evsel emek etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
evsel emek etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

22 Aralık 2021

SEVGİLİ GÖRÜNMEZ EMEĞİM!

Ünlü Japon yönetmen Hayao Miyazaki, daha önce ilan ettiği emekliliğini son bir animasyon yapmak için ertelediğini açıklamış. Miyazaki, animasyonlarında geleneksel Japon kültürünün unsurları vasıtasıyla modern hayatın sorunlarına eleştiriler yöneltiyor. Anladığımız kadarıyla özetlersek her şeyin (eşyaların, ağaçların, hayvanların…) bir ruhu olduğuna inanıyor ve mevcut sorunların insanın bu ruhla barışık yaşamamasından, dengeyi bozmasından kaynaklandığını, eninde sonunda sulh yapması gerektiğini savunuyor. Ben de bir süredir Miyazaki’nin yaklaşımından hareketle, Türkiye’de kadınlar dışında kalan hane bireylerinin “evin ruhu[1]” diye bir şeye inandığını düşünmeye başladım. Şöyle ki; aile bireyleri, “evin ruhu”nun evdeki bütün işlerin yanı sıra kendilerinin tek tek ve toplum içindeki hayatını kolaylaştıracak tüm organizasyonları yapmasını ama hallettiği işleri sayarak, göstererek onlar için yardım ya da karşılık bekleyerek kimseyi rahatsız etmemesini umuyor. Bu beklentilerin evin ruhunun fiziksel ve psikolojik sınırlarını zorladığını görmezden geliyor. Biraz filmin sonunu söylemek (spoiler) gibi olacak ama Miyazaki animasyonlarına baktığımızda “evin ruhu” kendisiyle uzlaşmaya gidilmezse bir noktada işleri tamamen içinden çıkılmaz hale getirebiliyor.

Evin Ruhunun Görünmeyen Emeği/İşleri

Öncelikle şunları belirtmekte fayda var; bu yazı kadınlar lehine ayrımcılık yapıldığı için değil, kaydı tutulmaya değecek oranda “ev erkeği/evde erkek emeği” ya da onlara dair yeterli veri olmadığından kadınlar üzerinden yazıldı. Şikâyet konusu haline gelen unsurlarda bahsi geçen erkekler tabii ki bütün erkekler değil, mutlaka istisnalar var ama istisnaların sayısı şimdilik genel tabloyu değiştirecek kadar göze çarpmıyor.

İkinci önemli konuysa evdeki haksızlıkları sadece feministlerin dile getirmiş olması nedeniyle yazının ekseninin de o yöne kaymış gibi görünmesi. Feministlerin bir kısmı, Marks’ı bütün ilişki biçimlerindeki doğallaştırıcılığı sorgulayıp onunla mücadele ederken, sıra görünmeyen emeğe geldiğinde bunu doğallık alanı olarak görüp kabullendiği için eleştiriyor. Doğallık alanından kasıt mesela hukuk stajyerinin yanında staj yaptığı avukatın kahvesini almasının, ofisteki bulaşıkları yıkamasının beklenmesi. Bu işler stajın parçası gibi algılanıyor ve yapılmadığında stajyerden hesap sorulabiliyor. Ev işlerini yapmanın kadınların doğasından kaynaklandığının düşünülmesi de böyle. En iyi aşçıların erkeklerden çıktığı fikri yaygınken evde yemek pişirmenin kadınların görev tanımında yer alması başka bir örnek olarak verilebilir. Diğer kesimlerin bu konuda söz söylemesini de yine bu doğallık tanımı güçleştiriyor. Evdeki adaletsiz iş bölümünü “aileye saldırı” değil, özel alandaki haksızlıklar çerçevesinde gören bir bakış açısı gelişebilseydi konu en azından bir yönüyle sadece feministlerin konuştuğu bir konu olmazdı. Belki böyle bırakılarak mücadele marjinalleştirmek isteniyordur.

İşler, cinsiyet temelinde oluşmuş toplumsal iş bölümünün iki temel düzenleyicisi olan ayrılma ve hiyerarşi ilkeleri doğrultusunda önce kadın ve erkek işleri diye ayrılıyor, sonra da hiyerarşik olarak kadın işleri daha az değerli görülüyor. Geleneksel anlamda zaten erkek işi olarak kodlanan inşaat şantiyelerinde, maden ocaklarında, ameliyathanelerde, görkemli ofislerde masa başında vs. yapılan işler daha değerli addedilirken, aile işinde, alışveriş merkezlerinde çalışanların, evlerinden ya da sağlıksız atölyelerden parça başı iş üretenlerin, bütün gün kimyasala maruz kalan kuaförlerin, temizlik işçilerinin, gün boyu ayakta duran tezgahtarların, çağrı merkezi çalışanlarının yaptıkları işler değersiz işler olarak nitelendirilip görünmez kılınıyor. Bunların bir kısmı, kendilerine atfedilen düşük statüye rağmen ekonomide ücret, sigorta, emeklilik gibi verilerle kayıt altına alındığı için tam olarak görünmez sayılmıyor. Asıl “görünmeyen emek”, dışarıda değil evde üretildiği için herhangi bir ekonomik girdiye/çıktıya tekabül ettirilmeyen, bu nedenle daha da değersiz görülen, aynı zamanda kadın işi olarak tarif edilen ev işleri oluyor.

