gece etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
gece etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

15 Ekim 2021

SEN GİTSEN DE GİTMEZMİŞ İÇİNDEKİLER SENDEN!

Bütün anneler birilerini avutmak gerekince masal anlatırlar. Belki kalın keder sislerinin arasındaki kalplere uzanmak isterler. Belki bu acı denizi, onları tamamen ıslatmadan önce alıvermek isterler. Daha kaç kere bu siyah sularda, onun için sandal olmak isteyeceklerini bilmeden ellerini uzatıverirler. Ha bir de bir kere anne olunca kadın, hep annedir artık. Yani bir meslek gibi bırakamaz bir kenara anneliğini. Avunmak isterse biri, bir anneye gitmeli.

O gün çocuk üzgündü, tarifsiz kederleri vardı. İçi bir yangın yeriydi. Kedi yutmuş gibiydi. Kalbi paramparça, gözleri ıslaktı. Çünkü balığı ölmüştü. Kimsenin bilmediği, Allah bilir, kaç balık daha ölecek, hayatının ilk kederi…

“Sana bir masal anlatayım” dedi kadın. Dizlerine dayanmış, karışık saçlarının arasında parmaklarını gezdirdiği küçük kafanın sahibine.

Şehrin birinde bir kadın yaşarmış. Kadının her şeyi varmış. Yazlığı kışlığı, atı arabası,

çoluğu çocuğu, tası tarağı… Yani “mutlu”ymuş. Ya da aslında mutlu olması gerekiyormuş. Ama bir yanı hep eksikmiş. Nankörlük etmek istemese de içindeki eksikliği gideremiyormuş. Bazen gözleri, neyin eksik olduğunu arar gibi uzaklara dalarmış. Bu öyle çekmecede aradığını bulmaya çalışmak gibi bir şey değilmiş. Ya da evi huzurlu bir ev yapmak için yemek kokuları üretmeye, çoraplardaki küçük delikleri dikmeye, balkondaki saksıya, çıkmayacağını bile bile fesleğen tohumları ekmeye, bir gün önceden nohut ıslatmaya benzemiyormuş. Kolay değilmiş işte.

Bazen tası tarağı alıp şöyle uzak bir yere gitsem diye düşünüyormuş. “Hep bahar olan bir memlekete gideyim. Hiçbir şey eskimesin, heyecanını yitirmesin. İlk kez seyrettiğin film gibi seni içine çeksin. Sürekli seyrettiğin filmdeki bir sahne gibi ağzını kulaklarına fiyonk etsin. Kendimi koyayım valizime ve gideyim hep bahar olan bir memlekete…”

Böyle dese bile gidemiyormuş. Çünkü gideyim deyince gidilmiyormuş. Ve sen gitsen de içindekiler senden gitmiyormuş. Hele en derinden sarıp sarmaladıysa seni hayat, gidemezmişsin ne kadar istesen.

Yine de kadın hazırlanmış bir gün. Dediği gibi valizine bir tek kendisini koymaya çalışmış. Arkasına dönüp bakmayacakmış. Çünkü eğer bakarsa, masal bu ya, toprağa dönüşecekmiş. Karlı bir kış sabahıymış, valizini eline almış. Son bir kere düşünmüş: “Eğer gidersem ne değişir benden sonra buralarda, ne kalır arkamda? Eğer gidersem kavak ağacıyla kim konuşur? Huzurlu bir ev yapmak için bu evi, kim azıcık çorba karıştırır?  Kim yaralı çocuklara masal anlatır? Herkes yattıktan sonra kim söndürür ışıkları? Telefona bir daha çalmadan açmak için kim koşar? Şehriyeleri pilava kim koyar? Kim boş saksıları sular?”

Bunları düşündükçe valiz ağırlaşıyor, ağırlaşıyormuş. Sonunda kadının kolu bu yükü taşıyamaz olmuş. Valizi yavaşça yere koymuş. Olanlar o an olmuş. Kuralı unutan kadın geride bıraktıklarına son bir kez bakmak için arkasını dönmüş… ve toprağa dönüşmüş…

Sabah ev halkı uyanınca kapının arkasında duran valiz ve yerdeki küçük toprak yığını onlara hiçbir anlam ifade etmemiş. Temizlikçi kadın gelmiş, bu küçük yığını küreğe süpürmüş, boş bir saksıya eklemiş. Masal burada bitmiş.

Masalın sonunda anne, elleri hala minik kafanın üzerinde, toprağa dönüşmemek için hiç hazırlamadığı valizi düşünmüş. Çünkü zamanın birinde bambaşka bir şehirde onun balığı ölmüş de bir masal anlatmış annesi yatırıp onu dizlerine… Dolaştırmış parmaklarını karışık saçların içinde, sahibinin yerine acı çekebilmeyi dileyerek gizlice…

Esra Duru, Ankara, Mart 2008, Turuncu Dergisi, gözden geçirme 14.6.2021.

04 Ekim 2021

HEP GİTMEK İSTEYEN KAVAK AĞACI İLE HEP KALMAK İSTEYEN ÇOCUĞUN HİKÂYESİ (KAVAK AĞACINA MEKTUP 3)

Sen ve ben… “Biz”den uzak, kelimelerden tuzak… 

Sen ve ben…

Yola çıkan iki ayrı tren

İki ayrı şehirden

Bir problem, matematikte bile çözülemeyen

Tik tak/ tak tik

Ben hiç anlamam taktikten.

Sezilmeyen stratejiden.

Ayrı zamanlarda yola çıkılan A ve B şehirlerinden

Matematikte bile gidilemeyen…

Coğrafyada bilinmeyen…

 

Kimsenin haberi yok ne A’dan ne de B’den.

İlk kez duyuyor çocuklar bu şehirleri matematik öğretmenlerinden.

Öğretmenlerin kendisi de habersiz şehirlerden.

Çünkü anlamazlar tek kelime, bu iki şehirde konuşulan dilden.

Sen de anlamazsın benim halimden.

Anlamazsın, birine bir kere bile “kal” demeden.

Hâlbuki gitmez, sen kal desen…


Ben ve sen

İki bulut, yağmurunu hiç dökmeyen

Esen rüzgârla uçup yer değiştiren

Ku – Kor/ Kor – Ku…

Gözlerinde hiç görünmeyen

Hava durumunda gösterilmeyen

Ama hep sezilen

“Sibirya Yüksek Basıncı” gibi üzerimizden geçen

Radara hiç girmeyen…

Sen ve ben… “Biz”den uzak, kelimelerden tuzak…

Çocuk ağaca doğru koşarak geldi, biraz önce düşüp kanattığı dizlerini “avut beni” dercesine gösterdi. “Bir hikâye” dedi kavak ağacına yaslanıp, “Bana bir hikâye anlat ağaç. İçinde sen ol, ben olayım, kalmak olsun, gitmek olsun, bir de yalnızlık”.

Kavak Ağacı güldü. “Düşüneyim biraz” diye süre istedi. “Acele et” dedi çocuk. “Benim fazla vaktim yok. Daha eve gidip kendime kalmak için sebepler üreteceğim.”

Kavak Ağacı boğazını temizleyerek “tamam” dedi. “Sana bir hikâye anlatacağım. İçinde sen, ben, kalmak, gitmek ve yalnızlık bulunacak. Bu belki yazarın hep yazmak istediği hikâye olacak”.

