25 Ocak 2021

ODADA BİRİ VAR

Aniden gözünü açtı. Uyurken birinin ona baktığını hissetmişti. Karanlıkta kimseyi göremedi. Kalbi korkuyla atıyor, gözleri karanlığa alışınca karşısında birini görmek fikri aklını zorluyordu. Gözünü hemen geri yumdu. Eğer odada biri var ve kendisine bakıyorsa iyi niyetli olamazdı. En iyisi uyuyor numarası yapmaktı. Hırsızsa “ne istiyorsa alsın, gitsin” diye düşündü. “Komodinin üstüne kıymetli bir şey bıraksaydım keşke! Odada oyalanmadan alır giderdi.” Sahiden öyle mi olurdu? Kalbinin sesi kulaklarında çınlıyordu. Odadaki kişinin bunu duymasından korktu. Nefes alma ritmini uykudaymış gibi tutmaya çalışarak yatışmayı denedi. Şimdi yatakta kıpırdanırsa ya da uyandığını belli ederse adamı işkillendirmek tehlikesi vardı. Onun için gözlerini yeniden açamıyordu. Ne vardı hafif uykulu olacak? Sabah uyandığında durumu fark etse, şu korkuyu yaşamasa…

Adamın odadaki varlığına odaklanmaya çalıştı. Nefes alıp verişini, pantolonunun hışırtısını, halıda gezerken çıkaracağı sesi duymayı denedi. Sesleri duysa bir sıkıntı, duymazsa başka bir sıkıntıydı. Duyamazsa emin olmak için gözünü açması gerekecekti. Kalbi boğazından dışarı çıkacaktı neredeyse! Gözünü açmamaya çalışırken, içinde uyanmasına sebep olan “yüzüne dik dik bakılması” hissini araştırdı. Bir yandan bunu tuhaf buldu. Normalde bir şeyden korktuğunda üstüne gider, korktuğu yeri kontrol eder, huzursuz eden sesi araştırırdı. Ama bu duygudan kurtulabilmesi için ille korkulacak bir şey olmadığını anlaması gerekirdi. Bir haşere öldürmek gerekince ilaçla değil, terlikle öldürmeyi tercih ederdi. Biriyle tartışınca ona olanları açıklamak ister, yanlış anlaşıldığı her seferde konuşarak durumu düzeltebileceğini sanır, kitap okurken önemli yerlerin altını çizerdi. Biraz sağlamcıydı.

Hırsızın pantolonunun sesini duymayı yeniden denedi. Acaba pantolon kot muydu, kadife mi? Bu kumaşların kendine has bir sürtünme sesi oluyordu ve özel bir yürüme biçimi geliştirilmezse yürürken ses çıkarırdı. Fitilli kadifeyse ne yaparsa yapsın mutlaka ses çıkardı. Onları da ütülemek pek zor oluyordu. Ütü, fitilleri yatıştırınca hep sinir olurdu. Düz kadifeyi arkasından ütülemek gerekirdi, yoksa 80’lerin taverna şarkıcılarının parlak kumaşlı takım elbiseleri gibi parıl parıl olurdu. Düz kadife, yürürken belki ses yapmayabilirdi. Kotsa o da ayrı. Taşlanmış kot muydu ki? Birkaç yıl önce kot taşlama işçilerinin sesini duyurmak için düzenlenmiş bir toplantıya katılmıştı. İşçilerin uzun ve yorucu mücadelesi ses getirmiş, kotlar kum püskürtülerek beyazlatılmaktan vazgeçilmişti. Şimdi kimi mağdur eden bir işlem uygulanıyordu acaba? “Belki de üstünde eşofman vardır” dedi. Eşofman en rahat ev giysisiydi. Korona yüzünden evden çıkmayı unuttuklarından beri eşofman herkesin asli kıyafeti olmuştu. Diz verince güzel görünmüyordu ama sıcak ve rahattı. Şimdi eşofmanlara cep dikmiyorlardı. Ne saçma, cebi olmayan eşofman mı olur? İçinden, “Hırsızın eşofmanı ceplidir herhalde” diye geçirdi. Korona deyince aklına gündüz okuduğu haber geldi. Danimarka’da kürkleri için beslenen bir sürü vizon koronaya yakalandıkları için itlaf edilmiş. Zavallı hayvanlar itlaf edilmeseler kürk olacaklarmış zaten.

Adam uzun zamandır odada olmalıydı, kulak kabarttı ama sesi çıkmıyordu. Kımıldamadan yatayım derken omzu ağrıdı. Yastıktan oluyordu biraz. Kendine uygun bir yastık arıyordu ne zamandır. Sosyal medyadan önüne değişik değişik yastık reklamları geliyordu. Bırak girdiği siteleri, gittiği yerleri takip etmeyi, zihin okuyordu bunlar. “Aklından geçir, önüne getirsinler. Yastıkla ilgili bir arama falan yaptım mı acaba?” diye düşündü. Çoğu zaman insan kendisi ekmek kırıntıları bırakıyordu. Onlara sadece takip etmek düşüyordu. Bir keresinde vişne/kiraz çekirdeklerinden doldurulmuş bir yastık görmüştü. Çekirdekler, omuzlara, boyna masaj yapıyor, hatta yastık ısıtılırsa sıcak su torbası işlevi görüyordu. Bir dizide adli tıp doktoru, otopsi yaptığı ölülerin boyunlarından çıkardığı kalıplarla çok iyi bir yastık yapıyor, patentiyle milyoner oluyordu. Daha önce birileri kaz tüyünden yastık önermişti. Ama yastık, yorgan ya da mont dikmek için kullanılan tüylerin kazlardan diri diri yolunduğuna dair bir video görüp vazgeçmişti. İyi yastık önemliydi. Herkes bunu önemsiyor olacak ki, yatınca başının, yüzünün şeklini alan çok pahalı bir yastık tanıtımı görmüştü, yastık yaşlandırmıyordu. Aklından, “Aslında sekiz saat uyunduğu düşünülürse mantıklı” cümlesi geçti.

Olmaz ya, yeni hikâyesi için bir fikir geldi. Tam elini yorganın altından çıkarıp komodinin üstünde duran not defteriyle kalemine uzanıyordu ki adamı hatırladı. Bunu yaparsa uyuyor numarasına devam edemezdi. Defteri de bitmek üzereydi. Yazarken ışık yanan kalemler var mıydı? Çünkü karanlıkta not almak çok zor oluyordu. Genellikle ışığı yakmaya üşenmek, fikrin kaçmasını göze almaya galip geliyordu. Nasıl formüle etseydi de sabah olunca hatırlasaydı. Bir keresinde kuzeniyle çok komik bir fıkrayı anahtar kelimelerle hatırlama denemesi yapmışlardı. Sonra fıkrayı unutmuşlar anahtar kelimeler kalmıştı. Fıkra hala kayıptı. Bu arada fikir tuhaf bir şeydi zaten. Sabaha aynı fikri hatırlasan bile aklına geldiği ilk anki kadar güzel olmuyordu. Belki zaten güzel değildi de uyku sersemi mi güzel geliyordu?

Saat kaç olmuştu? Adam aradığını bulmuş muydu? Odanın hangi köşesinde, uyandığına dair bir ipucu bekliyordu? Saatin kırmızı ışıklı ekranını görebilmek için gözünü açması ve başını yastıktan biraz kaldırması gerekiyordu. Adam uyandığını kesinlikle anlardı o zaman. Uyurken en ufak bir ışığa dahi tahammülü yoktu. Bir yerden bir ışık sızdı mı uyku kalitesi düşüyordu. Ama saatin göstergesindeki kırmızı ışıktan rahatsız olmuyordu. Film yıkarken bir aşamadan sonra karanlık odada kırmızı ışık yakılabildiğini hatırladı. Belki bu renk ışık, filme zarar vermediği gibi göz kapaklarından içeri sızmıyordu. Karanlık odada çalıştıkları zaman ne kadar gençtiler. En ufak bir aksaklık dünyanın sonu gibi görünürdü gözlerine. Kötü geçen finaller, açıklanmayan vizeler, zorunlu derslerle aynı saate konduğu için seçemedikleri “seçmeli” dersler… Şimdiyi düşündü. Dünya, salgın bir hastalığın elinde kırılıp dökülüyordu. Çok sayıda insan hastalıktan ya da yan etkileri yüzünden hayatını kaybetmiş, milyonlar eve hapsolmuş, çocuklar evden eğitim görmeye başlamış, insanlar evden çalışır olmuştu. Neyse her şeyde bir şükür vesilesi bulunabilmeliydi.

“Gözümü açsam adamla burun buruna gelsem!” diye geçti yeniden aklından. Pijaması usturupluydu da başı açıktı, o ne olacaktı? Başörtüsü ayak ucundaki pufun üstünde duruyordu. Yastığın altına mı koysaydı acaba bundan sonra? Deprem olduğu zaman bir süre öyle yapmışlardı. Herkes pijamasını aniden dışarı kaçmaya uygun hale getirmiş; başörtüler, pardösüler bir süre ayak ucunda baş ucunda gecelemişti. Anneannesini hatırladı. Yatarken ince, beyaz bir tülbentle başını kundak yapardı. Bundan sonra öyle mi yapsaydı acaba? Deprem olur, eve hırsız girer falan, tedbirli olmak lazım. Gerçi anneannesi melekleri düşünerek kapatırdı başını ya… Neyse! Melekler niye durmuyordu acaba? Normalde eğer evlerimize falan geliyorlarsa, ki günahımızı, sevabımızı yazmak için sağ ve sol omuzlarımızda duranlardan pay biçersek, en az iki melek bütün gün bize eşlik ediyordu; o zaman başımızın açık olmasının bir önemi yoktu. Ne diyordu ya? Adam evine girmiş, mahremiyetini ihlal etmiş, başına daha ne gelebilir belli değildi… “Tövbe tövbe!”

Bir hışırtı duymuştu sanki! Adamın ayak sesi miydi, pantolon hışırtısı mı? Acaba içeri çorapla mı girmişti? “Hırsız ayakkabısını niye çıkarsın? Adam hırsız! Evi kirletmeyeyim der mi?” diye düşündü. Evden biri uyansa çorapla nasıl kaçacak? Bir de DNA bırakacak üstelik ayakkabıyı çıkarırsa. Çok ilerledi adli tıp. Geçenlerde, neredeyse zaman aşımına uğrayacak bir davada katil bulundu ailenin içi rahat etti. 

“Nerede bu adam, başka odaya mı gitti?” Burada gözünün önünde kalsa iyiydi. Yani gözü açık olmasa da… Çocukların odalarına gitmesindense… Evden çıkmış olabilir miydi acaba? Uyuyamayınca tuvalet ihtiyacı ortaya çıkıyordu. Uyurken fark etmiyordu insan çişinin geldiğini, gözünü açınca hemen tuvalete gitmek gerekiyordu. E nasıl gidecekti şimdi tuvalete? Biraz daha dişini sıkarsa belki adam giderdi. Klozetin sifonu da su kaçırıyordu sürekli. En gıcık olduğu şey! Su en kıymetli hazine! “Usta getirirsin, ‘sifon bozuk’ dersin, ‘sifon değil rezervuar o’ der. ‘İyi rezervuar bozuk’ dersin, dünyanın parasını ister, bir de onca alet edevatı sökmeye üşenir. Bir kere de ben baktım, sanki uzay üssü yapmış adamlar. Su tasarrufu yapayım diye pet şişe sokarken mi bozuldu acaba?”

