16 Mart 2021

BANA UYGUN BİR ÇEKMECE

“İki kent arasındayım. Biri bilmiyor beni, öteki artık tanımıyor.”                                      Jean Paul Sartre

Yosun kokulu bir sabaha uyandı. Pencerenin önüne gidip rutubeti içine çekti. Bazen kötü koksa da şimdi burnuna güzel geldi. Çoğu zaman kendini, hayatta ait olduğu yeri bulamamış hissediyordu. Bir koku aldığında, bir işaret gördüğünde geçmişe dönmek, geçmişin izlerini bugünde sürmek çok daha kolay geliyordu. Alışılmışın rahatlığı… Bir şarkının nakaratı, eskiden beri var olan bir bisküvi, geçmişten kalmış anılı bir eşya, bir meyve, bir şeker, bir kelime, bir çiçek, bir kumaş deseni, bir marka… Bu yüzden gençken bile yaşlanmış hissederdi. O, kendisi çocukken yeni moda olan şarkıları, filmleri eski zannederdi. Hayat hep eskiydi, daha önce yaşanmıştı sanki, ikinci el gibi…  

Mektup zarfı da kalmamıştı, üstüne adres yazacak. Kırtasiyeden zarf alırken sanki biraz tuhaf bakmıştı yandaki kadın. “Üstüne adres yazacağım” diyemedi. “Kendimi ait hissetmek için kendi evime mektuplar gönderiyorum” cümlesini hiç söylemedi. Zarf almak neyse, kendine mektup göndermek bir tuhaflık belirtisiydi. İyi ki posta teşkilatı vardı ve gözlerini insanın üstüne “Tuhaf mısınız?” der gibi dikmiyordu. Ev telefonunun hala durduğunu, günlük gazete aboneliği bulunduğunu duysalar, daha neler söylerlerdi Allah bilir! Bu evrende bir yer bulmaya çalışıyordu kendine. Üstünde adı yazan bir kapı, içinde ıvır zıvırı olan bir çekmece… Ama bu kadar çabaya rağmen ait olamamıştı.

Ait olamamıştı işte. Bu evde bez torbalar nerede tutulur? Yarısı işlenmiş etamin seccade, şişe takılı tuhaf örgü parçası, ipi sararmış dantel örneği hangi kanepe altına sokuşturulur? Bir gün bir işe yarar diye tutulan çaputlar hangi dolabın dibine saklanır? Eski kadifeler, hacdan hediye gelen kınalar, seccadeler, misvaklar, takkeler nereye konur? Tarhana kokulu bir sandık köşesi, çocuklar için hazine sandığı, anılar kutusu, ceviz kabuğu kokulu bir çekmece dibi nereden bulunur? Üstüne tüyler yapışmış bir şeker parçası nereden çıkarılır? Birbirine yapışmış paket lastikleri hangi diplere, kuytulara kaçışır? Yamuk bir çengel iğne nerede bekler sırasını? Kim bilir kim tarafından hediye getirilen kuru incirlere kaçıncı bekleme siner? İçine çekilen at kestanesi kaç güveye daha bekçilik eder?

Kök salamamıştı sanki derinlere… Yanmış kibritleri dolduramamıştı bir kibrit kutusuna. Vitrindeki kulpu kırık fincanın içine kedi ballarını koyamamıştı. Bez mendillerin arasına çikolata kutuları saklayamamıştı. Hayata çaya batırılmak için yarısı kırılan pötibör bisküvinin çay bardağına uyduğu gibi uyamamıştı. Orada durmuştu zaman. Kahverengi örgü seccadenin kaçan ve bir türlü tutulmayan ilmeğine takılıp kalmıştı. Sobanın üstüne ekmek, ortasına kömür, küllüğüne patates, borusuna çamaşır, arkasına bohçalı bir tencere bırakamamıştı. Ekmeği sabah, çamaşırı öğlen, sarılı tencereyi ikindi, patatesi akşam; yerli yerine, vakti geldiğinde koyamamıştı. Soba arkasına mayaya bırakılan yoğurt kadar, sarma kadar yeri belli bir şey var mıydı hayatta? Ne mutluydu onlar, yerlerini hep bilmişlerdi…

Altı sandıklı kanepe lazım, cevizden bir sandık, bunların hepsini doldurmak için dibi kırık
bir çekmece lazım, kapağı zor açılan bir dolap… Batmış güneşin son ışıkları tüllerden çekilirken, kılınan bir akşam namazı lazım. Çivit mavisi pencere demirlerinden görünen ceviz yaprakları lazım. Soğuk kış günlerinde diplerinden buz tutmaya duran camlar lazım. Buzlar eriyince, beton denizlikleri ıslatan toz kokulu sular lazım. Suları silmek için eline tutuşturulan yine toz kokulu bezler lazım… Uyuyakalan çocuğun üstüne örtmek için hep askıda duran manto lazım.