Ağaç, “Bir varmış dahası yokmuş” derken çocuk, “Hikâyeye öyle başlanmaz, o masal” diye düzeltti. “Tamam, öyleyse” dedi ağaç, “hikâyenin birinde diye başlayalım, bu olur mu?” Çocuk başıyla onayladı ve Kavak Ağacı, aslında kendi hikâyesini, anlatmaya başladı.

Hikâyenin birinde bir kavak ağacı vardı. Aslında hikâyeler hep başka ağaçlar üzerine yazılırdı. Çünkü kavak ağacı pek estetik, aranan ve sevilen bir ağaç sayılmazdı. Hele baharda polenlerini bırakınca hakkında söylenmedik söz kalmazdı. İşte bu az sevilirliği kavak ağacını bizim hikâyemizin başkahramanı yaptı.

Bir kavak ağacı vardı ülkenin birinde. Hep çocukken annesinin ona anlattığı bir masalı düşünür dururdu. Annesi ona suyun kenarına dizi dizi dizildikleri ve büyümeyi bekledikleri günlerde, “Yurdunu Terk Eden Ağaç” diye bir masal anlatmıştı. Aslında anne bu masalı küçük ağaççığına, hep yanında kalsın, gitmeye heves etmesin, uzaklar içinde yer etmesin diye anlatmıştı. “Elimizdekilerle yetinmeyi bilmeliyiz. Ya fuzuli heveslerle onları da kaybedersek! İyisi mi hiçbir yerden gitmemek...” Biliyordu bu haksızlık ama o anneydi, anneler çocuklarını hep dizlerinin dibinde isterdi.

Fakat Kavak Ağacı, işte tam da annesinin o masalı yüzünden gitmek isterdi. Yurdunu Terk Eden Ağaç, elindekileri kaybetmeyi göze almış ve gitmişti, riske girmişti. İçinde bir yerlerin hep sızlamasındansa denemişti. Masal gitmek isteyenlere ders verir nitelikteydi. Çünkü masaldaki ağaç burnunu sürte sürte eski yerine dönüyordu. Ama Kavak Ağacı uzak tepelerde neler olduğunu bilmek istiyordu.

Kalınca sahip olacağı mutluluktan daha çok mutluluk verecek bir hayat olup olmadığını kendisi görmeliydi. Sonra neler kaçırdığını düşünüp elindeki tek hayatı zindan etmemeliydi. Belirsizliği görmeden ölüvermek istemiyordu. Keman çalmak isteyince “ince hastalıktan ölürsün” diye kemanı kırılan çocuğun ciğerlerindeki değil, kalbindeki ince hastalığa… Balıkçı olmak isteyince “deniz yutar her şeyi” diye engel olunan çocuğun burnundaki tuz kokusuna… Gurbeti görmek isteyince “gurbete giden dönmez” diye durdurulan çocuğun içindeki gurbete kabuğu dayanmazdı. Onun için gitmeliydi, içindeki gitmek hikâyesini kendi kalemiyle bitirmeliydi… 

İçini ve günlerini bu düşünceler dolduruyordu. Gitmek o kadar fazlaydı ki içinde, başka bir şey düşünemez olmuştu.

Bir yanı da kalmak istiyordu -tuhaf şey- insan (pardon ağaç), gitmekle bu kadar meşgulken nasıl kalmak isterdi? Yaşadığı yerde kayısı ağaçları çiçek açmaya başlamıştı. Belli belirsiz kokuları burnuna kadar geliyordu. Kendisi çiçek açan bir ağaç olmadığı için hayıflanır dururdu. Ama bu kadar ağaç, bu kadar koku nasıl arkada bırakılırdı? Hele buradan görebildiği şu evdeki küçük kız… Arada küçük elleriyle ona su taşıyan, solan güneşin altında oturup dizlerindeki yaraları sayan/saran, hüzünlü küçük kız… Baharın doluya çalan yağmurları başlayınca anneannesi küçük torununun elinden tutar, balkon kapısını açar, “annesinin ilk kızı”na üç Kulhü bir Elham okutur, balkona ateş küreği attırırdı. “Sitte-i Sevir küreği çevir de kızım, dolu durur” derdi. Küçük kız burnunu cama yapıştırır dolunun durup durmadığını kontrol eder, dolu durunca kendi marifeti sanıp sevinirdi. Ağaç, küçük kızı bırakıp nasıl giderdi? Her ağacın içinde dizindeki yaraları temizleyen küçük bir kız gizli değil miydi?

Kal De, Kalayım…

Ağaç her şeye rağmen gitmeye hazırlandı. Yüreğinde belirsizliğe adım atanların büyük korkusu, bir yanıyla birilerinin ona engel olmasını istedi. “Ben karar vermek zorunda kalmasam, benim yerime başkası verse. Durdursa beni.” Ama kimse bir şey yapmadı, herkes Kavak Ağacı’na saygı gösterdi…

Ağaç hikâyenin burasında farkında olmadan kendisini ele vererek “Dur der zannetmiştim” dedi. “Biri çıkar ve dur der. Yalnızca bir kişi bile olsa, tutup da dallarımdan, dur demedi bana. O zaman bana düşen gitmekti. Benden çoktan giden bu yerden gitmek ve bir daha geri dönmemek… Bazen toplanır gidersin, bazen toplar gidersin. Evden çıkarken insanlar, en çok kadınlar, yarım kalmasın hiçbir şey diye son kez bakarlar arkalarında bıraktıkları eve. Camlar kapalı mı, ocak sönük mü, ütü fişte mi, çocuk düşte mi? Sen de perdeleri çek, güneş içeri girmesin. Işık girince acıtıcı gerçeğin bütün detayları görünür oluyor.”

Çocuk, “Gerçek ne?” dedi. Ağaç, “Gerçek yalnızlıktır, hiç dinmeyen kalp sızısıdır. Güneş girince odaya, halının üstüne düşen tül kırışığıdır. Gerçek ele geçmeyen bir fırsattır ve yaptığın her seçim. Seçmediklerin için döktüğün gözyaşıdır, bir de yapmadıklarındır. Giderken arkanda bıraktıklarındır. Arkanda bırakmamak için gidemediklerindir. Gerçek, yılları görmemek için bakmadığın aynadır, hayallerini doldurduğun ceviz oymalı sandıktır. Gerçek, o sandıkta açmadığın bohçadır. Gerçek dikmediğin bir avuç akşamsefası, oynamadığın oyundur. Kurtlu çıkan elma şekeridir, yalayacakken düşürdüğün dondurma…”

Çocuk bu sefer “Nereye gittin?” diye sordu. Ağacın gözlerinin önüne evdeki/içindeki küçük kız geldi. “Hiçbir yere. Anladım ki gitmek istesen de kendinden çok uzak bir yere gidemiyorsun. Bir zamanlar birisi bana kendisini bir elbise gibi çıkarıp gitmek istediğini söylemişti de neyi kastettiğini anlamamıştım.”

Çocuk, “Ama sen neden bu kadar gitmek istiyorsun?” dedi. Ağaç “Basit şeyler yüzünden! Damlayan musluk kadar basit, yazılmamış mektup kadar, okunmamış yazı kadar basit. Kapı koluna takılı askı kadar, akşam olunca çekilmemiş perde kadar basit. Tek başına içilmiş çay kadar basit. Söylenmemiş, söylenmeyince de unutulmuş söz kadar basit. Ütülenmeden bekleyen sepet dolusu çamaşır kadar, teki bulunmayan çorap kadar, aralık bırakılan çekmece kadar basit. Her akşam fişe taktığın gece lambası kadar, kilitli mi diye kontrol ettiğin kapı kadar, kapının önünde unuttuğun ayakkabılar kadar basit” diye cevapladı.

