arkadaş etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
arkadaş etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

18 Kasım 2021

BASRİ GÖRÜR NEDEN GÖRMÜYOR? (Basri Görür 2)

Basri bey, hastaneden eve döndükten sonra komşusu onu pek yalnız bırakmadı. Alçısı çıkana kadar yemek getirdi, çaya çağırdı, alışverişinde yardımcı oldu. Koltuk değnekleriyle iş yapmak zor olduğu için kendi gündelikçilerini ona günlük işleri halletsin diye yolladı. Arabasıyla işe bıraktı, akşamları aldı. Arada hamama götürdü. Basri beyin karısı ise intihar girişimine ve kırık bacağa rağmen dönmedi. Sadece birkaç kere uğrayıp yaptığı yemeklerden, kekten, börekten bıraktı. Bir de boşanma davasını açmayı geciktirdi. Oğlanlar arada babalarını ziyaret edip evi şenlendirdiler ama eski enerji hiç dönmedi.

Basri ilk uğradığında büyük bir umutla karısına hastanedeki polisin söylediklerini anlattı ama onun üzerinde herhangi bir etkisi olmadı. Yüzünde buruk bir gülümsemeyle getirdiği yemeklerin kaplarını boşalttı, bir poşete koydu ve gitti. Halbuki Basri yeni keşfinin kendisindeki aydınlanmayı karısında da yapacağını umuyordu. Bu yüzden aklından Ferdi’nin intiharı, kendisinin başarısız girişimi, basiretinin bağlı oluşu hiç çıkmıyordu. Basireti neden, ne zaman bağlanmıştı Basri’nin? Bunu bulabilir miydi? Bulsa geri çözebilir miydi? Yoksa her şey için çok mu geçti? Basiretini çözebilirse ailesini geri alabilirdi. Alçı dönemi boyunca fikirler geliştirdi. Bu sefer her şeyi doğru yapmak istiyordu. Basiretini çözme projesinin bütün detaylarını not alıyordu. Notlarının başına büyük harflerle ve en özenli yazısıyla BASİRET ÇÖZME YA DA TAMAMEN BAĞLAMA OPERASYONU yazmıştı.

İki ay sonra alçısı çıkarıldı. Alçıyla birlikte koltuk değneklerinin birinden de kurtulup daha rahat hareket edebilmeye başladı. Nalburdan aldığı çimento ve kumla bir harç hazırladı. Sandık odasındaki işe yaramaz küçük camı birkaç tuğlayla kapattı. Elinde kalan harçla ördüğü minik duvarın iç yüzünü güzelce sıvadı. Bayağı düzgün bir iş çıkarmıştı. Karısı görse onunla gurur duyardı ya da defalarca rica ettiği şeyler yerine “böyle lüzumsuzluklarla” uğraştığı için kızardı. Düşününce bu daha yüksek bir ihtimaldi. Getirdiği mutfak tüpünü dışarı koyup tüpün hortumunu kapının altından geçirdi. İşlem başladıktan sonra içgüdüsel olarak kapıyı açmak ya da tüpü kapatmak istemiyordu. O yüzden anahtarı da kapıyı kilitleyince dışarı itti. Hava girmesini engellemek için rulo yaptığı eski bir battaniyeyi kapının altına tıkadı. Kendi mutlak karanlığında yalnızdı artık. Bu operasyondan sağ çıkarsa basiretinin çözüleceğinden emindi. Diğer yandan sağ çıkmayacağından da emindi. Çünkü müthiş bir plan yapmıştı.

Tüpün ağırlaştırdığı odanın havasından derin nefesler çekti, tatlı bir mahmurluk kapladı içini. Zaten bunu bekliyordu. Naif kişiliğine uyumlu, öyle kansız, şiddetsiz, yumuşak biçimde uyuyarak ruhunu teslim edecekti. Uykunun kollarına kendini bıraktı. Bir ihtimal Basri hayatına dair elde ettiği yeni ipucunun ışığında bilincinin derinlerine gömülmüş anıları kazıp çıkarır ya da son zamanlarda pek sefil bulduğu hayat yolculuğunu sona erdirmeyi bu sefer başarırdı. Hafızası oradan oraya atlamaya, Basri’yi hayatının farklı zamanlarında dolaştırmaya başladı.

