Mart ayı ortalarıydı. Hava, okullardaki mevsim tablolarında her
zaman bahara dahil edilmesine rağmen, yıllardır rolüne direnen bu aya yakışır
soğukluktaydı. Çıplak dallar soğuğa aldırmadan tomurcuklarını hazırlıyordu. Tabiat
bir oto portre çiziyor, yaramazlık peşinde olduğu için sesi çıkmayan bir çocuk
gibi işlerini yapıyordu. İnsanlarınsa dikkati başka bir yerde toplanmıştı.
Herkes pür dikkat akıbeti anlamaya çalışıyordu. Bu iş nereye varacaktı?
Başlangıç
Aslında her şey insanlar fark etmeden başlamıştı. Çoluk çocuk,
genç yaşlı, her yaştan, her ırktan insan her zamanki gibi yaşayıp gidiyordu. Bu
kadar kırılgan -en nihayetinde fâni- bir canlının böyle olması izah edilebilir
değildi. Sebebi, hafıza zafiyeti mi, zevk düşkünlüğü mü, sonsuz hayata bir an
önce kavuşma arzusu mu, hepsi mi ya da hiçbiri mi bilinmez; herkeste bir
rahatlık vardı. Yolculuk işte böyle temel felsefi soruların gölgesinde
planlanmıştı. Hem büyütülecek bir şey yok gibi duruyordu hem de insanlık önemli
bir sınamadan geçiyordu sanki.
Aylar öncesinden satışa çıkarılan biletler neredeyse ilk dakikada
tükenmiş, trenin hiçbir bölümünde yer kalmamıştı. İnsanlar yolculuk için
heyecanla planlar yapıyor; alışverişlerde, sohbetlerde, tüm yeri bu konu işgal
ediyordu. Günlerdir tüm gazeteler, televizyonlar, radyolar, internet siteleri
planlardan bahsediyordu: Trenin kaç vagonu olacak? Başlangıçta kaç kişi
binecek? Yol boyunca ne yenip ne içilecek? Nerelerde durulacak? Duraklarda
inenlerin yerine binenler trene nasıl yerleşecek? Çocuklu yolcular çocuklarının
gürültüsünü nasıl engelleyecek? Yaşlılar, gençlerin yüksek sesli müziğine ve
patırtısına tahammül edebilecek mi? Yolcuların ihtiyaçları nerelerde ikmal edilecek?
Trendeki tuvaletler, duşlar talebi karşılayacak mı? Bu kadar insan mola
yerlerinde trenden inerse kalkış zamanı geldiğinde nasıl toparlanacak? Seyahat,
hedeflenen sürede tamamlanacak mı? Yol boyunca bütün yolcuların sağlıkları
korunabilecek mi? Küçücük bir apartmanın yönetiminde dahi birçok sorun çıkarken,
böyle büyük bir topluluk yolu kavgasız dövüşsüz hitama erdirebilecek mi? Onlarca
soru…
Daha önce eşi benzeri yapılmamış bir organizasyon olmasına rağmen “her
alanda uzmanlar” imdada yetişmiş, yolculuğun hijyeni, ikmali, zaman cetveli,
yolcuların düzeni, asayişi hakkında ileri geri görüşler dile getiriyorlardı.
Zaman zaman gerçek yetkililer gerçek bilgiler aktarıyordu, ama doğrular akşam
olunca aniden bastıran sis gibi, görünmez, duyulmaz oluyordu.
Yola çıkış
Yolculuk günü geldi çattı. Tren bütün vagonlarıyla gara
yanaştığında hummalı bir hareket başladı. İkmal vagonlarına kasa kasa su,
sebze, meyve, bakliyat, baharat, un, yağ, salça, makarna, et, tavuk, şekerli
içecek, hatta atıştırmalık gıda maddelerinin yanında, tuvalet kâğıdı, şampuan,
sabun, deterjan, bebek bezi gibi hijyen maddeleri yüklendi. Tıbbi ihtiyaçlar da
düşünülmüş, ağrı kesici, vitamin, antibiyotik, oksijen maskesi, eldiven…
vagonlardaki yerine konmuştu. Bütün ihtimaller hesaplanıp her tedbir alınmaya
çalışılıyordu. Zaten çok sayıda görevlinin yanında yolcular arasında
öğretmenler, aşçılar, hemşireler, doktorlar, bütün meslek gruplarından insanlar
olacağı için sıkıntı çekilmeyecekti. Tren adeta insanlığın bir numûnesini
oluşturuyordu.