Bir el lazım, başını okşayınca kırışıklarına saçlarının takıldığı. Portmantoda unutulmuş bir fötr lazım. Balkon kenarına terk edilmiş naylon terlik. Kopmuş çamaşır ipinde sallanan bir mandal lazım. Köşesinden bahçe hortumu takılıp çıkarılan yırtık bir sineklik lazım. Sıcak su tesisatı olmayan musluk lazım titreyen sarı ampul ışıklarında. Duvarda yalnızlıktan kaşı çatılmış portreler lazım, kim olduklarını çocukların bilmediği.

Nereye saklanır mahzun bir sonbahar anı, güneşe verince sırtını, tahta sedir üstünde otururken ısındığın akşam üstlerinde? İçi doldurulup yanmaya hazırlanan ama yeteri kadar soğuk olması beklenen sobalar gibi. Yer kaplayan ama işlevsiz ve soğuk… Başka nereye sürülür o soba kahverengisi? Kadife bir kumaş için güzel, duvar için karanlık… Gıcırdayan bir somyada radyo eşliğinde dalınan öğlen uykusu kadar yalnız… Bilmediğin bir ülkenin, bilmediğin bir şehrinde, tanımadığın insanların şarkısı… İstanbul, Zürih, Varşova, Berlin, Prag arasında gidip gelen istasyon ibresi… Bilmediği onlarca şehir arasında dilini arayan kırmızı çizgi… Bir kule inşa et ya da düğmeyi çevir…

Şekerli çaya batırılan ekmekler, melekler yorulmasın diye ucu katlanan seccade, anahtarı üstünde duran kapı, yeni yıkanmış bahçede güneşin çekilmesini bekleyen akşam sefaları… Boya tenekelerindeki suda ölümü bekleyen siyah noktalı beyaz güve kelebekleri… yağmurlu ikindilerde içilen çaylar… orada herkes biliyor ait olduğu yeri. Misafir odasına yatacak kişi belli, somya kimin yeri?

Ayazdan çatlayan elin için vazelini nereden bulacağını bilirsin. Hangi pencerenin şiştiğini, hangisinin güneşliğinin hiç açılmadığını bilirsin. Balkonun hangi köşesinin çatladığını, aşağı sarktığını bilirsin. Anahtarın her zaman dış kapının dışında sallandığını bilirsin. Muşambanın hangi köşesinin ters alıştığını bilirsin. Bahçeye yaldızlar bırakan sümüklü böceğin su saatinde yaşadığını bilirsin. Güvercinlerin hangi camın önüne yumurta bıraktığını bilirsin. Kendini, bu dünyadaki yerini, bilir gibi bilirsin… Elinle koymuş, ezberlemiş, sen yazmış gibi bilirsin…

Eski gardırobun hangi çekmecesinde kaldın onu da bilirsin…

Esra Özer Duru, Ankara, Aralık 2020. 

11 Mart 2021

SİSİFOS’UN EVSEL EMEĞİ

Yunan mitolojisinden Sisifos, Zeus’u bir şekilde kızdırdığı için (uzun hikâye), bir kayayı her gün dağın tepesine iteklemeye, tam doruğa ulaşacakken kayanın aşağı yuvarlanmasını izlemeye ve ertesi gün aynı işi yeniden yapmaya mahkûm edilen bir karakterdir. İşte ev kadınları da her sabah kayayı tepeye çıkarmak üzere yuvarlamaya başlarlar. Fakat gün batarken, tepeye ne kadar az kalmış olursa olsun, kaya aşağı yuvarlanır. Her gün yeni bir dünya inşa eden kadın, akşama o dünyayı dağılmış, tozlanmış, kirlenmiş, aç ve memnuniyetsiz bulur. Ertesi gün kalkıp aynı işleri yeniden yapan kadının ruh halini ise yine Yunanca “merakı” (okunuşu may-rah-kee) kelimesi çok güzel tanımlar. Bu kelime, “bir işi tüm ruhunuz, hayal gücünüz ve sevginizle, içine kendinizden bir parça katarak yapmak” anlamına gelir. Ama kadınların böyle yaptıkları günlük işlerden hiçbirinin istatistiki verisini bulamazsınız.