Basri’nin Durakları

Evde kavga çıkıyo, sınıfta kavga çıkıyo, sokakta kavga çıkıyo… Basri öfkenin geldiği anı

göremiyo. Hangi işaretlerin öfkeye dalalet ettiğini bir türlü anlamıyo. Çünkü bazen kızılan şeye bazen kızılmıyo, bazılarının kızdıklarına bazıları kızmıyo. Yüzünü hatırlamadığı bir ses kulağına, üstüne vazife olmayan işlere karışıp başını derde sokmasını istemediği için, “baktıklarını görme, gördüklerine baksan yeter” diye fısıldıyo. Hayatı boyunca ne zaman kafası karışsa bu ses ona “bakma, görme” diyo. Basri sanki daha az üzülüyo.

Fıkra anlatmayı hiç beceremiyo. Okulun ilk günü “kim fıkra anlatmak ister ya da kim şarkı söylemek ister?” diye sorulduğunda görünmez olmayı diliyo. Tüm cesaretini toplayıp anlatmaya başlarsa kelimenin ortasında nefesi kesiliyo, yutkunmak zorunda kalıyo, herkes tuhaf tuhaf bakıyo. Basri utanıyo, ses fısıldıyo: Anlatma!

Mahallede her oyunun mevsimi oluyo. Basri annesini o oyunun malzemesini almaya ikna edene kadar arkadaşları başka oyuna geçiyo. Boru alınana kadar onlar “çamura çivi saplıyo”. Basri elinde borusu ve külah kâğıtları kenarda bekliyo. Kimse Basri’ye külah nasıl yapılır, nasıl ıslatmadan yalanır öğretmiyo. Basri çamur oyununa da geç kalıyo. Kuzeninden bir torba dolusu misket geliyo. Gıcır gıcır, renk renk cam misketler… Basri misket oynamayı bilmiyo. Annesi bir torba dolusu misketi komşunun oğluna veriyo. Basri’nin torba dolusu ışıltısı gidiyo. Basri ağlıyo, ses fısıldıyo: Hissetme!

Sınıf arkadaşının ailesi aynı köylü, onlara çaya gidiyolar. Herkes salonda oturuyo, bunlara camsız sandık odası düşüyo. Arkadaşı övünüyo, “bizim ev dört odalı, onun için daha çok kira veriyoruz” Basri bakıyo, onların evi üç oda, pek güneş almıyo ama odalar büyük, kira da vermiyolar üstelik. Annesi evde, “bizim de küçük bile olsa sandık odamız olsa, kuruları, bulguru, pirinci koysak, Kalbiye ablanın evi gibi azıcık güneş alsa” diye hayıflanıp duruyo. Basri biliyo, Kalbiye ablalar da kirada oturuyo. Ses fısıldıyo: Kıyaslama!

Okulda öğretmen, arkadaşlarını seviyo, Basri’yi daha az seviyo. Bu nasıl sevgiyse? Arkadaşlarından biri çok akıllı, soru okunurken cevabı söylüyo, tam da bu yüzden dayak yiyo. Öğretmen çocuğun başını tahtaya yaklaştırıyo, gözünü nişan alır gibi kapatıp tahtayla arasını ölçüyo. Sonra çocuğun yanağına tokadı patlatıyo. Çocuk hem tahtadan hem öğretmenden dayak yiyo. Okul çıkışında anneler konuşuyo, “öğretmenin çocuğu olmuyo!” Merhamet için baba olmak mı gerekiyo? Trenci amcanın beş çocuğu var. Hepsini ayrı ayrı, üstüne karısını dövüyo. Yan apartmandaki Adile Naşit’e benzeyen teyzenin hiç çocuğu yok. Üstelik kocasının kaşları da çok çatık ama karısı susayıp camın önüne gelen çocuklara bardak bardak su verince bir şey demiyo. Çaktırmadan gülüyo. Basri görüyo, ses fısıldıyo: Bilme!

Yan komşunun karısı çok para istiyo. Adam da bunalıyo, içip içip silahını masaya koyuyo. “Ya seni vuracağım ya kendimi” diyo. Komşunun çocuğu kapıya geliyo, Basri’nin babası gidiyo, adama sade kahve içiriyo, tabancayı kendi evlerine gönderiyo. Anne büfenin üstüne koyuyo. Adam ertesi gün kapıya geliyo gözleri bir tavanda, bir yerde, “Yenge bizim emanet sizdeymiş. Bana zimmetli de o! Bir kaza çıkmadan…” apartmanın mozaik zemininde sesi kayboluyo. Basri, “Akşam ya onu ya karısını götürüyodu emanet! Emanet kötü bir şey mi? Zimmetlenince bir şey korunuyosa karısını adama, öğrencilerini öğretmene zimmetleseler ya!” diye düşünüyo, ses fısıldıyo: Anlama!

