26 Aralık 2022

EYT’YE BİLE NASIL TAKILAMIYORUM?

Yazdığımız her şey özel hayatlarımızdan izler taşır. Yazar bunu zaten bilir, yazarı yakından tanıyanlar da detaylardan anlar. Açıkçası ben yazmanın bu yönünü hep kısıtlayıcı bulurum. Maalesef eskiden beri her yazdığımı bu yönüyle ince bir süzgeçten geçirmeye çalışırım. Ama şimdi ilginizi çekerse kişisel bir hikâyeyi, EYT’ye nasıl takılamadığımın hikayesini, becerebilirsem, isim vermeden anlatmaya çalışacağım.

1993 yılında lise öğretmenlerimin çok da memnun olmadığı bir tercih yaparak iletişim fakültesini kazandım. Memnun değillerdi çünkü gazeteciliğin kadınlara, özellikle de başörtülü kadınlara uygun olmadığı kanaatindeydiler. Beni ilahiyat ya da eğitim fakültesine yönlendirmek istediler, yazmayı, araştırmayı sevdiğim için gazetecilik okumak istedim. Memleket karışıktı (hep karışık zaten), araştırılacak çok konu vardı. Hele 1993 yılının siyasi cinayetlerle, faili meçhullerle, kısacası karanlık olaylarla dolu ortamı insanın araştırma duygusunu kışkırtıyordu. Bir yerinden başlarım diye düşündüm. Yasaklar, özgür olması gerektiğini düşündüğüm fakültemize de girdi ve okulumu başörtüsü yasaklarının gölgesinde bitirdim. Yüksek lisans hayallerim yasağa takıldı, ben de çok ısrar etmeyip doğrudan mesleğe yöneldim.

Stajyerliğimi yapmak için 1996’da işe başladığım gazetede hevesle ufak tefek haberler yazıp kendime bir yer edinmeye çalıştım. Dokuz aylık bir “staj”ın sonunda sigorta girişim yapıldı. Her ne kadar basın emekçisi olarak değil, bir işçi olarak sigortalandıysam da bu ayrım o sırada gözüme çok önemli görünmemişti. Küçük ölçekli bir kurtlar sofrası hissiyatı yaşatan Ankara temsilciliğinde herkes ama en çok başörtülü muhabirler tutunma mücadelesi veriyorlardı. Başka arkadaşlarımın aksine başlangıçtan itibaren belli bir alana yönlendirilmek yerine joker olarak tutuldum. Ücra bir yerde tasavvuf musikisi konseri varsa, büyük siyasi partilere bakan muhabirler rahatsızsa ya da daha önemli işleri varsa, TBMM’de grubu olmayan küçük partiler basın toplantısı yaparsa o haberlere gönderilirdim. Bir süre redaktörlük, bir süre istihbarat şefliği, hatta bir süre haber müdürü vekilliği dahi yaptım. Gazetenin bütün haber birimlerini ekonomi hariç dolaştım, emek verdim. Eşimle o sıralarda evlendim. Bütün büro düğünümüze geldi. Artık yerimi sağlamlaştırmışımdır sanırken bir şekilde sigortamın kesildiğini ve o sıradaki yöneticinin beni “işten biri çıkarılacaksa bunlar çıkarılsın” listesine aldığını öğrendim. “Nasıl olur?” falan derken, “seni tanımıyorduk, sigortanı yeniden başlatalım, maaşına azıcık zam yapalım, bizimle çalışmaya devam et” denildi. Benim iki yılı doldurduğunu sandığım ama sadece altı ayı bulan sigortam yeniden başlatıldı.

“Evin kızı” olmak her daim mağduriyet mi getirir?

Bu sırada 28 Şubat rüzgarlarıyla birçok kesime olduğu gibi başörtülü kadınlara da dünya zindan ediliyordu. 10. Yıl Marşı eşliğinde toplantılardan çıkarılan başörtülü muhabirler arasında ben de vardım. Patronumuz kıyafetime yeni bir yorum getirmemi nazikçe ima etti. Sarı basın kartı alma hayallerimse; önce sigorta sürecimdeki yara bere ve basın sigortası kapsamında olmamam nedeniyle yasal süreyi dolduramadığım için daha sonra da başörtülü fotoğraf vermek istemem nedeniyle suya düştü. Başbakanlık Basın Kartları Komisyonuna kazanılmış hakkımı vermedikleri için itiraz ettim. İtirazım sözüm ona haklı bulundu. Gerekçede, idarenin ret kararını başörtülü fotoğrafıma dayandırmasının usule aykırı olduğu yazılıydı. Yani bir dahaki müracaatımda daha mantıklı bir gerekçe bulunacaktı sanırım. Bir daha müracaat fırsatı bulamadım.

Gazetede benimle birlikte eşimin de aldığı ücret (sanırım eş durumundan) birlikte çalıştığımız herkesten daha azdı. Hala belli bir alanda uzmanlaşma imkanına kavuşamamıştım. Nedense istihbarat şefi, haber müdürü gibi yöneticiler, bizi “gazeteciliği öğretme” bahanesiyle eziyor, ağlatacak kadar kötü muamelelere maruz bırakıyorlardı. Yaşananlara rağmen ben “bu evin kızıydım, kurumun geleceğinde ben vardım, biraz sabırlı olmalı, maaşımın iyileştirileceği günleri bekleyivermeliydim”. Bekleyeyim dedim. Zaten patronlarımın bildiği ve işaret ettiği gibi çok alternatifim yoktu.

Beklerken eşimle yurtdışına gitmeye karar verdik. Sigortamın gaspında rolü olan yöneticinin biz ayrılırken bize verdiği “işten çıkarma tazminatı ödeyerek yaptığı bu haksızlığı telafi etme ve bizi dönüşte işe geri alma” vaadini kimse hatırlamadı ve tabi ki gereğini yapmadı. Dönüşte; bize verilen tazminat sözü tutulmadığı için işe geri alınmamın mümkün olmadığını düşünerek şansımı hiç denemedim. Eşim denedi, kısmet başka yerdeymiş, olmadı.

İlk iş tecrübem yaklaşık dört yıl olmasına rağmen sigortam, yapılan giriş çıkışlar nedeniyle kırk yamalı bohçaya benziyordu. Haklarımı hukuk yoluyla alayım dedim. Eski işyerime bir dava açtım. İki yıldan fazla süren davanın neticesinde ben kazandım. Ama hakkımı gasp eden şirketler (!) artık “bulunamadığı” için SSK’ya ödenmeyen primleri benim ödemem gerekecekti. Avukatımız “bunu böyle bırakalım yoksa borçlu çıkacağız” dedi. Devletin bulamadığı şirketten -ki ben yerlerini biliyordum, vicdan sahibi bir insan devreye girerek bana bir miktar tazminat ödemeyi teklif etti. Ben sigortalarımı istiyordum, kabul etmedim. Etse miydim?

Edindiğim tecrübe genellikle hak gaspı ve psikolojik baskıyla dolu olduğu için çalışma hayatı artık çok cazip gelmiyordu. O sırada ilk çocuğumuz doğdu. Onu büyütürken bir vesileyle tanıştığımız Halise Abla, Turuncu Dergisinde gönüllülük esasıyla yazmaya cesaretlendirince “neden olmasın” dedim. Yıl 2004 falandı galiba. Yazmayı sevmiştim. Bu arada Halise Ablayla karşılaşan eski yöneticimiz ona benim hakkımda övgü dolu cümleler etmişti. Acı bir tebessümle dinledim. Benim iş hayatım başlamadan hüsranla dolarken bir zamanlar yöneticimiz olan pek çok insanın yıldızı parlamıştı.