Çok klişe: Neden 8 Mart?     

Artık birçok insan 8 Mart’ın Dünya Kadınlar Günü ilan edilme sebebini biliyor. Yine de kısaca hatırlamakta fayda var. 8 Mart 1857’de New York’ta bir tekstil fabrikasında çalışan kadın işçiler, daha iyi çalışma koşulları için greve başlarlar. Grev sırasında çıkan yangında, fabrikanın kapısına kurulan barikatlar nedeniyle dışarı çıkamayan -çoğu kadın- 129 işçi hayatını kaybeder. Bu olaydan 52 yıl sonra II. Sosyalist Nasyonal toplantısında Clara Zetkin’in önerisiyle bu tarih, kadın haklarının kazanılması ve kadınların birlikte mücadele vermesinin anısına kutlanmaya başlanır. Daha sonra 1977’de Birleşmiş Milletler Genel Kurulunda 8 Mart’ın “kadın hakları, uluslararası barış günü” olarak kutlanması daha doğrusu anılması kabul edilir.

Böyle bir günün ihdas edilmesi ile ilgili tartışmalar o zamandan beri devam ediyor. “Bir gün değil, her gün” diyenler olduğu gibi “neden erkekler günü yok” diye itiraz edenler de mevcut. Televizyonlarda ve sosyal medya araçlarında birçok marka, şirket, kadın çalışanlarının bütün çalışanlarına oranını, kadın işçi çalıştırmaktan ne büyük mutluluk duyduklarını, kadın sporcuların, spor takımlarının nasıl her şeye meydan okurcasına var olduğunu ve destek gördüğünü duygusal, etkileyici, çarpıcı biçimlerde anlatmaya, güne özel kadın paylaşımları yarışında yerini almaya çalışıyor. Bir yandan bu durumu takdir etmek gerekiyor. Çünkü öyle ya da böyle bu paylaşımlar, kadınların hak mücadelesinde mesafe alabildiklerini gösteriyor. Diğer yandan sanki temel bir şey eksik kalıyor. O da reklamlara konu olan kadınların; ekonominin üretim faaliyetlerine ne kadar dahil olurlarsa o kadar saygıya, konuşulmaya değer bulunuşları. Yani kadınların emeği, üretime yaptıkları katkı ölçüsünde takdir görüyor… Toplumun söz söyleyenleri nezdinde ekonomik açıdan “değer”li bir ürünleri yoksa başarılarının da bir değeri yok. Kimse, herhangi bir kadının günlük hayatında verdiği var olma/kendi olma mücadelesini reklam filmlerine layık bulmuyor. Çünkü insanların zihninde bu kadınların “ne ürettiğine”, “ekonomiye hangi değeri” kattığına dair somut bir veri yok.

Sisifos’un kayası kaç tondur?

Bir öğretmen mesela 25 yıllık meslek hayatında kaç çocuk yetiştirir? Bir doktor 25 yılda kaç bin hastaya bakar? Bir son ütücü 25 yılda kaç parça ütüler? Bir telekom işçisi kaç km kablo döşer? Bir kuaför 25 yılda kaç kişiyi tıraş eder? Bir yemek fabrikasındaki aşçı 25 yılda kaç ton yemek pişirir? 25 yıl çalışan bir işçi ne zaman emekli olur, kaç lira emekli maaşı alır? Bir hava filtresi 25 yılda kaç bin metreküp ev tozunu filtreler? Bir temizlik işçisi 25 yılda kaç bin kilometrekarelik alanı süpürür? Bir çaycı ocağında 25 yılda kaç bin litre çay demler? Bir bulaşıkçı 25 yılda kaç bin parça yıkar? Bir demiryolu işçisi 25 yıl boyunca ortalama kaç km ray döşer? Bir akademisyen 25 yılda kaç sayfa okur, kaç sayfa yazar? Bir manikürcü 25 yılda kaç tırnağa bakım yapar? Bir triko işçisi 25 yılda kaç milyon metre ipi kıyafete dönüştürür? Bir twitter fenomeni 25 yılda kaç km ekranı aşağı kaydırır? Bir youtuber 25 yılda kaç günlük video kaydeder?