Daha detaylı bir şekilde açıklamak gerekirse, çalışan insanların kendilerini her gün yeniden üretebilmesi ve ertesi gün işinin başına yenilenmiş olarak geçebilmesi için ayrı bir emek harcanması gerekiyor. Bu emeğin kapsamına, çalışan kişinin çamaşırlarının yıkanması, yaşadığı alanın temizlenmesi, nevresimlerinin değiştirilmesi, yemeğinin pişirilmesi, derdinin dinlenmesi gibi işler giriyor. Bu hizmetlerin üretiminde bir işçi istihdam edildiğinde farklı bir durum ortaya çıksa da bunlar genellikle eş, anne, kız kardeş, kız evlat gibi ailenin kadın üyeleri tarafından karşılıksız yapılıyor. Bu durum toplum tarafından “doğal, kutsal” gibi tanımlarla meşrulaştırılarak kadınların doğasının bir parçası kılınıyor. Böylece bu işleri aile içinde başka kimse üstlenmek gereği hissetmiyor. Üstlenilirse, o bireyden o sorumluluğu bir kadının yaptığı gibi detaylı, sürekli ve en iyi şekilde yerine getirmesi beklenmediği gibi, bu yürütülen geçici göreve “yüce gönüllülükle yapılmış iyiliklerden” gözüyle bakılıyor; ilk fırsatta da asıl sahibine iade ediliyor. Bu doğallaştırma kendi içinde birtakım çelişkileri barındırıyor. Mesela evdeki herkes kendisinin kullanıp kirlettiği tuvaleti “doğallıkla” temizleyip, biten tuvalet kağıdının yerine yenisini takabilecekken bu, kadının, genellikle annenin görevi oluyor. Nasılsa yine aynı doğallık tanımıyla cam silmek de kadına kalıyor. Öyle ki “toplumun bekası, ahlakı…” kadınların bu işlevleri kutsal aile yapısı çerçevesinde “sevgiyle, doğası gereği” yerine getirip herhangi bir talepte bulunmamasına dayanıyor. İşin tuhafı bu kadar önemli işlevler, toplumda hep ikincil bireyler olarak görülen kadınların sırtına yükleniyor. Kadınlar örgütlü ya da bireysel herhangi bir sorgulama içine girer, hak talep ederse bu arayışları; “ailenin çöküşü”, “ahlaki bozulma” gibi büyük başlıklarla boğuluyor. Dahası talepte bulunan, arayış içinde olan kadınlar, bir takım fikir akımlarının küfürmüş, hakaretmiş gibi kullanımıyla toplum gözünde mahkûm ediliyor. Kadınların talep ettikleri hakların meşruluğu ile ilgili muteber kaynaklardan referanslar getirmesi beklenirken, konfor alanının zarar görmesini istemediği için bu haksızlık silsilesinin sürmesine ses çıkarmayanlardan hiçbir referans sorulmuyor. Yani uzun yıllardır her türlü kendini geliştirme imkânından bir şekilde mahrum bırakılan kadınların (ahlaklı, tahsilli, saygılı bireylerden müteşekkil) ailenin dolayısıyla toplumun teminatı olması en büyük çelişki olarak önümüzde duruyor.

Evin ruhunun (görünmez emeğin) özgeçmişi

Evin ruhunun mücadelesine genel olarak baktığımızda, kadınların hep görünmez kalan günlük yorgunluklarının, bezginliklerinin, hapsoldukları kısır döngünün, siyasi, akademik literatürde farklı isimler altında ve küçük de olsa yer bulması sevindirici. Uğradığı haksızlıkları düzeltmek, haksızlık yapmamak ya da haksızlığa uğradığında birlikte düzeltmek kimsenin aklına, işine gelmediği için evin ruhunun yani kendilerinin hakkını aramak kadınlara kalıyor. Evin ruhu evdeki sorunlardan önce kamusal alanda birtakım hak talepleriyle yola çıkıyor. Belki evi düzeltmenin, hapsolduğu sorumluluklar döngüsünden çıkmanın yolunun devletin haklar tanımasından geçtiğini ya da muhatap olunan ortak haksızlıklarla mücadelenin kolektif bir güç ortaya çıkarabileceğini ve hakkını arayamayacak kadar zayıf olan bireyleri birlikte koruyabileceklerini düşünmüşlerdir. Böylece ortaya çıkan birinci dalga feminizm (biraz da hareketi aşağılamak amacıyla konulan isimleriyle süfrajetler) kadınların seçme ve seçilme talebiyle işe başlıyor.