Sinir Harbi

Kızım biraz büyüyünce aylık bir haber dergisinde haber müdürü olarak işe başladım. Güzel bir maaş, iki aylık “deneme” sürecinden sonra sigorta başlangıcı vadedilmişti. Bir süredir evde olmanın verdiği dinçlikle işe geri döndüm. İlk ay çok sayıda röportaj ve haber yaptım. Haber müdürlüğü sıfatı biraz abartılıydı. Çünkü kadroda çok az insan vardı. Haber kısmında içerde çalışan tek kişi bendim. Dergi çıktığında büyük bir hayal kırıklığına uğradım. Emek emek hazırladığım röportajların, haberlerin biri hariç hepsinin üstünde “kadro zengin görünsün” diye başka insanların imzası vardı. Biraz gerildik ama sorunu, hazırladığım haberlerde en azından benim belirleyeceğim mahlasların olmasına karar vererek çözdük. Dergicilik zevkliydi, sevmiştim. Çalıştığım insanlar da iyi insanlardı, bir şekilde yine “evin kızı” oldum. İkinci ayın sonunda sigortam yapılmadı. “Gelecek aya” kaldı. Olur böyle şeyler diye düşündüm. Gelecek ay bir türlü gelmedi. Maaşların ödenmesi sıkıntıya girdi. Yaklaşık yedi ayın sonunda, yatırılamayan primlerimin bana nakit olarak ödeneceği sözüyle ve gelecek ay yayınlanmak üzere dosyalar bırakarak işi bıraktım. Eve döndüm. Primleri hiç görmedim.

Kendi halimde, sigortasız ev kadınlığıma devam ederken yeni bir iş teklifi aldım. Siyasi bir simanın öncülük ettiği, ana sponsoru bir yayınevi olan üç aylık bir dergide “deneme süreci”nin sonunda sigortam yapılmak kaydıyla uygun bir maaşla işe başladım. Benim patronum siyasi sima olacak, maaşım yayınevi tarafından ödenecek, sorumluluk alanım sadece üç ayda bir çıkan derginin işleri olacaktı. Yayınevinin patronu kendi işyerini terörize edecek kadar otoriter, çalışma ortamı çok gergindi. Dergi yayına hazırlanırken birkaç gün yayınevinde olmam yeterli olduğu için dert etmedim, doğrudan muhatabım o değildi. Derginin ofisinde her işi yaptım; mesai ciddiyetiyle her gün işime gittim. Yayınevinin işleri çok geldiği için bizim dergiyi günlerce bekleten dizgicilerin yerine dergiyi dizdim, kapak buldum, ofisi açık tuttum, faturaları ödedim, temizlik yaptım, abonelerle ilişkileri düzenledim, dergileri kargoya taşıdım, kitap mağazalarına götürdüm, paralarını topladım, yayın kadrosuna katıldım. Birçok yazıya düzeltme önerileri sunarken bir sayıya ortak editörlük yaptım. Derginin künyesinde birçok görevin karşısına adım yazıldı. Sigortam hiç başlamadı. Sonra bir gün yayınevinin sahibi bana sözleşme şartlarını ihlal ettiğim için sözleşmemin tazminatsız, tek taraflı feshedildiğine dair bir mail attırdı. Kendi patronumu aradım, anlattım, sorun çözülemedi. Ben de Çalışma Bakanlığına ve SGK’ya birer şikâyet dilekçesi verdim. İşyerine teftiş bilgisi ulaşınca yayınevi sahibi benim patronumu arayıp dilekçemi çekmezsem derginin sponsorluğunu bırakacağı tehdidinde bulundu. Dilekçemi çekecek, herhangi bir hak talebim olmadığına ilişkin bir ibraname imzalayacaktım, o da bana cüzi bir miktar ödeme yapacak, sponsorluğu devam ettirecekti. Patronum kabul etmemi rica etti, primlerimi ve bundan sonraki maaşlarımı cebinden ödeyecekti. Ettim. Primleri yine görmedim. Bir süre daha hem de ücret almadan çalışmaya devam ettim, çünkü dergiyi sevmiş yine “evin kızı” olmuştum. İkinci çocuğumuzla birlikte bir çalışma dönemi daha sona erdi, tekrar eve döndüm. Aktif çalışma hayatına dönmeyi yeniden denemedim.  

İdeal bir EYT’li olabilirdim ama…

İşte yasakçı devlet/sömürücü özel sektör aracılığıyla nasıl EYT’li olamadığımın ayrıntılı özeti! Başlangıçta hikâye kişisel dedim ama eminim kendi hikâyesinde ortak noktalar bulanlar çıkacaktır. Hikâyede ilginç ve acı olan sigortaya girişimi yapan ve kesintilerle de olsa ödeyen tek işyerinin ilk işyerim oluşu. EYT’ye dahil olabilsem onlar sayesinde olacaktı. Dahil olamamamın en büyük sorumlusu da onlar oldu. Geçen zaman içinde birkaç kez sigortalı olduğum dönemleri toplatıp emekliliğimi hesaplattım. Emeğim bir kez daha boşa gitmesin istedim. Ödemem gereken prim miktarı çok büyüktü. Onun için EYT çıksa bile benim faydalanmam zor görünüyor. İsteğe bağlı sigortalılığı başlatırsam belki. Sürecin sinir bozucu bazı detayları var, uzatmayayım diye onları es geçtim. Belirtmeden edemeyeceğim en sinir bozucu şeyse; haklarım maddi, manevi gasp edildikten sonra “helallik” istenmesiydi. Bazı haklarımı ağız alışkanlığıyla, bazılarını gönüllü helal ettim, bazıları için sözü ağzımda geveledim. Devletin yasaklayarak, denetlemeyerek, mahkûm ederek göz yumduğu, özel sektörün hiç umursamadığı, bizim el mecbur “helal” ettiğimiz hukukumuz için “kamu davası” açılır mı Allah biliyor. 

Esra Özer Duru, Ankara, Aralık 2022.

https://hertaraf.com/koseyazisi-eyt-ye-bile-nasil-takilamiyorum-3405 

03 Eylül 2022

POŞETTEKİ JAPON BALIKLARI

Ömrümüz evde, sokakta, okulda, kamusal alanda ne yapıp ne yapamayacağımızın başkaları tarafından belirlendiği bir atmosferde geçti. Üstüne kavanoz kapatılmış böcek hissiyatı veren bunaltıcı yasakları, zaman zaman başörtülü kadını kamusal alanda istemeyen, dini; ileri yaşlarda gidilen bir umre ya da hac ziyareti zanneden ya da katıldığı mevlitte iğne oyalı krep örtü rahatlığında omuzlarına düşürüverilecek bir şey gibi yorumlayan insanlar koydu. Zaman zaman da bizim yapmak istediğimiz işlerin şöyle uygunsuz, böyle mekruh olduğunu söylemeyi vazife edinmiş “kardeşlerimiz” sınırlar çizdi. İkisinin üslubu çoğu zaman aynıydı. Bazen bir fakülte amfisinde, “Sen, türbanlı! Evet sana diyorum, dışarı!” diye bağırdılar. Bazen bir Meclis salonu dolusu anasınıfı (!) çocuğuna, “Dışarı!” diye tempo tutturdular. Bazen de kadınların evinden hiç çıkmaması gerektiğini, çıkarsa çabuk dönmesinin en iyisi olduğunu beyan ettiler.