Bu rakamların hepsi ve daha fazlası, biraz araştırma yapıp kafa yorarak bulunabilir. Saint Exupery’nin Küçük Prens’te, “Bu gezegenle ilgili bütün ayrıntıları size anlatıyorsam, üstelik numarasını da veriyorsam, bunun nedeni yine büyükler. Büyükler sayılara bayılırlar. Tutalım, onlara yeni edindiğiniz bir arkadaştan söz açtınız, asıl sorulacak şeyleri sormazlar bile. ‘Kaç yaşında?’ derler, ‘Kaç kardeşi var? Kaç kilo? Babası kaç para kazanıyor?’ bu türlü bilgilerle tanıdıklarını sanırlar. Deseniz ki: ‘Kırmızı kiremitli güzel bir ev gördüm. Pencerelerde saksılar, çatısında kumrular vardı.’ Bir türlü gözlerinin önüne getiremezler bu evi. Ama ‘Yüz bin liralık bir ev gördüm’ deyin, bakın nasıl: ‘Aman ne güzel ev!’ diye haykıracaklardırcümleleriyle işaret ettiği gibi insanlar rakamları çok sever.

Anlaşıldığı üzere bu rakamların hesaplanması için üretimi, ekonomiyi ilgilendirmesi gerekir. Aksi takdirde kimsenin umurunda olmaz. Herkes yıllık enflasyon oranlarını, aylık/yıllık tüketici fiyat endeksini, Dolar/Euro kurunu, işsizlik oranlarını, asgari ücretteki artışı… büyük bir iştah ve ilgiyle takip eder. Ama mesela bir kadının/annenin 25 yıllık “ev kadınlığı/annelik” hayatında kaç kafa taradığı, kaç metre saç ördüğü, kaç bin tencere yemek pişirdiği, kaç bin çocuğa banyo yaptırdığı, kaç metre halı süpürdüğü, kaç bin metreküp toz aldığı, kaç bardak su verdiği, kaç bin parça bulaşık yıkadığı, çamaşır ütülediği, kaç kere hobilerinden, kendisinin yapmak istediği işlerden vazgeçtiği, kaç litre göz yaşı ve sümük kuruladığı, kaç kişisel gelişim kitabına yetecek kadar öğüt verdiği, bu öğütleri kaleme alıp bastırsa kaç bin baskı yapacağı, dinlediği dertlerin kaç terapi seansı edeceği istatistiklere dökülmez. Çünkü “ürettiği işin” değerini diploma ya da sertifikalarla resmileştirememiş bu kadının emeğini hiçleştirmek kolaydır ve onu hiçbir şey üretmediğine ikna etmek sistemin sürmesi için gereklidir.

Eğer bir kadının kendisi dahil olmak üzere herkesi, “hiçbir üretimi” olmadığına inandırırsanız, o kadını evden çıkarıp aslında başka herhangi bir insanın üretebileceği, herhangi bir ürün için üretim bandının önüne getirmek kolaylaşır. Çünkü oradaki ürünün maddi karşılığı vardır. Orada harcayacağı vakit; sigorta, emeklilik ya da statü olarak geri döner. Bu yüzden kadın, benzersiz emeğiyle ürettiği paha biçilemez ürününü bir kenara bırakıp işyerine doğru yola çıkar. Üretim çarkındaki yerini alır ve kişisel olarak üretebileceği farklılıkları, seri üretim bandına, işyerinin koridoruna gömer. Buna rağmen yönetici kadrosuna yükselebilen kadın sayısı oldukça düşük, kadınların emeğinin karşılığı adil ücretleri alabilmesi de zordur.

Ekonomik verilerle takibi yapılan bir işte çalışan başkaları bu kadar uzun yıllar ve çok sayıda ürettikleri şeyler için plaketlerle onurlandırılıp alkışlanabilirken, kadın/anne, “görevi” ve “üretim” olarak tanımlanmamış yüzbinlerce ürün üretir ve takdir beklerse kınanır. Kimse evde kaç bin tabak yemek çıktığını hesaplamaz, kaç yüz yatak yapıldığını saymaz. Kadınların ürettiği işin birbirlerinin gözünde bile değeri yoktur. Bu kadınlar sistem açısından da sadece “tüketici” oldukları ölçüde değerlidirler. Sabahtan akşama kayıt dışı olarak yapacakları “üretim”de hangi deterjan, un, yağ, makarna, diş macunu… markasını seçecekleri önemlidir. Satın alma davranışına etki edebilmek birçok açıdan yeterlidir. Bu da bizi yeniden ev kadınları/anneleri kendisine benzettiğimiz Sisifos’a getirir. Onun da kayasını kaç yıldır doruğa taşımaya çalıştığının, kaç kilometre yol kat ettiğinin, kaç ton yük taşıdığının verisi yoktur. Sisifos, akşam başına ne geleceğini bilmesine rağmen, her gün kayayı dağın tepesine doğru iter, her günün sonunda kayanın aşağı yuvarlanışını izler, ertesi gün yeniden işe başlar. İşte bir ev kadını da her türlü takdir, teşekkür ve tespit yokluğuna rağmen, hayatın bilincinde olarak bu işi sürdürmeye devam eder. Bir kadına kendini Sisifos gibi beyhude bir işe “mahkûm” olmadığını hissettirmek ve yükünü paylaşmak çok zor değildir. Ama binlerce yıllık bir düzeni sorgulamayı gerektirir. Bu da kolay göze alınacak bir şey olmasa gerek. Kimse yapmadığına göre…