Basri karıştırıyo, zimmet kim, okulu paspaslayan amca mı? O Himmet, Okan’ın babası. Kalbiye ablaların eve fare giriyo. Üç gün Basrilere yemeğe geliyolar. Okanların evine kanalizasyondan hep fare giriyo. Okan’ın kafası kadar. Okan öyle diyo. Gerçi Okan’ın kafası küçük ama fareler büyükmüş, kimin kafası kadarsa artık? Himmet amca yakalamaya çalışıyo. Onları, evlerinde fare varken kimse yemeğe çağırmıyo… Ses fısıldıyo: Düşünme!

Basri, komşu abiye bayılıyo. Onun cesaretinden istiyo. Abi pek yüz vermiyo. Basri yine de etrafında dolanıyo, kendisiyle oynasın diye yalvar yakar oluyo. Bir gün kalbine sığmayan bir sırrı ona anlatıyo. “Kimseye söyleme” diye tembihliyo. Ertesi gün sır patlıyo. Akşam annesi “gel bakalım” diyo. Basri anlıyo, ses fısıldıyo: Güvenme!

Alamancı komşular, yaz tatiline geliyo. İkiz çocukları koltuklarının altında monopol kutusu, ellerinde poşetle solucan şeker, dışarı çıkıyo. Kilimin üstünde, birbirine haciz göndermeden önce solucan şekerler pay ediliyo. Basri çekiniyo, tiksinmiş gibi yapıp almıyo. Herkes şekerleri sündürerek yiyip yalanıyo. Basri pişman oluyo, “başka kaldı mı?” diye soruyo. İkizlerin teki kilime yapışmış bir solucanı işaret ediyo, “bu kaldı ister misin?” diye sırıtıyo. Basri kızarıp yutkunuyo. Ses fısıldıyo: İsteme!

Sınıfta Basri’nin kalemi kayboluyo. Arıyo, bulamıyo. Öğretmen kıpırdanıp durmasına kızıyo. Arkasındaki keçi kulaklı kız omuzuna dokunup sarı bir kurşun kalem uzatıyo. Basri can simidi gibi kaleme sarılıyo. Dersten sonra kıza kalemini geri veriyo. Kız gülüyo, “sana hediyem olsun!” diyo. Basri kızın gözlerindeki ışıltıyı, sesindeki cıvıltıyı duyuyo, kendisine kondurmuyo. Ses fısıldıyo: Sevme!

İdrak

Zihinsel yolculuğunun durakları arasında Basri uyumaya çalıştıkça bir şeyler derin uykuya dalmasını engelliyordu. Halbuki ara ara gelen şu müthiş mide bulantısı ve baş dönmesine rağmen sandık odasının zeminindeki halı rahat bile sayılabilirdi. Biraz kıpırdamaya çalışınca kusma hissi arttı. Geçen sefer yerde yatarken kemiğindeki kırık yüzünden midesinin yine bulandığını hatırlıyordu. Bu sefer kalbi de güm güm atıyordu. Basiret Çözme ya da Tamamen Bağlama Operasyonu başarılı olduysa yavaşlaması gerekmez miydi? Gümbürtü sanki içeriden, kalbinden değil de dışarıdan geliyordu. Kulağının dibinde eski sesi yine duydu. Bu sefer -ne tuhaf, alt komşunun sesine benziyordu ve yıllardır söylediklerinin tersini söylüyordu: “Uyan! Bak! Gör! Kendine gel!” Sonra Basri birden idrak etti. Kendisi henüz farkında olmasa da idrak onun için yeniydi! Yine yapacağını yapmış, muhteşem planını evdeki tüp üzerine kurmuştu. Tüp, Basri, nihai uykusuna geçemeden bitmiş, bu sırada Basri’nin sabahtan beri ses soluk çıkarmamasından şüphelenen komşu onu yoklamaya gelmişti. O, “Kendine gel Basri!” diye bağırarak sandık odasının kapısını yumruklarken, Basri kendisine “Basiretsiz Basri! Yine beceremedin! Hadi büyük tüp almayı akıl edemedin bari küçük tüpü dolusuyla değiştirseydin! Kaldın mı yine böyle basiretsiz? Allah seni bildiği gibi yapsın!” diyordu.