Genç yaşta başını örtenler bilir, kız çocuğu için problem olan her şey başörtülü kız çocuğu için daha büyük problemdir. Başınızı niye örttüğünüzle ilgili, komşular, akrabalar, arkadaşlar tarafından uzun uzun hesaba çekilirsiniz. “Bu örtü işi nereye kadar gidecek, daha fazla örtecek misin, Kur’an kursuna mı okula mı devam edeceksin, okula girerken açacak mısın, imam hatibe mi gideceksin, pek de zekiydin kadından imam da olmaz ne olacaksın, vah vah pek de gençtin, keşke nişanlanınca falan örtseydin…” Başka bir cepheden gelen sorularsa şöyle olur: “Başörtülü top mu oynayacaksın, bisiklete binmek mi tövbe estağfurullah, pardösü bari giy üstüne, altına pantolon giymek mi dinden çıkarsın, hem kız kısmı okuyup ne olacak, dikişe falan git.”

Bu beyin öğüten, insanı kendisi olmaktan çıkarıp tek tip bir şeye dönüştürmeye çalışan hiza vermelerin birbirinden farkı yoktur aslında. Hiç susmazlar, hiç yetinmezler, hiç mutlu olmazlar. Sürekli parmak sallar, siz geri adım attıkça onlar daha da cesaret kazanıp saldırılarını büyütürler. İnsan olduğunuzu, dünya hayatındaki sınavların sizin için de geçerli olduğunu kimse hesaba katmaz. Sizden başka herkes günah işlemekte özgürdür sanki. Sizse bir kesimi temsil ettiğiniz için (nedense?) asla günah işlememeli, günaha benzer, görenler tarafından günah denebilecek herhangi bir davranışta bulunmamalısınızdır. Madem bir kere başınızı örttünüz, çocuk, genç, insan olmak gibi vasıflardan kaynaklanan zaaflar size asla uğramamalıdır. Yüksek sesle sohbet edemez, bahçe duvarının üstüne oturup arkadaşlarınızla basitçe çekirdek çıtlayamaz, gülemez, koşamaz, sakız çiğneyemezsiniz. Başınızı örtmenize taraftar ya da karşı olanlar için fark etmez, bir kere örttüyseniz Allah’tan çok hatta önce onları memnun etmelisinizdir.

Bir taraf sunduklarını sandıkları bir özgürlük tanımıyla seçimlerinize, aklınıza, kimliğinize saldırırken diğer taraf yalnızca Allah’la aranızda var olan ibadet/kulluk tanımlarınıza müdahale ederek size saygısızlık yapar. Sanki siz bir günah işlerseniz hep birlikte ceza alınacakmış gibi yaklaşırlar yaptıklarınıza. Yani Allah’ın emirlerini temel haliyle yapıyor olmanız yetmez, başkalarından hiç beklenmediği şekilde sizden sürekli en takvalı haliyle ibadet etmeniz beklenir. Takvanın ölçüsü de kendi memnuniyetleridir.

Bütün kızlar toplansak! 

Bunları düşündüğümüzde toplumu oluşturan bu kesimlerin aslında bizim başörtülü ya da başörtüsüz oluşumuzla değil topyekûn kadın oluşumuzla bir dertleri olduğunu görüyoruz. Eğer kadınsanız, öyle kafanıza göre sokakta yürüyemez, istediğinizi giyemez, istediğiniz işi yapamaz, istediğiniz okulda okuyamaz, yüksek lisans, doktora gibi akademik faaliyetlerde bulunamaz, bisiklete binemez, tek başına yolculuk yapamaz, kendi aklınızla hareket edemezsiniz. Size birilerinin hep “yol” göstermesi gerekir. Neyse ki sorulmadığı halde fikrini beyan eden, size sınırlılıklarınızı hatırlatan “yüce” bir insan her zaman bulunur.

Halbuki tam tersi erkek bireylere bu türlü kısıtlamalar getirilmez. Bir erkek çocuğun meslek seçimi için zekâsı, becerisi ve ailesinin beklentisi dışında “limit yok”ken, bir kız çocuğun meslek seçiminde zekâsı, becerisinden çok bir kadın/anneye en uygun mesleği seçmesi elbirliğiyle sağlanır. Kendisini müslüman sıfatlarıyla tanımlayan bir erkeğe, en görünürü o olduğu için sakalını kesmek dışında bir kısıtlama getirilemezken, kamusal temsili her iki tarafın nezdinde oldukça yüksek ve görünür olan başörtülü kadının aşması gereken dünya kadar engel çıkarılır. Kadın olmak zaten zorken başörtülü kadın olmak ekstra zorlaştırılır. Bu zorluklara bir de yasakçılar tarafından bölünüp küçük küçük düşman kamplara ayrılan kız kardeşlerimizin saldırıları eklenir.

İşin aslı kadınlara ayrımcılık yapanlar bir şekilde iş birliği içinde. Onlar kadınları, akvaryumcudan saydam poşetle alıp eve taşıdıkları japon balıkları gibi “yalıttıklarını”, “koruduklarını” zannederken, bizler kadınlığımızdan ve kız kardeşliğimizden vazgeçmeden, her gün pek çok kadının şiddete maruz kaldığı, günlük sıkıntılarla baş etmek için gücünü israf ettiği bu dünyada birbirimize sahip çıkabiliriz.  

Esra Özer Duru, Ankara, 16.8.2022.

https://hertaraf.com/koseyazisi-posetteki-japon-baliklari-3199

ÇATIŞSAK MI ÇATIŞMASAK MI?

Geçen haftalarda sosyal medyadan yansıyan aktörleri gençler gibi görünen ve kuşak tartışmalarını yeniden gündem yapan birtakım üzücü olaylar oldu. Ortaokul çağlarım falandı, “kuşak çatışması” diye bir şey duymaya başladım. Pek anlayamamakla birlikte benden yaşça büyük genç akraba çocuklarının anne/babalarıyla, dede/nineleriyle yaşadıkları sıkıntılara böyle dendiğini anladım. Otoriteyle genellikle barışık bir çocuk olarak sıkıntının kendisini idrak etmek daha zordu. “Anne baba insanın iyiliğini ister, onlarla niye çatışılsın ki?” diye düşündüğümü hatırlıyorum. Demek ki benim çatışma çağlarım daha gelmemişmiş.

Şu kuşak işini netleştirelim biraz. Kabaca; bir evin, ailenin, ülkenin, doğduğu ve büyüdüğü hayat şartları başka olan büyükleri ile başka şartlar altında doğan ve büyüyen gençleri arasında görülen günlük konulara, sorunlara yaklaşım farklılığı diyebiliriz. İnsanları özellikle sosyolojik açıdan inceleyebilmek amacıyla yapılan, yeni bir kuşağın dünyaya geldiği varsayılan yirmi yıllık dilimlerde savaşlara, teknolojik gelişmelere yönelik yaklaşımların belirleyici olduğu tanımlar. Sınırları çok net değil. Sosyal bilimlerin çıkmazlarından biri, rakamlarla, formüllerle tespit edilemeyen bazı gerçekleri araştırmak değil mi? Dolayısıyla bu sınıflandırmada doğum tarihine mi yoksa çocukluk, ergenlik, yetişkinlik dönemlerine mi bakılıyor, pek net değil. Aslında bu tarz kategorize etmeler çok da mantıklı, sağlıklı hatta bilimsel görünmüyor. Çoğunlukla bizim kültürümüzün dışından yapılan bu tanımlamalar, durup dururken kırıcı, tuhaf tartışmalara sebep olup kuşakları daha da çatıştırıyor. En basiti orta yaşlı bir insan gençlerle ilgili eleştirilerini dile getirirken “Z kuşağı n’olacak!” ifadelerini kullanırken, gençler de aynı durumda “Sen sus boomer!” diyebiliyor. Bu tür kavanoza koyup üstüne etiket yapıştırma, dosyalayıp rafa dizme durumları bana çoğunlukla güzel gelmiyor. Bu adlandırmalar yüzünden birtakım fikir ayrılıkları yaşadığımız insanlarla aramız daha çok açılıyor. Konuşarak, dinleyerek halledebileceğimiz konular çatışma alanlarına dönüşüyor.