Dünya kadınlarının kamusal alandaki yasal haklarının teminat altına alınması özel alanda neler olup bittiğini sorgulayan ikinci dalga feminizmi doğuruyor. Charlotte Perkins Gilmann ta 1900lerde ev işlerinin kolektifleştirilmesi gerektiğini ifade ederken, yıllar sonra Christine Delpy “Baş Düşman” adlı makalesinde, kapitalist ve sosyalist toplumlar da dahil olmak üzere mevcut tüm toplumların kadınların karşılıksız emeğine dayandığını söylüyor. 1972 yılında başlatılan uluslararası “Ev İçi Emek İçin Ücret” kampanyasında, ücrete tabi olsa ev işlerinin kapitalizme maliyetinin ne kadar yüksek olacağı vurgulanıyor. “Görünmez” de olsa kadın emeğinin, kendisinin yeniden üretimi için gerekli olandan daha fazlasını ürettiğine, bu fazlalığın kapitaliste kâr olarak geri döndüğüne dikkat çekiliyor. Günümüzde ise Oxfam’ın Ocak 2020 verilerine göre dünyadaki kadınların tümü yaptıkları işi tek bir şirket için yapıyor olsaydı bu şirketin yıllık cirosu Apple’ın 43 katı olurken, en büyük ilk 50 şirketin toplam cirosunu geride bırakırdı. Yani kadınlar, kimsenin görmek istemediği evin ruhu vasıtasıyla dünyanın en büyük ekonomik verisini üretiyorlar ve buna rağmen sistemin dışında bırakılıyorlar.

Bitmeyen mesai yapmışlar!

Konu dünyada 1960-70lerde gündeme gelirken, Türkiye’de birkaç yıldır sınırlı bir şekilde konuşuluyor. Çünkü her tartışma ailenin kutsallığına çarpıyor. Aslında itirazlar aileden çok, aile kavramıyla örtülmek istenen adaletsiz iş bölümüne yönelik. Ama talepler kadınlar dışındaki aile bireylerinin konfor alanını büyük ölçüde bozacağı için değişik adlandırmalarla yaftalanarak baskı altında tutuluyor.

Çalışan kadınların işyerindeki mesailerinin ardından evde yemek, sofra, bulaşık, çocuk bakımı, ödevlere refakat, çay servisi gibi işleri kapsayan ikinci mesaisi başlıyor. Yani çalışma saatleri 16-17 saati bulabiliyor. Görünmez emeğin (diğer bir adıyla bakım emeğinin) kadınlara ait bir alan olarak görülmesi çalışan kadınların emek piyasasında var olma biçimini de belirliyor. Hemşirelik, okul öncesi öğretmenliği gibi mesleklere yönelimde kadınlık belirleyici olabilirken, özellikle çocuklu kadınlar esnek istihdam biçimlerine, erkeklere oranla sınırlı kariyer olanaklarına, yer yer yoksulluk ve aileye bağımlılığa mahkûm ediliyor. Kadın çalışanların ücretinin düşüklüğü aile işleri, çocuk bakımı gibi konularda izin alacak tarafı otomatik olarak belirliyor. Bütün bu sorunlu çalışma alanına rağmen çalışan kadınlar en azından işyerinde geçirdikleri zaman için sigorta, maaş, emeklilik, terfi gibi haklara kavuşabilirken, tüm zamanını evle geçiren kadın için böyle bir durum söz konusu olamıyor. Gün içinde “ne yaptığı” sorulan kadın, bazen emeğinin yok sayılmasına alıştığından, bazen başka bir var olma biçimi bilmediğinden, bazen de kendisi için normal gördüğünden “küçük” bulduğu işleri sıralamıyor bile. 

Evin Ruhu nerede?

Evin ruhu, temizlik, yemek, çamaşır, alışveriş gibi ev işlerinin yanı sıra kendine bakamayacak durumda olan aile üyeleri, yakınlar (çocuklar, yaşlılar, hastalar ve engelliler) ile kendine bakabilecek durumda olan eşler, yetişkin çocuklar için bakım hizmeti sağlıyor. Ondan evle ve içinde yaşayan herkesle ilgili bütün detaylara hâkim olması, sonsuz bir adanmışlık, şefkat ve bitmeyen enerji ile sürekli, hem de tatlı dil, güler yüz göstererek, aynı işleri yeniden üretmesi bekleniyor. Çalışan bir kadının ev ve hane bakımına ayırdığı süre 3.5 saati, çalışmayan kadınlar için 5 saati bulurken, erkeklerin aynı alana ayırdığı süre 45 dakikayla sınırlı kalıyor. Üstelik bu işler boşanma sırasında da kadınlara herhangi bir avantaj sağlamıyor. Mesela yıllar boyunca yıkanan çamaşır, bulaşık için bir fon birikmiyor. Aslında bu işlerin çoğunu, özellikle bir kadının yapması gerekmiyor. Herkes, yapabildiği ölçüde yapsa zaten böyle bir “yük” ortaya çıkmayabilir. Gerçekten bir annenin ya da kadının bizzat çözmesi gereken sorunları ise kadın/anne daha iyi durumda olan enerjisi ile rahatça ve severek çözebilir.

