22 Aralık 2023

SİYONİST İSRAİL KENDİ YARATTIĞI EFSANEYİ YIKARKEN

Siyonizm, “katledilen masum halk” rütbesini kimseyle paylaşmak istemediği için Nazi Almanyasında Yahudilerden başka insan topluluklarının da öldürüldüğünün konuşulmasını istemez. Halbuki Naziler; Yahudilerin yanında Romanları, Polonyalıları, çeşitli Slav halklarını, ırkı fark etmeksizin engellileri de ortadan kaldırmayı denedi. Siyonistlerin en önemli silahı olan Hollywood yapımı filmlerde, kamplarda ölen diğer halkların ismi bu nedenle neredeyse hiç geçmez. Yıllardır esaslı Siyonist bir eğitimden geçiyor olmasına rağmen dünya halklarının geldiği İsrail’in meşruiyetini ve zulümlerini sorgulayan nokta o yüzden takdire şayan.

Kıyamet filmleri (apokaliptik) denilen bir kategori vardır, meraklısı seyreder. Hollywood, bu filmlerde dünyanın bir felakete gidişini ya da bir felaketten nasıl toparlandığını anlatır. Bu filmler, komplo teorisyenleri için bolca malzeme içerir. Diğer yandan anlatılan hikâyede, izleyeni, mantıkla, gerçekle bağdaştığı için rahatsız eden yönler vardır. 2013 yılında Dünya Savaşı Z isimli bir film gösterime girdi. Senaryonun kaydettiği isabet filmin, Covid salgını sırasında bol bol haber olmasını sağladı. Film, laboratuvarda üretilen bir salgın hastalık virüsünün kontrolden çıkarak dünyaya yayılması ve cengâver bir grup insanın bununla mücadelesini anlatıyordu. Ekip, mücadelelerine destek ararken çeşitli ülkelere gidiyor ancak hiçbirinden umdukları yardımı alamıyordu. Duraklardan biri de İsrail’di. İsrailliler virüsün ülkelerine girmeyeceğinden çok eminlerdi çünkü ülkelerinin etrafı kalın ve yüksek duvarlarla çevriliydi. Zaten bu duvarları ileri görüşlülükleriyle (!) Filistinliler ve onlardan gelecek böyle tehlikelerden korunmak için örmüşlerdi. Burada senaryonun ironisi devreye girdi, beklenmeyen gerçekleşti, hastalıktan deliren İsrailliler, o duvarların içini birbirlerinin mezarına çevirdi.

Hz. İbrahim, oğlu İsmail, kurbanlıktan azat edildiğinde; başka bir oğlunun soyundan gelen torunlarının, insan kardeşlerini kıyıma uğratacağını hiç düşünmüş müdür? Kendilerine onun ve oğullarının adını ata adı olarak seçen İbraniler/İsrailoğulları/Museviler/Yahudiler -bunların hepsi bir peygambere dayanan isimlendirmeler- yazdıkları efsanevi öykülerden devşirdiklerini sandıkları meşruiyetle, akraba bir kavmi yok edebilmeyi mi hedefliyor? Torah’ta Hz. Adem’in oğullarından Kabil, Habil’i öldürdüğünde, Tanrı’nın Kabil’e sorduğu “Kardeşine ne yaptın?” sorusundan kaçabileceklerini mi düşünüyor? Kur’an-ı Kerim’de aynı kıssa anlatıldıktan sonra yapılan “İşte bundan dolayı İsrailoğulları için şu hükmü koyduk: ‘Bir cana kıymanın veya yeryüzünde bozgunculuk çıkarmanın cezası olmaksızın kim bir kimseyi öldürürse sanki bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim de bir canı kurtarırsa sanki bütün insanların hayatını kurtarmış gibi olur.’ Şüphesiz peygamberlerimiz onlara apaçık deliller, mucizeler getirdiler. Ne var ki, bütün bunlardan sonra onların pek çoğu hâlâ yeryüzünde taşkınlık yapıp durmaktadırlar” ilahi ikazından kurtulabileceklerini mi hayal ediyor?

Bu kadar kan, acı, gözyaşı üstüne bir şehir, bir ülke nasıl kurulabilir?

Hangi dinin kutsal kitabı, peygamberi, böyle bir soykırımı emredebilir ve meşru bulabilir?

Ölü bedenler üzerine bir medeniyet inşa edemezsiniz!

O kan sizi tutar!