Takside giderlerken, Basri’nin hayatını ikinci kez kurtarmanın haklı gururunu yaşayan komşu ise onun elindeki kusmuk poşetiyle “benim film şeridim de ancak böyle olabilirdi!” diye ağlamasına hiç anlam veremedi.

Esra Duru, Ankara, 17.11.2021.

04 Ekim 2021

HEP GİTMEK İSTEYEN KAVAK AĞACI İLE HEP KALMAK İSTEYEN ÇOCUĞUN HİKÂYESİ (KAVAK AĞACINA MEKTUP 3)

Sen ve ben… “Biz”den uzak, kelimelerden tuzak… 

Sen ve ben…

Yola çıkan iki ayrı tren

İki ayrı şehirden

Bir problem, matematikte bile çözülemeyen

Tik tak/ tak tik

Ben hiç anlamam taktikten.

Sezilmeyen stratejiden.

Ayrı zamanlarda yola çıkılan A ve B şehirlerinden

Matematikte bile gidilemeyen…

Coğrafyada bilinmeyen…

 

Kimsenin haberi yok ne A’dan ne de B’den.

İlk kez duyuyor çocuklar bu şehirleri matematik öğretmenlerinden.

Öğretmenlerin kendisi de habersiz şehirlerden.

Çünkü anlamazlar tek kelime, bu iki şehirde konuşulan dilden.

Sen de anlamazsın benim halimden.

Anlamazsın, birine bir kere bile “kal” demeden.

Hâlbuki gitmez, sen kal desen…


Ben ve sen

İki bulut, yağmurunu hiç dökmeyen

Esen rüzgârla uçup yer değiştiren

Ku – Kor/ Kor – Ku…

Gözlerinde hiç görünmeyen

Hava durumunda gösterilmeyen

Ama hep sezilen

“Sibirya Yüksek Basıncı” gibi üzerimizden geçen

Radara hiç girmeyen…

Sen ve ben… “Biz”den uzak, kelimelerden tuzak…

Çocuk ağaca doğru koşarak geldi, biraz önce düşüp kanattığı dizlerini “avut beni” dercesine gösterdi. “Bir hikâye” dedi kavak ağacına yaslanıp, “Bana bir hikâye anlat ağaç. İçinde sen ol, ben olayım, kalmak olsun, gitmek olsun, bir de yalnızlık”.

Kavak Ağacı güldü. “Düşüneyim biraz” diye süre istedi. “Acele et” dedi çocuk. “Benim fazla vaktim yok. Daha eve gidip kendime kalmak için sebepler üreteceğim.”

Kavak Ağacı boğazını temizleyerek “tamam” dedi. “Sana bir hikâye anlatacağım. İçinde sen, ben, kalmak, gitmek ve yalnızlık bulunacak. Bu belki yazarın hep yazmak istediği hikâye olacak”.

Ağaç, “Bir varmış dahası yokmuş” derken çocuk, “Hikâyeye öyle başlanmaz, o masal” diye düzeltti. “Tamam, öyleyse” dedi ağaç, “hikâyenin birinde diye başlayalım, bu olur mu?” Çocuk başıyla onayladı ve Kavak Ağacı, aslında kendi hikâyesini, anlatmaya başladı.

Hikâyenin birinde bir kavak ağacı vardı. Aslında hikâyeler hep başka ağaçlar üzerine yazılırdı. Çünkü kavak ağacı pek estetik, aranan ve sevilen bir ağaç sayılmazdı. Hele baharda polenlerini bırakınca hakkında söylenmedik söz kalmazdı. İşte bu az sevilirliği kavak ağacını bizim hikâyemizin başkahramanı yaptı.

Bir kavak ağacı vardı ülkenin birinde. Hep çocukken annesinin ona anlattığı bir masalı düşünür dururdu. Annesi ona suyun kenarına dizi dizi dizildikleri ve büyümeyi bekledikleri günlerde, “Yurdunu Terk Eden Ağaç” diye bir masal anlatmıştı. Aslında anne bu masalı küçük ağaççığına, hep yanında kalsın, gitmeye heves etmesin, uzaklar içinde yer etmesin diye anlatmıştı. “Elimizdekilerle yetinmeyi bilmeliyiz. Ya fuzuli heveslerle onları da kaybedersek! İyisi mi hiçbir yerden gitmemek...” Biliyordu bu haksızlık ama o anneydi, anneler çocuklarını hep dizlerinin dibinde isterdi.