Halbuki kuşak çatışmasına topluca baktığımızda, sorunun hep var olduğunu, Aristo’nun bile bu durumdan şikâyet ettiğini görüyoruz. Hiçbir nesil bir öncekinden bağımsız yetişmiyor. Hepsini bir önceki nesil ya bizzat büyütüyor ya da oluşturduğu toplumsal, ekonomik şartlarla inşa ediyor. Yani sonraki nesille kavga ederken onların bizim torunlarımız, çocuklarımız olduğunu unutmamamız gerekiyor. 

Kuşaktan kuşağa fark var[1]

Dünya genelindeki kuşaklara baktığımızda ana hatlarıyla beş kuşak görüyoruz. Bunlar Sessiz Kuşak, Patlama Kuşağı (Baby Boomers), X, Y ve Z kuşakları. İlki, “Sessiz Kuşak”, 1927-1945 arasında gençlik dönemlerini yaşamış ve fark edildiği üzere belli bir isim dahi verilmemiş insanlardan müteşekkil kuşak. En çok savaş, savaş etkisi görmüş kuşak onlar. Yaş itibariyle nüfus içindeki oranları azalıyor. Bazı mutlakî monarşilerde hala ülkelerini temsil edenler var. Geniş ailelerde, yakın akrabalık, komşuluk ilişkileri içinde, ekonomik ve teknolojik şartlar açısından kıt kaynaklarla büyümüş, yaşamış bir nesil. Kahve yerine nohut kavurup çeken, çoraplarını yamayan, yeni kıyafeti bayramlarda bile görmeyen, şeker çuvallarından etek, şalvar diken bir nesil. Çoğunlukla kendi üretimini kendisi yapan ya da ihtiyaçlarını yerel üreticilerden karşılayan, kendini toplumsal değerlere adamış, otoriteye saygılı insanlar.

Sonraki kuşak onların büyüttüğü Patlama Kuşağı, hakaret olarak da kullanılan adlarıyla 1946-1964 arasındaki Baby Boomerlar. Bu kuşak, 2. Dünya Savaşının ve sonrasında Soğuk Savaşın etkileri altında, dünyada insan hakları hareketleri, radyonun, sonra televizyonun icadı, Türkiye’de çok partili döneme geçişin, ihtilallerin, iç çatışmaların gölgesinde yaşamış, ekonomik refaha özlem duyan, kuralcı, sadık, kanaatkâr insanlardan oluşuyor.

X kuşağı, hızlanan toplumsal gelişmeler, değişen dünya değerleri ile kendi iç değerleri arasında kalan, yine de alışık olduğu prensipleri yaşatmaya gayret eden kanaatkâr, idealist, toplumsal sorunlara duyarlı, otoriteye saygılı, zor hayat şartlarına tahammüllü, değişimden çok da hoşlanmayan insanların oluşturduğu bir ara kuşak. Çocuklukları, gençlikleri, 1964’ten 80’li yıllara kadarki zaman dilimine tekabül ediyor. Televizyonun günlük hayatta artan rolüyle, serbest piyasayla, aya yolculukla, hatta ilerleyen yaşlarında internetle tanışan bu neslin geçiş nesli olarak tanımlanmasının en önemli sebebi teknolojideki ilerlemeler.      

Dünya çapında yeniliklerin şekillendirdiği 80’lerin hızlı değişimlerini hayatına tam olarak alan kuşak ise Y Kuşağı. Toplumsal, teknolojik, ekonomik rahatlamalar bu kuşağın bazı hayat prensiplerine yansıyor. Önceki kuşakların aksine “bir lokma bir hırka”yla yetinmek istemeyen, aidiyet duygusu daha zayıf, aynı zamanda satın aldıklarıyla, tükettikleriyle, sosyal medyada takip ettiği isimlerle, sayfalarla bir topluluğun parçası olmayı önemseyen bu kuşak önceki kuşaklar tarafından kuşkuyla karşılanıyor. Teknolojiyi yakından takip ediyor, “online” olmayı önemsiyorlar. Takdirini, sevgisini yeteri kadar ifade etmeyen büyükler, sürekli hatta bazen yanlış yerde takdir arayan, yaptıkları her şeyde temel hedefi takdir/onay görmek olan bir nesil büyütüyor. 

“Neden böyleler?”

Son olarak dilimize pelesenk olan ve 2000-2021 arasında doğan Z Kuşağı. Y kuşağı ile benzer özellikleri olan bu kuşaktan başkası büyütmüş gibi hepimiz şikâyet ediyoruz. Bir “gruplar halinde online olarak yaşarlar” diye belgesel cümleleri kurmadığımız kaldı. Onları anlamak için önceki dört nesle ve ne istediklerine bakmamız yeterliyken genellemeler kolay geliyor. Gözümüze nasıl görünüyorlar? Teknolojiyi hızlı şekilde kavrayan ve kullanan, her türlü teknolojik aletin, gelişmenin içine doğan, neredeyse her alanda dijital; günlük hayatta tatminsiz, kararsız, doğuştan tüketici, dünya zevklerine düşkün, bir şey merak ettiğinde kitaplara bakmak, büyüklere danışmak yerine sosyal medyaya yazan, adaleti, eşitliği önemseyen, farklılıkları değil, benzerlikleri ön plana çıkarmak isteyen, geçmiş kuşakların getirdiği, temsil ettiği her türlü değere tepkili, onların çektiği sıkıntıların bedelini ödemek ya da zaman içinde sağlanmış olan toplumsal iyileşmeler için minnet duymak istemeyen bir nesil.

“Biz şöyle sıkıntılar çektik. Siz her şeye kolayca sahip oluyorsunuz” denilerek kendilerine yöneltilen öfkeye, eleştiriye muhatap olmak istemiyorlar. “Şımarık” olarak nitelendirilmek en çok sinirlerini bozan şey. “Biz okula belimize kadar karın içinden geçer giderdik” dendiğinde ne yapmalarının istendiğini çözemiyorlar. Çünkü mesela Abdi İpekçi Parkı’nda on iki yıl her cumartesi, basın açıklamasıyla hak ve özgürlük talep etmek zorunda bırakılmayı anlayamıyorlar. “Nasıl yani bu talepler için her cumartesi protesto eylemi yapmanız mı gerekti?” diye hayret ediyorlar. Bireysel özgürlüklerin doğal ve kendiliğinden olduğu gerçeğine rağmen geçmişte ya da bugün bunlar için mücadele gerekmesi onları öfkelendiriyor. Bizim hak arama yöntemlerimiz ya da aradığımız haklar onlara, geçmişin ekonomik, sosyal, demokratik koşullarını bilmedikleri için anlamsız, komik geliyor. Günlük işleyişe dair küçük sayılabilecek talepleri varsa “….org”ta bir imza kampanyası başlatıyorlar. Çözüme ulaşmaları bazen birkaç günlerini alıyor, bir iki saat bile yetebiliyor. Sonuçları kötü de olsa hesaplamıyor, sosyal medyanın hızını, tepkiselliğini kullanıyorlar. Yavaşlık, sonuçsuzluk, duyarsızlık sinirlerini bozuyor. Müdahale etmek istedikleri bir şey olduğunda Twitter’da (haklı ya da haksız) bir linç başlatıveriyorlar. “Boş, lüzumsuz” bulduğumuz işlerle saatlerini, günlerini harcıyorlar. Çünkü bizim umursadığımız çoğu şeyi önemsemiyorlar. Küfredip argo kullanıyorlar. Günlük hayatlarından paylaşımlar yapıp kendileri dahil herkesin mahremiyetini ihlal edebiliyorlar. İzledikleri kısa videolarda duydukları saçma, argo cümleleri slogan edinip kendilerini anlatırken kullanıyorlar. Can güvenliği falan takmayıp her şeyi denemek, tadına bakmak istiyorlar. Dehşete düşürüyor, bıktırıyor, zorluyor, üzüyor, farkına bile varmıyorlar. Evde kendi dağınıklıklarını toplamazken siyasete, ülke meselelerine müdahil oluyorlar.