Jennifer insanların arasında kendine nazikçe yer açmaya çalışarak
ilerledi. Sıcakkanlı insanlara oldum olası bayılırdı. Herkes hızlıca bağ
kurmuş, birbirine sıcak gülücükler gönderiyor, yanındakinin omuzuna vuruyor,
tokalaşıyordu. Yabani sayılmazdı ama kendisini sokulgan bir insan olarak da
tanımlamazdı. Şimdilik kenardan gözlemlemeyi tercih edecekti.
Tren tıkırtılar arasında kademe kademe hızlanıp sarsılırken,
insanların yerleşme telaşı devam ediyordu. Bazıları valizlerini başlarının
üzerindeki bagaj gözüne sokuşturuyor, bazıları arkalarından sürükleyerek yerini
arıyordu. Koltuklara yerleşme telaşında sosyal medyacılar öne çıkıyordu.
Özellikle cam kenarı koltuklar, cep telefonuyla fotoğraf çekip paylaşım
yapanlarla doluydu. Bu insanlar, kimileri koltuklarını dahi bulamamışken,
trenin kablosuz internetinin şifresini kapmış, yakında priz olan yerlere
kurulmuşlardı. Koltuk komşusunun, kendisinin uykuya dalıp ağzı açılmış,
horlarken fotoğrafını, videosunu çekmesinden korkan tedirginlerse dimdik
oturuyor, etrafa gergin bakışlar atıyorlardı. Etraflarındaki huzursuzluk,
paylaşımcıların pek de umurunda görünmüyordu. Önlerindeki bir bardak çayın,
kollarındaki kurdelenin, bir çocuğun koltuğa yapıştırdığı lolipopun, trenin
yanından geçtiği bir ağacın fotoğrafını çekip beğeni ya da tıklanma beklemek
üzere internete yüklüyorlardı. Akşam olmadan gençlerin çoğunlukta olduğu
gruplardan şarkılar, bol kahkahalı sohbet sesleri yükseldi. Genellikle sıcak
bir ortam vardı. Çocuklar koşturuyor, buldukları her boş alanda oyun
oynuyorlardı. Büyüklerin arkasına saklanıp aniden çıkan, körebe olup tren
koridorlarında arkadaşlarını yakalayan, sakin sakin bebekleriyle oynayan,
diğerinin yediği bisküviye bakıp ağlayan, koltuk kenarlarını kemiren, yerlerde
yatan, önünden geçen insanlara gırtlağının tüm gücüyle “merhabaaa” diye
seslenen, annesinin baygın gözlerle bakmasına aldırış etmeden kompartıman
kapısını çarpıp duran çocuklar… Çocuk sayısı büyük sayısından fazlaydı. Haliyle
çocukların sesi daha çok çıkıyordu. Bir köşeye oturup sakin sakin gazetesini
okuyacağını, seyahatin tadını çıkaracağını varsayan bazı büyükler, geleneksel
korkutma yöntemleriyle sessizliği sağlamaya çalışsa da herkes bildiğini
okuyordu. Yaşlı bir amcanın polis çağırmaktan bahsettiğini duyan genç bir anne
adama kınayıcı bakışlar attı. Allah aşkına! Bu devirde iğneciyle, polisle,
doktorla çocuk mu korkutulurdu? Kime ne zaman ihtiyaç duyulacağı belli mi
olurdu? Neyse ki yoğun günün ve heyecanın sebep olduğu yorgunluk, çocukları
uykunun yumuşak kollarına teslim etti. Jennifer koltuğuna gömülüp yerini ısıtan
bir kedi gibi kımıldandı. Kitabını açıp satırlara daldı.
Sabah, güne enerjik başlayan çocukların sesleri trenin seslerini
neredeyse bastırıyordu. Kahvaltıdaki karmaşanın ardından gürültüyü
dindirebileceğini düşünen öğretmen yolculardan bazıları gönüllü olup çocukları
yaşlarına göre ayırdılar. Duruma sevinen büyükler minnettar bakışlarla
yerlerini seve seve yeni gruplara bıraktılar. Böylece trenin bazı alanları
gezer sınıflara dönüşüverdi. Çekingen çocuklar bakışları yerde, elleri
arkalarında bu topluluklara katıldılar. Jennifer kuralların çocuklar için bile
rahatlatıcı olduğunu düşündü. Kuralların sınırladığı alan, özgürlüğün kaotik
bilinmezliğine karşı tanıdık bir dost gibiydi.