Fakat Kavak Ağacı, işte tam da annesinin o masalı yüzünden gitmek isterdi. Yurdunu Terk Eden Ağaç, elindekileri kaybetmeyi göze almış ve gitmişti, riske girmişti. İçinde bir yerlerin hep sızlamasındansa denemişti. Masal gitmek isteyenlere ders verir nitelikteydi. Çünkü masaldaki ağaç burnunu sürte sürte eski yerine dönüyordu. Ama Kavak Ağacı uzak tepelerde neler olduğunu bilmek istiyordu.

Kalınca sahip olacağı mutluluktan daha çok mutluluk verecek bir hayat olup olmadığını kendisi görmeliydi. Sonra neler kaçırdığını düşünüp elindeki tek hayatı zindan etmemeliydi. Belirsizliği görmeden ölüvermek istemiyordu. Keman çalmak isteyince “ince hastalıktan ölürsün” diye kemanı kırılan çocuğun ciğerlerindeki değil, kalbindeki ince hastalığa… Balıkçı olmak isteyince “deniz yutar her şeyi” diye engel olunan çocuğun burnundaki tuz kokusuna… Gurbeti görmek isteyince “gurbete giden dönmez” diye durdurulan çocuğun içindeki gurbete kabuğu dayanmazdı. Onun için gitmeliydi, içindeki gitmek hikâyesini kendi kalemiyle bitirmeliydi… 

İçini ve günlerini bu düşünceler dolduruyordu. Gitmek o kadar fazlaydı ki içinde, başka bir şey düşünemez olmuştu.

Bir yanı da kalmak istiyordu -tuhaf şey- insan (pardon ağaç), gitmekle bu kadar meşgulken nasıl kalmak isterdi? Yaşadığı yerde kayısı ağaçları çiçek açmaya başlamıştı. Belli belirsiz kokuları burnuna kadar geliyordu. Kendisi çiçek açan bir ağaç olmadığı için hayıflanır dururdu. Ama bu kadar ağaç, bu kadar koku nasıl arkada bırakılırdı? Hele buradan görebildiği şu evdeki küçük kız… Arada küçük elleriyle ona su taşıyan, solan güneşin altında oturup dizlerindeki yaraları sayan/saran, hüzünlü küçük kız… Baharın doluya çalan yağmurları başlayınca anneannesi küçük torununun elinden tutar, balkon kapısını açar, “annesinin ilk kızı”na üç Kulhü bir Elham okutur, balkona ateş küreği attırırdı. “Sitte-i Sevir küreği çevir de kızım, dolu durur” derdi. Küçük kız burnunu cama yapıştırır dolunun durup durmadığını kontrol eder, dolu durunca kendi marifeti sanıp sevinirdi. Ağaç, küçük kızı bırakıp nasıl giderdi? Her ağacın içinde dizindeki yaraları temizleyen küçük bir kız gizli değil miydi?

Kal De, Kalayım…

Ağaç her şeye rağmen gitmeye hazırlandı. Yüreğinde belirsizliğe adım atanların büyük korkusu, bir yanıyla birilerinin ona engel olmasını istedi. “Ben karar vermek zorunda kalmasam, benim yerime başkası verse. Durdursa beni.” Ama kimse bir şey yapmadı, herkes Kavak Ağacı’na saygı gösterdi…

Ağaç hikâyenin burasında farkında olmadan kendisini ele vererek “Dur der zannetmiştim” dedi. “Biri çıkar ve dur der. Yalnızca bir kişi bile olsa, tutup da dallarımdan, dur demedi bana. O zaman bana düşen gitmekti. Benden çoktan giden bu yerden gitmek ve bir daha geri dönmemek… Bazen toplanır gidersin, bazen toplar gidersin. Evden çıkarken insanlar, en çok kadınlar, yarım kalmasın hiçbir şey diye son kez bakarlar arkalarında bıraktıkları eve. Camlar kapalı mı, ocak sönük mü, ütü fişte mi, çocuk düşte mi? Sen de perdeleri çek, güneş içeri girmesin. Işık girince acıtıcı gerçeğin bütün detayları görünür oluyor.”