Hırsızın maskesi var mıydı ki? Hani filmlerde başlarına çorap takıyorlar falan, o da maske yerine geçer miydi? “Sonra da uğraş dezenfeksiyonla… Oldu, adam sana korona bulaştırmayayım diye maskeli girmiş eve!” Eve biri girdiyse zaten mecbur temizlik yapılacaktı. Maskeli-maskesiz fark etmezdi. Hayvanların bölgelerini işeyerek, koku bırakarak işaretlediği gibi insanlar da temizleyerek işaretlemiyor muydu? “Polis gelsin gitsin sonra yaparız temizliği” dedi. Parmak izi ararken her tarafa o tozdan sürüyorlardı. Onlar da temizlenir bir kerede çıkardı.

Kulaklarına uzaktan bir ses gelmeye başladı. Sabah ezanı okunuyordu. Mecbur namaza kalkacaktı. Adam uyandığını anlasa da yapacak bir şey yoktu. Hem girdiği her evde bu kadar duruyorsa, böyle hırsızlık mı yapılırdı? Korkuyla, ürpertiyle kalktı. Kendi yatak odasının güvenli ortamında biriyle karşılaşmak fikrinin dehşeti bütün benliğini sarmıştı. Yine de abdest almak için tuvaletin ışığını yaktı. Düşen ışıkta odaya şöyle bir göz attı. Adam madam yoktu. Aslında bunca zamandır güvende olduğunu bildiği için yatakta kalabilmişti. Ne olacaktı bu huyu? Uçuk adam Osho’nun Korku kitabında geçen hafta bir Zen hikayesi okumuştu: Adam karanlıkta taşlı bir yolda yürürken düşer. Düşerken bir dalı yakalar ve kendini kurtarır. Karanlıkta etrafını görmeye çalışır ama görebildiği tek şey dipsiz bir uçurumdur. Etrafa seslenir ve hiçbir karşılık alamaz. Bütün gece dalda asılı, korkular içinde, kolları uyuşmuş, üşümüş halde sabah olmasını bekler. Günün ilk ışıklarıyla aşağı bakar ve gülmeye başlar. Uçurum falan yoktur. On beş santim altında bir düzlük vardır. “Korku on beş santimden daha derin değildir. Şimdi ister bir dala tutunup tüm yaşamını kabusa çevir, istersen o dalı bırak ve ayaklarının üzerine bas. Sana kalmış!”

Esra Özer Duru, Ankara, Aralık 2020.

18 Ocak 2021

ÇIK DIŞARIYA OYNAYALIM!

Sonbaharın kışa döndüğü günler, bana çocukluğumun okul artığı oyun zamanlarını hatırlatıyor. O zamanlar hiçbirimiz sokakta oynamamıza izin verilen süreyi televizyon başında harcayacak kadar bağımlı değildik televizyona. Üstelik o zaman daha iyi çizgi filmler vardı. Bilgisayardı, geymboydu, atariydi, sokak saatlerini çalmamıştı askılı pantolonlarımızın büyük ceplerinden.

Okuldan gelir, ödevlerimizi yapıyor gibi yaptıktan sonra hava kararana kadarki zamanı ‘dışarıda’ geçirebilmek için fırsat kollardık. Sonbahar günlerinin kısalığını hiç de göz önünde bulundurmayan annelerimizin yanına, duvar diplerinden, köşeleri gözleyerek yavaş yavaş gider, önce çok da merhamet hislerine hitap etmeden ama inisiyatifin onun elinde olduğunu gayet iyi bilerek ‘sokağa’ çıkmak için izin isterdik. O zaman çıkılabilecek sokaklarımız vardı. Boş arsalar, kaldırımlar, apartman bahçeleri çocukların özerk bölgeleriydi. Anneler gözleri arkada kalmadan ‘sokağa’ çıkma taleplerini kabul ederdi. Annemiz, ilk sorduğumuzda hiçbir şart ileri sürmeden izin verirse bu bayram demekti. Ama genellikle önce yalvartma sonra küçük bir sorgu faslı gelir, ardından şartlar masaya konurdu. “Ödevini yaptın mı?” sorgunun en can alıcı sorusuydu. Bu soru ya geçiştirilir ya da “Gelince yapıcam, söz!” diye teminat verilirdi. Eğer bu fasıl başarıyla atlatılırsa, “Akşam ezanı okunmadan gel”, “Babandan önce evde ol”, “Çamurla oynamak yok”, “Oynarken ‘gocuğunu’ çıkarma”, “Çişin gelince eve gel” şeklindeki ültimatomlar sıralanırdı. Tabii çocuk olmak demek, şartları zorlamak demektir. Anneler de bunu gayet iyi bilir.

Güzelce üst baş giyilir ve ‘düzgün’ bir şekilde, şartlar çoktan unutulmuş olarak dışarı fırlanırdı. Bazı çocuklar, annelerinin hangi imkânları zorlayarak yaptıkları ‘kışlık’ reçellerden, yarım ekmek içine aşırdıkları, kumanyalarını da yanlarında getirirlerdi. Benim gibi çocuklar bu kumanyalara biraz iç geçirerek, ağızlarının suyu akarak bakarlardı. Çünkü her anne, bu kumanyalara vize vermez, “Evde yiyeceksen vereyim, bulan var, bulamayan var” diyerek, çıktıktan iki dakika sonra kapıda biten ve aslında aç olmayan çocuklarının taleplerini reddederlerdi.

Sokaksa apayrı bir alemdi. Kızların oyunları daha evcil bir durum arz ederken, erkek çocuklar ilk çağlardan kalan avlanma ve ele geçirme dürtülerini, biraz daha giyinik olmak kaydıyla devam ettiren oyunlar oynarlardı. Sokağın başında ya da yeni yeni yükselmeye başlayan apartmanların arasında kalan boş arsalar, sokakların bizzat kendileri, apartmanların önleri karanlık çökünceye kadar birçok meydan savaşına sahne olur, birkaç kez el değiştirirdi.

Hem temizleyici, hem nemlendirici, hem yapıştırıcı…

Her oyunun bir mevsimi ve gerektirdiği bazı şartlar vardı. Çocuklar bu mevsimleri, sanki ellerinde bir çizelge varmış gibi çok sıkı takip ederlerdi. Sonbaharın nispeten sıcak ve kuru olduğu ilk günlerde, erkekler uçurtma uçurur, misket ve futbol oynardı. Kızlar ip atlar, çizgi oynardı. Havalar biraz daha soğuyup yağmurlar başlayınca, çamura çivi saplayıp kendi alanlarını oluşturmak gibi bir stratejisi olan çivi saplamaca zamanı gelir, uçurtmalar yerlerine kaldırılırdı. Bolca mevcut olan çamur, kızlar için de yaratıcılığın geliştirildiği bir malzeme olur, beceriksiz ellerin yaptığı çanak çömlekler kurumaya bırakılırdı. Kirlenen ellerin çözümü ise vücudun salgılarından birinde gizliydi. Eller ‘güzelce’ tükürükle temizlenir, annenin kalan izleri görmemesi için küçük kalplerden dualar geçerdi.

Çamurlu günlerin başka bir oyunu ise taş sürüklemeydi. İsmi tam konulamayan bu oyunda, derince bir kavanoz kapağı bulunur, kapağın içi çamurla sıkıca doldurulurdu. Özenle saklanan bu ‘taş’ın içindeki çamur çatladıkça tükürükle ıslatılır ve sertliği muhafaza edilirdi. Bu oyunda kazananın ödülleri, sakız içinden çıkan futbolcu resimleri falan olurdu. Bir de ‘lik’ (ilik) oyunu vardı. Çocuklar bakkal önünde pusuya yatar, torbalar dolusu gazoz kapağı toplar, bunları yan yana dizer, buldukları düzgün bir taş ya da kendi hazırladıkları ‘taş’la bu ‘likleri’ vurmaya çalışırlardı.

Mevsimini iyi hatırlayamadığım bir külâh ya da boru oyunu vardı ki, büyükler tarafından tehlikeleri sık sık vurgulandığı halde kuşaklar boyunca oynandı. Bakkal amcadan metre hesabı alınan boruya, gazetelerden özenle yapılan, hatta “benim yaptığım külah hiç açılmaz” diye gurur kaynağı olan küçük külâhlar konur, hedefe atılırdı. Külâhın yapıştırıcısı tabii ki yine tükürüktü. Hedefse genellikle oğlanlardan fırsat bulup biricik arsalarında ip atlamaya çalışan kızlar olurdu.

Oyunlarını kafileler halinde oynayan ve yine aynı şekilde gezen çocuk grupları arasında sık sık kavga çıkar, çocuklardan biri çenesini yukarı kaldırarak, “Anneee, Mehmet’e bişey söyle, oyunumuzu bozuyoooo” diyerek, “düşmanını” tanıdığı bir numaralı polis gücüne şikâyet ederdi. Şikâyet edilen çocuk ya ortadan kaybolur ya da “Ama Fatma teyze, onlar da beni oyunlarına almıyo” diye itiraz eder, savunma makamına geçerdi.

Bu arada ‘gocuklar’ çoktan çıkarılıp ‘emniyetli’ bir duvara yığılır ya da daha itidalli bir üslupla önü açılıp omuzdan düşürülürdü. Ayakkabılar çamura bulanmış, saç baş dağılmış, burunlar soğuk havanın ve koşturmanın etkisiyle akmış olurdu. Eve alınma ihtimali göz önünde bulundurularak ihtiyaçlar, yumuşak huylu bir komşu teyzenin şefkatli kapısında giderilir, soğukta koşturup durmaktan kuruyan boğaz için biraz su içilir, üşündüğü için daha çok gelen ‘çiş’ en iyi ihtimalle komşu tuvaletine yapılırdı.

“Gecikirsen seni eve almam” tehditleri tamamen unutulur gider, bundan sonra asla dışarı çıkılmayacakmış gibi delice bir tempoyla oyun oynanırdı. Yaz aylarının uzun günleri geniş bir oyun yelpazesi sunsa da hava çabuk karardığından bugünler daha kıymetliydi.

Evde bekleyen yığınla ödeve, verdiği süre dolduğu halde çocuğu eve dönmeyen anneye, soğuktan çatlayan ellerin çatlaklarında biriken ince kan sızıntılarına, oyuna alınmayınca ya da arkadaşıyla tokuşup düşünce ağlanıp silinen yüzdeki çamur izlerine rağmen, kulak kenarları ve yanaklar soğuktan hissedilmese, akan burun kollara sürülse, “Babandan önce eve dönmüş ol” denen baba köşede belirmiş olsa, ‘niyeyse’ kısacık olan akşam ezanı okunsa, arkadaşların anneleri balkonlardan, camlardan onları eve çağırsa bile -ki en kötüsü ilk çağrılmaktır- şartların elverdiği son ana kadar oynanırdı.

Son oyun: “Akşam Ebesi”

Ne kadar çabalanırsa çabalansın, ayrılık anı geldiğinde, sokak hiç oynanmamış gibi karanlığa bürünürken, çocuklar da son rötuşları atardı. Bir duvarda biriken ‘gocuklar’ sahipleri tarafından alınır, bazen giyilir, bazen tembih unutulup kolda gittiği için azar işitilirdi. Son bir gayretle, kalan birkaç çocuk arasında ‘akşam ebesi’ oynanır, eve giriyor olmanın burukluğu bu son oyunun coşkusuna saklanırdı.