Bu yolculuğa çıkmak Jennifer’ın seçimi değildi. Bir çeşit emrivaki
yapılmıştı. Bilet ayırtılmış, ona da valiz hazırlamak düşmüştü. Çocukken, oda
değiştirmeyi, eşyalara yeni düzenler vermeyi çok severdi. Tabii değişimin kendi
kontrolünde kalması kaydıyla. Bu kadar uzun ve detayları belirsiz bir yolculuk
pek onun tarzı değildi. Kitabını yeniden eline aldı. Meşgul görünmek, insana
her zaman bir dokunulmazlık sağlardı. Üstelik bu sayede çok sevdiği “sosyolojik
gözlem” işini kimselere sezdirmeden yapabiliyordu. Toplumsal rollerini şimdilik
sadece tahmin ettiği eşlerin birbirlerine davranışlarını, kayınvalide gelin ya
da damatların mikro ifadelerini, ergenlerin göz devirmelerini izleyip
gülümsüyordu. Göz göze geldiği insanlara tebessüm etmeyi ihmal etmedi. Yeni
ilişkiler kurmak ve bunları derinleştirmek için çaba sarf etmekten bir süredir
vazgeçmişti. Öyle büyük bir kırılma yaşadığından değil de hata yapmaktan
ölesiye korktuğu için bütün ilişkilerinde ortalama bir derinlik tutturuyordu.
Günlük hayatın temposu bu kadarını hem gerekli hem yeterli kılıyordu. Tanıştığı
hiçbir insan onun yüzeysel ve samimiyetsiz olduğunu söyleyemezdi. Gerektiğinde
dert dinler, anlatır, gerektiğinde arkadaşlarına tavsiyelerde bulunur,
sıkıntılarını atlatmaları için her türlü fedakârlığı yapardı. Bu gözlem işiyle
topluma bir nevi laboratuvar muamelesi yaptığının farkındaydı ama asıl yaptığı
kendisini mikroskop altına koymaktı. Başka ilişkilere bakarak kendi hatalarını
düzeltebilmek şansını, cevap anahtarını arıyordu. Mantıklı bir arayış değildi. Birçok
konuda herkesin kendine has bir yolu olduğunu kabul etmeliydi. Neyin doğru
neyin yanlış olduğunu kim söyleyebilirdi. Çocukluğundan beri yorucu ve
yıpratıcı bir “en doğrusu”nu yapmaya çalışmak alışkanlığı edinmişti. Bu nedenle
hem kendisine hem başkalarına karşı sertti. Ama anladığı kadarıyla hayat, sert
köşeleri sevmiyordu.
Fırsat
Yolculuk ilk günde kendi ritmini buldu. Çocukların meşgul
olmasının bunda rolü büyüktü. Yemek listelerinin açıklanması, kahvaltı, gazete
alışverişi, kahve keyfi, öğle yemeği, aralarda atıştırmalıkların dağıtılması,
akşam yemeğinin yenmesi, tuvalet ve duşlardaki akış, her şey düzenli bir
şekilde yürütülüyordu. Yolcular arasında dostluklar, telefonlarda sohbet
grupları oluştu. İnsanlar resmi tren bilgilendirme bültenlerinin dışında kendi
haberleşme ağlarını kurdu. Bu ağlara karşı dikkatli olmak gerekliydi çünkü
insanlar her duyduklarının gerçek olduğuna inanma eğilimindeydi. Jennifer da
koltuk komşularıyla gevşek de olsa bağlar kurmuştu. Birilerine mesela çocukluğundan
ya da ailesinden bahsetmeye başlamadan önce biraz tanımayı tercih ederdi. Aslında
karşısında oturan genç kadın arkadaş olunabilecek birine benziyordu. Yaşları
birbirine oldukça yakın görünüyordu ve ikisi de yolculukta yalnızdı. Adının
Mindy olduğunu öğrendiği kadın, bakışları rastladığında cömert bir tebessüm gönderiyordu
Jennifer’a. Yanındaki orta yaşlı kadın ve onun eşi de iyi insanlara
benziyorlardı. Haklarında şimdiye kadar edindiği izlenim fena değildi.