“Parlak fikirleriniz bunlar mı?”

En çok “bencil” olmakla suçladığımız ve suçlamalarla sürekli uçlara ittiğimiz gençler bize bu şikayetçi tavrımız yüzünden kızgınlar! Yaş itibariyle dünyanın hatta uzayın kirletilmesinde en az sorumluluğu olan insanlar. Deyim yerindeyse enkaz devralıyorlar. Panik halindeler. Buzullar eriyor, iklim değişiyor. Katliamlarla yok edilen toplulukları, türleri, Sanayi Devrimini, işgalleri, savaşları, atom bombalarını, Çernobil’i, her türlü sömürüyü yaşamış, iklimi değiştirilmiş, kirletilmiş dünyada; bu enkazda, yaşamak zorunda kalanlar da onlar.

Siyasette söz istiyorlar çünkü bugüne kadarki bütün “parlak fikirler”in denendiğini ve iflas ettiğini düşünüyorlar. Kendi gelecekleri dahil birçok konuda karar alma mevkiinde bulunan insanların “yaşlı” olmasından şikâyet ediyorlar. Dünyayı, insanlığı bu hale getirdiğini düşündükleri insanların yaptığı yasalar, kurdukları sistemlerden iyi bir şey çıkabileceğine dair umutsuzlar. Bu tip konularda bir değişiklik talebinde bulunduklarında; yavaşlık ve çözümsüzlüğün yanı sıra “hıh siz ne anlarsınız?” alaycılığından bıkmışlar. Büyüklerin kendi doğrularının nihai doğru olduğundan emin, sürekli parmak sallamasından, üstten bir bakışla yol göstermesinden rahatsızlar. “Seninle bu konuyu bir konuşalım” yaklaşımını dayatma ve ikna çabası olarak görüyor, bu durumun daha çok hataya sebep olduğunu düşünüyorlar. Paraya duydukları ilgi ise bir çıkar yol arayışı aslında. Düşündükleri değişimlerin ya da bunaldıkları her şeyden uzaklaşmanın aracı onlara göre para. Bu yüzden kısa yoldan bolca edinmek istiyorlar. 

Asıl soru: Ölümüne çatışacak mıyız?

Geçiş kuşağından olmanın sınavı bu galiba. Hem öfkeden deliye dönüp hem de onları anlamaya çalışmak. “Biz hiç konuşmayacak mıyız? Meydanı onlara mı bırakacağız?” Her şeye “hayır” dediğimiz için olan otoritemizin de gözlerimizin önünde paramparça olmasına seyirci mi kalacağız, yoksa zor ve yorucu gelse bile bu her şeyi sorgulayan hatta sık sık bizim saygı tanımlarımızın dışına çıkan insanların arama, anlama yolculuğuna aklımızla, sabrımızla, inançlarımızla eşlik mi edeceğiz? Çoğumuz inançlarımızın, fiziksel görüntümüzün, maddi durumumuzun, hatta kalemi hangi elimizle tuttuğumuzun yargılandığı, bunlar için küçük görüldüğümüz, bedel ödediğimiz günlerden geçip geldik. Şimdilik gündemleri, sosyal medyada nasıl göründükleri endişesiyle dolu bu nesil, zaman içinde birbirleriyle ve kendileriyle barışmayı öğrenecek. Ayrımcılıkları bitirecek, birbirlerini etiket olarak değil, insan olarak görecek, çevre kirliliğiyle mücadele edecek, dengeli, adil olmayı ve bunları muhafaza etmeyi öğrenecek. Oldukça saygısızlar! Doğru! Sınavların kolay olduğunu kim söyledi? Sabırlı davranmadıkça, sesimizi yükseltip gerildikçe sözümüz havaya gidiyor. Tabi ki inandıklarımızı, savunduklarımızı anlatmaya devam edeceğiz. Sözün en güzelini, en güzel şekliyle söylemeye çalışacağız. Sürekli yolu işaret edip durmak yerine, kendi kendilerine bulmalarını umup birlikte yürümeye çalışacağız. Yoksa hepimiz kaybederiz.

Esra Özer Duru, Ankara, 23.06.2022


[1] Kuşak tanımları için linkteki yazıdan faydalandım: https://www.humanica.com.tr/kusaklari-anlamak-yonetmek/ (son erişim: 21.06.2022)

https://hertaraf.com/koseyazisi-catissak-mi-catismasak-mi-3096

HUZUR-U İLAHİ’DE AYRICALIKLI KULLAR KİMLER?

Geçen hafta kadınların camilerde karşılaştığı muameleyle ilgili iki paylaşıma denk geldim. İlki tanımadığım bir insanın paylaşımıydı. İstanbul’da iki büyük camide kadınlara ayrılan yerin Cuma namazı sırasında tümüyle erkeklere tahsis edilmesi nedeniyle namazını kılamadığını serzenişlerle yazmıştı. İkincisi, şahsen tanıştığım bir arkadaşımın kadınlara camilerde ayrılan yerlerin kötü şartları üzerinden eleştirilerini dile getirdiği başka bir paylaşımdı. Kişisel tecrübelerimizden bu muameleye aşinayız zaten. Üstelik bu tecrübeler, vakit, Cuma, teravih, tahiyyetül mescit namazları için ayrı ayrı mevcut.

Salgın sürecinden önce her Cuma bir grup kadınla birlikte camiye gider, küçük safımızla, camide kadınlara ayrılan yerde namazımızı kılardık. Cemaat, camide kadın varlığına o kadar yabancı ki, “vakit namazları cemaatle kılalım” diye hiç düşünmedik. Yaşadığımız yer küçük ve namaz için tercih ettiğimiz cami oldukça büyük olduğundan bize yer kalmaması gibi bir sıkıntıyla karşılaşmadık. Her ne kadar kadınların girdiği arka kapı birkaç Cuma kilitli unutulsa da, amcalar kapıya yaslanıp içeri girmemizi bilmeden engellese de, en arkada duvara yaslanıp namaz vaktinin girmesini bekleyenlerin önünden yürümek resmi geçit hissi yaşatsa da, namazdan hemen önce kadınlar kısmına aşağıdaki erkeklerden önde olur da namazları kabul olmaz diye ilk iki safı boş bırakmamız için çocuklarla haber gönderilse de… namazımızı kıldık. Hatta kışın buz gibi olan kadınlar kısmı yerine cemaatin vakit namazlarda kullandığı, ses sistemi bulunduğu için camiden kopmayan, daha sıcak küçük alanda namaz kılma ayrıcalığına bile kavuştuk. Ne yazık ki, salgınla birlikte sürecimiz akamete uğradı.

Merkezde bir camide Cuma namazı kılmak istediğimizde ham betonun üzerine serilmiş kilimlerle karşılaştık. Büyük ihtimalle depo olan oda, caminin içindeki kadınlar kısmının erkek cemaat tarafından doldurulması ve kadın cemaatteki “beklenmedik” artış nedeniyle kadınlar kısmı olarak hizmet vermeye başlamıştı. Bu odacık çapraz olduğu için kadınlar saf tutamıyor, secdeye vardıkça hem dizleri eziliyor hem de buz gibi beton yüzünden donuyorlardı. İlçe müftülüğüne yaptığımız müracaat sonrası odaya bir halı serildi ve elektrik sobası kondu. Nispeten ayrıcalıklı bu tecrübenin yanında olumsuz tecrübeler daha çok. Artık halı parçaları ve elektrik süpürgeleriyle defalarca saf tuttuk.