Girişte, annenin, sebebi bir türlü anlaşılamayan azarlarına maruz kalınır, “çamurla oynadın değil mi?” sorusuna muhatap olunca, “nereden anladı acaba?” diye düşünülür, eller yüzler yıkandıktan hatta sadece annelerin alabildiği ‘ıslak köpek kokusu’ yüzünden banyo yapıldıktan sonra, yemeğe oturulurdu.

Bütün bunlardan geriye çocukların eklemlerindeki “büyüme ağrısı”, saçlarında ve üstlerindeki ıslak köpek kokusu, yapılmayan ödevleri, kızgın anneleri, çamur derecikli yüzleri, çatlakları acıyan elleri, ceplerinden halıya dökülen çekirdekleri… ama büyüdüklerinde tatlı tatlı hatırlayacakları hatta kendi çocuklarıyla paylaşacakları anıları kalırdı. Sizin de vardır o anılardan.

Esra Özer Duru, Ocak 2004, Ankara, Turuncu Dergisi. 

17 Ocak 2021

AĞIR KUSUR

Ne yapacağını bilemiyordu. Büyük bir şok yaşıyordu. Adamın, “ağır kusur var” diyen tok sesi de şokunu arttırmaktan başka bir işe yaramıyordu. “Nasıl ağır kusur”? Hâlbuki bunca zamandır iyi niyetten başka bir şey beslememişti. Adamın hata olarak gördüğü şeylerde aslında niyetinin hep iyi olduğunu senelerdir anlatamamıştı… Unuttuğu bir iki şey vardı ama bunlar ağır kusur olarak değerlendirilemezdi. Acımasız bir sözdü. Adamın yüzüne baktı. Duygularını ele vermeyen keskin bir yüz ifadesi vardı. “Biraz ağır konuşmuyor musun? Bunca yıllık emeğime karşı…” diyecek oldu. Diyemedi.

Kelimeler boğazında düğümlendi. Sesi çıkmıyordu. Kafasında ise tek bir soru dönüyordu, “ağır kusur da ne demek, ne biçim konuşuyorsun sen benimle?”  Adamın “ağır kusur” olarak tanımlayabileceği olayları kafasında döndürmeye çalışıyordu. Bir iki defa yemek yaktıysa, bazen tuzu iki kere attıysa kötü niyetle yapmamıştı ki… “Nasıl ağır kusur?” Bunca zamandır onun iyi niyetinden adamın emin olması gerekmez miydi? Onun bile isteye yaptığı bir sürü kırıcı davranışa kendisi sabretmemiş miydi? Zekâsını, anlayışını küçük gören, emeklerini hiçe sayan bir yığın kelime ve o kelimelerin ağızdan çıktığı anlar gözünün önünde uçuşmaya başladı. Bulunduğu yerde sendeledi. Bayılacak gibi oldu. Karşısındakinin gözlerinde bir şefkat zerresi arandı. Yoktu. “Neden bu kadar duygusuz?” diye düşündü. “İnsan bunca yıllık hukuka binaen böyle mi davranır? Ayıp ya!”

Boğazına bir hıçkırık düğümlendi. Ağlamamalıydı. Sokak ortasında, herkes ikisine bakarken… Bir kere, yıllar önce, tam hazırlanmışlar dışarı çıkacaklarken adam kıyafetine takmamış mıydı? Yeni aldığı, özene bezene ütüleyip giydiği… “Bunun yakıştığını mı zannediyorsun?” diye bağırmıştı avaz avaz. Komşular duyacak diye ödü kopmuştu. Dolabın karşısına geçip kıyafetlerini askılardan alıp oraya buraya fırlatmıştı. Kadın, başına fırlatılan eşyaların arasında yere oturup hıçkıra hıçkıra ağlamıştı. Şimdi de ağlasa mıydı acaba? Ama engel olan bir şey vardı sanki. Ağlamaya yetecek duygu yoğunluğu bir türlü oluşmuyordu. Dikkatini dağıtan düşünceler, trenin camından geçen görüntüler gibi akıp duruyordu. Detaylar seçilmiyor, sadece görüntüye çizikler bırakıyordu. Sonsuz bir döngüde sürüp giden çizikler... İç dünyası da böyleydi. Çizikler, çizikler… Kendisini kışkırtmak için “can kırıkları” diye düşündü. Ağlayacak gibi oldu. Yine dikkati dağıldı. “Ağır kusur” tamlaması kulaklarında yankılanıyordu.

Adam karşısında mırıl mırıl söylenmeye devam ediyordu ama aklındakilerin sesi daha yüksekti. Adamın söylediklerini anlayabilecek kadar dikkat edemiyordu. Herkesin sevdiği yemekleri pişirmeye çalışmış, çoğu akşam iki ayrı yemek yapıp ev halkını mutlu etmeyi ummuştu. “Ağır kusur”… Kimse onun ne sevdiğini, ne sevmediğini bilmezdi. Pek sessiz yapmıyordu işini ama ne yapsındı onun da canı vardı. Hiç mi söylenmesindi yani?
İlk tokadı attığında, özür dilemişti adam. “Yanlışlıkla oldu, ama senin yüzünden… Üstüme bu kadar gelmemeliydin.” Bir daha olmasın istiyorsa adamın üstüne gitmemeliydi. Yazık adamcağıza ne kadar da üzülmüştü. “Bundan sonra dikkat edeceğim” diye söz vermişti kendi kendine… “Ağır kusur”… Bir daha olmaz sanmıştı, “bana vurmak zorunda kalacağı kadar üstüne gitmeyeceğim.” Ama olmuyordu. Artık çok daha kolay damarına basılıyordu adamın. Ne olduğunu anlayamadan bir çırpıda… Tokadı yemiş, bir köşede ağlarken buluveriyordu kendini. Önceleri boğazı yırtılırcasına ağlıyordu. Olanları geri alabilmek için, onları yutmaya çalışır gibi yutkunuyordu. İlk seferlerde adam da onunla birlikte gözyaşı döküyor, af dileyip yalvarıyordu. “Bir daha asla! Ama sen de…” cümleleri havada savruluyor, tokatlar kadar incitiyordu nerdeyse… Bir defasında karşılık vermeye yeltenmişti adama… Bu daha çok kızdırmıştı onu. “Ne cüretle geri zekâlı? Bana nasıl vurmaya kalkışırsın sen?” Haksız değildi adam. Hakaret olmuştu bu şahsına. Küçük görüldüğünü, erkekliğinin ayaklar altına alındığını hissetmişti. “O da kadın mıydı?” Sahiden kadın mıydı? Adamın ne demek istediğini anlamalı, ona eziyet etmeden gerçekleştirivermeliydi. “Ağır kusur”… Herhalde bu olmalıydı!

İlk seferlerde ne istediği daha belliyken, artık sürekli değişen taleplere, sınırlara, sinir uçlarına uyum sağlamak güçleşmişti. Kusuru bizzat işlemesine gerek kalmamıştı. İşyerinde yolunda gitmeyen bir görüşme, çocukların gürültüsü, trafikte yol vermeyen şoförler… Ne kadar dikkat ederse etsin iş kendisinden çıkmıştı, son değişmiyordu. Ağlamalarının dozu azalmaya başladı. Hak edilmiş bir şey için ağlamanın anlamı yoktu zaten. Konu komşuya rezil olmamak için çığlık falan atmazdı. Kimsenin haberi olmamalıydı bu olanlardan. Kendisini küçük düşmüş, fiziksel hasarlardan çok duygusal yaralar almış hissediyordu. Kapatıcılar, kremler fiziksel hasarları görünmez yapıyordu da içindeki hasar içini yakmaya devam ediyordu. “Ağır kusur”…

Onun ağlamaları azaldıkça adamın şiddetinin dozu artırıyordu. Hem vuruyor, hem hakaret ediyordu. Bir keresinde kafasını vurup kendinden bile geçmişti. Ayılırken “Neredeyim ben?” sorusu dökülmüştü dudaklarından. Sahiden neredeydi? Düşüncelerinin ağır kadife perdelerini elleriyle aralamaya çalışır gibi bir hareket yaptı. Başını kaldırınca sert gözlerle kendisine bakan adamı gördü. Birden hatırladı nerede olduğunu… Adamın karşısında küçüldü sanki… Kusurlu olduğunu biliyordu artık. “Ağır kusur”… İtiraz etmeyecekti. Bunca yıl kabullenmiş olmalıydı kusurlarını.

Onun yüzüne baktı tekrar. “Hanımefendi!” dedi adam, “Ağır kusurlusunuz. Kırmızı ışıkta duran araca gelip arkadan vurmuşsunuz. Tutanak tutmamız gerek.” Birden güneş doğdu sanki. Gözünün önü açıldı. Gülümseyerek baktı trafik polisine. “Tabi memur bey, tutanağı tutalım. Karşı taraftan özür dileyeyim ben” dedi. Artık ağır kusurun ne olduğunu biliyordu.

“Ağır kusur kavramı, bir özel hukuk kavramı olup kasıt olmamakla beraber kasta yakın bir kusurun mevcudiyetini ifade eder. Trafikte ağır kusur, alkollü araç kullanımı, kırmızı ışık ihlali gibi kasıtlı davranışlardır. Evlilik birliğinde, diğer eşe karşı fiziksel şiddet uygulamak, hakaret etmek, yalan söylemek… ağır kusurlu davranıştır.”

Esra Özer Duru, Ankara 17.07.2019

SÖZLEŞMEYİ OKUDUM

Gündemimiz uzun zamandır İstanbul Sözleşmesi (İS) ile dolu. Araya başka tartışmalar girse de işlenen yeni bir kadın cinayeti ile konuya geri dönüyoruz. İS, toplumu, sözleşmeyi destekleyenler ve desteklemeyenler olarak ikiye böldü. Hâlbuki insaf ölçüsünde bir tartışma eleştirilerle birlikte öneriler de içermeliydi. Tersine, en çok göze çarpan, tarafların sözleşmeyi bir kere bile okumadan fikir sahibi oluşları ve üslupları oldu. Sözleşmenin tamamını okuyan insan sayısı oldukça düşük. Bu nedenle eleştirilerin büyük bir kısmı “şu söyledi, bu söyledi” düzeyinde kalıyor. Uzmanlık alanları belli olmayan bir grup sosyal medya fenomeni, insanların fikir ve inançlarını bildikleri gibi yönlendiriyor. Bu okumayıp oradan buradan duyma hali, aslında sözleşme metninde bulunmayan kavramlar/ifadeler nedeniyle sözleşmenin eleştirilmesini beraberinde getiriyor. Ben de bu doğrultuda sözleşmenin içeriğine ve çatışma alanlarına dair birkaç not çıkarttım. Taraf olacaksak da, eleştireceksek de bilmeliyiz değil mi?

Öncelikle sözleşme 2011 yılında Türkiye’nin ev sahipliğinde imzalanıyor. 81 maddeden oluşuyor ve toplam 30 sayfa. Türkiye imza koyan ilk ülke ve hızlı bir şekilde uyum yasalarını hazırlıyor. Bu çerçevede 6284 sayılı yasa çıkarılıyor. İS’nin maddeleri, sadece Türkiye’ye özgü biçimde değil, sözleşmeye taraf olan diğer devletlerin sosyal gerçeklikleri de göz önünde bulundurularak yazılıyor. Bütün diğer sözleşmeler/yasal metinler gibi tanımlar, ihtiyaçlar ve uygulamaya ilişkin hükümler içeriyor.