Siyonistler, yıllardır kendilerine Nazi Almanyasında maruz kaldıkları zulümleri istismar ederek sanal bir güçlülük dünyası inşa ettiler. “Yenilmez”, “güçlü”, “Ortadoğu’nun tek demokrasisi”, “dünyanın mazlumu” gibi sıfatlarla zalim, katliamcı, gayrimeşru, haysiyetten yoksun, canavar Siyonist işgallerinin üstünü örtebileceklerini zannettiler. Ancak çok yanıldılar. Dünya halkları uyandı. İsrail’in ne kadar düşebileceğini gördü. Tıpkı Dünya Savaşı Z filmindeki gibi İsrail, kendisini, inşa ettiği o duvarlar arasında yok edecek. Dünya halkları, İsrail’in kibirden aynasını paramparça edecek ve zafer mazlum Gazzelilerin olacak! 

BİSAN’IN SAÇLARI[1]

Çerçeve Hikâye, içinde başka öykü ya da öyküler barındıran iç içe geçmiş hikâyelerdir. Anlatılan ilk hikâye ya da tüm hikâyelerin yanında sürüp giden hikâye ana hikâyedir, dış çerçeveyi oluşturur. Bu teknik sayesinde yazar okuyucusuna bir metinde birkaç hikâyeyi, mesajı birlikte ve kolayca verebilir. Başka bir deyişle “öykü içinde öykü” veya “öyküler dizisi” barındırır.

“Gülüşleri ve öpüşleri çalınmış çocuğun gidişler uğruna uzattığı saçları için…”[2]

Bisan’ın kıvır kıvır çok güzel saçları vardı. Örmezdi ama bazen başının üstünde bazen de kulaklarının arkasında topuzlar yapardı. Bisan’ın kıvırcık saçlarından başka içleri gülen gözleri, cıvıl cıvıl bir gülüşü vardı. Bisan Gazzeliydi[3].

1983’te babam yeni kurulmuş bir yayınevinin (Çekirdek Yayınları) bastığı “İslam Ülkelerinden Hikâyeler Dizisi[4]”nden üç kitap getirdi. Kitaplar geldiğinde okuma yazmam yoktu, çizimleriyle dost olduk. Yalçın Turgut’un çizdiği iri gözlü, kıvırcık saçlı, hüzünlü çocuklarla yarenlik ettik uzun süre. Onlara kafamda birer hikâye yazmıştım ama hikâyeleri başkaydı.

Filistin’de Bir Çocuk’un hüzünlü kahramanı 10 yaşında, kıvırcık saçları iki örgülü Ayşe Sevra, bir mülteci kampında doğmuştu. Bütün Filistinli çocuklar gibi büyük hayalleri vardı. Dalgın gözlerinde hep bir damla yaşı olurdu. Gerçek bir olayın kahramanı 9 yaşındaki Mehtike Libyalıydı. İki yandan ördüğü koyu renkli, kıvırcık saçlarını hoplata hoplata kuzularının peşinden koşardı. Kısacık ömrü, kuzularını otlatırken ABD üssünden kalkan bir helikopterden açılan ateşle bitiverdi. Küçük Tuba Büyük Yolda’da Tuba ailesi ile birlikte karayoluyla hac yolcusu bir Türk kızıydı. Tabi ki kıvırcık, iki yanından örgülü saçları vardı.

Bisan, Filistinli bir sosyal medya içerik üreticisi, kendi hikâyesinin başrolünde. Dünya, Gazzeli kadınların acılarını, ihtiyaçlarını onun objektifinden ve anlatımından öğreniyor. Bisan, birkaç gün önce uzun ve kıvırcık saçlarını, İsrail’in Gazze’deki zulümlerinden biri olan susuzluk nedeniyle kesmek zorunda kaldığını açıkladı. Paylaştığı fotoğrafta, avucunda güzelim kıvırcık saçlarından kesilmiş bir tutam vardı.

Bisan’ın saçlarını görünce aklıma kendi çocukluğum geldi. Biraz komik biraz talihsiz bir sebeple o güne kadar sımsıkı ördüğüm kıvırcık saçlarımı kısacık kestirmek zorunda kalmıştık. Bazı arkadaşlarım o sırada popüler olan bir köle dizisindeki çocuk köleden ilhamla bana isim takmıştı. Küçük Sebastio özgürlüğü için mücadele ediyordu.      