Evin Ruhu nelerle meşgul olmalı?

Her gün en erken kalkıp en geç yatan kişi olmasına rağmen aile bireylerine, günün evden ilk çıkanı dahil olmak üzere beş yıldızlı otel konforunda taze çay, sıcak kahvaltı menüsü hazırlamalı. Menüleri ayarlarken kendini tekrar etmemeli, akşam yemeğine ne pişeceğini düşündüğü yetmezmiş gibi kahvaltı için de zengin seçenekler sunmalı.

Aile bireylerinin kıyafetlerinin envanterini düzenli olarak tutmalı, çekmecelerdeki çamaşır stoku azaldığında kirlileri yıkamalı, kuruyanları hızlıca yerine yerleştirmeli, ütü isteyenleri ütüleyip askılara takmalı. Gecikmelerden kaynaklanan tavırlara asla karşılık vermemeli. Kabahati kendinden bilmeli.

Vefat eden komşuya, akrabaya başsağlığına gitmeli, giderken halden anlayıp yanında ev ekonomisini sarsmaması için evde pişirilmiş sıcak bir kap yemek, bir tepsi börek götürmeli. Bunu da ev halkının akşam yemeği konforunu bozmayacak şekilde zamanlamalı, eve vaktinde dönmeli, akşam için gereken hazırlığı tamamlamalı.

Yazın sebze meyvenin en bol olduğu dönemde (ev halkından çok kendisinin “ne pişireyim?” krizlerine çare olsun diye!) domates, biberden menemenlik, erikten, vişneden kompostoluk, çilekten, kayısıdan reçellik, biberden, patlıcandan dolmalık, bamyadan, bezelyeden, yapraktan derin donduruculuk erzak depolamalı, tatlı ev halkının seçici damak zevkine uygun menüleri en azından zihnen hazırlamalı. Çalışan bir kadınsa ve bu mevsimleri gözetemiyorsa başka bir evin ruhunu bulup bazen anne-kız, gelin-kayınvalide ilişkilerine dayanarak bilâ bedel, bazen pazara getiren teyzeden ücreti mukabilinde bu nevaleyi temin etmeli, ev halkını bu lezzetlerden mahrum bırakmamalı.

Kendi kırgınlıklarını bir kenara bırakmalı, aile bireylerinin akşamın dar saatinde geçirmeye karar verdiği sinir buhranlarıyla meşgul olmalı.

Eve yalvar yakar alınan evcil hayvanların bakım ve temizliklerini ihmal etmemeli, tüylerini yemeklerin içinden çıkmaması için gerektiği şekilde izole etmeli. Ayrıca mekânı çiçeklerle güzelleştirmeli, evi düzenli olarak havalandırarak pişirdiği şeylerin kokularıyla kimseyi rahatsız etmemeli.

Evde herhangi bir şey üretmeye karar verirse, onun başından elli defa kalkmayı göze almalı, çalıştığı alanı ve zamanı bakmakla yükümlü olduğu bebek, yaşlı ya da hastayla paylaşmaya alışmalı, bu üretime ayırdığı enerjinin, zamanın hesabını değişik aile bireylerine, komşulara, akrabalara farklı zamanlarda defalarca verebilmeli. Hatta doktora tezi, kitap/yazı yazımı gibi faaliyetler yapacaksa bunlar için herkesin uyuduğu zamanlarda çalışmalı, ev sakinlerinin günlük hayat akışını asla bozmamalı. Virginia Woolf’un Kendine Ait Bir Oda kitabında önerdiği gibi kendisi için özerk bir çalışma zamanı ve alanı hayalini asla kurmamalı.

Bir şekilde biriktirdiği paraları kendisiyle ilgili bir alanda değerlendirmek yerine (zaten nereye harcayabilir ki?), evin ortak ihtiyaçlarına; çocuklara baza alımı ya da ailenin arabasının yenilenmesi gibi projelere kendi rızasıyla sunmalı, bu paranın kendisine geri verilmesini beklememeli.

Teknolojinin gelişmesi, sosyal medya kullanımının artmasıyla birlikte hiç bitmez hale gelen velilik işlerini telefonuyla takip etmeli, oradan çocuklarına yeni ders programlarını, ödevleri düzgünce haber vermeli. Bir mesajı kaçırırsa gruptaki velilere mutlaka geçerli bir mazeret gösterebilmeli.

Çocukların, evde bakıma muhtaç yaşlıların, engellilerin sağlıklarının takibini titizlikle yapmalı, ilaç dozlarının, tedavilerinin asla aksamamasını sağlamalı. Çocuklar düşerse, dişlerinde bir çürüğü, gözlerinde bir kaymayı, ayaklarında bir eğri basmayı zamanında teşhis edip eylem planını uygulamaya koymazsa her türlü suçluluk duygusunu üstlenmeye meyilli olmalı.