Yazıyı biraz uzatma ve okuyucuyu sıkma pahasına örnekleri arttıralım. Ankara Ulus’ta tarihi bir caminin kadınlar kısmına çıkıp namaza durduk. Biz namazdayken yanımızdaki kumaş yığını kıpırdamaya başladı. Hepimizin yüreği ağzına gelirken burayı kestirmeye uygun bulan kişi kalkıp gitti. Bir keresinde bir gezi vesilesiyle bulunduğumuz Bilecik’te tren istasyonuna yakın küçük bir camide Cuma vakti denk geldi. Kadınlar tuvaletindeki su, dışarıdaki şadırvanda erkekler abdest alırken kesildiği için az kalsın namaza yetişemiyorduk. Abdestle ilgili badireyi sağ salim atlattıktan sonra deyim yerindeyse kadınların “tıkıldığı” küçük odada artık halı rulosunu açarak namaz yeri ayarladık. Ama bu küçük odada ses sistemi bulunmadığını gördük. Üzülerek Cuma yerine öğle namazı kıldık. Bir keresinde Bursa’da Yeşil Camii’de tahiyyetül mescit namazını “fahri kadınlar kısmı hatırlatıcısı amca” yetişemeden hızla eda ettik. Edirne Selimiye Camii’nde bahçenin diğer ucundaki tuvalette abdest almaya çalışırken cemaati kaçırdık. Ortaköy’deki Büyük Mecidiye Camii’nde ise o güzelim ışığın altında namaz kılmamız engellendiği için arka tarafta camiden tamamen kopuk bir bölümde namazımızı cemaatsiz kıldık. Hatta namazdan sonra mimarisini, kubbesini, vitrayını, ışığını görelim diye camiye girmek isteyince “fahri kadınlar kısmı hatırlatıcısı amca” önümüzü kesti, çok kararlı bir şekilde bizi camiye almamak için direndi. Az kalsın göremeden çıkacaktık. Eyüp Sultan’da kıldığımız namazsa hafızamızda caminin huzurlu ortamı yerine ıslak, kokulu ve loş bir anı bıraktı.

Düşünüldüğünde kadınlar sadece teravih namazı için camileri doldurduğunda makbul karşılanıyor. O zaman yaşananlar ise ayrı bir yazı konusu. Özetle “çocuklar kadınların aparatı gibi görüldüğünden teravih esnasında zaten küçük olan kadınlar bölümünden camiyi şenlendiriyorlar” desek yeterli olur. Bu deneyimlerin çoğu hayatta sadece bir kere yaşanabilecek deneyimler. Düşünsenize “fahri kadınlar kısmı hatırlatıcısı amcalar” Mescid-i Haram’da ya da Mescid-i Nebevi’de görevlerini icra etmeye devam etselerdi…

Aslında sorunlar Peygamberimizin günlük pratiklerine baktığımızda görmediğimiz gelenekleşmiş yaklaşımlardan kaynaklanıyor. Artık bu sıkıntılara dair farklı çözümler geliştirmek gerekiyor. Bunun için özellikle Diyanet İşleri Başkanlığına büyük iş düşüyor. Başkanlık, camilerde kadınların varlığını kolaylaştırıcı fiziki şartların sağlanıp sağlanmadığını bizzat ve özellikle imamları, müezzinleri eliyle denetlemeli. Daha önemlisi ise cemaati, kadınların öncelikle farz ibadetlere katılımlarını sonra da camideki varlıklarını engellememek, yaptıkları engellemeleri hadislere, sünnete dayandırmamak konusunda uyarmalı. Kimse “tek saf olalım, omuz omuza namaz kılalım” demiyor zaten. Yeter ki, hepimize farz kılınan Cuma namazını eda etmemiz imkânsız hale gelmesin. Aynı zamanda kadın müminler, yüzlerce yıl önce büyük maharetle inşa edilmiş, incelikle işlenmiş kubbelerin, vitraylardan içeri huşu getiren ışığın altında lezzetli namazlar kılmaktan mahrum bırakılmasın. Ayet hükümleri dururken birtakım uygulamalarla ortaya çıkarılan bu ayrımcılıklar ortadan kalksın! Üstünlük takvayladır. Hiçbirimiz bir başkasının Huzur-u İlahi’deki yerini zaten ç/alamaz. Kimse Allah’ın ayetlerinden cinsiyetleri bir ayrımcılık konusu yapmasın!

Esra Özer Duru, Ankara, 2.2.2022. 

https://hertaraf.com/koseyazisi-huzur-u-ilahi-de-ayricalikli-kullar-kimler-2832

KİNTSUGİ GİBİ HELALLEŞEBİLİR MİYDİK?

Japonların kırılan porselen ya da seramik eşyalarını altın, gümüş ya da platinle birleştirmeye dayanan Kintsugi isimli bir sanatı var. Bu sanata göre, yıllarca kullanılmış; bilgi, tecrübe, anı biriktirmiş eşyalar, yeni eşyalardan daha değerli. Dolayısıyla kırık ve çatlakları görünmez bir şekilde yapıştırmak yerine yapıştırma yerlerini altın, gümüş, platin gibi maddelerle kaplamak, onların kıymetini arttırıyor. Böylece o eşyaya her baktığınızda anılarını, değerini hatırlayabiliyorsunuz. Kintsuginin felsefesi ise, “insan yaşadığı iyi ya da kötü olayların bir bütünüdür. Onun için her tecrübe değerlidir ve hatırlanmalıdır”.

Helalleşme kavramı son günlerde oldukça gündemde. Bu kavram düşünüldüğünde özür, tövbe, telafi de akla gelen diğer kavramlar. Millet olarak helalleşmeyi önemseriz hatta bazılarımız için helalleşme alışkanlıktır. Yola gideceğimiz zaman gidip aile büyüklerinden, komşulardan, akrabadan helallik alır, yolculuğumuza öyle başlarız. Helalliğin gönül rızasıyla olmasını isteriz. Öyle ki hak kavramını ilk öğrendiğimizde arkadaşımızın aleyhinde konuştuğumuz her sefer hakkını helal etmesini isteriz saf saf. Yani bizim helalleşmelerimiz genellikle yanlışlıkla yapılan ya da istemeden sebep olunan zahmete, verilen üzüntüye dair olur.

Diğer yandan kavram olarak helalleşme bana hep ilginç gelir. Özellikle “bilinçli kötülük” olduğunu düşündüğüm durumlarda helallik istenmesini manasız bulurum. Çünkü böyle durumlarda, bir kurnazlık hissederim. Bu kurnazlık, Allah kandırılamayacağına göre, muhataba karşı olur. “Ben senin haklarını ihlal ettim. Bunun için çok da pişman değilim ama bu arada ölürsek falan bir helallik almış olalım. Sonrasına bakarız” dermiş gibi… Kayınvalidenin gelininden, gelinin kayınvalidesinden, komşuların, eşlerin, arkadaşların birbirinden helallik istemesi eğer kalıcı bir değişim yoksa “top çevirmek”ten öte gitmez. Hakkını gasp ettiğimizi düşündüğümüz kişinin iyi niyetinden faydalanıp hangi haklarını ihlal ettiğimizi telaffuz dahi etmeden yapılan bu eylem göstermeliktir sadece. O yüzden ben “kamu davası”na inanırım. Hakkı yenen kişi yüzüne yüzüne hakkının yendiği ima edilerek helal etmesi talep edilince genellikle şaşkın şaşkın helal eder. Helalleşmeye sebep olunan eylemlerin kendisinden neler götürdüğünü, uzun vadede ne bedeller ödediğini bilmez bile. Allah’ın “el Adl” (mutlak adil, çok adaletli) oluşu hem önemli bir kontrol mekanizması hem de ne büyük ferahlıktır bu durumlarda.  

