordu. Tam tersi, hayatın bekleme odasına almış, bekletiyordu. Herkes karşısındakine bakarken kendisinin geçirdiği değişimi ıskalıyordu. Yolculuk bitip bekleme odasından çıkabildiklerinde trendeki hiç kimse trene binenle aynı kişi olmayacaktı.

Esra Özer Duru, Ocak 2021, Ankara.

Taze Taze Hikâyeler

BEKLEME ODASI

Mart ayı ortalarıydı. Hava, okullardaki mevsim tablolarında her zaman bahara dahil edilmesine rağmen, yıllardır rolüne direnen bu aya yakışı...

Yeni Yazılardan Haberdar Olun

Kaçırmayın!