Yerli kadınları da saçlarını iki yanlarından örerlerdi. Gazzeli kadınlarla kendi ülkelerinde dayanışan yerli kadınlar (sömürgecilerin adlandırmasıyla Kızılderililer) örgülü saçlarıyla dans edip şarkı söylüyorlar. Yani Bisan’ın saçları çerçeve hikâyemiz. Bizi, yeryüzünün özgür kadınlarını, birbirimize bağlıyor. Ayşe Sevra’nın, Mehtike’nin, Tuba’nın, Esra’nın, Mahsa’nın, Rachel’ın, Bisan’ın kıvırcık, düz, uzun, kısa, sarı, siyah, örgülü, örtülü, örtüsüz saçları… Sevgili Bisan’ın saçları; özgür Filistin’in özgür rüzgarlarında çok yakında uçuşur inşallah[5].

Esra Özer Duru, Ankara, 20.12.2023.


[1] Yazıyı okurken dinleme önerisi: Savage Daughter https://youtu.be/tegev08KyHY?si=WlcSskV532iTffM0

[2] Bu mısranın şairini hatırlayamadım ve internet taramalarında da bulamadım. Özür ve saygıyla…

[3] Bisan, Gazze’de ve şimdilik iyi. -di’li geçmiş zamanı, hikâye zamanı olduğu için kullandım.

[4] Çekirdek Yayınevi, 1982’de ORBAY Ortadoğu Basın Yayın A.Ş tarafından çocuklara İslam coğrafyasında yaşananları anlatabilmek amacıyla kitaplar yayınlamak için kuruldu. İdare Meclisi Başkanı Hasan Aksay’dı. Filistin’de Bir Çocuk ve Mehtike’nin yazarı Abdurrahman Dilipak, çizeri ise Yalçın Turgut Balaban’dı. Balaban, 2021’de vefat etti. Hasan Aksay, (Aralık 2023 itibariyle) rahatsızlığı nedeniyle hastanede tedavi görüyor. Küçük Tuba Büyük Yolda’nın yazarı Hasan Fettahoğlu ile ilgili bilgi bulunamadı.

[5] https://www.hertaraf.com/koseyazisi-siyonist-israil-kendi-yarattigi-efsaneyi-yikarken-3981 

13 Aralık 2023

GAZZE İSRAİL’İN ÜSTÜNÜ KIRIK KALEMİYLE ÇİZİYOR

Düşünmeye, yazmaya, konuşmaya, yaşamaya çalışıyoruz. Olmuyor! Dünya halkları, Gazze’deki soykırıma bağırarak, ağlayarak, protesto ederek, meydanlara çıkarak, şarkılar söyleyip dans ederek, mumlar yakarak… karşı koyarken, İsrail ve işbirlikçileri gözümüzün önünde, Gazze’de; bilmediğimiz bir tanrıya, kirlettikleri semboller eşliğinde gözü dönmüş şekilde cinayetler işleyip kan akıtarak kurbanlar sunuyor. Bu tanrıyı kutsamak için, Hz. Musa’yı, Hz. Davut’u, Hz. Süleyman’ı, Davut Yıldızı da dedikleri Mühr-ü Süleyman’ı, Tevrat’ı, “vadedilmiş topraklar”ı, yıkmaya çalıştıkları Mescid-i Aksa’yı, “antisemitizm”i, “Holokost”u, “kendini savunma hakkı”nı, “kınama”yı, “ateşkes”i, “esir takası”nı, “orantılı güç kullanımı”nı… her şeyi ama her şeyi bozup yeniden tanımlamaya kalkışıyor. Cümleler merhametsizce formüle ediliyor. Fail İsrail olunca fiiller edilgenleşiyor, Gazzeliler sanki kendiliğinden ölüyor.

İsrail hep yaptığını yapıyor. Fotoğraflarla, haritalarla, videolarla, kayıtlarla, haberlerle, enkazlarla oynuyor, kendince “haklılığını” dekore ediyor. Gerçeğin şahitleri gazetecileri ortadan kaldırmak istercesine kendilerini, ailelerini öldürüyor. Hastaneleri, camileri, kiliseleri, okulları, sivil toplum binalarını yok ediyor. Bir halkı orada hiç yaşamamışçasına yok etmeyi, hepimizi bu algıya maruz bırakmayı deniyor. Kelimelerimizle, vicdanımızla, aklımızla, tarihimizle oynuyor. Hem üzümü yiyip hem bağcıyı dövüyor hem de ciyak ciyak bağırıyor. Bunları yaparken öyle rahat ki, yarın dünyaya dönüp “Gazze mi? Saçmalamayın, burada öyle bir yer yoktu!” diyebilir, bir dizi şahit bile getirebilir. Bu utanmazlık, insafsızlık karşısında hissettiklerimizi ifade edecek kelime, eylem, duygu bulamıyoruz. Hatta boykotların duyurulduğu şekillendirildiği, sansürlere direnildiği yeni bir mecra olan sosyal medya meydanının dili “emoji”ler de yetersiz kalıyor şahit olduklarımız karşısında. Ne desek hafif kalıyor!