Çocukken bir kabahat işlediğimizde, kötü bir söz söylediğimizde annemizden, babamızdan özür dilerdik. Anneler babalar bu özrün kalıcı değişimi getirmeyeceğini bilirlerdi. Anneannemin böyle durumlar için bir yedek planı vardı. Suçumuz yakalanınca ve biz özür kıvamında yalvar yakar olurken, “Tövbe de!” derdi. Biz “tövbe!” deyince “Tövbeler tövbesi de!” diyerek bombayı patlatırdı. Yani tövbe edip yine bozduğumuz tövbeler için daha büyük bir tövbe ederdik. Bu anneannemin İslam’daki “nasuh tövbe” kavramına yakın bir uygulamasıydı sanırım. Helalleşmenin çocukluk versiyonuydu. Yetişkinliğin kişiye karşı işlenmiş suçlardaki özrü, Allah’a edilen tövbesi ise beraberinde helalleşme getirmeli.

Helalleşme; bir devletin, elitin, zümrenin ya da hareketin, kendi vatandaşlarına veya sömürdüğü halklara karşı yürüttüğü politikalar neticesinde verdiği acıların affını dilemek istediğinde doğru bir kavram mı emin değilim. Çünkü onlarca yıl önce çekilen acının bugünkü değer kuru üzerinden bir bedeli yok. Kaybedilmiş hayatlar, yok olmuş milletler, diller, çalınmış kültürel hazineler, topraklar için kim, hangi hakkı, nasıl helal edebilir? Özür mutlaka dilenmeli ve bunun doğal bir sonucu olarak telafi için de çaba gösterilmeli ama helalleşme nasıl olacak bilmiyorum. Üstelik bizdeki sınırlı helalleşme önerisi bile bu haliyle tepkiye sebep oluyor. Bu da önerinin genel bir toplumsal değişimin sonucu olmadığına işaret ediyor.   

Keşke Kintsugi sanatında olduğu gibi, kırılıp incindiğimiz yerleri altın, gümüş, platinle onarabilseydik. Kırgınlıklarımızı hatırlardık ama helalleşmeler, özürler onları daha kıymetli hale getirir, daha adil, saygılı ve mutlu bir toplum olma yolunda aldığımız mesafeyi hatırlatırdı.

Esra Özer Duru, 20.11.2021, Ankara. 

https://hertaraf.com/haber-kintsugi-gibi-helallesebilir-miydik-esra-duru-7999

01 Temmuz 2022

KÖPEĞİ KAYBOLAN HAFIZA

Telaşla gözlerini açtı. Alarm çalmamıştı herhalde. Çocukları okula göndermesi gerekirken uyuyakalmıştı. Yerinden fırladı. Ama kalkmasını engelleyen bir şey vardı. Sanki her yeri tutulmuştu. Kolları açılmadı, beli doğrulmadı. Çocuklar, ev, yatak, yastık, saat, alarm? Hiçbiri görünürde yoktu. Tarla gibi bir yerde, gri gökyüzünün altındaydı. Tekrar “okula geç kalacaklar!” diye düşündü. “Kim okula geç kalacak?” “Çocuklar!” “Neredeler?” “??” Hafızasını sondaj yaparcasına kurcaladı. Çocukların nerede olduğunu, kendisinin buraya nasıl geldiğini, dün ne yaptığını, en son ne yediğini hatırlamaya çalıştı. Başının içi de gökyüzü gibi sisli ve griydi.

Kalkmaya bir kez daha yeltenince ellerinin yerinde patiler olduğunu ve sadece emekler pozisyona geçebildiğini gördü. Bu, sandığı gibi bir tutulma değil, ne yazık ki doğal duruştu. Rüyada olup olmadığını anlamak için başını iki yana sallayınca kulakları gözlerine çarptı. Şimdi telaşı çocukların servisi kaçırmasından başka bir şeye dönüşüyordu. Suratına dokununca burnunun, ağzının ve çenesinin farklı olduğunu anladı. Yüzü tüylü, burnu ıslak, kalkık ve yuvarlak, ağzı bütün çenesine yayılacak kadar geniş, dişleri çok sayıda ve sivriydi. El yordamıyla kendisini tanımaya çalışırken ait olduğu yerde pek durmadığı anlaşılan dili ağzından çıkıp burnuyla birlikte geniş bir bölgeyi yalayıverdi. İçindeki bu karmaşanın aksine arkasında neşeyle hareket eden kuyruğa ne demeliydi? Kuyruğun kendi aklı olmalıydı. Aslında tüm bedeni hareket halindeydi. Kuyruğu, salyası, dili… Sallanıyor, akıyor, yalanıyordu.

Dört ayağının üzerine doğrulunca tüylerinin toz ve ot dolduğunu fark etti. Tamamen doğal bir şekilde silkinirken, “Bu hareketler ne ya?” diye düşündü. Kırk yıllık köpek gibiydi. Acaba gerçekten kırk yıllık bir köpek miydi? Ne oluyordu? Kafka’nın Samsası ile aynı kaderi mi paylaşıyordu? Yoksa hep köpekti de yediği bir ot dokunmuş veya ne bileyim bunama nedeniyle hafıza kaybına falan mı uğramıştı? Aklında köpekliğine ya da insanlığına dair herhangi bir ipucu ararken tanıdık bir görüntü bulmak umuduyla sağına soluna baktı. Üstünde uyuyup uyandığı yer boş bir arsaydı. Arsanın çevresinde evler görünüyordu, pek kimse yoktu. Biraz uzakta, birkaç köpeğin daha uyku mahmurluğuyla esneyip gerindiğini fark etti. Belki onlar kendisini tanırlar, neden burada uyandığını, hafızasını bu kadar silen şeyin ne olduğunu bilirlerdi. Yanlarına gitti. Sabah sabah ortalarına aldıkları bir kemiği kemirmeye başlamışlardı bile. Anlam veremediği bakışlarla şöyle bir baktılar. “Günaydın Samsa!” dedi biri. Selam veren köpek üzerinden kışlık postunu atamamıştı. Orasından burasından tiftiklenmiş tüy yumakları sarkıyor, pasaklı görünmesine sebep oluyordu. Öbür ikisi daha kısa tüylüydüler, kış postlarından çabuk kurtulmuşlardı. Söze nasıl başlayacağını bilmediği için selamı başıyla aldı. Kemiğe pati atsın diye halkalarında biraz yer açtılar. Oynamaya niyeti olmamasına rağmen oturdu. Anlaşılan köpekler sözlü iletişime fazla ihtiyaç duymuyordu belki de Samsa konuşmayı pek sevmiyordu. Arkadaşları olduğunu varsaydığı bu köpekler, ona fazla yüz vermemişti. Nedense hareketlerinde kendisine karşı bir bıkkınlık, bezginlik sezdi. Hatta yaklaştığı sırada içlerinden birinin diğerinin kulağına “her gün aynı terane!” dediğini sandı ama emin olamadı. Kendisine ismiyle hitap eden köpeğe, “Ben kimim, neden buradayım? Neden köpek olduğum halde sabah çocuklarımı okula yetiştirmeye kalkıştım? Köpek işleri bana niye anlamsız görünüyor?” diye sormayı düşündü. Konuşacak takati olmadığını fark etti.