Etraflarına dengeli ve saygılı bir enerji yayıyorlardı. Belki de yakınlarının
dediği gibi kalıcı arkadaşlıklar edinmek için böyle fırsatları kaçırmamak gerekirdi.
O da bu fırsatı değerlendirmeye karar verdi.
Yemeğe Mindy’yle gidiyor, birlikte çay kahve içiyorlardı. İkisi de
bu anlarda ortaya çıkan doğal ve sıcak sohbetten zevk alıyordu. Yanlarındaki
kitapları değiş tokuşla okumak, okuduğunun üstüne konuşmak, izledikleri
filmleri, dizileri tartışmak, trenden önceki hayatlarında vakit bulabilecekleri
bir fırsat değildi. Jennifer, ailelerinden, geçmişlerinden bahsedebilecekleri
yakın ve derin ilişkiyi yakalayabileceğini hissediyordu. Mindy sakin yapılı,
yumuşak huylu bir kadındı. Kolay sinirlenen bir yapısı yoktu. Ses tonunda bile bir
dinginlik vardı. Kimse hakkında sert cümleler kurmuyor, sakinliğini
engelleyecek durumlardan yavaşça uzaklaşıyordu. Onun tarzı, Jennifer’ın aceleci,
her ortamda ve olayda adalet arayan yapısından epey farklıydı.
Orta yaşlı tatlı çiftle müzik zevkleri benziyor, birbirlerine
parça önerisinde bulunuyorlardı. Torunlarını anlatırlarken gözlerinde gördüğü
parıltı çok tatlıydı. Bu çiftin genel yapısı da Mindy’yi andırıyordu. Bu
insanlarla bağ kurabilmek Jennifer’ı şaşırtmıştı. Sanki içinde aradığı
dinginliği onlarda bulmuş ve bundan memnun olmuştu. Bu ilişkiler için kendisine
en başta yapılan emrivakiye minnettar sayılırdı.
Jennifer uzun zamandır kendisinin, telaşlı, aksayan her şeyi gören,
onlarla mücadele eden ve her halini analiz eden yapısından yorulmuştu. Değişmek
istiyor ve buna çabalıyordu. Birtakım kişisel gelişim kitapları okuyor,
videolar seyrediyor, öğrendiklerini uygulamaya özen gösteriyordu. Yavaşlamak, daha
sessiz, daha içe dönük, daha sabırlı olmak çok vaktini alıyordu. Bunları
karakter haline getirmiş insanlara hayranlık duyuyor, “sosyolojik gözlem”lerini
bu insanlar üzerinde yoğunlaştırıyordu. Onların neyi, nasıl yaptıkları, ne
tepki verdikleri ya da vermediklerine dair gözlemleri, konuşulmadan verilmiş
birer tavsiye niteliğindeydi. Onların bulduğu, kendisinin bulamadığı bir sır,
bir püf noktası olup olmadığını merak ediyordu. Aslında bir ölçüde değişimi
sağladığını düşünüyordu. Bakalım bu değişim nasıl sınanacaktı?
Fren
Yola çıkalı iki haftayı geçmişti. Hava ısınıyor, trenin camlarından
görülen kış manzarası yerini kıpır kıpır bir bahar görüntüsüne bırakıyordu.
Vazifeşinas bir ressam, kahverengi, gri tonları canlı bir yeşile boyuyor,
ağaçların hiç canlanmayacakmış gibi duran dallarına tomurcuklar
konduruveriyordu. Tren yoluna bazen paralel akan bazen bir köprüyle yön
değiştiren küçük dereciklerin suları eriyen kar sularıyla artmıştı. Herkese
yeni bir canlılık, yeni bir enerji gelmişti. Dışarının taze bahar havasını
içeri depolamak için daha sık cam açılıyordu.
O sabah rutin tıkırtıların arasından aniden tiz bir ses duyuldu.