Gazze bizim neyimiz olur?

Ankara’daki Kelime Müzesinde g harfindeki “gazlı bez” kelimesinin tanımında şöyle yazıyor: “Düşeriz, dizimizi kanatırız, yaralanırız da oraya gazlı bez sararız. Ama koklarsın, koklarsın gaz kokusu gelmez. Çünkü gazlı bez, gazlı bez değildir. Onun aslı gaz bezidir. Onun da aslı Gazze bezi. Gazze’nin meşhur incecik tülbent bezi.” Yani Gazze bizim hem yaramız hem yaramızı saranımız oluyor. Gazze; yakamızı, kalbimizi, elimizi bırakmıyor. Aklımız, fikrimiz, gündemimiz hep Gazze… Buna rağmen Gazze’de yaşananlar, insanlığımızın, merhametimizin, cesaretimizin, aklımızın, mantığımızın, fedakârlığımızın, hassasiyetimizin, kahramanlığımızın üstünü; çaresizliğimizin, acizliğimizin, az gelişmişliğimizin altını çiziyor.  

Gazze’de şu kadar çocuk, şu kadar kadın, şu kadar erkek ölüyor… İsimleri sevgiyle konulmuş, sofraya çağrılmış, hediyeler alınmış, başı okşanmış, dizine yatılmış, saçının topuzu öpülmüş, bir tohum ekmiş, bir çiçeği sulamış, bir kediyi kucaklamış, topu arabanın altına kaçmış, şarkılar söylemiş, dualar etmiş, hatta bu dünyanın oksijeni dahi ciğerlerine küvözsüz nasip olmamış bebeklerin aralarında olduğu her kim varsa vahşi bir ölümle öldürüyor İsrail. Seçmiyor, ayırmıyor, acımıyor, durmuyor, dinlemiyor.

Hesapların üstünde bir hesap var: İsrail kendi ayağına sıkıyor

Siyonist İsrail, Gazze’deki cürümleri işlerken bugüne kadar istismar ettiği “Nazi mağduru”, “Holokost sağ kalanı” imajlarını kendi kendine yerle bir ediyor. Siyonistler gerçek yüzleriyle bütün dünyada ilk kez böyle faş oluyor. Aralarında Nazi soykırımından sağ kalmış insanların çocukları ve torunları da olan bazı Yahudiler İsrail’e “bizim acımızı kullanma, bizim adımıza öldürme” diyerek karşı çıkıyorlar. Kıyamete yaklaşan dünyada hiçbir şey gizli kapaklı kalmıyor. Gazze’nin şehitleri, emanetlerini teslim etmeye bütün ihtişamlarıyla yükselirken İsrail’i ve işbirlikçilerini tarihin en büyük utancı ve hesabı bekliyor[1].

Esra ÖZER DURU, Ankara, 8 Aralık 2023.

17 Ağustos 2023

ŞEHRİN SAHİBİ KİM?

Yıllardır doğayla iç içe, kenarda köşede kalmış, yapılaşmanın az olduğu bir semtte yaşıyoruz. Son zamanlarda bir şeyler değişti ve etrafımızdaki arsalar hızla inşaat alanlarına dönüştü. Önce de semtimizin tabii “bitki örtüsü” olan düğün salonları vardı ama mevsimsel bir gürültü olduğu için tahammül ediyorduk. Şimdi patlayan inşaat furyası, sakinliğimizin ve mahremiyetimizin sonu oldu. Sıcaklar bastırıp kapı, cam açma zorunluluğu artınca kulak tırmalama aşamasından huzur kaçırma raddesine hızla tırmanıveren gürültü akla şu soruyu getirdi. Şehrin sahibi kimdir? Mesela çok erken saatte başlayan inşaat faaliyetlerine, neredeyse her akşam arapsaçına dönen düğün gürültüsüne karşı şehrin sakinlerinin haklarını korumak için devreye kim girer?