Şiddete karşı adaleti ayakta tutabilecek miyiz?

Giriş kısmında kadına karşı şiddetin önlenmesine dair bir metne neden ihtiyaç duyulduğu, bu iki cins arasındaki ilişkinin doğasına işleyen hiyerarşiye dikkat çekilerek çok yönlü ifade ediliyor. Sözleşme, topluma yayılmış ve uzun yıllardır geniş kitleler tarafından benimsenmiş hiyerarşik ataerkil düzeni ve onun uygulamalarını “toplumsal cinsiyet” olarak tanımlıyor. Bu, Türkiye’de İS’ye karşı çıkan kesimin eleştirdiği ilk kavram. Toplumda, erkeklerin kadınlardan üstün olduğunu ya da olması gerektiğini düşünenler, bu durumun kadınlara karşı ayrımcılık yapılmasına ve kadınların tam anlamıyla ilerlemelerinin engellenmesine yol açtığını göremeyebilir. O nedenle bu üstün durumun devletin imzaladığı bir sözleşme eliyle sarsılmasını da yanlış bulabilirler. Ancak toplumdaki bir cinsiyetin diğerine üstün olduğu inancının beraberinde birtakım şiddet ve haksızlık döngülerini getirdiğini de görebilmeliler. Bu döngüyü durdurabilmek için yasal düzenleme yapılmasının gerekmesi insanların buradaki haksızlığı kendiliklerinden göremediğini ispatlıyor.

Toplumun cinsiyeti erkektir, erkek kalacak!  

Aslında toplumun fobilerini de özetleyen toplumsal cinsiyet, “Herhangi bir toplumun kadınlar ve erkekler için uygun olduğunu düşündüğü sosyal anlamda oluşturulmuş roller, davranışlar, faaliyetler ve özellikler…” olarak tanımlanıyor. Örneğin ev işlerinin, örgü örmenin, çocuklarla ilgilenmenin, pembe giymenin kadın davranışı şeklinde görülmesi. Bu toplumsal cinsiyet kavramı hayatımızda o kadar içselleşmiş ki... Örneğin meslek seçimlerinde çok büyük rol oynuyor. Şefkat, merhamet, bağ kurma gerektiren meslekler, kadın doğasına uygun; güç kullanımı, zorluk koşulları, tarafsızlık, analiz yeteneği/analitik bakış açısı gerektiren meslekler ise erkek cinsine uygun olarak tanımlanıyor. Erkek bir anaokulu öğretmeni/hemşire topluma tuhaf görünürken, kadın kaportacı hala haber değeri taşıyor. Yüksek statülü mesleklerde cinsiyetin belirleyici bir rolü olmaması beklenirken bu gruplardan doktorlar, uzmanlık alanı seçimlerinde cinsiyeti bir ölçü olarak koyuyor.  Kadın hâkim ve savcılar hala birçok insanın dikkatini çekiyor. Yani cinsiyetlerin kendine has yatkınlıkları, seçimler üzerinde tahakküme neden olmamalı. Bunlardan hareketle kısıtlayıcı tanımlar yapılmamalı, cinsiyetler ve toplumsal roller arasında esnek bir alan bırakılabilmeli. Bu durum hiyerarşik bir dayatmaya dönüştürülmemeli. Bir cinsiyetin kaçındığı işleri yapmaya diğer cinsiyet mecbur bırakılmamalı.

İS’ye karşı olanlar, şiddete ve başka insan hakları ihlallerine yol açan “toplumsal cinsiyet” kavramıyla mücadele edilmesi halinde cinsel kimliklerin inşasının zarar göreceğini ifade ediyorlar ki, kavram ve kapsamına karşı verdikleri uğraş bu inanca dayanıyor. Bu kapsamda toplumsal cinsiyet eşitliğini anlatan eğitim faaliyetleri; erkeğin kadına üstünlüğü ”toplumsal doğru” sanıldığı için kadının kadınlığına, erkeğin erkekliğine zarar vereceği zannıyla eleştiriliyor.  Yani bir ders kitabında anneyi değil de babayı bulaşık yıkarken gören bir erkek çocuk, cinsel kimliğini inşa edemez, sapıtır maazallah! Ya da hayatını “Babam bulaşıkları yıkamaya yardım ederse annem mi olur?” sorusunun ağırlığı altında geçirmeye mahkûm olur. Çünkü mesela lohusa, çalışan ya da sadece yorgun eşinin yükünü hafifletmek, hayatı paylaşmak için dahi olsa bulaşığın, yemeğin, ev işlerinin ucundan tutmak “erkekliğe” zarar verir. “Kadın 24 saat anne/ev kadını/meslek sahibi/evlat olmalı ama erkekler bu rollere sadece istedikleri zamanlarda ve istedikleri kadar girmelidir. Çünkü erkek/baba/meslek sahibi/evlat olmak bunu icap ettirir.” Burada şunu sormak gerekiyor: Sık sık dile getirilen sünnette, Rasulullah’ın, her işini kendisinin yaptığını anlatan kısım neden es geçiliyor? Devamı için mücadele verilen geleneksel yapı, Müslüman bir insanın adil bulabileceği bir aile hayatı, medeniyet inşası önerisi mi?

Çocuklar cinsiyet kimliğini legodan mı yapıyor?

Psikolojik açıdan asıl soru, erkeğin, baba/eş olarak ev içi rollerinin azaltıldığı hatta isteğine bağlandığı bir ortam çocuklarda nasıl bir cinsel kimlik inşa eder? Annesinin sürekli çalışıp çabaladığını gören kız çocuğu, “çile çekmenin” cinsiyetine yazılı bir kader olduğunu düşünüp, “çekmek” istemediği için evlilikten uzak durmaya, ilk sıkıntıda korkarak boşanmaya veya annesi gibi bu “çile” yolunu kabullenmeye yönelmez mi? Babasının günlük hayatlarında bir sorun olarak tanımlandığını gören erkek çocuk, annesini ve başka kadınları ezmemek için erkek olarak var olmakla savaşmaz mı? Çocuklar cinsel kimliklerini içinde bulundukları aile kurumunda ebeveynine bakarak oluşturmaz mı? Bu açıdan kişiliğin oluşumunu etkileyen faktörler arasında ailenin belirleyici olduğunu kabul etmek yanlış olmaz.

Çok tepki gören bir diğer ifade “cinsel yönelim”. Bu kavrama gösterilen tepki aslında toplumsal cinsiyet kavramına gösterilenle iç içe geçmiş durumda. Sözleşme boyunca sadece bir kere geçiyor ve başka birçok özelliğin yanı sıra “cinsel yönelim”i ne olursa olsun, hiç kimsenin şiddet mağduru olmaması gerektiğine dikkat çekilen bir cümlenin içinde yer alıyor. Başka “cinsel yönelim”leri, bu yönelimler arasındaki evlilikleri teşvik eden, meşru kılan herhangi bir ifade de metinde bulunmuyor. İS’nin 4. Madde 3. Fıkrasında şiddeti önlemek için “taraflar tedbirlerin cinsiyet, ırk, renk, dil, din, siyasi veya başka bir görüş, ulusal veya sosyal köken, bir ulusal azınlıkla bağlantılı olma, mülk, doğum, cinsel yönelim, toplumsal cinsiyet kimliği, sağlık durumu, engellilik, medeni hal, göçmen veya mülteci statüsü veya başka bir statü gibi, herhangi bir temele dayalı olarak ayrımcılık yapılmaksızın uygulanmasını temin edeceklerdir” deniyor. Sayılan insanların sayılma sebeplerinden dolayı şiddet görmelerinin engellenmesi onların temel insan hakları, devletin de temel ödevi. Bir mültecinin mülteciliği nedeniyle sokakta, evde ya da resmi bir kuruluşta ayrımcılığa, şiddete maruz kalmasına karşı çıkmaz mıyız? Dinen yasaklandığı, toplumun cinsel sağlığı açısından sakıncalı olduğu ya da tedavi gerektiren bir rahatsızlık olduğu vs. için kendisini farklı cinsel yönelimlerle tanımlayan bir insanın şiddete uğramasına onay mı veririz? Hiçbirimiz başka bir insana kendisine dair yaptığı tanımlardan dolayı şiddet uygulayamayız. Aynı şekilde hepimiz de böyle bir şiddetin nesnesi olmamak için devletin yanımızda olmasını bekleriz. Evrensel ahlak prensipleri de bunu gerektirir.    

Diğer yandan Hümeze Suresinde, insanlara duyduklarında hoşlarına gitmeyecek, onları fiziksel, ruhsal yönden aşağılayan sıfatlarla seslenmemek konusunda uyarılıyoruz. Hucurat Suresinde kötü zandan, insanları hor görmekten yahut gözden düşürmek ve karalamak için lakaplar takmaktan kaçınmamız buyruluyor. Başka bazı suçlamalar için de Nisa Suresinde emredildiği gibi dört şahit getirilmesi gerektiğini hepimiz biliyoruz. Buna rağmen insanları şahidimiz bulunmayan ya da çirkin fiilleri tarif eden sıfatlarla anmak hangi medeniyet perspektifine, salih amel tarifine yakışır?

Takım elbiseli sempatik (!) katillerimize ne olacak?

İS bölüm 3, Madde 12’deki “taraflar kadınların daha aşağı düzeyde olduğu düşüncesine veya kadınların ve erkeklerin toplumsal olarak klişeleşmiş rollerine dayalı ön yargıların, törelerin, geleneklerin ve diğer uygulamaların kökünün kazınması amacıyla kadınların ve erkeklerin sosyal ve kültürel davranış kalıplarının değiştirilmesine yardımcı olacak tedbirleri alacaklardır” ifadesi geleneklere savaş ilanı olarak nitelendiriliyor. Sözleşmeye göre “namus” kavramı da herhangi bir şekilde hafifletici sebep olarak asla kullanılamayacak. Sözleşmede savaş açılan geleneklerin zaten insanları ezen, inciten, şiddetin nesnesi ya da öznesi yapan gelenekler olduğunu neden göremiyoruz? Gencecik çocuklara “namus” cinayeti adı altında kız kardeşlerini, kuzenlerini öldürten bir geleneğe gerçekten sahip çıkılabilir mi? Aslında bu madde kız çocuklarının ve kadınların “namus”un onlar üzerinden görünür kılındığı bireyler olması durumunu ortadan kaldıracak. Kızlarımızın zinadan uzak durmasını bekliyorsak, erkeklerimizin de aynı derecede sorumluluk sahibi olduğunu herkese anlatmalıyız. Takım elbise giyip pişman olduğunu ifade eden ya da “namusumu temizledim” deyince hükmü azaltılan sanıkların varlığı toplumun adalet duygusunu rencide etmez mi? Daha da önemlisi kadınlara karşı işlenen suçlarda suç ve ceza arasındaki orantı kurbanın aleyhine bozulmaz mı? Bu da kadınlara karşı suç işlenmesini kolaylaştırmaz mı? Sözleşmeyi bütün olarak eleştiren muhafazakâr kesimlerin cinayetler işlendiğinde sık sık gündeme getirdiği “kısas” kavramıyla hafifletici sebep algısı bağdaşır mı? Kız torununu erkek torununa öldürtüp üzerine beton döken dedenin vahşetini hangi gelenek üretti?