Eve alınan nevalenin vaktinde ayıklanıp pişirilmesini, yıkanıp yenmesini mükemmel şekilde organize etmeli, hiçbir ürünün bozulmasına, küflenmesine ya da son kullanma tarihinin geçmesine sebep olmamalı. Aile bireylerinin kişisel damak tatlarıyla ilgili geliştirdikleri ya da geliştirmedikleri, kalıcı ya da geçici her türlü hassasiyeti dikkate almalı, bunlara uygun çoklu menüler sunmalı.

Tuvaletlerde, banyolarda biten tuvalet kâğıdı, kâğıt havlu, diş macunu, sıvı sabun, şampuan gibi malzemelerin yerine, kimsenin elinin boşa gelmesine izin vermeden, yenisini koymalı, bittiği halde çöpe değil yerlere atılan ruloları, şişeleri toparlayıp geri dönüşüme atmalı.

Yılların birikimiyle ortaya çıkan bel, boyun fıtığı, sırt, diz ağrısı, omurgada düzleşme, karpal tünel sendromu[2]  gibi rahatsızlıkların vücudunda ortaya çıkarttığı iş göremezlik halini en fazla 24 saatle sınırlamalı, uzasa da ev halkına yansıtmamalı, onlardan herhangi bir günlük görevin geçici olarak yürütülmesini istememeli. Bu tür rahatsızlıklar uzun ve istirahat içeren tedaviler gerektirdiğinden bunları artık işe yaramayacakları zamana kadar ertelemeli, acısını değişik ilaç kombinasyonları ile bastırmalı.

Arkadaşlarıyla bir araya gelip çay içtiği zamanlar için suçluluk hissini daima canlı tutmalı, şu hayatta ancak işlevsel olursa var olabileceğini aklından çıkarmamalı. Başka insanlar bir araya geldiğinde daima dünyayı kurtardıkları için “kadın günleri”nde çok kilo alındığı, “anca dedikodu yapıldığı” şeklindeki bezdirici yorumlara tahammül etmeli. Müze dolaşmaya, seçkin sinema, tiyatro örnekleri izlemeye, kitap okumaya her zaman bol vakti ve nakti olduğu halde bunları kendi seçimiyle (!) yapmadığını aklında tutmalı, beynini uyuşturmak için takip ettiği gündüz kuşağı programları ile ilgili her türlü negatif yargıya katlanmalı.

Özetle doğduğundan beri birilerinin ablası, kızı, karısı, gelini, annesi olduğundan ve başka bir var olma biçimi tanımadığından doğal olanın dışına çıkacak hareketler yapmamalı, kimsenin rahatını kaçırmamalı. Belki de bulabileceği bütüncül bir kendi olma tarzını aramaktan toplumu tehdit ettiği gerekçesiyle uzak durmalı. 

Evin ruhunu huzura kavuşturmak

Evin ruhunun emeklilik, maaş, sigorta gibi hakları bir nebze kazanması büyük ölçüde mücadelenin başındaki gibi kamusal haklar verilmesine dayanıyor. Bu alandaki mağduriyetlerin çözümünde “isteğe bağlı sigortalılık”, “bireysel emeklilik”, “doğum borçlanması” gibi uygulamalarla kamu nezdinde küçük ilerlemeler sağlanabiliyor. Ancak bu sistemlere katılım kadınların düşük de olsa primleri ödeyebilecek bir kaynağa sahip olduğu varsayımından geçiyor. Son zamanlarda gündeme getirilen ev kadınlarına evliliklerinin belli bir süreye ulaşmasından sonra emeklilik hakkı sağlanması gibi tartışmalarsa yarım kalmışa benziyor. Bu tür kamusal iyileşmeler, kadının kamusal durumunu bir ölçüde düzeltirken evdeki fiziksel ve psikolojik iş yükünü azaltmıyor. Bu yükü azaltmanın yolu ise aile bireyleriyle adil iş bölümünden geçiyor. Evdeki diğer yetişkin, erkek/baba/eş olduğu için onun çözüme aktif ve eşit katılımı gerekiyor. Bunu gören çocuklar da daha doğal bir biçimde evin ruhunun sürekli emek vererek ayakta tuttuğu sistemin yükünü paylaşabilir. 