Şehir kime emanet? Şehr-emini

Şehrin sahibi deyince insanın aklına bir şehri yöneten, sakinlerinin haklarını gerektiğinde başka bazı “sakin”lere karşı koruyan, altyapı hizmetlerini sunan, bakımını yapan… kısacası şehri emanetine alan kişi, eski adıyla “şehremini” yeni adıyla belediye başkanı geliyor. Yaşadığımız yerle ilgili bir aksaklık gördüğümüzde ilk muhatabımız belediye oluyor. Belediyelerin yanında il özel idareleri, kaymakamlıklar ve bakanlıklar da şehirlerin yönetiminde yetki sahibi. Bizim şehirlerimizde; birinin yaptığını iki gün sonra öbürünün bozduğu enerji, kaynak israfına yol açan ve yaşayanların psikolojilerini altüst eden bir yapboz durumu söz konusu maalesef. Bugün elektrik hattı döşemek için açılan yollara aylarca süren çabalarla asfalt dökülüyor, aynı yollar hafta geçmeden mesela yeni bir inşaata doğalgaz hattı çekmek için kazılıyor. O bölgede yaşayanlar yeniden toza, çamura mahkûm oluyor. Bu yapboza kafayı takmadan yaşamak büyük maharet istiyor. 

Gürültü bahsindeki araştırma karşımıza, 30 Kasım 2022’de yayınlanarak yürürlüğe giren detaylı ve yepyeni Çevresel Gürültü ve Kontrol Yönetmeliğini[1] çıkarıyor. Yönetmeliğin ana yöneticisi ve denetçisi Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı. Onun yanında Ulaştırma ve Altyapı Bakanlığı, Kültür Bakanlığı, büyükşehir, il, ilçe belediyeleri ile il özel idareleri de sorumluluk sahibi. Mesela stratejik gürültü eylem planları hazırlamak maksadıyla şehirdeki gürültüye dair veri toplamak için sabit ve gezici ses ölçüm istasyonlarının kurulması gerekiyor. Bu istasyonlardan alınan bilgiler, eşgüdüm ve koordinasyonla bakanlık nezdinde işlenip gürültü eylem planları hazırlanıyor.

“Sessiz alan”lar nerede?

Burada karşımıza “sessiz alan” diye bir kavram çıkıyor. Bu kavram, “kırsal alanda trafik, endüstri veya rekreasyon faaliyetlerinden kaynaklanan her türlü gürültü rahatsızlığına maruz kalmayacak şekilde ayrılan alanı, şehirleşmiş alanda ise belirlenmiş bir çevresel gürültü gösterge değerinin üzerinde etkilenmenin olmadığı alanı” tanımlıyor. İyi düşünülmüş bir kavram aslında. Çünkü şehir hayatının geldiği noktada, insanların böyle alanlara duyduğu ihtiyaç gittikçe artıyor. Gürültü eylem planları, çevresel gürültünün eve etkilerinin yönetilmesi için elde edilen verilerle çıkarılan fiziksel haritaların yani stratejik gürültü haritalarının sunduğu veriler ışığında oluşturuluyor. En önemli hedef de sessiz alanların korunması ve gürültü azaltım tedbirlerinin alınması.

Yönetmelik, açık alanlarda, tatil beldelerinde müzik yayınının, inşaat faaliyetlerinin saat sınırlarını, havai fişek kullanımında, düğünlerde ya da müzik yayınlarında kimden izin alınacağını tek tek yazıyor. Bunları okuyunca insan, yerel otoriteler mesela “sessiz alan”ların muhafazasıyla ilgili duyarlılık gösterip tedbir alıyor mu, izin saatleri hakkında yeteri kadar bilgi sahibi mi merak ediyor.

Aslında genel olarak detaylı düşünülmüş kanun metinlerimiz, yönetmeliklerimiz var. Ancak konu belli ki insanda bitiyor. Konulan kuralları sorumlular uygulamıyor, denetlemiyor, onlara uymuyorsa buna hangi yasal metin yön verebilir? Komşunuzun hakkını gözetmiyorsanız, kurallara uymakta titizlik göstermiyorsanız, cezalar yeterli olmadığı için cezayı ödemek, kurala uymaktan daha ucuza geliyorsa, sık sık değişen mevzuatlara, istisnai uygulamalara, rahatsız ettiğiniz insanların nezaketine güveniyorsanız size hangi mevzuat engel olabilir?[2]

Esra Özer Duru, Ankara, 15 Ağustos 2023.

20 Mart 2023

SOSYAL MEDYA, NEFES, OPERA

Sosyal medyanın günlük hayatımızdaki yönlendiriciliği her geçen gün artıyor. Orada gelişen (aslında gerileyen) üslup, birbirimizin gözüne bakarak söyleyemeyeceğimiz küfürler, hakaretler, cümleler maalesef genel davranışlarımıza dönüşüyor. Aynı sofraya hiç oturmamış, aynı sıkıntılara hiç katlanmamış, aynı fırında ekmek sırasına hiç girmemiş, aynı acılara hiç yanmamış, hiç gözyaşı dökmemiş gibi birbirimizden uzak, merhametsiz, keskin bir dil yerleşiyor. Özellikle toplumsal felaket dönemlerinde insanlar hızla siyasi kamplara ayrılıyor, yaraları daha hızlı sarıp daha büyük yardım, destek faaliyetleri yapabilme imkanından yoksun kalıyor. Bir de yalan paylaşımlar var ki elden ele dolaştığı için uzun süre canlılığını koruyor ve bunların gerçek olup olmadığının anlaşılabilmesi için bir telefon yeterliyken herkes birbirine “forward” ediveriyor.