Tren, oturanları yerlerine zapt eden, ayaktakileri de sağa sola savuran sert
bir frenle durdu. Ne olduğu hakkında hiç kimsenin bir fikri yoktu. Zaten trenin
içinden bunu anlamak mümkün değildi. İnsanlar birbirlerinin yüzünden neler
olduğuna dair ipuçları arıyorlardı. Yaramaz bir çocuk trenin acil durum koluna
mı asılmıştı yoksa? Ya da tren raylarının üstünde bir nesne mi vardı? Merakla
trenin camlarından bakarak ne olduğunu anlamaya çalıştılar. Tren sarp bir dağ
geçidinin orta yerinde kalakalmıştı. Durumu açıklayan bir anons yapılmasını
beklediler. Trenin bir süre duracağına dair bir iki cümle dışında bir açıklama
gelmedi. Birkaç meraklı, yetkilileri bulmak için ön vagona doğru gidiyordu. Bütün
sorular onun yerine sorulduğu için Jennifer koltuğundan kalkmadı. Belli ki bir
arıza vardı ve giderilince yola devam edilecekti. Böyle zamanlarda insan
yetkililere güvenmek isterdi. Meraklılar da aynı cevapla geri döndüler: Bir
süre bekleyeceklerdi ve ne kadar bekleneceği belli değildi.
Bu tür bir gezi ilk kez planlanmıştı. Trendeki hiç kimse,
yetkililer dahil, daha önce böyle bir yolculuğa çıkmamıştı. Yani duraklamanın
ne anlama gelebileceğine dair hiç kimsenin bir fikri yoktu. Ders alabilecekleri
tecrübeleri olan bilge insanların olmayışı, topluluğu, duraklamanın ilk
dakikalarından itibaren germeye başlamıştı. Yetkililerin kuracağı her cümle
değer kazanmıştı. İnsanların ne olduğunu bilme ve netlik ihtiyacı ilginçtir. Bu
ihtiyacın karşılanmaması büyük bir huzursuzluğun açığa çıkmasına sebep
olabilir. Günlük hayatta büyüklerin anlattığı hikayelere “geçmişlerin
hikayeleri” diye burun kıvıranların aklına, o hikayelere bir ilaçmışçasına
sarılacakları hiç gelmiş miydi acaba?
Bütün benzersizliğine rağmen bekleyişi yolculuğun bir parçası
kabul etmeleri çok uzun sürmedi. Zaman zaman sesler yükseldi, yolcular arasında
kısa tartışmalar yaşandı. Gerilime tahammül etmenin en kolay yolu onu günlük
rutine eklemekti, öyle de oldu. İnsanlar yemek saati geldiğinde meraklarını bir
kenara bırakıp karınlarını doyurdular. İlerleyen zamanla birlikte çoğu duraklamaya
dair gözlemler yapmayı görev edinirken, bazıları hiç durulmamış gibi günlük
yaşayışlarına devam etti. Çay içtiler, yemek yediler, uyudular, sohbet ettiler, tuvalete
gittiler…
Gerilim
Tren idaresi yola
ilişkin planlarda oluşan bu ani değişiklik yüzünden kuralları değiştirmek
zorunda kaldı. Yeni kurallar insanlara zor geldi. Mesela trende dolaşımın belli
yaş gruplarına, belli saatlere göre sınırlandırılması ilk tartışmanın konusu
oldu. Yolculuğun aniden durması, insanların, boşluk duygusundan olacak, sık sık
acıkmasına, susamasına ya da sıcak bir şey içmek istemesine yol açtı. Herkes
aynı anda yemek vagonuna ya da açık vagona hücum ediyor, müthiş bir izdiham çıkıyordu.
Tren yetkilileri bunu denetleyebilmek için saat ve grup uygulaması getirdi.