Bir süre daha oyalandıktan sonra arkadaşlarından ayrıldı. Tam “Bütün gün oturarak sorularıma cevap bulamam. Ne yapsam?” diye düşünüyordu ki kendisini köpek işleriyle meşgul buldu. Hareketlenen sokakta çocukları izledi. Geçen arabalara yanlarında koşarak eşlik etti. Yorulunca durduğu yerden havladı. Üst sokaktaki arabaların lastiklerini koklayıp imzasını attı. Parkın kenarına dökülmüş kuru mamalarla yemek artıklarını didikledi. Arkadaşlarının sabah oynadığı kemiğe benzer bir kemik bulup onu toprağa gömdü. İstemeye istemeye bir iki kedi kovalayıp tırmandıkları ağacın dibinde biraz bekledi. Bu işleri yaparken bir yandan da düşündü. Belli ki bir süredir devam eden bir döngüsü vardı. Aklında hayatına, kim olduğuna dair bilgiye benzer hiçbir şey olmamasına rağmen iç güdüleri tamdı. Belki hafızasını kaybetmemişti. Bu düşünce içini rahatlattı. Yine de sanki çok önemli bir şey unutuyordu.

Sırdaş

İnsanı sağken duymayan bir kedi olması hiç sorun değildi. Bembeyaz tüyleri ve mavi gözlerinin bir bedeli olan işitme kaybını sevgisiyle dengelemişti o. Aralarında özel bir işaret dili bile gelişmişti yıllar içinde. İnsanı ona ya gelip tatlı tatlı dokunur ya da titreşimleri hissedebileceği şekilde yere vururdu. Sessizliğini “iyi sır tutması”na yorar, ona “Sırdaşım!” derdi. Sırdaş kimseye duyduklarını anlatmaz, insanını ele vermezdi. İnsanı gittikten sonra bakımını devralan hayırsız yeğen itip kakmıştı onu. Duymayınca üstüne bir şey fırlatıyor, daha olmazsa gelip ayağıyla dürtüyordu. Sırdaş en çok, yattığı şeyi ileri geri çekiştirmesinden korkuyordu. Deprem oluyor gibi paniğe kapılıyordu. Bu şartlar altında evden kaçmaktan başka çare kalmamıştı. Yine de çok uzaklaşamadı. İnsanının hatıralarından ayrılmaya içi elvermedi. Onun bahçesi, pencere önü, eliyle çiçekler diktiği saksıların arkaları, yeğen evde yokken dinlendiği mekânlar oluyordu. Arada rastlaşırlarsa, hayırsız, sanki birileri onu izliyormuş gibi abartılı hareketlerle mama veriyor, vicdanını rahatlatıyordu. Halbuki Sırdaş’ın karnı nerede olsa doyardı. Kalmasının diğer sebebi insanından sonraki sevgili arkadaşı Samsa’ydı. İnsanıyla yaşadıkları sitenin yakınlarındaki boş arsada yatıp kalkan Samsa’yı küçüklüğünden beri tanırdı. Samsa ona yarenlik eder, konuşmadan anlaşırlardı. Ne demişti şair: “Yan yana duruşumuz bile bahar gibidir!” Beraber yolun kenarına uzanır saatlerce manzara izlerlerdi. Herkes bir kedi ile köpeğin böyle iyi anlaşabilmesine şaşardı. Samsa arabalara havlayıp bazılarının peşinden koşarken Sırdaş gevşemiş vaziyette yatar, bazen de tüylerini temizlerdi. Arkadaşı onu defalarca çılgınlar gibi peşinden gelen köpeklerden ya da hızla geçen arabaların altında ezilmekten kurtarmıştı. Samsa etraftaysa Sırdaş güvende olduğunu bilirdi.

Samsa’nın gıcık olduğu bir okul servisi vardı ki yaklaşırken köpekleri ayaklandırmak için kornaya basar, hepsinin havlayarak peşine düşmesini sağlardı. Şoför tuhaf bir zevk alıyordu bu durumdan. Samsa o çılgın şoförün bir nevi alarm olan kornalarını duyunca Sırdaş’ı patisiyle dürtüp uyarır, dikkatli olmasını sağlar sonra da çılgınlar gibi minibüsü kovalardı.

Bu sefer öyle olmadı. Bir kemikle oyuna dalan Samsa kornaları son anda duydu. Sırdaş’ı uyarmaya koşarken servisçinin direksiyon hakimiyetini bir an için kaybettiğini, Sırdaş’ın içlerinde uyukladığı otların üstünden geçtiğini gördü. Alarm çalmış, Samsa duymamış, Sırdaş geç kalmıştı…

Samsa

Akşama doğru aniden acı başladı. Kalbi parçalanıyordu. Dayanılır gibi değildi. İçinden yükselen acı çığlıklar boğazına sıra sıra düğümlendi. Gırtlağı taş gibi oldu. Yutkunamıyordu. Kim olduğunu unutturacak kadar şiddetli bir acı boğazına doğru tırmanıyordu sanki. Kusacak gibi, kalbini ve bütün organlarını tersine çalışmaya zorlar gibi. O anda bir köpek için doğal olan başka bir davranışı keşfetti. Acı içinde uludu. Durup dururken öylesine… Ağzını havaya dikip uzun uzuuun uludu. Diğer köpekler acıyarak ama biraz bıkkın ona bakıp kuyruklarını düşürdüler. Aralarında gizli bir sözleşme varmış gibi ağızlarını havaya dikip ahenksiz bir orkestraymışçasına uludular. Samsa ulurken hatırladı her şeyi. İçindeki acıyı hatırladı. Biricik arkadaşı Sırdaş’ı, Sırdaş’ın sessizliğini, yalnızlığını onun yalnızlığına katışını, yapması gereken tek şeyi ve sevgili Sırdaş’ın gidişini… Sahne sahne fotoğraflar, kısa filmler belirdi kafasında. Her şey öyle net; renkler, anlar o kadar canlıydı ki patisini uzatıp arkadaşına dokunmak istedi. Karşısında biraz kirli beyaz tüyleriyle, boncuk boncuk mavi gözleriyle duruyormuş, orada kendisini bekliyormuş, arkasını dönüp baksa görebilecekmiş gibi…

Hafızasının karanlık koridorları aydınlanmış, yapbozunun kayıp parçaları bulunmuştu. Samsa neden her gün, her şeyi unuttuğunu anladı. Sırdaşsız bir güne her uyandığında içinin nasıl acıdığını, günlerce “çok üzgünüm” diye nasıl dolanıp durduğunu, arkadaşlarının bir süre sonra ondan ve acısından nasıl bıktığını, Sırdaş’ın yokluğuna alışmaktan nasıl korktuğunu… Hepsini hatırladı. Bu acı ancak uykuya dalarsa dururdu. Sırdaş’ı bulduğu yere geldi. Yarın bu acıyı hatırlamayacağı birkaç saati olacaktı en azından. Önce sesli hıçkırıklarla ardından bebek gibi içini çeke çeke uyuyakaldı. Sonra… Telaşla gözlerini açtı. Alarm çalmamıştı herhalde. Çocukları okula göndermesi gerekirken uyuyakalmıştı. Yerinden fırladı. Alarmı mı duymamıştı acaba?

Esra Özer Duru, Ankara, 27.06.2022. 

Taze Taze Hikâyeler

BEKLEME ODASI

Mart ayı ortalarıydı. Hava, okullardaki mevsim tablolarında her zaman bahara dahil edilmesine rağmen, yıllardır rolüne direnen bu aya yakışı...

Yeni Yazılardan Haberdar Olun

Kaçırmayın!