En son 11 ilimizi içine alan 6 Şubat depremlerinde de bunu gördük ne yazık ki! Çok sayıda kayıp verdik, şehirlerimiz yerle bir oldu. Ateş düştüğü yeri yaktı ama bizi de kavurdu. Felaket bölgesinin dışında olmamıza rağmen günlük faaliyetlerimizi sürdürecek enerjiyi, isteği bulamadık. Bu kadar canımız yanmasına rağmen konuşma üslubumuzu ayarlayamadık. Böyle bir acı ortada dururken hep yapıldığı gibi hiç konuşulmaması gereken konular konuşuldu, hiç fikrimiz olmayan alanlarda teoriler üretildi. Şahit olduğumuz bütün bu tartışmalar, yaklaşımlar, sosyal medya yalanları; bir üslup inşasının şart olduğunu gösterdi.

Çocukken öğretmencilik oynadıysanız, milli bayramlarda, okul bahçesinde yapılan programlarda şiir okuyup konuşma yaptıysanız siz de yaşamışsınızdır: Acemi konuşmacılar seslerini veya nefeslerini güzel ayarlayamadıkları için sesleri kısılır, boğazları tahriş olur. Bu ses kısıklığı birkaç gün kahramanlık nişanı gibi taşınır. Bunun sebebi konuşurken, okurken bağırmamız; boğazımıza yani ses tellerimize ve akciğer nefesimize yüklenmemiz. Diyafram nefesimizi kullanmayı öğrenebilsek ses tellerimizdeki tahribatın önüne büyük ölçüde geçebiliriz.

Eskiden yaka mikrofonu gibi imkanlar yoktu. Tiyatro, opera oyuncuları seslerini en arka sıradan duyulabilecek şekilde ayarlamak zorundaydı ve iyi tiyatrocu/operacı fısıltıyla dahi konuşsa sesini duyururdu. Böyle bir ses kullanımı, doğru nefesi bilmeyen bir insanın boğazının ağrımasına, sesinin kısılmasına sebep olurken tiyatrocular, operacılar ertesi gün yine oyuna çıkarlar. Mesela bebekler de saatlerce ağladıkları halde sesleri kısılmaz, boğazları tahriş olmaz. Çünkü doğru nefes almayı fıtraten bilirler.

Normal insanların akciğer kapasitesi 4 litreyken, opera sanatçılarınınki 5.5 litreymiş. Sahne almadan önce kendilerini tüpsüz dalan bir dalgıç gibi tüm seslere, tüm dünyaya “kim ne derse desin kulaklarını tıka, doğru olduğuna inandığın şeyi yap” der gibi kapatırlarmış. Kalp ritimlerini yavaşlatmak amacıyla soluk egzersizi yaparlarmış. Soluklarını dengelemezlerse aldıkları nefes kan basıncını arttırır, kulaklarını tıkarmış ki bu “ağızlarından çıkanı kulaklarının duymaması”na sebep olurmuş. Meşhur opera eserleri en az üç perde yaklaşık 1,5-2 saatlik bir sunuş gerektirdiğinden bu kondisyonu bu süreye yaymak gerekirmiş.  

Eseri seslendirirken, contre-ut yani zirve noktasındaki notaya ulaşmak için sabırla, yıllarca çalışırlarmış. Bu noktada kalıcı olmak; sanatçının yaşına, akciğer kapasitesini belirleyen sağlığına, yaşam tarzına bağlı olduğundan, söz konusu değilmiş. Yani zirveyi gördükten kısa bir süre sonra iniş yolculuğu başlıyormuş. Contre-ut’a çalışılırken, beyindeki basınç mesela “la” notası çıkarılırkenkinin dört beş kat üstünde oluyormuş. Tüm titreşim beyinde olduğundan baş dönmesi hissediliyor, bu kadar basıncın iyi yönetilmesi gerekiyormuş. Çünkü bu sırada bağırmak opera sanatçısının gırtlağının parçalanmasına sebep olabilirmiş. O nedenle karın bölgesinin desteğine ihtiyaç duyulduğu gibi doğru hava basıncı bulunduğunda uzun süre muhafaza edebilmek için de müthiş bir kas hakimiyeti gerekiyormuş. En kötüsü de seyirci bu sanata ne kadar aşina olursa olsun sesin ya da sanatçının bütün maharetini anlamayabilirmiş. Yani opera sanatçısı bazen sanatını en güzel şekilde yaptığını bilmekle (teşbihte hata olmaz, balık bilmezse Halik bilir misali) yetinmek durumunda kalabilirmiş. 