Çocuğun gözleri iyi bir itiraz gerekçesi bulduğu için parladı. “Bunlar yani basit şeyler, kalmak için de yeterli değil mi? Radyoda çalan bir şarkı kadar, yorgana takılmış bir çengelli iğne kadar, seyredilmiş bir film kadar basit. Tarakta kalan saçlar kadar basit. Biraz önce çay içilmiş bir akşamüstü balkonu kadar basit. Tekini ummadığın bir yerden buluverdiğin terlik kadar, ihtiyacın olduğunda çalıveren telefon kadar basit. Yalanmış bir pul kadar basit. Gerçi artık kimse pul yalamıyor ama. İşte asıl bunun için kalacak kadar basit.”

Ağaç çocuğun itirazına alınmış gibi “Hayır kalmak için yetmez bunlar” diyecek oldu. Çocuk, şevkle “Öyleyse gitmek için de yetmez” cevabını yapıştırdı. “Kavak Ağacı bırakıp da gidilmez bunlar. Basit şeyler ve küçük kız, sonra o küçük kızın burnunun camda bıraktığı iz. Kayısı ağacının çiçeklerinin hafif kokusunu ya da köklerine kadar hissettiğin dolu yağarsa korkusunu, balkona atılmış küreği, havada asılı duran üç Kulhü bir Elhamı bırakıp gidemezsin. Yağar ağaç, dolu da yağar, kar da. Biliyorsun bunu. Ama sen gidemezsin, tarladaki buğday başaklarının arasından geçer gibi içindekilerden geçemezsin. Aslında kimsenin sana kal demesine gerek yok. Sen kendine zaten kal demişsin. Pişman gibi görünürsün ama kalmayı da seversin. Bir ipte takılı, çamaşır bekleyen mandal gibisin, çamaşır toplanırken bahçeye düşebilirsin ama çok uzaklara gidemezsin. Çünkü ağaç, bir elbise gibi kendini çıkarıp gitmeyi ne kadar istesen de insan tam olarak gidemez bir yerden.”

Hep gitmek isteyen kavak ağacı ile hep kalmak isteyen çocuğun hikâyesi burada bitti. Ağacın ve çocuğun içinde bir kadın gizli…

Mutlu Son

Hikâye bu ya, akşam eve gitti çocuk. Kendine kalmaya yetecek kadar neden yaptı. Onları desteleyip iki kez saydı, sonra bir kez daha saydı. Büyük beyaz bir kâğıda artılar ile eksileri yazdı, topladı çıkardı. Sonucu buldu: Kalacaktı!

Ağaç akşam olup yalnız kalınca, çocukla konuştuklarını bir kez daha düşündü. Yeni bir sürgünün hayatını nasıl değiştireceğini kestirmeye çalıştı. Karar verdi, sürgün verecekti ve gitmeyecekti. Yalnızlığını yeni sürgünüyle bölüşecekti.

Acıtan gerçek ise merhamete gelmişti. Bundan sonra perdeler açılsa bile kimsenin içini acıtmayacaktı.

En güzel son henüz yazılmayandır…

Sen ve ben…

Yola çıkan iki ayrı tren

İki ayrı şehirden

Bir problem, matematikte bile çözülemeyen

Sen ve ben

“Biz”den uzak, kelimelerden tuzak…

Esra Özer Duru, Ankara, 14.03.2008, Turuncu Dergisi, Gözden Geçirme Eylül 2021.

29 Ağustos 2021

BİR KEDİNİN KENDİ KADERİNİ TAYİN (SELF DETERMİNASYON) HAKKI

Yağmur hızlı hızlı yağıyordu. Oluklardan aktığını, camlara vurduğunu, merdivenlerde birikince küçük şelaleler oluşturduğunu duyabiliyordu. Gecenin bu saatlerine bayılırdı. Evdeki herkes yatar, Kumpir’in zamanı başlardı. Sağda solda çıkan örümcekleri, gündüzden içeri girmiş sinekleri yakalar, ortalığı tertemiz ederdi. Bahçeye çıkabildiği akşamlar daha renkli geçer, birkaç kurbağayla eğlenir, yarasaların peşinden koşar, bahçenin her tarafını kolaçan ederdi. Bu akşam içerde kalma akşamıydı. Örümceklerin, sineklerin canına okuduktan sonra yağmuru dinlemeye başladı. Kendisi dışarıda ıslanmıyorsa, yağmur gök gürültülü ve şimşekli değilse, onun sesiyle, kokusuyla huzur bulmakta hiçbir sakınca yoktu. Ama şimdi plan zamanıydı. Kumpir’in bir sorunu ve çözmek için sadece üç günü vardı. Kedi hisleri pek yanılmazdı. Acil desteğe ihtiyacı vardı. Desteği kimden alacağını bilse de nasıl alacağına henüz karar verememişti. Telaş onun tabiatında yoktu. Kediler kavga sırasında bile telaşlı görünmez. Birbirlerine saldırırken dahi ağır çekimde ya da manevralarının sonuçlarını o anda hesap ediyormuş gibi havada süzülerek hareket ederler. Kavga çağrılarıysa uzatılmış notalardan oluşur. Ama şimdi zaman sınırlı olduğundan Kumpir gerçekten acele etmeliydi. Oluktan akan suya tekrar kulak verdi. Bu ses, cama vurandan daha huzurluydu.

Sallanan sandalyeye atlarken oluşturduğu hareket nihayet durmuş, sandalye sallanmaz olmuştu. Sallanmaktan pek zevk almıyordu ama evde en rahat minder buradaydı. İnsanlar, bütün kedilerin yumuşak ve kabarık minderler sevdiği fikrine nereden kapılmışlardı bilmiyordu, yorgun bedeni artık neredeyse ortopedik kıvamda rahat edebiliyordu. Eskiden öyle miydi? İstediği yere tuhaf şekillerde kıvrılır yatardı. Bedeninin sağladığı esneklik onu bu lükse alıştırmıştı. Gözlerini kısıp sandalyenin önünde durduğu camdan dışarı baktı. Buradan ne manzaralar izlemişti! Pofur pofur yağan karlar, sicim gibi ince, seri yağmurlar, plastik çöp kutularını deviren, poşetleri uçurtma gibi dolaştıran rüzgârlar, dalları kandırıp erken çiçek açtıran güneşli günler, bir türlü içini dökmeyen gri bulutlar… Her gün bedeninde ayrı bir duygu uyanırdı. Esner, gerinir, kendisini günün duygusuna teslim ederdi. Kan akışı, bıyıklarının titreşimi, kulaklarının kıpırtısı hatta tüylerinin parlaklığı ona göre ayarlanırdı. Güneşli günlerde süzülen bir toz tanesinin peşine düşer, avının üstüne atlar gibi gerilip tozu tutmaya, iki patisini alkışlar gibi aniden kapatarak havada yakalamaya çalışırdı. Yağmurda, cama vuran damlaları yakalayabilmek için patilerinin pembe fasulyelerini soğuk camlara koyardı. Kar taneleri daha büyük bir bilmeceydi. Aşağı mı iniyor, tam yere değecekken yeniden yukarı mı yükseliyor, aklı bir türlü ermiyordu. Uzun zamandır küçük hareketlerin peşinde koşmak, hoplayıp zıplamak yerine bu sandalyeden manzara izlemeyi tercih ediyordu. Kediler gündüzleri genelde uyuduğu için bu değişikliğin farkında olan tek kişi kendisiydi. Evde keyfini kaçıran bir torun ya da misafir bulunmadığında sandalyenin üzerine hopluyordu. Aslında hoplamak artık küçük kaslarını zorluyordu. Mesela bahçe kapısının üstünden atlamak yerine kapının yanında birinin gelip kendisine kapıyı açmasını bekliyordu.