Yazıyı yazarken faydalanılan kaynaklar:

- Bora, Aksu, “Hepimiz Ev Kadınıyız”, Birikim Dergisi, 4.3.2020, son erişim: 11.11.2021,  https://birikimdergisi.com/haftalik/9960/hepimiz-ev-kadiniyiz 

- Bora, Aksu, “Metafor olarak Ev”, Birikim Dergisi, 25.10.2021, son erişim: 13.11.2021, https://birikimdergisi.com/haftalik/10761/metafor-olarak-ev

- Dinçer, Yeşim, “Görünmeyen Emek”, 5.1.2021, son erişim: 16.11.2021, https://feministbellek.org/gorunmeyen-emek/

- Erdoğan, Necmi, “Gündelikçi Kadınlar, Emir Erleri ve Benzerlerine Dair Aşağı Sınıflar, Yüksek Tahayyüller”, Birikim Dergisi, Sayı 132, Nisan 2000, son erişim: 11.11.2021,  https://birikimdergisi.com/dergiler/birikim/1/sayi-132-nisan-2000/2325/gundelikci-kadinlar-emir-erleri-ve-benzerlerine-dair-asagi-siniflar-yuksek-tahayyuller/3271

- Gürcanlı, Emre, “Az görünen, pek görünmeyen ve hiç görünmeyen işler: Kadınlar evde de ‘iş kazası’ kurbanları!”, İSİG Meclisi, 17.03.2019, son erişim: 11.11.2021, http://isigmeclisi.org/19920-az-gorunen-pek-gorunmeyen-ve-hic-gorunmeyen-isler-kadinlar-evde-de-i

- Savran, Gülnur Acar, Ekin Funda (söyleşi), “Feminizm Bütün Kadınların İsyanı”, Birikim Dergisi, 5.4. 2006, son erişim: 14.12.2021, https://birikimdergisi.com/guncel/89/feminizm-butun-kadinlarin-isyani

Esra Özer Duru, Ankara, 15.12.2021.

 https://hertaraf.com/haber-sevgili-gorunmez-emegim-esra-duru-8159



[1] Evin ruhu” tamlamasını, kadınların evdeki her türlü işi ve organizasyonu yapması ama yaptığını diğer aile bireylerini rahatsız, mutsuz edecek, suçlu hissettirecek şekilde belli etmemesini talep eden ev halkından hareketle düşündüm. Benden önce bulan olmuş mu diye Google’da bir araştırma yaptım. Aramaların kısa özetlerinde Marks’ın adını görünce, önce “tabii ya” dedim. Sonra feministlerin Marks’ın tüm ilişki biçimlerindeki doğallaştırıcılığı sorgular ve bunları doğallıklarından arındırırken, sıra görünmeyen emek alanına geldiğinde bu alana doğallık alanı olarak bakmasına dair eleştirisini hatırladım. Tamlama, Ukraynalı yazar Galina Serebryakova’nın Ateşi Çalmak isimli roman serisinde, Marks’ın iç sesinden eşi Jenny’yi tarif ederken kullanılıyor. Kitap serisini okumadım, tanımlama Marks’a mı, Serebryakova’ya mı ait bilmiyorum. Ama feminist eleştiriyi dikkate alınca tamlama bana ait değilse de içini ben doldurdum sanırım. 😊 Her ihtimale karşı, Nazım Hikmet de demiyor mu, “Benden önce söylenmiş bunların hepsi bin kere, benden sonra da söylenecek.” 

[2] Karpal tünel sendromu, ellerle yapılan ince işler nedeniyle zamanla avuçların bileğe yakın kısmında bulunan bağlar ve kemiklerin el sinirlerine baskı yapması sonucu ortaya çıkan uyuşukluk, ağrı, his kaybı. Bu sendromu ilk kez bir ilaç fabrikasında çalışan kadın işçilerin yaşadığı sağlık sorunu olarak öğrendim. Daha sonra dantel, lif, patik örerek ya da temizlik yaparak ev geçindiren kadınların da aynı rahatsızlığı yaşadığını gözledim. 

11 Mart 2021

SİSİFOS’UN EVSEL EMEĞİ

Yunan mitolojisinden Sisifos, Zeus’u bir şekilde kızdırdığı için (uzun hikâye), bir kayayı her gün dağın tepesine iteklemeye, tam doruğa ulaşacakken kayanın aşağı yuvarlanmasını izlemeye ve ertesi gün aynı işi yeniden yapmaya mahkûm edilen bir karakterdir. İşte ev kadınları da her sabah kayayı tepeye çıkarmak üzere yuvarlamaya başlarlar. Fakat gün batarken, tepeye ne kadar az kalmış olursa olsun, kaya aşağı yuvarlanır. Her gün yeni bir dünya inşa eden kadın, akşama o dünyayı dağılmış, tozlanmış, kirlenmiş, aç ve memnuniyetsiz bulur. Ertesi gün kalkıp aynı işleri yeniden yapan kadının ruh halini ise yine Yunanca “merakı” (okunuşu may-rah-kee) kelimesi çok güzel tanımlar. Bu kelime, “bir işi tüm ruhunuz, hayal gücünüz ve sevginizle, içine kendinizden bir parça katarak yapmak” anlamına gelir. Ama kadınların böyle yaptıkları günlük işlerden hiçbirinin istatistiki verisini bulamazsınız.

Çok klişe: Neden 8 Mart?     