Rabbimizin İbrahim Suresi 24. Ayette buyurduğu gibi, güzel söz kökü yere, dalları göğe uzanan güzel bir ağaç gibidir. Bu güzel sözü söylemek de güzel ve yumuşak bir üslup, sabır gerektirir. Sözlerin en güzelinin muhatabı olmak iddiasındaysak, onu sosyal medyanın oluşturduğu kısır çekişmelerin diliyle ve üslubuyla değil; iki saatlik, dört perdelik bir opera söylüyormuşçasına sabırla çalışıp çabalayarak, sakin ve uzun nefes planlamaları yaparak dile getirelim.  

Not: Yazıyı yazarken opera sanatçılarının ses yönetimi hakkında bilgiler için https://www.hurriyet.com.tr/opera-sanatcisi-yuksek-performansli-bir-sporcu-gibi-4822217 linkindeki yazıdan faydalandım. 

https://www.hertaraf.com/koseyazisi-sosyal-medya-nefes-opera-3560 

Esra Özer Duru, Ankara, 10 Mart 2023.

15 Şubat 2023

“RÜYALARIN YAPILDIĞI MADDEDEN YAPILMAYIZ BİZ, RUHUMUZ OLMADAN SADECE BİRER MAKİNEYİZ[i]”

Bu cümleler yıllar önce lüks bir otomobilin yeni çıkan modelinin reklam sloganıydı. Reklam metni, oldukça etkileyici ve epey tarihî cümlelerle Shakespeare’in Fırtına isimli oyunundan ilhamla kaleme alınmıştı. Bana göre oldukça iz bırakan bir metin çıkmıştı. Bir arabanın ruhu olsa ona bakışın nasıl değişeceğini tahayyül eden reklam yazarları, bu cümleyi soğuk görünümüyle meşhur bir oyuncunun ağzından söyletiyorlardı. Reklam yazarlarının isabet kaydettiği üzere gerçekten ruh kavramı ne kadar anlam yüklüydü. Zamanın ruhu, eşyanın ruhu, şehrin ruhu… Hatta ben de bir yazımda “evin ruhu” diye bir kavram icat etmiştim. Ruh mühimdi yani hepimiz için.

Kızım ve oğlum yazma merakımı bildiklerinden bana güzel bir antika daktilo hediye ettiler. Daktilonun markası Julietta. Yukarıda bahsi geçen otomobil modeliyle aynı. Reklam sloganındaki cümlelerin aklımda nasıl yer ettiğini bilen çocuklar için bir işaret fişeği olmuş bu isim. Hediyemi alınca, “daktiloma bir bakım yaptırayım, temizlensin, gözümün önünde temiz temiz dursun” diye düşündüm. Ankara’da antika daktilo tamiratı yapan yerleri aramaya koyuldum. İnternete yazıp aratınca birkaç isim buldum ve tahmin ettiğim gibi bu isimlerin tamamı Ulus’taydı. Listedeki ilk isme bulduğum numaraların hiçbirinden maalesef ulaşamadım. Diğer usta ise ilk aramamda tık diye telefonu açıverdi. Hayatta ve işinin başında olması beni çok sevindirdi. Ama adres kısmında Uçar Han’ı görünce gelen ağlama hissine bir anlam veremedim. Üstünde düşününce bu his beni çocukluğumun Ulus’una ve “dönemin ruhu”na götürdü.

Muhammed Esed, Mekke’ye Giden Yol isimli eserinde; batıda bulamadığı için doğuda aradığı ve bulduğu, kendini ait hissettiği, değer verdiği bir şeyden bahseder. O adını koymaz ama biz onun ne olduğunu anlarız. Esed’in doğuda sevdiği şey, ruhsuz seri üretimin girmediği, suni sınırların bölmediği, vefanın, nezaketin, doğallığın, doğrudanlığın geçer akçe olduğu bütünlüklü günlük hayattır. Kapitalist karmaşa, acele yoktur orada ve Esed buna vurulur. Batının doğuya en son ve en büyük sızma girişimleri olan Dünya Savaşları başlamadan, son nefesinde yetişir o dünyaya. Kendisini, o bütüne ait hisseder, yarıda kalmışlığı sonlanır, bütün olur, bütüne eklenir. Doğu o sırada, sakin, yavaş, mütevekkil ritminde daha bütündür bugün olduğundan, daha tamdır. İşte Ulus da şimdi bana böyle bir dünyadan kalmış gibi geliyor. Bu arada belirtmek gerek, Altındağ Belediyesi Ulus’a pırıl pırıl bakıyor.