Çocuk, “Gerçek ne?” dedi. Ağaç, “Gerçek yalnızlıktır, hiç dinmeyen kalp sızısıdır. Güneş girince odaya, halının üstüne düşen tül kırışığıdır. Gerçek ele geçmeyen bir fırsattır ve yaptığın her seçim. Seçmediklerin için döktüğün gözyaşıdır, bir de yapmadıklarındır. Giderken arkanda bıraktıklarındır. Arkanda bırakmamak için gidemediklerindir. Gerçek, yılları görmemek için bakmadığın aynadır, hayallerini doldurduğun ceviz oymalı sandıktır. Gerçek, o sandıkta açmadığın bohçadır. Gerçek dikmediğin bir avuç akşamsefası, oynamadığın oyundur. Kurtlu çıkan elma şekeridir, yalayacakken düşürdüğün dondurma…”

Çocuk bu sefer “Nereye gittin?” diye sordu. Ağacın gözlerinin önüne evdeki/içindeki küçük kız geldi. “Hiçbir yere. Anladım ki gitmek istesen de kendinden çok uzak bir yere gidemiyorsun. Bir zamanlar birisi bana kendisini bir elbise gibi çıkarıp gitmek istediğini söylemişti de neyi kastettiğini anlamamıştım.”

Çocuk, “Ama sen neden bu kadar gitmek istiyorsun?” dedi. Ağaç “Basit şeyler yüzünden! Damlayan musluk kadar basit, yazılmamış mektup kadar, okunmamış yazı kadar basit. Kapı koluna takılı askı kadar, akşam olunca çekilmemiş perde kadar basit. Tek başına içilmiş çay kadar basit. Söylenmemiş, söylenmeyince de unutulmuş söz kadar basit. Ütülenmeden bekleyen sepet dolusu çamaşır kadar, teki bulunmayan çorap kadar, aralık bırakılan çekmece kadar basit. Her akşam fişe taktığın gece lambası kadar, kilitli mi diye kontrol ettiğin kapı kadar, kapının önünde unuttuğun ayakkabılar kadar basit” diye cevapladı.

Çocuğun gözleri iyi bir itiraz gerekçesi bulduğu için parladı. “Bunlar yani basit şeyler, kalmak için de yeterli değil mi? Radyoda çalan bir şarkı kadar, yorgana takılmış bir çengelli iğne kadar, seyredilmiş bir film kadar basit. Tarakta kalan saçlar kadar basit. Biraz önce çay içilmiş bir akşamüstü balkonu kadar basit. Tekini ummadığın bir yerden buluverdiğin terlik kadar, ihtiyacın olduğunda çalıveren telefon kadar basit. Yalanmış bir pul kadar basit. Gerçi artık kimse pul yalamıyor ama. İşte asıl bunun için kalacak kadar basit.”

Ağaç çocuğun itirazına alınmış gibi “Hayır kalmak için yetmez bunlar” diyecek oldu. Çocuk, şevkle “Öyleyse gitmek için de yetmez” cevabını yapıştırdı. “Kavak Ağacı bırakıp da gidilmez bunlar. Basit şeyler ve küçük kız, sonra o küçük kızın burnunun camda bıraktığı iz. Kayısı ağacının çiçeklerinin hafif kokusunu ya da köklerine kadar hissettiğin dolu yağarsa korkusunu, balkona atılmış küreği, havada asılı duran üç Kulhü bir Elhamı bırakıp gidemezsin. Yağar ağaç, dolu da yağar, kar da. Biliyorsun bunu. Ama sen gidemezsin, tarladaki buğday başaklarının arasından geçer gibi içindekilerden geçemezsin. Aslında kimsenin sana kal demesine gerek yok. Sen kendine zaten kal demişsin. Pişman gibi görünürsün ama kalmayı da seversin. Bir ipte takılı, çamaşır bekleyen mandal gibisin, çamaşır toplanırken bahçeye düşebilirsin ama çok uzaklara gidemezsin. Çünkü ağaç, bir elbise gibi kendini çıkarıp gitmeyi ne kadar istesen de insan tam olarak gidemez bir yerden.”