Eski çocuklara “süresiz nafaka”, yeniler “ot” mu yesin?

İddialardan bir diğeri de sözleşmenin aile kurumunu yıktığı... Bu iddiaya dayanak olarak halk arasında şiddet mağduru kadın ve çocuklara sağlanan genel destekler gösteriliyor. Çünkü kadınlar devletin kendilerine sağladığı koruma ve hayatını hasarlı evlilikten sonra yeniden kurma imkânları sayesinde boşanmayı göze almaya başladı. Perspektifimiz Kur’an olduğu için burada da şunu sormak gerekiyor. Rabbimiz mutlu olunmayan evlilikler için güzellikle boşanmayı helal kılıyor. Böyleyken bizler bir kadının boşanmasının ardından çocuklarıyla birlikte yeni bir hayat kurmasına sağlanan imkânları neden çok görüyoruz? Kaldı ki bunları devlet sunuyor. Kadınların kendilerini güvende hissederek ve borç altında kalmadan kullanabileceği en güzel imkân değil mi bu? Bir mümin başka bir mümin kardeşinin, çektiği zulme rağmen o evlilik içinde kalması gerektiğini nasıl söyler?

Geçmişte birçok boşanmaya şahit olduk. Bu olaylarda “dostlar” arasında ya da mahkeme tarafından takdir edilen nafakayı babanın ödememesi yüzünden anne ve onunla birlikte kalan çocukların yaşadığı sıkıntıları gördük. Bunları kendi çocuklarına yaşatan insanların şimdi sözleşmeye karşı çıkan tarafta yer alması hiç şaşırtıcı değil. Ama insan düşünmeden edemiyor. Geçmişte olduğu gibi şimdi de boşanan kadınlar, çocukların geçimini nasıl temin edecek? Ortak çocukların bakım sorumluluğu Kur’an’da babaya verilmişken, aksayan evliliğine son verip yeni evliliklere deyim yerindeyse yelken açan baba, çocuklar için belli bir süre ve sınırlı miktarda nafaka ödeyip sonra bundan da “kurtulmayı” nasıl düşünebilir? Kadın hep mağdur ve eski kocaya muhtaç kalsın da “burnu mu sürtülsün”? Burada şunu belirtmek gerekiyor: Sözleşmede “süresiz nafaka” diye bir kavram yok. Hatta taraflardan biri diğerine tazminat ödemeye mahkûm edilirse, mahkeme failin ödeme gücünü dikkate almak durumunda. Süresiz nafakaya hükmedilmesi de eğer davaya özel şartlar göz önünde bulundurularak verilmiş bir hüküm değilse mutlaka konuşulmalı, adalet zemininde bir karara bağlanmalı.

Sözleşmenin nihai hedefleri arasında hepimizin geçmiş yıllarda şahit olduğu acıların önlenmesi gibi hedefler de var. İS kadınların barış zamanında olduğu gibi savaşlar ve çatışma ortamlarında da cinsiyetlerine yönelik şiddet olaylarının kurbanı olmalarını engellemeyi hedefliyor. Vietnam’da, Japonya’da, Bosna’da yaşanan savaşlardaki gibi savaşın ilk ve en büyük mağdurunun kadınlar olması belki İS aracılığıyla engellenebilir. Çünkü bir milleti, bir insanı incitmenin en kolay ve en acı verici yolu kadınlara uygulanan şiddetten geçiyor.

Sözleşmenin başka bir maddesi, Türkiye’de çok yaygın olan erken evlenme nedeniyle yeni mağduriyetler ve yeni tepkiler doğuruyor. Bu madde 18 yaşın altında ve tarafların rızasının olduğu varsayılan evliliklerde aleyhte işliyor. Resmi nikâh kıyılmadan yapılan 18 yaş altı evlilikler resmi nikâh yapılırken yetkililerin önüne gelmiş oluyor. Böyle olunca ebeveynler hakkında soruşturma re’sen başlatılıyor. Ya da nikâh sırasında dahi, bir kız, yetkilileri arayarak zorla evlendirildiğini ifade ederse devlet müdahil oluyor. Kız çocuklarının genel anlamda herhangi bir söz hakkı olmadığını düşünen aileler için bu durum tabii ki sorun. Çünkü devlet ailenin yetki alanına müdahale etmiş oluyor. Bir de çoluk çocuğa karışmış insanların yıllar sonra resmi nikâh süreci sırasında yargılanması ve hapis cezası alması da başka büyük sorunlara yol açıyor, sanki yasa geriye yürümüş gibi bir algı oluşuyor. Bu durumla ilgili bir düzenleme yapılması bu sıkıntıları giderebilir. Ancak herhangi bir sebeple erken evlendirilmiş ve çoluk çocuğa karışmış ailelerin mağduriyetlerini önlemeyi amaçlayan bir yasal düzenleme girişimi bazı çevrelerin ideolojik/siyasal tepkileri sebebiyle sonuçlandırılamadı.  

Şahidi Allah olan kadın

İS’de yer almayan ama eleştiri bombardımanından nasibin i alan bir diğer ifade ise “Mağdurun beyanı esastır”. Bazı kesimler bu ifadeyi kasıtlı olarak “kadının beyanı esastır”a dönüştürüyor. Kimse de asıl metinleri okumadığı için bu dönüşüme itiraz etmiyor hatta fark etmiyor. Doğru haliyle “mağdurun beyanı esastır” ifadesi, İS’nin yürürlüğünü düzenleyen 6284 sayılı yasada geçiyor. Aslında bu yasaya konmadan çok önce de Yargıtay’ın bir kararında yer almış. Söz konusu kararda, bir kadın ya da çocuğun, iddiasını delillerle destekleyemediği durumlarda, “kendi şerefini çiğneyerek kimseye taciz, tecavüz suçlaması yapmayacağı” göz önünde bulundurularak beyanın esas teşkil etmesine karar veriliyor. Bu ifade, delil yetersizliği hallerinde ve acil müdahale gerektiğinde mağdurun yeniden zarar görmesini engellemek amacıyla tedbir almaya yönelik ve hiçbir cinsiyet göndermesi içermiyor. Geçtiğimiz günlerde haberdar olduğumuz bir olayda, asansörde site görevlisinin tacizine uğrayan mülteci çocuğun durumu bu kural sayesinde netleşti. Bu çocuğun Allah’tan başka şahidi yoktu ve diğer site görevlileri kendilerince “dayanışma” göstererek karakter şahitliği yapıp arkadaşlarının böyle bir şey yapmayacağını söylediler. Ama Türkiye’nin imzası bulunan İS ve 6284, devletin soruşturmaya müdahil olmasını zorunlu kıldı ve işlemler kendiliğinden yürüdü, görevlinin işine son verildi ve dava başlatıldı.

Mülteci demişken, İS’deki bazı hükümler (toplumsal cinsiyete dayalı iltica talepleri başlığı altında), zorla evlendirme, çocuk yaşta evlendirme gibi durumlarda kalan mağdurlara sığınma hakkı verilmesini zorunlu kılıyor. Birtakım Avrupa ülkelerinin taahhütten çekildiği maddeler de aslında bu maddeler. Yani bazı AB ülkeleri mültecilikle ilgili koşulları karşılamak ve iltica taleplerini kabul etmek zorunda kalmamak için sözleşmeden imzalarını çekiyorlar. Ancak Türkiye’de, kamuoyuna bu ülkelerin imza çekme sebepleri öylesi daha kullanışlı olduğu için ahlaki duruşmuş gibi yansıtılıyor. Düşünüldüğünde, örneğin Afganistan’da, 65 yaşında bir adamla, bu evliliğin aileye kazandıracağı para yüzünden evlendirilmeye çalışılan ve “diri diri toprağa gömülen bir kız çocuğunun” müsebbibi olmayı kim ister? Erkek kardeşinin okutulması için 70 yaşında bir adama 100 bin liraya satılan 20 yaşındaki kızın çalınan hayatını kim öder?

Sonuç olarak, İstanbul Sözleşmesi, kimseye fiziksel ya da cinsel şiddet uygulamak niyetinde olmayan, ahlaklı bir hayat kurma idealine inanan insanlar için bir sorun teşkil etmiyor aslında. Ama kasıtlı yorumlarla çarpıtılan maddeler, bağlamından koparılan kavramlar bizi bir süre daha meşgul edeceğe benziyor. Bu durum okumayı sevenler için yeni bir ev ödevini de gerekli kılıyor. İstanbul Sözleşmesinin yürürlüğünü sağlayan 6284 sayılı yasa ne diyor? Bakalım önümüzdeki günler sosyal medya fenomenlerini mi, yasayı hakkıyla okuyup eleştirilerini, önerilerini sıralayanları mı galip getirecek? Umalım sağduyu galip olsun.

Esra Özer Duru, Ankara, Eylül 2020. 

https://hertaraf.com/haber-sozlesmeyi-okudum-esra-duru-5216

ÖNYARGISAL ALAN VE KIRMIZI ÇORAP YASAĞI

Bir varmış bir yokmuş… Vaktin birinde bir ülke varmış. Bu ülkenin kimi zaman mutlu kimi zaman mutsuz bir halkı genellikle mutsuz ve önyargılı bir kraliçesi varmış. Olaylar bir parti ile başlamış. Önyargılı kraliçe, kraliyetin kuruluş yıldönümünde sarayda verdiği partiye bazı vezirlerin eşlerini kırmızı çorap giydikleri gerekçesiyle davet etmemiş. Halbuki kırmızı çorap ülkenin geleneksel kıyafeti sayılırmış. Birçok kadın günlük hayatlarında kırmızı çorap giyermiş. Önyargılı kraliçe, sarayın önyargısal alan olduğunu ve bu alana kırmızı çorapla girilmemesi gerektiğini söyleyivermiş.

Parti biter bitmez kraliçenin adamları, halkın, işlerini halletmek, alışveriş yapmak için bir araya geldiği çok sayıda yeri önyargısal alan ilan etmiş. Örneğin hakimler, kırmızı çorap giyen bir sanığı huzurlarından atmışlar ve huzurlarının önyargısal alan olduğunu söylemişler. Kırmızı çorap giyen kadınlar ne yapacaklarını bilemezken, kafalarda birçok soru işareti oluşmuş. Önyargısal alan ne demekmiş, nereler önyargısal alanmış gibi.

Yavaş yavaş bütün ülkeye bir panik havası hâkim olmaya başlamış. Kraliçe gibi önyargılı olanlar, akıllarına gelen her yeri önyargısal alan ilan ediyormuş. Önce okullar ve okul bahçeleri önyargısal alana dahil edilmiş. Böyle olunca kırmızı çorap giyen anneler çocuklarını okula getiremez olmuşlar. Sonra hastaneler önyargısal alan yapılmış. Kırmızı çoraplı kadınlar ne kendileri gidebilmişler hastaneye ne yakınlarını götürebilmişler. Hastaneleri, hanlar, kervansaraylar, pazarlar, sokaklar izlemiş. Evler dışında üç beş kişinin bir araya geldiği neredeyse her yer hızla önyargısal alan ilan ediliyormuş.

Önyargistan

Komşu krallıklar, bu ülkeye, yaşanan gelişmeler yüzünden “Önyargistan” der olmuş. Kraliçe, yeni ismi çok sevip ülkenin adını Önyargistan olarak değiştirmiş. Bununla da gurur duyuyormuş.