Gençken uyanır uyanmaz ilk işi bahçede örümcek ağlı, gül dikenli köşeleri bile dolaşıp koku bırakmak olurdu. Girip çıkmadığı yer kalmazdı. Her tarafına ağlar, dikenler, kuru otlar yapışırdı. İnsanı, onu böyle görünce, “Yine nerelere girdin? Temizlen de gel” diye söylenirdi. O da güneşli bir nokta bulur oraya yatar güzelce bütün bedenini yalar, temizliğini yapardı. Sonra ellerini göğsünün altına doğru saklayıp minyatür bir aslanmış gibi uyuklamaya dururdu. Artık çok umurunda değildi. Yalnızca kendi kokusuna tahammül edebileceği daha dar bir alanı işaretli tutmakla yetiniyordu. Bundan şikâyetçi değildi. Hem kedilik kanunlarından biri buydu “Hisler gelir ve gider. Esas olan an’dır”.

Sabah uyandığında güneşin ilk ışıkları bahçeye düşerken kedi kapısından çıkıp rutin işlerini yapmaya başladı. Bir an içinden, uzun zamandır gitmeye üşendiği, otomatik sulamanın bile erişmediği köşeleri bugün de es geçmek geldi. Bilakis yapmalıydı. Her yeri dolaştı. İşi bittiğinde yorulmuştu. Bakımlı bir kediydi. İnsanları ona özen gösteriyordu. Kadın insanı sık sık “Kediler de çocuklar gibidir, sevildikçe güzelleşir” derdi. Mavimsi beyaz, yer yer koyu kahverengi, aralara serpilmiş gibi duran küçük sarı desenleri vardı. İsmine biraz tombiş oluşu ilham vermişti. Kendisini pek güzel bulurdu. Uzun tüylerinin arasına giren otları, küçük sinekleri, karıncaları temizleyip yönleri karışan tüylerini taramak için güneş doğduğundan beri toprağı ısınan saksısına çıktı. İnsanı, saksıya çiçek dikmekten vazgeçmişti. Çünkü Kumpir üstüne yatarak ya da basarak çiçekleri kırıyor, buranın kendisine ait olduğunu anlatıp duruyordu. Tırtıklı tatlı diliyle uzanabildiği her yerini yalayarak temizleyip düzene soktu. Dilinin yetişmediği yerleri, kulak arkalarını, başını, ıslattığı patisiyle güzelce temizledi. Yalamak daha iyiydi ama yapacak bir şey yoktu. Annesi ne güzel temizlerdi. Bazen iyi bir arkadaş da işe yarardı. Şu salak sokak kedisi Koko gelse azıcık yalasa ne olurdu? İnsanı, onun için bir fırça aldıysa da fırçalanmak her zaman iyi gelmiyordu ve fırçayı birinin kullanması gerekiyordu. Hem bugün Koko’yu beklemesinin başka bir sebebi vardı. Belki doğrudan yardım istemez bir süredir hazırlandığı üzere ona emrivaki yapardı. O gelene kadar biraz kestirmeye karar verdi. Kedilerin cenin (anne karnı) pozisyonu sayılan gül böreği biçiminde kıvrıldı. Saksıda huzurlu huzurlu kendini pişirdi. Altında sıcak toprak, üstünde pırıl pırıl bir güneş iki yönden mis gibi ısındı.

Her şey on beş yıl önce bu bahçede başlamıştı. Kadın insanının bazen kendisini okşarken masal gibi anlattığına göre, annesi, toyluğundan mı nedir ani bir karar alıp bahçe malzemelerinin bulunduğu dolabın üçüncü rafında doğum yapmıştı. Başka bir kedi diğerlerinin ölümüne yol açana kadar dört kardeştiler. Anne kedi henüz çok gençti ve dolabın üçüncü rafı kardeşlerini korumak için uygun şartlar sunmamıştı. Bahçenin sahipleri (şimdiki insanları) onları kurtarmak için çok çabalamışlar, sadece Kumpir sağ kurtulmuştu. Anne kedi saatlerce ölen yavrularını aramış, doğum yaptığı yerleri koklamıştı. Kumpir’in gözleri, annesinin yalamalarıyla altı günlükken açıldığı için bundan sonrası onun hafızasında da vardı... Tam süt mavisi gözleriyle annesini net görebilmeye başladığı zamanlar annesi kayıplara karışmıştı. Bu yüzden anneciğinin kalın bir sis ardındaki görüntüsünün aksine kokusunu gayet iyi hatırlıyordu. Gözleri şimdilerde karanlıkta bile görebilecek kadar keskinse de gözünden çok burnuna güvenmesinin sebebi buydu. Nereye kaybolduğunu bilmediği annesinin ardından doğadakinin aksine yeni bir anne babası ve evi olmuştu. Hatta insanı, başka şeyler yiyebilmeye başlayana kadar onu bir damlalıkla sulu süt içirerek beslemişti. Kumpir, annesinin, yeni doğmuş titrek bedenini, kapalı gözlerini yalayışını, gördüklerinden değil ama dokunsal hafızasıyla hatırlıyor, onu emmek için karnını itişini, kendine göre bir minder bulduğunda ya da insanının kucağına çıktığında yaptığı yumuşak pati hareketleriyle yeniden canlandırıyordu. Göstermeyi sevmese de insanlarına o günlerden kalma bir vefa ve sevgi bağı vardı. Bazen çaktırmadan, insanlarının bir yeri ağrıdığında, ağrıyan yere gidip yatışıyla, masaj yapar gibi pati dokunuşlarıyla ya da kendisini okşamalarına izin verişiyle (Kumpir’in fikrince bu adil bir karşılıktı) borcunu tatlılıkla öderdi. İyisiyle kötüsüyle insanlarıyla bir ömür geçirmişlerdi. Bir kedi için “aile” kavramından söz etmek ne kadar mümkünse o kadar aileydiler.