Ayrıca kişi başına düşen gıda ve içecek miktarına bir sınır koydular çünkü
aşırı tüketim trenin stoklarını zorluyordu. Tüketimin akla ilk anda gelmeyen
sonuçları da oluyordu. Tuvalet sıraları uzuyor, tuvalet kâğıdı, kâğıt havlu ve
sabunlar sürekli yenilenmesine rağmen yetmiyordu. Çocukların aşırı şeker
tüketimi çocuk çığlıklarını arttırırken ebeveynler arasında bazı gerilimli
anlar yaşanıyordu. Yönetim, bu patırtıyı engellemek amacıyla insanların bir
araya gelişlerini sınırlandırmaya çalışırken, onlar okey partileri düzenliyor,
yemek saatlerinde buluşmak için sözleşiyor hem kurallara uymuyor hem de
diğerlerini öfkelendiriyorlardı. Bazıları ise, ihtiyaçlar sürekli
karşılanmasına rağmen, yemekhane vagonundan ya da tuvaletlerden aldıkları birtakım
malzemeleri saklıyorlardı. Bunun sonucu olarak vagonlar mesela küflü ekmek,
çürük elma kokuyor, pat diye açılan üst bagajlardan yerlere tuvalet kâğıdı
ruloları düşüyordu. Birçok insan bu durumu haklı olarak hoş karşılamıyordu. İnternet
kullanımı artmış, trenin internet erişimi zora girmişti. İnsanlar dizi veya
film izlemek, sosyal medyada gezinmek isterken, çocuklu veliler çocuklarının
biraz oyalanması için eğitim sitelerine girmeye çalışıyordu. Gerilim hat
safhaya çıkmıştı. Her kafadan başka bir ses çıkıyor, taleplerin, çözüm
önerilerinin ardı arkası gelmiyordu. Sosyal medya insanları, her an birbiriyle
ters düşen paylaşımlar yapıyor, trende edindikleri takipçi gruplarını telaştan
telaşa sürüklüyorlardı. Bir an kâğıt havlu kalmadığını yazarken başka bir an
ekmeğin bitmek üzere olduğunu ima ediyorlardı. Bu haberlerin tıklanma sayıları
oldukça yüksekti. Üstü kapalı cümlelerle yazdıkları komplo teorilerinin sınırlarını
ise takipçilerinin hayal güçleri belirliyordu.
Hayatını hep kuralların ve kestirilebilirliğin güvenli ortamı
üzerine inşa eden Jennifer içinse bilinmezlik yeterli bir panik sebebiydi. Bunca
belirsizlik arasında insanların hala nasıl sohbet ettiğine, yemek yediğine
şaşırıyordu. İçindeki telaşla nasıl baş edeceğini bilmiyordu. “Tren neden durdu,
ne zaman harekete geçecek, beklemenin sebepleri hakkında kendisinin olmasa da
yetkililerin bir fikri var mı?” İçinde bir yerlerde, yolculuktan önce de hayatın
belirsiz olduğunu, yolculukla günlük akışa biraz daha yaklaştığını biliyordu.
Bu tempoyu, bu belirsizliği kucaklamalı, kabullenmeliydi. Belirsizlikler, kargaşalar,
üzüntüler, mutluluklar, zaferler, sevgiler, özlemler, mücadeleler, var oluşlar
toplamı… Hayat buydu ve onu bu hali, her an son bulabilen, sürprizli, kırılgan,
şaşırtıcı yanları çekici yapıyordu.
Trenin içindeki telaş ve belirsizliğe karşı dışarıda kendiliğinden
akıp giden doğal bir döngü vardı. Bu döngünün sürmesi için insana ihtiyaç
yoktu. Kuşlar oradan oraya uçuyor, gün doğmadan cıvıl cıvıl konserler veriyordu.
Ağaçlar çiçeklenmiş, cömert kokularını hevesli burunlar için etrafa salmaya
başlamışlardı. Yolcuların çoğu, içinde kayboldukları gerilim yüzünden
tabiattaki büyüleyici değişimi, hareketi fark edecek halde değildi. Bakmayı
bilen gözler ise normalde bu kadar yakından şahit olamadıkları nöbet
değişiminin tadını çıkarıyor bu sayede ruhlarını etrafı saran panik duygusundan
koruyabiliyorlardı.
Mindy de Jennifer gibiydi. Bazen telaşlı, bazen hep birlikte geçilen
bu benzersiz sürece razı… Hatta süreçle Jennifer’dan daha az didişiyordu. Tren
durmadan önce iki arkadaş hem birbirlerinin mahremiyetine saygılı hem de
sosyalleşme ihtiyaçlarını gideren bir düzen kurmuşlardı. Bu düzeni yeni
kurallara uydurdular. Yemeklerini denk geldiklerinde birlikte yiyor, internet
erişimine izin verilen sürenin bitiminde kitaplarını okuyor, sohbetlerini
yapıyorlardı.
O sabah kahvaltılarını üçüncü grupla birlikte yaptılar.
Durduklarından beri öğünler gruplar halinde yeniyor, böylece çıkacak kargaşa
engellenmeye çalışılıyordu. Birinci ya da ikinci grupla kahvaltı yapınca,
kahvaltıdan sonra keyif yapmak için kahve ya da çay bulmak daha kolay oluyordu.