Mutsuz kraliçenin yarı mutlu yarı mutsuz halkı gittikçe daha mutsuz ve umutsuz olmuş. Bugüne kadar kırmızı çoraplarıyla var olan kadınlar, evlerinden dışarı çıkamıyorlarmış. Bütün bu mutsuzluk ve yasaklar, Önyargistan’a hastalık ve ölüm getirmeye başlamış. Durumdan herkesten önce çocuklar etkilenmiş. Hastalanınca annelerinin hastaneye götüremediği çocukların hastalıkları ilerliyor ve ölüyorlarmış.

Mutsuzluk ve hastalık saraya da bulaşmış. Sarayın bakımıyla ilgilenen kırmızı çoraplı kadınlar artık saraya gelemiyorlarmış. Bu işlerde çalışan erkek görevliler de işlerini aksatıyormuş. Çünkü ülkedeki genel mutsuzluk ve evlerinin önyargısal alan işlerini halletmek zorunluluğu onları bezgin yapıyormuş.

Günlerden bir gün sarayın mutfağında hiçbir şey kalmadığını gören kraliçe sinirlenerek, pazara kendisi gitmeye karar vermiş. Ama sadece odasında giydiği ve çok sevdiği kırmızı çoraplarını çıkartmayı unutmuş. Pazara kadar, yol boyunca herkesin kendisine neden garip garip baktığını anlayamamış. Pazarcılar korkularından ona bir şey satmamışlar. Buna bir anlam veremeyen mutsuz kraliçe, hiçbir şey alamadan saraya dönüş yolunu tutmuş. Yürürken tuhaf bakışları yine fark edince, kıyafetinde bir gariplik olduğunu düşünmüş ve birden ayağındaki kırmızı çorapları görmüş. Aylar önce çok fazla düşünmeden koyduğu yasağın nerelere vardığını anlamaya başlamış. O sırada sarayın ana kapısına gelmiş. Evine girmek isteyince, kraliçeden ödleri kopan ama onu tanımayan muhafızlar, aldıkları emir doğrultusunda bu kırmızı çoraplı kadını içeri almak istememişler. Ona bir önyargısal alan olan saraya bu şekilde giremeyeceğini tekrar tekrar söylemişler. Çok sinirlenen kraliçe, “Ben önyargısal alan falan tanımam” deyip şansını bir daha denemiş. Kırmızı çoraplı kadının bu sözlerine sinirlenen muhafızlar, onu aşağılamışlar, bağırmışlar ve buradan hemen gitmesini söylemişler.

İçeri bu şekilde giremeyeceğini anlayan kraliçe, üzgün ve perişan bir halde sarayın yakınındaki evlere doğru yürümüş. Kırmızı çoraplı kadınlar evlerinden çıkarak onu karşılamışlar, su getirmişler, oturup dinlenmesi için bahçelerinde, evlerinde yer göstermişler. Kraliçe kırmızı çoraplı kadınların davranışları karşısında çok mahcup olmuş. Kadınlar, kendilerinden özür dilemek isteyen kraliçeye, şimdi dinlenmesini söylemişler. Geceyi orada geçiren kraliçe düşünmek için bol bol vakit bulmuş. Bu işi düzeltmesi gerektiğini artık biliyormuş. Sabah olunca ev sahiplerinden izin istemiş. Yeniden saraya gitmiş. Bu sefer, dün öfke ve şaşkınlıkla göstermeyi akıl edemediği kraliyet mührünü boynuna asmış. Muhafızlar mühürden tanıdıkları kraliçeyi, kırmızı çoraplarına rağmen, saraya almışlar.

Kraliçe, saraya döndükten sonra birkaç gün hiç ses çıkmamış. Zaten halkın arasına karışan, dertlerini dinleyen bir kraliçe değilmiş ama bu sessizlik Önyargistan halkını yeni yasakların geleceği yönünde korkutuyormuş. Üstelik yasağın ilk kez konduğu bağımsızlık günü kutlamaları da yaklaşıyormuş. Derken kimsenin beklemediği bir gelişme olmuş. Kraliçe sarayda vereceği Bağımsızlık Günü yemeği için, vezirlerine, onları kırmızı çoraplı eşleriyle beklediğini ifade eden davetiyeler göndermiş. Bu gelişme ülkede büyük bir sevinç dalgası yaratmış. Halk, önyargısal alan yasağının kalktığını anlamış ve kraliçeleri onların gözünde büyük bir değer kazanmış. Herkes birbirine, böyle büyük ve sağlam bir ülkeye de bunun yakışacağını söylüyormuş.

Sokaktaki rahatlama ve canlılığın saraydaki yansımasını gören kraliçe, bundan sonra halkının arasına daha sık karışmaya karar vermiş. Kraliçe, çok önemli bir şey daha fark etmiş: Artık eskisi kadar mutsuz değilmiş. 

Esra Özer Duru, Aralık 2003, Ankara, Turuncu Dergisi.

02 Ocak 2021

BEKLEME ODASI

Mart ayı ortalarıydı. Hava, okullardaki mevsim tablolarında her zaman bahara dahil edilmesine rağmen, yıllardır rolüne direnen bu aya yakışır soğukluktaydı. Çıplak dallar soğuğa aldırmadan tomurcuklarını hazırlıyordu. Tabiat bir oto portre çiziyor, yaramazlık peşinde olduğu için sesi çıkmayan bir çocuk gibi işlerini yapıyordu. İnsanlarınsa dikkati başka bir yerde toplanmıştı. Herkes pür dikkat akıbeti anlamaya çalışıyordu. Bu iş nereye varacaktı?

Başlangıç

Aslında her şey insanlar fark etmeden başlamıştı. Çoluk çocuk, genç yaşlı, her yaştan, her ırktan insan her zamanki gibi yaşayıp gidiyordu. Bu kadar kırılgan -en nihayetinde fâni- bir canlının böyle olması izah edilebilir değildi. Sebebi, hafıza zafiyeti mi, zevk düşkünlüğü mü, sonsuz hayata bir an önce kavuşma arzusu mu, hepsi mi ya da hiçbiri mi bilinmez; herkeste bir rahatlık vardı. Yolculuk işte böyle temel felsefi soruların gölgesinde planlanmıştı. Hem büyütülecek bir şey yok gibi duruyordu hem de insanlık önemli bir sınamadan geçiyordu sanki.

Aylar öncesinden satışa çıkarılan biletler neredeyse ilk dakikada tükenmiş, trenin hiçbir bölümünde yer kalmamıştı. İnsanlar yolculuk için heyecanla planlar yapıyor; alışverişlerde, sohbetlerde, tüm yeri bu konu işgal ediyordu. Günlerdir tüm gazeteler, televizyonlar, radyolar, internet siteleri planlardan bahsediyordu: Trenin kaç vagonu olacak? Başlangıçta kaç kişi binecek? Yol boyunca ne yenip ne içilecek? Nerelerde durulacak? Duraklarda inenlerin yerine binenler trene nasıl yerleşecek? Çocuklu yolcular çocuklarının gürültüsünü nasıl engelleyecek? Yaşlılar, gençlerin yüksek sesli müziğine ve patırtısına tahammül edebilecek mi? Yolcuların ihtiyaçları nerelerde ikmal edilecek? Trendeki tuvaletler, duşlar talebi karşılayacak mı? Bu kadar insan mola yerlerinde trenden inerse kalkış zamanı geldiğinde nasıl toparlanacak? Seyahat, hedeflenen sürede tamamlanacak mı? Yol boyunca bütün yolcuların sağlıkları korunabilecek mi? Küçücük bir apartmanın yönetiminde dahi birçok sorun çıkarken, böyle büyük bir topluluk yolu kavgasız dövüşsüz hitama erdirebilecek mi? Onlarca soru…

Daha önce eşi benzeri yapılmamış bir organizasyon olmasına rağmen “her alanda uzmanlar” imdada yetişmiş, yolculuğun hijyeni, ikmali, zaman cetveli, yolcuların düzeni, asayişi hakkında ileri geri görüşler dile getiriyorlardı. Zaman zaman gerçek yetkililer gerçek bilgiler aktarıyordu, ama doğrular akşam olunca aniden bastıran sis gibi, görünmez, duyulmaz oluyordu.

Yola çıkış

Yolculuk günü geldi çattı. Tren bütün vagonlarıyla gara yanaştığında hummalı bir hareket başladı. İkmal vagonlarına kasa kasa su, sebze, meyve, bakliyat, baharat, un, yağ, salça, makarna, et, tavuk, şekerli içecek, hatta atıştırmalık gıda maddelerinin yanında, tuvalet kâğıdı, şampuan, sabun, deterjan, bebek bezi gibi hijyen maddeleri yüklendi. Tıbbi ihtiyaçlar da düşünülmüş, ağrı kesici, vitamin, antibiyotik, oksijen maskesi, eldiven… vagonlardaki yerine konmuştu. Bütün ihtimaller hesaplanıp her tedbir alınmaya çalışılıyordu. Zaten çok sayıda görevlinin yanında yolcular arasında öğretmenler, aşçılar, hemşireler, doktorlar, bütün meslek gruplarından insanlar olacağı için sıkıntı çekilmeyecekti. Tren adeta insanlığın bir numûnesini oluşturuyordu.

Jennifer insanların arasında kendine nazikçe yer açmaya çalışarak ilerledi. Sıcakkanlı insanlara oldum olası bayılırdı. Herkes hızlıca bağ kurmuş, birbirine sıcak gülücükler gönderiyor, yanındakinin omuzuna vuruyor, tokalaşıyordu. Yabani sayılmazdı ama kendisini sokulgan bir insan olarak da tanımlamazdı. Şimdilik kenardan gözlemlemeyi tercih edecekti.

Tren tıkırtılar arasında kademe kademe hızlanıp sarsılırken, insanların yerleşme telaşı devam ediyordu. Bazıları valizlerini başlarının üzerindeki bagaj gözüne sokuşturuyor, bazıları arkalarından sürükleyerek yerini arıyordu. Koltuklara yerleşme telaşında sosyal medyacılar öne çıkıyordu. Özellikle cam kenarı koltuklar, cep telefonuyla fotoğraf çekip paylaşım yapanlarla doluydu. Bu insanlar, kimileri koltuklarını dahi bulamamışken, trenin kablosuz internetinin şifresini kapmış, yakında priz olan yerlere kurulmuşlardı. Koltuk komşusunun, kendisinin uykuya dalıp ağzı açılmış, horlarken fotoğrafını, videosunu çekmesinden korkan tedirginlerse dimdik oturuyor, etrafa gergin bakışlar atıyorlardı. Etraflarındaki huzursuzluk, paylaşımcıların pek de umurunda görünmüyordu. Önlerindeki bir bardak çayın, kollarındaki kurdelenin, bir çocuğun koltuğa yapıştırdığı lolipopun, trenin yanından geçtiği bir ağacın fotoğrafını çekip beğeni ya da tıklanma beklemek üzere internete yüklüyorlardı. Akşam olmadan gençlerin çoğunlukta olduğu gruplardan şarkılar, bol kahkahalı sohbet sesleri yükseldi. Genellikle sıcak bir ortam vardı. Çocuklar koşturuyor, buldukları her boş alanda oyun oynuyorlardı. Büyüklerin arkasına saklanıp aniden çıkan, körebe olup tren koridorlarında arkadaşlarını yakalayan, sakin sakin bebekleriyle oynayan, diğerinin yediği bisküviye bakıp ağlayan, koltuk kenarlarını kemiren, yerlerde yatan, önünden geçen insanlara gırtlağının tüm gücüyle “merhabaaa” diye seslenen, annesinin baygın gözlerle bakmasına aldırış etmeden kompartıman kapısını çarpıp duran çocuklar… Çocuk sayısı büyük sayısından fazlaydı. Haliyle çocukların sesi daha çok çıkıyordu. Bir köşeye oturup sakin sakin gazetesini okuyacağını, seyahatin tadını çıkaracağını varsayan bazı büyükler, geleneksel korkutma yöntemleriyle sessizliği sağlamaya çalışsa da herkes bildiğini okuyordu. Yaşlı bir amcanın polis çağırmaktan bahsettiğini duyan genç bir anne adama kınayıcı bakışlar attı. Allah aşkına! Bu devirde iğneciyle, polisle, doktorla çocuk mu korkutulurdu? Kime ne zaman ihtiyaç duyulacağı belli mi olurdu? Neyse ki yoğun günün ve heyecanın sebep olduğu yorgunluk, çocukları uykunun yumuşak kollarına teslim etti. Jennifer koltuğuna gömülüp yerini ısıtan bir kedi gibi kımıldandı. Kitabını açıp satırlara daldı.