Kumpir, kendi kedi ailesini kurmayı bir kez denemişti. İlk denemesinde yavruları kırkını doldurup onu bunaltmaya başladıkları an yuvalandırılmışlardı. Hızlıca sevimli ama soğuk elli bir kedi doktoruna götürülmüş, iyileşmesi bir haftasını alan bir operasyon geçirmişti. Bunu onun iyiliği için yaptıklarını düşünseler de  bu konu çok su kaldırırdı. Kimin iyiliği için ve neden? İnsanlar her şeyi kontrol etmeyi seviyordu. Kedilerinse hayata dair bambaşka görüşleri vardı. Mesela kedilerin aileye bakışları onlarınkinden farklıydı. İnsanlar, çocuklarını yirmili yaşlarına kadar yanlarında tutmaya, her hareketlerine, karakterlerine yön vermeye çalışıyorlar, buna “çocuk büyütme” diyorlardı. Bu büyütme işi iki tarafı fazlasıyla hırpalıyordu. Kumpir insanların neden bu kadar ısrarcı ve kontrolcü olduğunu anlayamıyordu. Hayvanlar aleminde, “yavru büyütme” hızlı bir süreçti. Yavruların hayatta kalma yetenekleri gelişir gelişmez anneler, babalar aradan çekilir, yavruyu hayatın akışıyla baş başa bırakırlardı. Elbette bir yavru kaybettiklerinde üzülüyorlardı. Ama denge için bu önemliydi ve insanların dengeyi bu derece umursamadığı bir zamanda hayvanlara hele kedilere daha büyük sorumluluk düşüyordu. Akışa her müdahale başka bir aksaklığa sebep oluyor, insanlar yeni müdahale biçimleri buluyordu. Kedi insanları bazen uyum sağlamayı öğrenirlerdi ki bu onlar için çok büyük bir kazanç olurdu. Fakat en iyi insan bile bir noktada kedi doğasını kontrol etmeye çalışıyordu. Tırnak kestirmeler, kısırlaştırma ameliyatları, kuş ya da fare yakalayıp seçtiği birine hediye etmek isteyince yaşanan bağırış çağırış, kuru mamalar, boyna takılan küçük çanlı tasmalar, yazın tüy tıraş etmeler, ille bir sepet alıp onda yatmasını beklemeler, çişini, kakasını kuma yapmasını talep etmeler, evde keşfettiği sıcak noktalara ya da çıkmayı sevdiği raflara biblo yerleştirmeler, üstüne kazak giydirmeler, küçük çocuklara iyi davranmalarını beklemeler, kendisiyle baş başa kalmak için saklandığı köşeden çıksın diye ısrarla seslenmeler, mama kabını şıkırdatmalar… hep bu kontrolün sonuçlarıydı. Mesela Koko’nun araba lastiklerinde, ağaç gövdelerinde tırnaklarını esnetişini izlediği her seferde; vahşi doğasına duyduğu özlemle koltukları tırnaklamasının ardından ilk veteriner ziyaretinde tırnaklarının kısacık kesildiğini hatırlıyordu. İnsanları ev kedisi olduğu için tırnaklarına çok ihtiyaç duymadığını düşünüyorlardı ama özellikle etli bir mama yediğinde yemeğini kendisi avlamış gibi hisseder, detaylı avcı temizliği sırasında tırnaklarını esnetmeyi özlerdi.

Aslında küçük çanlı tasmalarla ilgili bir anısı vardı ve tasmalı gezmenin kedilere bir hakaret olduğunu düşünse de insanına bu konuda hak veriyordu. Kumpir küçükken insanı, olağanüstü bir durum yüzünden birkaç gün sadece gündüzleri mamasını, suyunu bırakmak için eve gelebilmişti. O da geceleri keşifler yapmış, dolaşırken güvenli olduğunu düşündüğü bir yere saklanmış orada uyuyakalmıştı. Sabah insanının seslendiğini duymuş, ses tonu yüzünden kızgın olduğunu sanarak yanına gitmemişti. İnsanı uzun aramaların ardından son çare mama kabının içine koyduğu kuru mamaları şıkırdatmıştı. Kumpir’in geldiği yeri görünce sinirleri bozulmuş, “bulaşık makinesinin içinde ne işin var senin?” diye ağlamıştı. İşte emektar çanını böyle edinmişti. Çekingenliğinin bedeli mahremiyeti olmuştu. Bir de insanların “cins kedi” sanarak pek rağbet ettiği engelli arkadaşları vardı. Bunların sesi çıkmaz, dertlerini anlatamazlardı. Hatta çoğu sağlık sorunları yüzünden bilgelik yolculuğunu yarım bırakırdı. Belki çan, kazak, kısırlaştırma ameliyatı onlar için doğru olabilirdi.

Kedi doktoru ziyaretleri ise ayrı bir maceraydı. Rutin kontroller ya da ani gelişen rahatsızlıklar için gittikleri bu insanlar aslında göze oldukça sevimli görünüyor ve çok şefkatli davranıyorlardı. Ancak Kumpir’in onlardaki bu iyiliği görecek hali olmuyordu. O saçma, küçücük, soğuk kutuya girmek, arabaya binmek, terk edilme korkusu yaşamak, soğuk eller tarafından ensesinden zapt edilmek her şeyi bozuyordu.  Ek olarak  sağlığındaki bir sıkıntı yüzünden gidiyorsa listeye ağrılar, sancılar ekleniyordu. Tüy tıraşı, ameliyatlar, kafaya takılan tuhaf huni, geceyi muayenehanede geçirmek tuzu biberi oluyordu.

Koko

Kumpir, dinlendirici kestirmesinin sonlarına yaklaşmıştı ki hassas bıyıkları, çevresinde bir değişikliği haber verdi. Kedilerin, bir hareketi, kokuyu algılamak için onu görmeleri, koklamaları gerekmezdi. Bıyıklarını o yöne çevirmeleri, şöyle bir uzatmaları yeterli olurdu. Titreşen bıyıklar bilgi aktarımını hemen yapıverirdi, Koko bahçeye gelmişti. Açıkça “Beni biraz yala” demek zor geldiği için bu genç, acemi ve çokbilmiş kedinin hayata dair bir sürü gevelemesini dinlemek, sorduğu tuhaf sorulara sabırla cevap vermek gerekiyordu. Bu kadar “bilgece” sohbetin ardından karşılıklı yalanmak bir tuhaf oluyordu ya kedilik işleri böyleydi. Koko’dan desteğini istemekten hala emin değilse de onun bu işin üstesinden gelebileceğini düşünüyordu.

Aslında Kumpir, Koko’yla sohbetlerinden gizli bir zevk alıyordu. Kediler, tecrübelerini yavrularına sınırlı bir süre göstererek öğretirler. Galiba onda insanlardan bulaşmış bir anlatma, öğretme tutkusu vardı. Koko’yla tanıştıklarında görerek öğrenme çağını geride bıraktığı için Koko soruyor, o cevaplıyordu. Kumpir, Koko’yu desteğini istemeden önce böyle hazırlamıştı. Koko gençti, değişik bir yapısı vardı. Yaparak değil, her şeyi sorup soruşturarak öğrenmek ve hata yapmadan yaşamak istiyordu. Kumpir’e bunun imkânsız olduğunu bazen doğrudan bazen dolaylı anlatmak düşmüştü. Koko bazen saçma şeylere takılıyor bazen de Kumpir’in bile cevap vermeden önce uzun uzun düşünmesine sebep olan derin sorular soruyordu.

Koko bugün hasta kokuyordu. Hemen suçlu suçlu açıklama yaptı. “Dün akşam komşular, çok sevdiğim yemekler verdiler. Biliyorsun hafta sonlarında çok fazla yiyecek oluyor. Bir hafta yetecek yiyeceği bir akşamda yedim. Şimdi bu haldeyim”. Kumpir fark ettirmeden gülümsedi. Kendi oburluklarını, midesini rahatlatmak için ot ararken evdeki yeşil pufun kenarlarını dişlediği zamanları hatırladı. Neyse ki bu bahçeli eve taşınmışlardı da kendi otlarını bulabilir olmuştu. Koko’ya bahçedeki taze kedi otlarını işaret ederek, “Biraz ye, rahatlarsın. Yalnız sakın bizim bahçeye kusma. İnsanlarım çok kızıyor” dedi. Koko da kusmak için öğürürken birilerinin gözünün önünde olmak istemez, telaş içinde attıkları “hayır, hayır, iğrenç!” çığlıklarını sevmezdi, Kumpir’e hak verdi. Rahat sohbet edebilmek için gidip otunu çiğnedi ve bahçede küçük bir tur attı. Kumpir onun iki bahçe arasındaki toprağa kusmasını sabırla bekledi.  