Her ne kadar endüstriyel üretimin, modern dünyanın satış dükkanlarıyla dolu olsa da Özler Han, Uçar Hanıyla Rüzgârlı Sokak, köşede Bosna İşkembecisi, babamı 1987’de hacca uğurladığımız Hacı Bayram Camii önü, benim baca zannettiğim; önünden annemin elinde uçuşa uçuşa geçip dolmuşa yetiştiğimiz daimi leylek yuvalı Julien Sütunu, Ankara Kalesinin soluk kesen yokuşu, Kalenin kocaman taşlarla örülü kaporta düşmanı kapısı, restore edildiği halde hayatla bağını ikinci kata çıkan ahşap merdivenleri gibi yitirmiş kale evleri, namaz kılarken Nuh’un Gemisinde Büyük Tufan’dan kurtulanlardan olduğunuz hissini veren oraya buraya serpilmiş minik ahşap camiler, adet olduğu üzere çocukken kocaman, şimdi daracık görünen sokaklar, mimarileriyle dikkati çeken terk edilmiş binalar, hala hayatın devam ettiği evlerin bahçelerinden sokağa akıp giden sular, zamanın tanığı olmuş kalın gövdeli ağaçlar, öğrenciyken çektiğimiz, basarken üstüne acemi parmak izlerimizi bıraktığımız  siyah beyaz fotoğraflar, Samanpazarı’nda, Çıkrıkçılar Yokuşu’nda antikacılarda satılan Allah bilir ne zaman, kimin baktığı, hangi başların uzandığı unutulup gitmiş kapı, pencere pervazları… 

Eskiden insan kaynarken şimdi boş kalan, yıkılmaya yüz tutmuş, tekinsiz bulunan Ulus sokaklarında kaybettiğimizi anladığımız şey bir tılsım, hiçbir restorasyonun, temizliğin geri getiremediği kayıp bir nota! Bazı meslek erbabı bana o kayıp notayı hatırlatıyor; içimdeki radyoda çalan ama devamını bir türlü getiremediğim şarkının kayıp notasını… Saat, daktilo, şemsiye, ayakkabı, halı/kilim, bakır, ahşap… tamircileri, hayatta kaldıkları, mesleklerini çıraklarına öğrettikleri sürece o şarkının bir gün yeniden tamamlanıp çalınacağına dair umut taşıyabiliyoruz. Belli ki bizim ruhumuz artık o kaba uymuyor, oranın ruhu da artık bizim kabımızı doldurmuyor. Ama daktilo tamircisinin bir antika daktiloya dokunan parmakları o ruhun eski kalıbını bulamasa da yeni bir kalıp çiziveriyor boşluğa.

Yani diyeceğim, insan bir bilgisayar klavyesiyle duygusal bir bağ geliştirmiyor da köstekli bir saate veya antika bir daktiloya vurulabiliyor. O eşyadaki ruhu görüp onun ritmine ayak uydurmak isteyebiliyor. Mesele yıllarca aynı saati, aynı daktiloyu kullanmak değil, o saatin, daktilonun ilk üretiminde harcanan emeğe bir saygı duruşu. Tıpkı reklam metninde Shakespeare’in dizelerine yer verilmesi gibi…      

Rüyaların yapıldığı maddeden yapılmayız biz[ii]

Ruhumuz olmadan sadece birer makineyiz…

(We are such stuff as dreams are made on…

Without heart we would be mere machines…)

https://www.hertaraf.com/koseyazisi-ruyalarin-yapildigi-maddeden-yapilmayiz-biz-ruhumuz-olmadan-sadece-birer-makineyiz-3483

Esra Özer Duru, Ankara, 29 Ocak 2023.


[i] Reklamda yer verilen cümlelerden alıntı. İlki Shakespeare’den. 

[ii] William Shakespeare’in Fırtına oyununda kahramanımız Prospero’nun orijinal cümlesi.

Taze Taze Hikâyeler

BEKLEME ODASI

Mart ayı ortalarıydı. Hava, okullardaki mevsim tablolarında her zaman bahara dahil edilmesine rağmen, yıllardır rolüne direnen bu aya yakışı...

Yeni Yazılardan Haberdar Olun

Kaçırmayın!