Sabah, güne enerjik başlayan çocukların sesleri trenin seslerini neredeyse bastırıyordu. Kahvaltıdaki karmaşanın ardından gürültüyü dindirebileceğini düşünen öğretmen yolculardan bazıları gönüllü olup çocukları yaşlarına göre ayırdılar. Duruma sevinen büyükler minnettar bakışlarla yerlerini seve seve yeni gruplara bıraktılar. Böylece trenin bazı alanları gezer sınıflara dönüşüverdi. Çekingen çocuklar bakışları yerde, elleri arkalarında bu topluluklara katıldılar. Jennifer kuralların çocuklar için bile rahatlatıcı olduğunu düşündü. Kuralların sınırladığı alan, özgürlüğün kaotik bilinmezliğine karşı tanıdık bir dost gibiydi.

Bu yolculuğa çıkmak Jennifer’ın seçimi değildi. Bir çeşit emrivaki yapılmıştı. Bilet ayırtılmış, ona da valiz hazırlamak düşmüştü. Çocukken, oda değiştirmeyi, eşyalara yeni düzenler vermeyi çok severdi. Tabii değişimin kendi kontrolünde kalması kaydıyla. Bu kadar uzun ve detayları belirsiz bir yolculuk pek onun tarzı değildi. Kitabını yeniden eline aldı. Meşgul görünmek, insana her zaman bir dokunulmazlık sağlardı. Üstelik bu sayede çok sevdiği “sosyolojik gözlem” işini kimselere sezdirmeden yapabiliyordu. Toplumsal rollerini şimdilik sadece tahmin ettiği eşlerin birbirlerine davranışlarını, kayınvalide gelin ya da damatların mikro ifadelerini, ergenlerin göz devirmelerini izleyip gülümsüyordu. Göz göze geldiği insanlara tebessüm etmeyi ihmal etmedi. Yeni ilişkiler kurmak ve bunları derinleştirmek için çaba sarf etmekten bir süredir vazgeçmişti. Öyle büyük bir kırılma yaşadığından değil de hata yapmaktan ölesiye korktuğu için bütün ilişkilerinde ortalama bir derinlik tutturuyordu. Günlük hayatın temposu bu kadarını hem gerekli hem yeterli kılıyordu. Tanıştığı hiçbir insan onun yüzeysel ve samimiyetsiz olduğunu söyleyemezdi. Gerektiğinde dert dinler, anlatır, gerektiğinde arkadaşlarına tavsiyelerde bulunur, sıkıntılarını atlatmaları için her türlü fedakârlığı yapardı. Bu gözlem işiyle topluma bir nevi laboratuvar muamelesi yaptığının farkındaydı ama asıl yaptığı kendisini mikroskop altına koymaktı. Başka ilişkilere bakarak kendi hatalarını düzeltebilmek şansını, cevap anahtarını arıyordu. Mantıklı bir arayış değildi. Birçok konuda herkesin kendine has bir yolu olduğunu kabul etmeliydi. Neyin doğru neyin yanlış olduğunu kim söyleyebilirdi. Çocukluğundan beri yorucu ve yıpratıcı bir “en doğrusu”nu yapmaya çalışmak alışkanlığı edinmişti. Bu nedenle hem kendisine hem başkalarına karşı sertti. Ama anladığı kadarıyla hayat, sert köşeleri sevmiyordu.  

Fırsat

Yolculuk ilk günde kendi ritmini buldu. Çocukların meşgul olmasının bunda rolü büyüktü. Yemek listelerinin açıklanması, kahvaltı, gazete alışverişi, kahve keyfi, öğle yemeği, aralarda atıştırmalıkların dağıtılması, akşam yemeğinin yenmesi, tuvalet ve duşlardaki akış, her şey düzenli bir şekilde yürütülüyordu. Yolcular arasında dostluklar, telefonlarda sohbet grupları oluştu. İnsanlar resmi tren bilgilendirme bültenlerinin dışında kendi haberleşme ağlarını kurdu. Bu ağlara karşı dikkatli olmak gerekliydi çünkü insanlar her duyduklarının gerçek olduğuna inanma eğilimindeydi. Jennifer da koltuk komşularıyla gevşek de olsa bağlar kurmuştu. Birilerine mesela çocukluğundan ya da ailesinden bahsetmeye başlamadan önce biraz tanımayı tercih ederdi. Aslında karşısında oturan genç kadın arkadaş olunabilecek birine benziyordu. Yaşları birbirine oldukça yakın görünüyordu ve ikisi de yolculukta yalnızdı. Adının Mindy olduğunu öğrendiği kadın, bakışları rastladığında cömert bir tebessüm gönderiyordu Jennifer’a. Yanındaki orta yaşlı kadın ve onun eşi de iyi insanlara benziyorlardı. Haklarında şimdiye kadar edindiği izlenim fena değildi. Etraflarına dengeli ve saygılı bir enerji yayıyorlardı. Belki de yakınlarının dediği gibi kalıcı arkadaşlıklar edinmek için böyle fırsatları kaçırmamak gerekirdi. O da bu fırsatı değerlendirmeye karar verdi.

Yemeğe Mindy’yle gidiyor, birlikte çay kahve içiyorlardı. İkisi de bu anlarda ortaya çıkan doğal ve sıcak sohbetten zevk alıyordu. Yanlarındaki kitapları değiş tokuşla okumak, okuduğunun üstüne konuşmak, izledikleri filmleri, dizileri tartışmak, trenden önceki hayatlarında vakit bulabilecekleri bir fırsat değildi. Jennifer, ailelerinden, geçmişlerinden bahsedebilecekleri yakın ve derin ilişkiyi yakalayabileceğini hissediyordu. Mindy sakin yapılı, yumuşak huylu bir kadındı. Kolay sinirlenen bir yapısı yoktu. Ses tonunda bile bir dinginlik vardı. Kimse hakkında sert cümleler kurmuyor, sakinliğini engelleyecek durumlardan yavaşça uzaklaşıyordu. Onun tarzı, Jennifer’ın aceleci, her ortamda ve olayda adalet arayan yapısından epey farklıydı. 

Orta yaşlı tatlı çiftle müzik zevkleri benziyor, birbirlerine parça önerisinde bulunuyorlardı. Torunlarını anlatırlarken gözlerinde gördüğü parıltı çok tatlıydı. Bu çiftin genel yapısı da Mindy’yi andırıyordu. Bu insanlarla bağ kurabilmek Jennifer’ı şaşırtmıştı. Sanki içinde aradığı dinginliği onlarda bulmuş ve bundan memnun olmuştu. Bu ilişkiler için kendisine en başta yapılan emrivakiye minnettar sayılırdı.

Jennifer uzun zamandır kendisinin, telaşlı, aksayan her şeyi gören, onlarla mücadele eden ve her halini analiz eden yapısından yorulmuştu. Değişmek istiyor ve buna çabalıyordu. Birtakım kişisel gelişim kitapları okuyor, videolar seyrediyor, öğrendiklerini uygulamaya özen gösteriyordu. Yavaşlamak, daha sessiz, daha içe dönük, daha sabırlı olmak çok vaktini alıyordu. Bunları karakter haline getirmiş insanlara hayranlık duyuyor, “sosyolojik gözlem”lerini bu insanlar üzerinde yoğunlaştırıyordu. Onların neyi, nasıl yaptıkları, ne tepki verdikleri ya da vermediklerine dair gözlemleri, konuşulmadan verilmiş birer tavsiye niteliğindeydi. Onların bulduğu, kendisinin bulamadığı bir sır, bir püf noktası olup olmadığını merak ediyordu. Aslında bir ölçüde değişimi sağladığını düşünüyordu. Bakalım bu değişim nasıl sınanacaktı?

Fren

Yola çıkalı iki haftayı geçmişti. Hava ısınıyor, trenin camlarından görülen kış manzarası yerini kıpır kıpır bir bahar görüntüsüne bırakıyordu. Vazifeşinas bir ressam, kahverengi, gri tonları canlı bir yeşile boyuyor, ağaçların hiç canlanmayacakmış gibi duran dallarına tomurcuklar konduruveriyordu. Tren yoluna bazen paralel akan bazen bir köprüyle yön değiştiren küçük dereciklerin suları eriyen kar sularıyla artmıştı. Herkese yeni bir canlılık, yeni bir enerji gelmişti. Dışarının taze bahar havasını içeri depolamak için daha sık cam açılıyordu.

O sabah rutin tıkırtıların arasından aniden tiz bir ses duyuldu. Tren, oturanları yerlerine zapt eden, ayaktakileri de sağa sola savuran sert bir frenle durdu. Ne olduğu hakkında hiç kimsenin bir fikri yoktu. Zaten trenin içinden bunu anlamak mümkün değildi. İnsanlar birbirlerinin yüzünden neler olduğuna dair ipuçları arıyorlardı. Yaramaz bir çocuk trenin acil durum koluna mı asılmıştı yoksa? Ya da tren raylarının üstünde bir nesne mi vardı? Merakla trenin camlarından bakarak ne olduğunu anlamaya çalıştılar. Tren sarp bir dağ geçidinin orta yerinde kalakalmıştı. Durumu açıklayan bir anons yapılmasını beklediler. Trenin bir süre duracağına dair bir iki cümle dışında bir açıklama gelmedi. Birkaç meraklı, yetkilileri bulmak için ön vagona doğru gidiyordu. Bütün sorular onun yerine sorulduğu için Jennifer koltuğundan kalkmadı. Belli ki bir arıza vardı ve giderilince yola devam edilecekti. Böyle zamanlarda insan yetkililere güvenmek isterdi. Meraklılar da aynı cevapla geri döndüler: Bir süre bekleyeceklerdi ve ne kadar bekleneceği belli değildi.   