Artık birçok insan 8 Mart’ın Dünya Kadınlar Günü ilan edilme sebebini biliyor. Yine de kısaca hatırlamakta fayda var. 8 Mart 1857’de New York’ta bir tekstil fabrikasında çalışan kadın işçiler, daha iyi çalışma koşulları için greve başlarlar. Grev sırasında çıkan yangında, fabrikanın kapısına kurulan barikatlar nedeniyle dışarı çıkamayan -çoğu kadın- 129 işçi hayatını kaybeder. Bu olaydan 52 yıl sonra II. Sosyalist Nasyonal toplantısında Clara Zetkin’in önerisiyle bu tarih, kadın haklarının kazanılması ve kadınların birlikte mücadele vermesinin anısına kutlanmaya başlanır. Daha sonra 1977’de Birleşmiş Milletler Genel Kurulunda 8 Mart’ın “kadın hakları, uluslararası barış günü” olarak kutlanması daha doğrusu anılması kabul edilir.

Böyle bir günün ihdas edilmesi ile ilgili tartışmalar o zamandan beri devam ediyor. “Bir gün değil, her gün” diyenler olduğu gibi “neden erkekler günü yok” diye itiraz edenler de mevcut. Televizyonlarda ve sosyal medya araçlarında birçok marka, şirket, kadın çalışanlarının bütün çalışanlarına oranını, kadın işçi çalıştırmaktan ne büyük mutluluk duyduklarını, kadın sporcuların, spor takımlarının nasıl her şeye meydan okurcasına var olduğunu ve destek gördüğünü duygusal, etkileyici, çarpıcı biçimlerde anlatmaya, güne özel kadın paylaşımları yarışında yerini almaya çalışıyor. Bir yandan bu durumu takdir etmek gerekiyor. Çünkü öyle ya da böyle bu paylaşımlar, kadınların hak mücadelesinde mesafe alabildiklerini gösteriyor. Diğer yandan sanki temel bir şey eksik kalıyor. O da reklamlara konu olan kadınların; ekonominin üretim faaliyetlerine ne kadar dahil olurlarsa o kadar saygıya, konuşulmaya değer bulunuşları. Yani kadınların emeği, üretime yaptıkları katkı ölçüsünde takdir görüyor… Toplumun söz söyleyenleri nezdinde ekonomik açıdan “değer”li bir ürünleri yoksa başarılarının da bir değeri yok. Kimse, herhangi bir kadının günlük hayatında verdiği var olma/kendi olma mücadelesini reklam filmlerine layık bulmuyor. Çünkü insanların zihninde bu kadınların “ne ürettiğine”, “ekonomiye hangi değeri” kattığına dair somut bir veri yok.

Sisifos’un kayası kaç tondur?

Bir öğretmen mesela 25 yıllık meslek hayatında kaç çocuk yetiştirir? Bir doktor 25 yılda kaç bin hastaya bakar? Bir son ütücü 25 yılda kaç parça ütüler? Bir telekom işçisi kaç km kablo döşer? Bir kuaför 25 yılda kaç kişiyi tıraş eder? Bir yemek fabrikasındaki aşçı 25 yılda kaç ton yemek pişirir? 25 yıl çalışan bir işçi ne zaman emekli olur, kaç lira emekli maaşı alır? Bir hava filtresi 25 yılda kaç bin metreküp ev tozunu filtreler? Bir temizlik işçisi 25 yılda kaç bin kilometrekarelik alanı süpürür? Bir çaycı ocağında 25 yılda kaç bin litre çay demler? Bir bulaşıkçı 25 yılda kaç bin parça yıkar? Bir demiryolu işçisi 25 yıl boyunca ortalama kaç km ray döşer? Bir akademisyen 25 yılda kaç sayfa okur, kaç sayfa yazar? Bir manikürcü 25 yılda kaç tırnağa bakım yapar? Bir triko işçisi 25 yılda kaç milyon metre ipi kıyafete dönüştürür? Bir twitter fenomeni 25 yılda kaç km ekranı aşağı kaydırır? Bir youtuber 25 yılda kaç günlük video kaydeder?

Bu rakamların hepsi ve daha fazlası, biraz araştırma yapıp kafa yorarak bulunabilir. Saint Exupery’nin Küçük Prens’te, “Bu gezegenle ilgili bütün ayrıntıları size anlatıyorsam, üstelik numarasını da veriyorsam, bunun nedeni yine büyükler. Büyükler sayılara bayılırlar. Tutalım, onlara yeni edindiğiniz bir arkadaştan söz açtınız, asıl sorulacak şeyleri sormazlar bile. ‘Kaç yaşında?’ derler, ‘Kaç kardeşi var? Kaç kilo? Babası kaç para kazanıyor?’ bu türlü bilgilerle tanıdıklarını sanırlar. Deseniz ki: ‘Kırmızı kiremitli güzel bir ev gördüm. Pencerelerde saksılar, çatısında kumrular vardı.’ Bir türlü gözlerinin önüne getiremezler bu evi. Ama ‘Yüz bin liralık bir ev gördüm’ deyin, bakın nasıl: ‘Aman ne güzel ev!’ diye haykıracaklardırcümleleriyle işaret ettiği gibi insanlar rakamları çok sever.