Koko’nun başka bir oburluk ziyafetinden sonra midesi bozulmuş, ona yiyecek veren kadın, hastalandığını anlayınca, “Ah yazık! Hasta mı oldun sen?” diyerek merhamet göstermişti. Koko kadının görebileceği bir yere kusup “Endişelenmene gerek kalmadı, bak artık daha iyiyim” demek istemişti Kadın iyileşmesine sevinmek yerine çığlıklar atıp öğürmüş, “İğreeennnçç!” demişti. İnsanların merhametine, sevgisine, öfkesine güvenilmiyordu. Ondan beri Koko görülmediği yerlere kusmayı tercih ediyordu. Bir de tüy yumağı çıkarma hikâyesi vardı ki ona hiç kimsenin midesi dayanmıyordu.

Koko, enerjisi yerine geldiğinde Kumpir’in yanına gidip oturdu. Tuhaf sorularına

başlayabilmek için bir işaret bekliyordu. Onunsa böyle bir işaret vermeye niyeti yoktu. Her zamankinden daha düşünceliydi. Aklında kırk kedi dolaşıyor, kırkının da kuyruğu birbirine değmiyor gibiydi. Genç kedi, doğrudan söze girdi. “Neyin var Kumpir?” Kumpir tam başlayacakken yutkunup kendini durdurdu. Koko daha da meraklandı. Yavaş yavaş patilerini yalayan Kumpir, “Biraz temizlenelim o sırada anlatırım” dedi. Koko’nun temizlik kısmını doğal karşılamasını umuyordu. Ötekinin canı sıkıldı ama arkadaşının hatırını kırmadı. Kendilerinin uzanamadıkları yerleri birbirlerine temizlettiler. Kısa, siyah tüylerle kaplı, avcı bedenini yalayan Koko sabırsızca Kumpir’in konuşmasını bekliyordu. O ise daha önce onlarca kere yaptığı gibi asıl konuya girmekten çoktan vazgeçmişti. “Geçen gün aklıma ne geldi Koko? Hani bazı kardeşlerimiz arasında son zamanda çok moda oldu. Neden yapıyorlar bilmiyorum. Pisliklerinin üstünü örtmüyorlar. Sakın sen böyle bir şey yapma. Kedilik gereği ihtiyaçlarımızı giderince toprakla kapatmalıyız. Hoş, toprak da kalmadı ya…” Koko’nun hevesi kursağında kalmıştı. Yine kedilik kurallarına gelmişti konu. İçinden gelmemesine rağmen bir süredir dikkatini çeken ve onu kızdıran bir şeyi sormaya karar verdi. “Türümüzde benim de anlayamadığım bir davranış var. Karnımız acıktığında ya da kaşınmak istediğimizde neden insanlara yaltaklanıyoruz? Bu kadar özgür karakterimize uymuyor bu! Ben kedilik onuruna yediremiyorum!” Kumpir gülümsedi. “Bütün kediler, gelmiş geçmiş bütün felsefeleri bilir. Buna ‘alma verme dengesi’ denir. Hafızanı dikkatli tara. Sen de o bilgileri bulacaksın. Bir şey alırsan vermelisin. Biraz yiyeceğe karşılık biraz okşama hakkı ya da biraz sevme talebine karşılık sevilme isteği. Yaltaklanma değil bu? Bir bağış aslında. İnsanımın beni okşama isteğine çoğu zaman ‘ah insan, bugün çok uslu durdun, bu akşam beni okşamana biraz izin verebilirim’ derim. Bir kediyi sevme fırsatı ne büyük şeref insanlar için!” Koko, “İyi cevap!” diye mırladı. Bundan sonra biri bir şey verdiğinde incinmeden yiyebilirdi. Bu felsefe kodları neredeyse, onları bulmalıydı. Belki o zaman Kumpir’in ustaca unutturmaya çalıştığı şu asıl konuyu dinlemeye hak kazanırdı. Ama o, kodları arayamadan işler değişti.

Günlükler!

Koko, Kumpir’in ağır kâmil bir kedi olduğunu düşünüyordu. Öyle başka kediler gibi önünde ip gezdirdiler, lazer tuttular, yumak yuvarladılar diye hoplayıp zıplamazdı. Bahçesine gittiğinde onu taklit etmeye çalışır, Kumpir gibi gözlerini kısarak sabırsızca ufukları tarıyor numarası yapardı. Kumpir onun bu hallerine güler, “Çok gençsin! Ömür yolculuğunda ilerledikçe böyle ufukları tarar gibi sebepleri aramayı bırakıp kabullenmeyi öğreneceksin” derdi. Al sana bir gizem daha: yolculuklar, sebepler, kabullenmeler… Koko, bu öğrenme işini tamamlayıp bir an önce gerçek yolculuklara çıkmak istiyordu. Bazen küçük görüldüğünü hissetse de Kumpir’le birlikte günün belli saatlerinde güneşli noktalara oturup manzarayı izlemeyi, doğan ya da batan güneşten şarj oluyormuşçasına enerji toplamayı, düşüncelere dalmayı severdi.

Kumpir bir iki gündür ortada yoktu. İnsanları nereye gittiğini bilmiyorlar, arayıp duruyorlardı. Kumpir’in kadın insanı arada camı açıp mama kabını şıkırdatıyor, “Kumpiiir!” diye umutsuzca sesleniyordu. Bu kayboluş onun kendine has, bilge tuhaflıklarından biri olmalıydı. Koko, bahçede kötü kötü dolaşırken farklı bir koku tespit etti. Farklıydı çünkü kelimelerden oluşuyordu. Gözlerini kapatarak dikkatinin tamamını burnunda ve bıyıklarında topladı. Birden ne bulduğunu anlayıverdi. Kumpir her yere mesajlar bırakmıştı. Merakla üstlerine atlarken az kalsın cümleleri dağıtacaktı! Acaba nereye gittiğini yazmış, bir açıklama, bir veda notu bırakmış olabilir miydi? Tek tek okumaktan başka çaresi yoktu. Burnu biraz yorulabilirdi ama öylesine endişe ve merak doluydu ki, hemen işe koyuldu. Kumpir tüm bahçeye ve Allah bilir daha nerelere, günlük yazmıştı… Yoksa bir türlü açıklamadığı esrarengiz konuyla mı ilgiliydi bunlar?

“Sevgili Günlük, beni biraz yorsa da bunları yazmalıyım. En azından Koko’ya nereye gittiğimi söylemeliyim. Koko’nun öğrenmesi gerektiğini düşündüğüm şeyler var onları da bu sayfalara sığdırmalıyım. Çünkü sevgili Koko’yla aramızda bir bağ olduğunu biliyorum. Ona hiç sezdirmedim ama benzer yönlerimiz çok. Kokocuk benim gibi öksüz yetim büyümüş. Benim gençliğimde yaptığım gibi o küçük pembe burnunu her yere soktuğu için günlükleri bulması muhtemel tek kişi Koko. Bu yüzden artık ona hitaben yazmalıyım.” Satırlar tam burada sona eriyordu. Koko şaşkınlıktan tırtıklı, pembe dilini yutacaktı neredeyse! Bu Kumpir ne demek istiyordu? Ukala ukala aylardır kafasını ütülediği yetmiyormuş gibi dedektif gibi iz sürmesini gerektirecek günlük sayfaları saçmıştı etrafa. Burnunu bahçede gezdirmeye başlarken, “Allahım! Bunları yağmur falan yağmadan ya da başka kediler kirletmeden nasıl bulup okuyacağım? Acaba ne kadar vaktim var?” diye düşündü.