Ama grup sıralamaları her gün değiştiriliyordu. Bugün de Jennifer ve Mindy’nin
grubu üçüncü tura kalmıştı. Kahvaltının ardından birer keyif kahvesi içmek
istediler. Mindy kahve içmeye giderken Jennifer’a oldukça tuhaf gelen bir şey
yaptı. Kapağı açık duran kâğıt havlu dolabından bir rulo alıverdi. Jennifer
içinden, Mindy’nin davranışını mazur görebilmek için geçerli bir sebep
arıyordu. Kahvaltı yapan birkaç kişinin elindekine ters ters baktığı Mindy önde,
Jennifer arkada kahve makinesinin bulunduğu masaya yöneldiler. Jennifer, koltuk
komşusu orta yaşlı çiftin de aynı sebeple makinenin önünde durduğunu ve kadının
kolunu kaldırdığını ancak görebildi. Kalan son kahveye farklı yönlerden iki el uzanırken,
fonda birazdan olacakları haber veren bir gerilim müziği çalıyor gibiydi.
Jennifer Mindy’ye kahve yerine çay içebileceklerini söylemek istedi. Ama Mindy son
bardağı alan kişi olmayı kafasına koymuştu. Gözünü bardaktan ayırmadan önündeki
kadını itiyor, kendine yer açıyordu. Kadın da Mindy’nin saldırgan ve kaba
tavrını görmüş ve geri çekilmemeye karar vermişti. Sessizce uzanan ellerin
sahipleri kavganın dozunu arttırmaya hazırdı. Kadının eşi Jennifer gibi çaya mı
yönelse yoksa eşinin kahve mücadelesine destek mi olsa tereddüt içindeydi. Adam
bu tuhaf ikilem arasında gidip gelirken eşinin elinin kaynar kahveyle dolu
bardağa daha yakın durduğunu fark etti. Gerçekten de kadın, birkaç saniye
içinde kâğıt bardağın yakıcı sıcaklığını avucunun tüm savunmasızlığıyla kavramayı
başardı. Zafer onların olmuştu. Ama Mindy için mücadele bitmemişti. Kadın
kocasına ve şaşkınlıkla onları izleyen Jennifer’a muzaffer bir gülümseme
gönderiyordu ki, Mindy, oldukça yüksek ve korkutucu, çığlığa benzer bir sesle
bağırmaya başladı. Aynı anda elindeki kâğıt havlu rulosuyla kadına ve kocasına
rastgele vuruyordu. Kutsal hazinesini korumaya çalışan kadın, yüzüne, koluna,
omuzuna gelen darbeleri savuşturmaya uğraşırken kahveyi döküyor, elini yakıyordu.
Kocası araya girip Mindy’nin öfkesini kendi üzerine çekmeye çalıştı ama nafile!
Mindy kahveyi kadına yar etmeyecekti. O nazik, kimsenin etlisine sütlüsüne
karışmayan insan gitmiş, yerine ciyak ciyak bağırarak kâğıt havlu rulosunu
kılıç edasıyla sallayan bir savaşçı gelmişti. Jennifer çabalamaktan vazgeçip kenara
çekildi. Kavganın bir an önce bitmesi için adamın da aynısını yapmasını
diliyordu. Ortaya çıkan karmaşa kenardan izleyenler açısından daha tuhaf ve
komikti. Çünkü bir tren görevlisi taze kahvenin içinde bulunduğu hazneyi yerine
bırakmak için kenarda kavganın yatışmasını bekliyordu. Kahve savaşçılarının
gözleri son bardaktan başka bir şey görmediğinden görevliyi bile fark
etmemişlerdi. Halbuki nezaket gösterip kahveyi diğerine bırakan taraf taze kahve
ile ödüllendirilecekti. Kahve kokusunu içine çeken Jennifer’ın zihninde o an bir
aydınlanma oldu. Tren onları bir yerden bir yere götürmüyordu. Tam tersi,
hayatın bekleme odasına almış, bekletiyordu. Herkes karşısındakine bakarken
kendisinin geçirdiği değişimi ıskalıyordu. Yolculuk bitip bekleme odasından
çıkabildiklerinde trendeki hiç kimse trene binenle aynı kişi olmayacaktı.
Esra Özer Duru, Ocak 2021, Ankara.