Anlaşıldığı üzere bu rakamların hesaplanması için üretimi, ekonomiyi ilgilendirmesi gerekir. Aksi takdirde kimsenin umurunda olmaz. Herkes yıllık enflasyon oranlarını, aylık/yıllık tüketici fiyat endeksini, Dolar/Euro kurunu, işsizlik oranlarını, asgari ücretteki artışı… büyük bir iştah ve ilgiyle takip eder. Ama mesela bir kadının/annenin 25 yıllık “ev kadınlığı/annelik” hayatında kaç kafa taradığı, kaç metre saç ördüğü, kaç bin tencere yemek pişirdiği, kaç bin çocuğa banyo yaptırdığı, kaç metre halı süpürdüğü, kaç bin metreküp toz aldığı, kaç bardak su verdiği, kaç bin parça bulaşık yıkadığı, çamaşır ütülediği, kaç kere hobilerinden, kendisinin yapmak istediği işlerden vazgeçtiği, kaç litre göz yaşı ve sümük kuruladığı, kaç kişisel gelişim kitabına yetecek kadar öğüt verdiği, bu öğütleri kaleme alıp bastırsa kaç bin baskı yapacağı, dinlediği dertlerin kaç terapi seansı edeceği istatistiklere dökülmez. Çünkü “ürettiği işin” değerini diploma ya da sertifikalarla resmileştirememiş bu kadının emeğini hiçleştirmek kolaydır ve onu hiçbir şey üretmediğine ikna etmek sistemin sürmesi için gereklidir.

Eğer bir kadının kendisi dahil olmak üzere herkesi, “hiçbir üretimi” olmadığına inandırırsanız, o kadını evden çıkarıp aslında başka herhangi bir insanın üretebileceği, herhangi bir ürün için üretim bandının önüne getirmek kolaylaşır. Çünkü oradaki ürünün maddi karşılığı vardır. Orada harcayacağı vakit; sigorta, emeklilik ya da statü olarak geri döner. Bu yüzden kadın, benzersiz emeğiyle ürettiği paha biçilemez ürününü bir kenara bırakıp işyerine doğru yola çıkar. Üretim çarkındaki yerini alır ve kişisel olarak üretebileceği farklılıkları, seri üretim bandına, işyerinin koridoruna gömer. Buna rağmen yönetici kadrosuna yükselebilen kadın sayısı oldukça düşük, kadınların emeğinin karşılığı adil ücretleri alabilmesi de zordur.

Ekonomik verilerle takibi yapılan bir işte çalışan başkaları bu kadar uzun yıllar ve çok sayıda ürettikleri şeyler için plaketlerle onurlandırılıp alkışlanabilirken, kadın/anne, “görevi” ve “üretim” olarak tanımlanmamış yüzbinlerce ürün üretir ve takdir beklerse kınanır. Kimse evde kaç bin tabak yemek çıktığını hesaplamaz, kaç yüz yatak yapıldığını saymaz. Kadınların ürettiği işin birbirlerinin gözünde bile değeri yoktur. Bu kadınlar sistem açısından da sadece “tüketici” oldukları ölçüde değerlidirler. Sabahtan akşama kayıt dışı olarak yapacakları “üretim”de hangi deterjan, un, yağ, makarna, diş macunu… markasını seçecekleri önemlidir. Satın alma davranışına etki edebilmek birçok açıdan yeterlidir. Bu da bizi yeniden ev kadınları/anneleri kendisine benzettiğimiz Sisifos’a getirir. Onun da kayasını kaç yıldır doruğa taşımaya çalıştığının, kaç kilometre yol kat ettiğinin, kaç ton yük taşıdığının verisi yoktur. Sisifos, akşam başına ne geleceğini bilmesine rağmen, her gün kayayı dağın tepesine doğru iter, her günün sonunda kayanın aşağı yuvarlanışını izler, ertesi gün yeniden işe başlar. İşte bir ev kadını da her türlü takdir, teşekkür ve tespit yokluğuna rağmen, hayatın bilincinde olarak bu işi sürdürmeye devam eder. Bir kadına kendini Sisifos gibi beyhude bir işe “mahkûm” olmadığını hissettirmek ve yükünü paylaşmak çok zor değildir. Ama binlerce yıllık bir düzeni sorgulamayı gerektirir. Bu da kolay göze alınacak bir şey olmasa gerek. Kimse yapmadığına göre…

https://www.hertaraf.com/haber-sisifos-un-evsel-emegi-esra-duru-6509#.YEnMSG633yQ.whatsapp

Esra Özer Duru, Ankara, 8 Mart 2021. 

Taze Taze Hikâyeler

BEKLEME ODASI

Mart ayı ortalarıydı. Hava, okullardaki mevsim tablolarında her zaman bahara dahil edilmesine rağmen, yıllardır rolüne direnen bu aya yakışı...

Yeni Yazılardan Haberdar Olun

Kaçırmayın!