Kumpir’in insanı

Kumpir’in yokluğu insanını çok endişelendiriyordu. Kedicikleri daha önce birkaç kere ortadan kaybolmuş hatta bir keresinde iki aya yakın dönmemişti. Yollarını gözlemiş, meraktan ölmüşlerdi. Kumpir’e ihanet olacak ya da geri döndüğünde yerine bir kedi sahiplendiklerini sanıp küsecek diye bahçeye kedi sokmamaya çalışıyordu. Kaç gündür geceli gündüzlü etrafı gözetliyordu. Bir kedi gelirse onu bahçeden çıkarıyor, kaldırımın kenarına azıcık mama döküp orada kalmalarını, içeri girmemelerini sağlamaya çalışıyordu. Sadece Koko… Koko’yla Kumpir’in sohbet eder gibi kısık gözlerle güneşe baktıklarını görmüş, “belki onlar da konuşuyorlardır!” diye düşünüp gülmüştü. Camı açıp mama kabını şıkırdattı, “Kumpiir!” diye seslendi. Şu Koko komik bir kediydi. Kumpir’i izleyip taklit ettiğine neredeyse yemin edebilirdi. Şimdi girmiş bahçede Kumpir’in son zamanlarda yeniden gezmeye başladığı köşeleri koklayıp duruyordu. Camı hüsranla kapatırken kendi kendine söylendi. “Sanırsın Sherlock! Neyin izini sürüyorsa?”

Koko

Burnu derin koklamalardan sonra karınca dolmuş gibi gıdıklanıyordu. Birkaç gündür Kumpir’in insanı bahçede sadece kendisine yemek veriyordu. Yoksa bir şeylerin peşinde olduğunu anlamış mıydı? Böyle düşünüyorsa haklıydı. O sırada tüylü de olsa çizilen derisinin acısına aldırmadan girdiği güllerin diplerinde yeni sayfalar buldu. Bahçe sulamasından korumak için en sık dalların, yaprakların olduğu yere bırakılmışlardı.

“Sevgili Koko, sen bu satırları okurken ben çoook uzaklarda olacağım. Ne kadar klasik oldu değil mi? İnsanlar böyle cümlelere klişe diyor. Bizim klişelerimiz bir türlü oluşmuyor, gelişmiyor Koko. Çünkü kedilerin pek çoğu yazabilme yeteneğine sahip olmalarına rağmen yazmıyorlar. Birincisi, ‘herkes yazarsa kim okuyacak?’ değil mi? İkincisi de biz yazarken insanlarınki gibi kalıcı yazı araç gereçlerinden yoksunuz. Bolca koku… Akıbeti bir yağmura bakıyor. Sonra okumak istesen de sağda solda birkaç kırık kelime… Kokocuğum, senden istediğim; ipuçlarını izle. Kalıcı yerlere bırakmaya çalıştım. Belki okuduklarından hareketle türümüzün evlerde yaşayanlarının bana göre en önemli sorununu çözmekte büyük rol oynayacaksın. Her şey ikimize bağlı Koko! Lütfen bugüne kadarki alışkanlığının tersine sabırlı ol. Bu işten sadece sabrı öğrenerek çıksan bile kâr edersin. Çünkü kedilerin en büyük hasleti budur. Şımarma diye yüzüne söylemedim ama sana güveniyorum! Bu yaptığımızın asıl sonucu nesiller boyunca türümüze yakışan bir kazanç sağlamamız olacak! İnan bana katlandığımız her şeye değer! Hadi yeni sayfaları ara…”

Satırlar burada bitiyordu. Koko, pek bir şey anlamamıştı. Sanki koku taraması yapmak çok kolaydı. Öfkesine rağmen Kumpir’in kendisi hakkındaki düşünceleri koltuklarını kabarttı. Onu oldukça bilge buluyordu. Birlikte oldukları her anı bir şeyler öğreniyor olmanın heyecanıyla geçirmişti. Bir anne yerine buradaki birkaç komşunun çabasıyla büyüdüğünden Kumpir’in rehberliği daha büyük önem kazanmıştı. Yine de bu ne büyük sorumluluktu! “Türümüze yakışan bir kazanç!” Her zamanki gibi gizemli konuşuyordu Kumpir. Neredeyse çıkıp gelse, yüz yüze konuşsalar olmaz mıydı? Bu gizemin sebebi neydi? Ama şimdi düşüncelere dalmanın sırası değildi. Günlüğün yeni sayfalarını bulması gerekiyordu. “Her yere soktuğu o küçük pembe burnu”na çok iş düşüyordu. Kumpir’in bahçede bıraktığı son günlük yapraklarını koklayıp bitirdi. Silinip gitmesinden korktuğu kokuları yakalamak için can havliyle koşarken aniden durdu. Başını kaldırdığında arabanın lastiğiyle burun burunaydı.  

Ev

Koko, Kumpir’in bu sayfaları ne zaman bıraktığını merak etti. Günlerce uğraşmış olmalıydı. Halbuki her geldiğinde onu otururken bulurdu. Onun nereye kaybolduğunu bulmak için sabırsızlanıyordu ama Kumpir sayfaları yazarken maharetini göstermiş öğütleriyle gizemi iç içe işlemişti. Koko, yeni bir sayfa bulduğunda, yüz yüzeyken tahammül edebildiği konulara sıra gelince hızla gözden geçiriyor, dikkatini gizemi aramaya yoğunlaştırıyordu. “Kokocuğum, bunları okuduğuna göre küçük pembe burnun üstüne düşeni yapıyor. Sayfaları bulabileceğinden emindim zaten. Uzun zamandır ziyaret etmediğim gül diplerini, mazı aralarını, eski çiçekliğin arkasını, bahçenin sonundaki duvarların diplerini, insanımın kullandığı deponun kıyısını köşesini, benim için açmalarını beklediğim kapıyı, fark ettiğin gibi, araba lastiklerini bile değerlendirdim. Arkamda bırakacağım vasiyetname için epey emek vermem gerekti. Tahminime göre yakın zamanda bir evin olacak Koko. Eğer insanların sana uygunsa evinin olması iyidir canım. Kardan, yağmurdan, hele fırtınalı havalardan kaçabileceğin bir sığınak çok güzeldir. İnsanların kediliğine saygı duyuyor ve seni seviyorlarsa bu bulunmaz nimettir. Utandığını, üşüdüğünü, arkadaşlarının seninle dalga geçtiğini düşünmeden tüylerini tıraş ettirmiyorlarsa bu bile yeter. Bir kere sokak kedisi olduysan hep sokak kedisi kalırsın. Benim insanlarım gibi insanlar, senin ikili hayatını sürdürmene özen gösterirler. Bu sana her türlü kötü şartta sağ kalman için benzersiz bir birikim verir. Her kedinin kendine has alışkanlıkları ve damak tadı vardır ama bazı genel prensiplere özen göster. Mesela su içerken taze su iç, bahçeyi falan ilaçlıyorlar suyun kirlenebilir. Kokusundan rahatsız olduğun tuhaf şeyleri yeme. Bahçelerdeki ‘geçyan’lara -hani sen geçince yanan ışıklar var ya onlara bu ismi taktım- dikkat et. Bütün avlanma zevkini yok edebilirler. Pek mümkün değil ama keskin bakışınla göremediğin bir şey olursa gözlerini yum. Kokular sana rehberlik edecektir.”  