Bu tür bir gezi ilk kez planlanmıştı. Trendeki hiç kimse, yetkililer dahil, daha önce böyle bir yolculuğa çıkmamıştı. Yani duraklamanın ne anlama gelebileceğine dair hiç kimsenin bir fikri yoktu. Ders alabilecekleri tecrübeleri olan bilge insanların olmayışı, topluluğu, duraklamanın ilk dakikalarından itibaren germeye başlamıştı. Yetkililerin kuracağı her cümle değer kazanmıştı. İnsanların ne olduğunu bilme ve netlik ihtiyacı ilginçtir. Bu ihtiyacın karşılanmaması büyük bir huzursuzluğun açığa çıkmasına sebep olabilir. Günlük hayatta büyüklerin anlattığı hikayelere “geçmişlerin hikayeleri” diye burun kıvıranların aklına, o hikayelere bir ilaçmışçasına sarılacakları hiç gelmiş miydi acaba?

Bütün benzersizliğine rağmen bekleyişi yolculuğun bir parçası kabul etmeleri çok uzun sürmedi. Zaman zaman sesler yükseldi, yolcular arasında kısa tartışmalar yaşandı. Gerilime tahammül etmenin en kolay yolu onu günlük rutine eklemekti, öyle de oldu. İnsanlar yemek saati geldiğinde meraklarını bir kenara bırakıp karınlarını doyurdular. İlerleyen zamanla birlikte çoğu duraklamaya dair gözlemler yapmayı görev edinirken, bazıları hiç durulmamış gibi günlük yaşayışlarına devam etti. Çay içtiler, yemek yediler, uyudular, sohbet ettiler, tuvalete gittiler…

Gerilim

Tren idaresi yola ilişkin planlarda oluşan bu ani değişiklik yüzünden kuralları değiştirmek zorunda kaldı. Yeni kurallar insanlara zor geldi. Mesela trende dolaşımın belli yaş gruplarına, belli saatlere göre sınırlandırılması ilk tartışmanın konusu oldu. Yolculuğun aniden durması, insanların, boşluk duygusundan olacak, sık sık acıkmasına, susamasına ya da sıcak bir şey içmek istemesine yol açtı. Herkes aynı anda yemek vagonuna ya da açık vagona hücum ediyor, müthiş bir izdiham çıkıyordu. Tren yetkilileri bunu denetleyebilmek için saat ve grup uygulaması getirdi. Ayrıca kişi başına düşen gıda ve içecek miktarına bir sınır koydular çünkü aşırı tüketim trenin stoklarını zorluyordu. Tüketimin akla ilk anda gelmeyen sonuçları da oluyordu. Tuvalet sıraları uzuyor, tuvalet kâğıdı, kâğıt havlu ve sabunlar sürekli yenilenmesine rağmen yetmiyordu. Çocukların aşırı şeker tüketimi çocuk çığlıklarını arttırırken ebeveynler arasında bazı gerilimli anlar yaşanıyordu. Yönetim, bu patırtıyı engellemek amacıyla insanların bir araya gelişlerini sınırlandırmaya çalışırken, onlar okey partileri düzenliyor, yemek saatlerinde buluşmak için sözleşiyor hem kurallara uymuyor hem de diğerlerini öfkelendiriyorlardı. Bazıları ise, ihtiyaçlar sürekli karşılanmasına rağmen, yemekhane vagonundan ya da tuvaletlerden aldıkları birtakım malzemeleri saklıyorlardı. Bunun sonucu olarak vagonlar mesela küflü ekmek, çürük elma kokuyor, pat diye açılan üst bagajlardan yerlere tuvalet kâğıdı ruloları düşüyordu. Birçok insan bu durumu haklı olarak hoş karşılamıyordu. İnternet kullanımı artmış, trenin internet erişimi zora girmişti. İnsanlar dizi veya film izlemek, sosyal medyada gezinmek isterken, çocuklu veliler çocuklarının biraz oyalanması için eğitim sitelerine girmeye çalışıyordu. Gerilim hat safhaya çıkmıştı. Her kafadan başka bir ses çıkıyor, taleplerin, çözüm önerilerinin ardı arkası gelmiyordu. Sosyal medya insanları, her an birbiriyle ters düşen paylaşımlar yapıyor, trende edindikleri takipçi gruplarını telaştan telaşa sürüklüyorlardı. Bir an kâğıt havlu kalmadığını yazarken başka bir an ekmeğin bitmek üzere olduğunu ima ediyorlardı. Bu haberlerin tıklanma sayıları oldukça yüksekti. Üstü kapalı cümlelerle yazdıkları komplo teorilerinin sınırlarını ise takipçilerinin hayal güçleri belirliyordu.

Hayatını hep kuralların ve kestirilebilirliğin güvenli ortamı üzerine inşa eden Jennifer içinse bilinmezlik yeterli bir panik sebebiydi. Bunca belirsizlik arasında insanların hala nasıl sohbet ettiğine, yemek yediğine şaşırıyordu. İçindeki telaşla nasıl baş edeceğini bilmiyordu. “Tren neden durdu, ne zaman harekete geçecek, beklemenin sebepleri hakkında kendisinin olmasa da yetkililerin bir fikri var mı?” İçinde bir yerlerde, yolculuktan önce de hayatın belirsiz olduğunu, yolculukla günlük akışa biraz daha yaklaştığını biliyordu. Bu tempoyu, bu belirsizliği kucaklamalı, kabullenmeliydi. Belirsizlikler, kargaşalar, üzüntüler, mutluluklar, zaferler, sevgiler, özlemler, mücadeleler, var oluşlar toplamı… Hayat buydu ve onu bu hali, her an son bulabilen, sürprizli, kırılgan, şaşırtıcı yanları çekici yapıyordu.    

Trenin içindeki telaş ve belirsizliğe karşı dışarıda kendiliğinden akıp giden doğal bir döngü vardı. Bu döngünün sürmesi için insana ihtiyaç yoktu. Kuşlar oradan oraya uçuyor, gün doğmadan cıvıl cıvıl konserler veriyordu. Ağaçlar çiçeklenmiş, cömert kokularını hevesli burunlar için etrafa salmaya başlamışlardı. Yolcuların çoğu, içinde kayboldukları gerilim yüzünden tabiattaki büyüleyici değişimi, hareketi fark edecek halde değildi. Bakmayı bilen gözler ise normalde bu kadar yakından şahit olamadıkları nöbet değişiminin tadını çıkarıyor bu sayede ruhlarını etrafı saran panik duygusundan koruyabiliyorlardı.

Mindy de Jennifer gibiydi. Bazen telaşlı, bazen hep birlikte geçilen bu benzersiz sürece razı… Hatta süreçle Jennifer’dan daha az didişiyordu. Tren durmadan önce iki arkadaş hem birbirlerinin mahremiyetine saygılı hem de sosyalleşme ihtiyaçlarını gideren bir düzen kurmuşlardı. Bu düzeni yeni kurallara uydurdular. Yemeklerini denk geldiklerinde birlikte yiyor, internet erişimine izin verilen sürenin bitiminde kitaplarını okuyor, sohbetlerini yapıyorlardı.

O sabah kahvaltılarını üçüncü grupla birlikte yaptılar. Durduklarından beri öğünler gruplar halinde yeniyor, böylece çıkacak kargaşa engellenmeye çalışılıyordu. Birinci ya da ikinci grupla kahvaltı yapınca, kahvaltıdan sonra keyif yapmak için kahve ya da çay bulmak daha kolay oluyordu. Ama grup sıralamaları her gün değiştiriliyordu. Bugün de Jennifer ve Mindy’nin grubu üçüncü tura kalmıştı. Kahvaltının ardından birer keyif kahvesi içmek istediler. Mindy kahve içmeye giderken Jennifer’a oldukça tuhaf gelen bir şey yaptı. Kapağı açık duran kâğıt havlu dolabından bir rulo alıverdi. Jennifer içinden, Mindy’nin davranışını mazur görebilmek için geçerli bir sebep arıyordu. Kahvaltı yapan birkaç kişinin elindekine ters ters baktığı Mindy önde, Jennifer arkada kahve makinesinin bulunduğu masaya yöneldiler. Jennifer, koltuk komşusu orta yaşlı çiftin de aynı sebeple makinenin önünde durduğunu ve kadının kolunu kaldırdığını ancak görebildi. Kalan son kahveye farklı yönlerden iki el uzanırken, fonda birazdan olacakları haber veren bir gerilim müziği çalıyor gibiydi. Jennifer Mindy’ye kahve yerine çay içebileceklerini söylemek istedi. Ama Mindy son bardağı alan kişi olmayı kafasına koymuştu. Gözünü bardaktan ayırmadan önündeki kadını itiyor, kendine yer açıyordu. Kadın da Mindy’nin saldırgan ve kaba tavrını görmüş ve geri çekilmemeye karar vermişti. Sessizce uzanan ellerin sahipleri kavganın dozunu arttırmaya hazırdı. Kadının eşi Jennifer gibi çaya mı yönelse yoksa eşinin kahve mücadelesine destek mi olsa tereddüt içindeydi. Adam bu tuhaf ikilem arasında gidip gelirken eşinin elinin kaynar kahveyle dolu bardağa daha yakın durduğunu fark etti. Gerçekten de kadın, birkaç saniye içinde kâğıt bardağın yakıcı sıcaklığını avucunun tüm savunmasızlığıyla kavramayı başardı. Zafer onların olmuştu. Ama Mindy için mücadele bitmemişti. Kadın kocasına ve şaşkınlıkla onları izleyen Jennifer’a muzaffer bir gülümseme gönderiyordu ki, Mindy, oldukça yüksek ve korkutucu, çığlığa benzer bir sesle bağırmaya başladı. Aynı anda elindeki kâğıt havlu rulosuyla kadına ve kocasına rastgele vuruyordu. Kutsal hazinesini korumaya çalışan kadın, yüzüne, koluna, omuzuna gelen darbeleri savuşturmaya uğraşırken kahveyi döküyor, elini yakıyordu. Kocası araya girip Mindy’nin öfkesini kendi üzerine çekmeye çalıştı ama nafile! Mindy kahveyi kadına yar etmeyecekti. O nazik, kimsenin etlisine sütlüsüne karışmayan insan gitmiş, yerine ciyak ciyak bağırarak kâğıt havlu rulosunu kılıç edasıyla sallayan bir savaşçı gelmişti. Jennifer çabalamaktan vazgeçip kenara çekildi. Kavganın bir an önce bitmesi için adamın da aynısını yapmasını diliyordu. Ortaya çıkan karmaşa kenardan izleyenler açısından daha tuhaf ve komikti. Çünkü bir tren görevlisi taze kahvenin içinde bulunduğu hazneyi yerine bırakmak için kenarda kavganın yatışmasını bekliyordu. Kahve savaşçılarının gözleri son bardaktan başka bir şey görmediğinden görevliyi bile fark etmemişlerdi. Halbuki nezaket gösterip kahveyi diğerine bırakan taraf taze kahve ile ödüllendirilecekti. Kahve kokusunu içine çeken Jennifer’ın zihninde o an bir aydınlanma oldu. Tren onları bir yerden bir yere götürmüyordu. Tam tersi, hayatın bekleme odasına almış, bekletiyordu. Herkes karşısındakine bakarken kendisinin geçirdiği değişimi ıskalıyordu. Yolculuk bitip bekleme odasından çıkabildiklerinde trendeki hiç kimse trene binenle aynı kişi olmayacaktı.

Esra Özer Duru, Ocak 2021, Ankara.

Taze Taze Hikâyeler

BEKLEME ODASI

Mart ayı ortalarıydı. Hava, okullardaki mevsim tablolarında her zaman bahara dahil edilmesine rağmen, yıllardır rolüne direnen bu aya yakışı...

Yeni Yazılardan Haberdar Olun

Kaçırmayın!