https://www.hertaraf.com/haber-sisifos-un-evsel-emegi-esra-duru-6509#.YEnMSG633yQ.whatsapp

Esra Özer Duru, Ankara, 8 Mart 2021. 

04 Mart 2021

HUMPTY DUMPTYLER VE DUVARLARI

Hepiniz bilirsiniz sanırım, çocuk edebiyatında Alice Harikalar Diyarı’nda diye bir roman vardır. Yazar (Lewis Carroll), bu romanda Humpty Dumpty isimli bir karaktere yer verir. Öyküsü “oldukça” acıklı olan Humpty Dumpty, aslında İngiltere’de bilinen eski bir tekerlemenin kahramanıdır. Duvarın üstünde yürümekte olan bir yumurtadır. Kırılmamak için hiç durmaması ve oturmaması gerekmektedir. Sonra duvardan düşüp kırılır, kral ve bütün adamları onu bir araya getirmeye çalışırlar ama başaramazlar.

Hiçbirimiz Humpty Dumpty değiliz ve hiçbirimiz duvardan düşünce yumurta gibi kırılmayacağız. Bizi asıl kıran, ayıran, acıtan, kanatan, üstünde yürüdüğümüz, etrafımıza inşa ettiğimiz duvarlar. Her bir tuğlasını tek tek bulup, özenle dizdiğimiz, bazen hayatımızın sınırlarını belirlemek için, bazen kişisel alanlarımızı korumak için, bazen karşımızdakini duymamak için ördüğümüz duvarlar…

Duvarın üzerinde bir yumurta

Duvarın üzerinde biraz ileri, biraz geri, yürüyüp duruyordu Humpty Dumpty. Düşünce kırılma ve dağılma riski taşıyan bir yumurtaya göre oldukça hızlıydı. Bu duvarı kimin yaptığını ve onu yıllar yıllar önce duvarın üzerine kimin koyduğunu bile hatırlamıyordu. Düşünürken biraz yavaşlar gibi olmuştu. Duvarın üzerinde yapacak, şu sıkıntısını giderecek çok fazla şey yoktu aslında. Mesela internete giremezdi. Duvara henüz kablosuz internet bağlatamamıştı. Zaten böyle yürürken bir laptopu elinde nasıl tutabilirdi ki? Yine de zaman zaman saçmalamaktan alıkoyamıyordu kendini.

Onu bu duvarın üstüne yerleştirenin, diğer duvarlarla arasında bulunan görünmez duvarlardan bahsettiğini hayal meyal hatırlıyordu. Başka duvarlar varsa, başka Humpty Dumptyler de olmalıydı. Keşke birini bari görebilse, konuşabilseydi. Zaman zaman yeni duvarlar inşa edildiğini, yeni Humpty Dumptylerin o duvarlara çıkarıldığını düşünüyordu. Kendisi bilmiyordu ama bu düşüncesi doğruydu. Bilmediği diğer şey ise kardeşlerini kendi zihnindeki duvar yüzünden göremediğiydi.

Öyle çok duvar…

Öyle çok Humpty Dumpty…

Gerçekten öyle çok duvar vardı ki, Humpty Dumptylerin hayatlarında ve etraflarında. Duvarların üstünde acı çeken kardeşlerini görmek yerine sadece duvarlara bakıyorlardı. Başkalarının duvarlarıyla meşgul olurken, kendi duvarlarını hep görmezden geliyorlardı. Hâlbuki sık sık ya kendilerinin ya da diğerlerinin duvarlarına çarpar, burunlarını kanatırlardı. Kaç Humpty Dumptynin kabuğu çatlamıştı duvarlara çarptığı için, kaçınınki de kırılmıştı tam ortasından.