Bulduğu sayfalarda gizeme dair tek kelime yoktu. Yalnız “vasiyetname” kelimesi aklını kurcalamıştı. İki gündür öyle yorulmuştu ki daha fazla düşünmek yerine burnunu biraz dinlendirmek için gölge bir köşeye çekildi. Etraftakiler onun sürekli yerleri koklayıp durmasına bir anlam veremiyorlar, “Köpeklere mi özendin?” diye dalga geçiyorlardı. “Bekleyin bakalım köpeklere mi özenmişim?” diye söylendi. Önemli bir görevi olduğuna kendisi de inanmıştı. Sonunda bütün çabasının beyhude çıkması ihtimali vardı ama merakı hala aramalarını teşvik edecek kadar büyüktü. Burnunu pembe fasulyelerinin arasına alıp uyuyakaldı. 

Kumpir’in insanı

Kumpircik günlerdir ortada yoktu. Sabah, akşam, gecenin bir yarısı, camdan, kapıdan eski bir oyunu tekrarlıyor, mama kabının içine koyduğu kuru mamaları sallıyor, onun kir pas içinde ya da pırıl pırıl, zayıflamış ya da şişmanlamış ama sağ olarak bir yerlerden çıkıp koşmasını bekliyordu. Evin tadı kalmamıştı. Her baktığında, Kumpir’i bahçenin bir yerinde şu küçük kara kediyle, hayatla alışverişini tamamlamış, kendisine bir sorun aktarıldığında gülümseyerek öğüt veren masalcı kadınlar gibi oturuyor bulmak istiyordu. Küçük kara kedi de onunla birlikte Kumpir’i arıyor gibiydi. Ne zaman baksa iz süren tazılar gibi bahçenin bir yerini kokladığını görüyordu. Bir şey bulabilmiş miydi acaba? Bulsa ona söyleyebilir miydi? Umutsuzca Kumpir’in sallanan sandalyesine oturdu. Birazdan kalkıp siyah kediye mama verecekti. Belki bir kedi daha sahiplenmenin vakti gelmişti. 

Koko

Gözlerini açtığında nerede olduğunu önce çıkaramadı. Kumpir’in insanının deposunun hemen girişinde yattığını fark edince şaşırdı. Hava birkaç gündür çok sıcaktı. Anlaşılan bulduğu ilk gölgelik yerde uyuyakalmıştı. Esneyip gerinirken solda, duvara dayalı kürek, tırmık, bel, kazma yığınının arkasında onu huzursuz eden bir şey fark etti. Tamamen ayağa kalkmadan bükülü patilerinin üstünde ilerledi. Orada her ne varsa onu ürkütmek istemiyordu. Yaklaştıkça tanıdık satırlar, bakır telleri andıran bıyıklarını titretti.   

Kumpir

“Sevgili Kokocuğum, sayfaların sonuna geldin. Sana öğretmem gereken birçok şey vardı daha. Kalıp bizzat öğretmeyi isterdim. Aramızda öğretmen-öğrenci ilişkisi varmış gibi görünmesine rağmen seninle dostuz. İyi bir öğretmen, öğrencisinin öğrenme hevesine güvenmeli ve onu öğrenmeye devam edeceği, yanlışlarından dersler alabileceği inancıyla serbest bırakmalıdır. İşte ben, o noktadayım. Bu son dersimiz! Sana söylemek istediğim en son ve aslına bakarsan -kıymetli yardımınla- mirasımız kılmaya çalıştığım en önemli konu; insanımı, sabah uyandığında ya da akşam yatmadan önce kucağını dolduracak cansız bir tüy yumağı bulmaktan korumak. Şahsen bu, benim insanıma vefa borcumdu. Şimdi diyeceksin ki, ‘hayatımız boyunca ‘nankörlüğümüzün’ dedikodusunu yapan insanlara böyle bir güzellik borçlu değiliz’. Haklısın! Ama sana günlük sayfalarında bahsettiğim büyük sorumluluk buydu. Dünya yolculuğumuzu insanımızın evinde ya da kedi doktorunun masasında tamamlarsak bu gerçek bir son olur. Halbuki büyüyü ve herkesin iyiliğini muhafaza edebilmek için bilgelik yolculuğumuzu başka türlü tamamlamalıyız. Bunun için kedilerin yüzlerce yıllık kısmi evcilleştirilme macerasının başından beri yaptıklarını yapmalı, ‘ortadan kaybolma’mı ayarlamalıydım. Yıllarca bir kaza olmadığı sürece kediler ömürlerinin sonuna geldiklerinde ortadan kayboldular. Sokaklarda, bahçelerde onlarca kedi ölüsü gören olmamıştır. Yeni yapılan bir ev için açılan temelden ölü kedi iskeletleri çıktığını ben hiç görmedim. Ancak araba çarparsa, soğuktan donarsa ya da doğumda ölürse, ölü kedi görülür. Son durumda annenin yeterli mahremiyeti varsa ölü kedi yavrularını yine kimse görmez. Çok uzun zaman beni terk ettiği için kızdığım annemin bile kaybolma sebebini biliyorum artık.  

Arkadaşlarımızı düşün Kokocuğum! Ortadan kaybolmak için çaba sarf eden ama bir şekilde insanları tarafından engellenen arkadaşlarımızı, Şila’yı, Mango’yu, Marni’yi… Kedi doktorunun masasında ‘uyutulmadan’ önce hepsi gitmeyi denedi. Kimini kamera kayıtlarından, kimini tasmalarındaki çiplerden bulup geri getirdiler. Tenha bir köşeye çekilip bugüne kadar yaşadığımız gibi bilgece ve doğallıkla gitmeye hakkımız olmalı Koko! Sen bu günlükleri okuyabildiğine göre bu hakkı geri almışım demektir. Bunu herkese anlatmalısın. Kaybolma zamanını bir şekilde biliyoruz, bunu değerlendirmeli ve gidebilmeliyiz. Planımı gerçekleştirmek için senden doğrudan yardım istemeye cesaret edemedim. İtiraf ediyorum, vedalaşmak zor geldiğinden birkaç günlük bir dedektiflik macerasının daha iyi sonuçlar vereceğini düşündüm. Daha önce de söylediğim gibi büyünün sürmesi için, hepimiz için Kokocuğum! Sevgiler…” 

Koko

Koko başını kaldırıp bıyıklarını oynatarak, okuduğu son koku zerrelerini rüzgârla dağılan hindiba tohumları gibi serbest bıraktı. Gizem çözülmüştü. Koko bunu herkese ama öncelikle Kumpir’in kadın insanına anlatmalıydı. Ona, “Kumpir, buradaki görevini tamamladı, gitmesi gerekiyordu. Hem de sizi sevdiği için…” demeliydi. Sadece miyavlayarak bunu nasıl anlatacağını kara kara düşünürken vurup durduğu dalların üstündeki kelebeği yanlışlıkla yakaladı. Kumpir görse bir canlının hayatını anlamlı bir sebep olmadan almasına çok kızardı … Aniden aklına kelebeğin kazayla ölümüne anlam katacak parlak bir fikir geldi. Kumpir’in insanının Kumpir duyup gelsin diye mama koyup şıkırdattığı kabın içine ölü kelebeği bırakıverdi. Kadın insan anlardı herhalde…

Esra Özer Duru, Ankara, Ağustos 2021.

Taze Taze Hikâyeler

BEKLEME ODASI

Mart ayı ortalarıydı. Hava, okullardaki mevsim tablolarında her zaman bahara dahil edilmesine rağmen, yıllardır rolüne direnen bu aya yakışı...

Yeni Yazılardan Haberdar Olun

Kaçırmayın!