Önyargı duvarlarından çok ayrılamayan ama insanları sözüm ona bir şeylerden “korumak için” yapılan duvarlar da vardı mesela. En eskisine “Çin Seddi” denirdi. Sonra halkları birbirinden ayırmak için duvarlar inşa edilmişti. Aynı ülkenin insanlarını ikiye bölen. En bilinenine “Berlin Duvarı” diyorlardı, Humpty Dumptyler geçmeyi çok denemişti onu. Çoğu kırılmıştı çabalarken. Şimdilerde İsrail, Kudüs’ü, koskoca kadim Kudüs’ü ikiye ayırıyordu kilometrelerce uzunlukta bir duvarla. Irak’ta, Şii ve Sünni bölgeleri arasına duvar çekiliyordu büyük bir gayretle, aynı dine inanan çocukları birbirinden ayırmak için bir “Mezhep Duvarı” inşa ediliyordu zihinlerde de.

Çocukken aşılmaz duvar mı vardı?

Çocukken böyle miydi hâlbuki? Çocuk Humpty Dumptyler için duvarlar hep aşılması gereken, gizli meyve hazinelerine ulaşmalarını engelleyen sınırlardan ibaret değil miydi? En güzel meyveler, en yüksek duvarların arkasında olmaz mıydı hep? Çocuk Humpty Dumptyler bulmaz mıydı aşmanın bir yolunu o yüksek duvarları? Kabukları da hemen kırılmazdı yetişkinlerinki gibi. Ama eskiden duvarın bile bir namusu vardı (şimdilerde etik diyorlar gerçi). Dikenli tel çıktı mertlik bozuldu. Duvarı aşmaya çalışırken düşmeyi göze alan Humpty Dumptyler, büyüdükçe dikenli tellere takıldı, makinelilerle vuruldu. Kabukları kırıldı hep, kabukları kanadı.

Aşmaya çalışmaya değerdi yine de. Duvarlardı çünkü Humpty Dumptyleri birbirinden ayıran, birbirlerini tanımaktan, sevmekten alıkoyan. Duvarlardı çünkü ortak geçmişleri, acıları yok sayan. Duvarlardı çünkü her bir zihni, her bir kalbi tek kişilik bir hücreye koyan. Duvarlardı çünkü Humpty Dumptylerin yaralarını birbirine sardırmayan. Duvarlardı çünkü düşsün diye onları, dostlarını itmeye zorlayan. Duvarlardı çünkü gökkuşağını göremesinler diye gözlerini kamaştıran. Duvarlardı çünkü kalplerini tam ortasından ikiye ayıran. Duvarlardı çünkü her bir tuğlası “el emeği, göz nuru” olan, onun için daha pahalı satılan. Duvarlardı çünkü Humpty Dumptyleri birbirine kırdıran ve gözlerinin yaşına hiç bakmayan.

Durdu birden Humpty Dumpty. Yine alıkoyamamıştı kendini saçma sapan düşüncelerden. Üzerinde yürüdüğü duvarına baktı. “İyi ki dikenli tel yok duvarımın üstünde. Yoksa nasıl yürürdüm ben, bir ileri bir geri, yıllardır böyle” dedi. Ve duvarını bir kez daha sevdi. Sevmeseydi eğer, belki aşmayı denerdi…

En çok da son bakışın yaralıyor kalpleri,

Duvarın üstünde oturmuş, saçların rüzgârda savrulurken,

Atlayınca kırılacağını bile bile kabuğunun,

Hiç kırpmadan baktığın gözlerin,

Ve havada sallanan elin.

Olsun, sen kırarken kabuğunu,

Belki anlar başka bir Humpty Dumpty, duvarların aşılabilir olduğunu.

Hadi atla!

Duvar çekecek kadar büyük bir tehlike yok bu duvarın ardında.

İçimizdeki sevgiden başkası değil, bizi duvarımıza bağlayan da.

Duyduğumuz sevgi; ayrılıklara, kana ve acıya…    

Esra Özer Duru, Ankara, Temmuz 2007, Turuncu, gözden geçirme Mart 2021.

Taze Taze Hikâyeler

BEKLEME ODASI

Mart ayı ortalarıydı. Hava, okullardaki mevsim tablolarında her zaman bahara dahil edilmesine rağmen, yıllardır rolüne direnen bu aya yakışı...

Yeni Yazılardan Haberdar Olun

Kaçırmayın!