Hep gitmek isteyen kavak ağacı ile hep kalmak isteyen çocuğun hikâyesi burada bitti. Ağacın ve çocuğun içinde bir kadın gizli…

Mutlu Son

Hikâye bu ya, akşam eve gitti çocuk. Kendine kalmaya yetecek kadar neden yaptı. Onları desteleyip iki kez saydı, sonra bir kez daha saydı. Büyük beyaz bir kâğıda artılar ile eksileri yazdı, topladı çıkardı. Sonucu buldu: Kalacaktı!

Ağaç akşam olup yalnız kalınca, çocukla konuştuklarını bir kez daha düşündü. Yeni bir sürgünün hayatını nasıl değiştireceğini kestirmeye çalıştı. Karar verdi, sürgün verecekti ve gitmeyecekti. Yalnızlığını yeni sürgünüyle bölüşecekti.

Acıtan gerçek ise merhamete gelmişti. Bundan sonra perdeler açılsa bile kimsenin içini acıtmayacaktı.

En güzel son henüz yazılmayandır…

Sen ve ben…

Yola çıkan iki ayrı tren

İki ayrı şehirden

Bir problem, matematikte bile çözülemeyen

Sen ve ben

“Biz”den uzak, kelimelerden tuzak…

Esra Özer Duru, Ankara, 14.03.2008, Turuncu Dergisi, Gözden Geçirme Eylül 2021.

19 Ağustos 2021

BASRİ GÖRÜR NE ZAMAN GÖRÜR 1?

Basri Görür iyi adamdı. Orta halli bir memurdu. İki çocukları ve sessiz hayatlarıyla orta halli de bir ailesi vardı. Evden işe, işten eve gider, bazen arkadaşlarıyla takılırdı. Çevresinde genelde sevilen, saf bir adamdı ama karısı Basri beye tahammül edemiyordu. Çünkü Basri Görür’ün kötü bir huyu vardı, idrakini kullanmıyordu. Yani nasılsa gözüyle gördüğü gerçekleri akıl süzgecinden geçirip kendi yararına sunmuyordu. Onun durumu, kütüphanede yan yana dizilmesi gereken birkaç ciltlik ansiklopedinin her bir cildinin tüm kütüphaneye dağılmış olması gibiydi. Görüyor, fark da ediyor ama bir türlü sonuca ulaşmak için fark ettiklerini birleştiremiyordu.

Hayatında işi ve ailesinin yanında, düzenli olarak kazık yediği, bariz kötü huylarına rağmen hala görüştüğü arkadaşlar, sık sık yaptığı bezdirici hatalar, karısından işittiği ve her seferinde kendini çok kötü hissettiği azarlar, geri ödeme sözü verildiği için verdiği ve ödenmeyince üzerine kalan borçlar vardı. Zaman zaman bazı şeyler boğazına dayanır, tam “yeter be!” diyecek gibi dururken, kendi kendine; arkadaşlarına veya karısına bir mazeret bulur, onları da kendisini de o sıkıntıdan kurtarırdı. Olay çıkacağını bile bile aynı soruları sorar, anlatmayınca paçasını kurtaracağını bildiği halde hatalarını, tuhaflıklarını gider karısının avucuna yazardı. En basiti, senelerdir ne kadar otlakçı olduğundan şikâyetlenip durduğu arkadaşının yanına yeni açtığı sigara paketiyle gider, sigaralarının yarıdan fazlasını, üstüne yeni aldığı çakmağı ona kaptırırdı. Sabahları işe gitmek için kapının önüne çıktığında gri bulutlarla dolu gökyüzüne bakar, şemsiyesini yanına almazdı. Akşam iç çamaşırına kadar ıslanmış vaziyette eve gelir, yağmura söylenir dururdu. Serin bahar günlerinde cereyanda kalır ya da üşüdüğü halde camı kapatmaz, bir yerleri tutulunca “siyatik” derdi.

Yıllardır gittiği berberi her tıraşta yani iki ayda bir kulaklarını yakar, Basri Bey yanıklara merhem sürerken berbere söver ama aynı adama tıraş olmaya devam ederdi. Pazar filelerine şeftalinin eziğini, domatesin çürüğünü dolduran pazarcıları bırakmaz, ısrarla onlardan alışveriş yapardı. Nezaketen bir sofraya çağrıldığında teklifi, davet sahibini şaşırtacak kadar hızlı kabul eder, saatlerdir oturdukları misafirlikte ev sahibi artık ne ikramda bulunacağını bilemeyip kahve yapmayı önerdiğinde hiç kırmazdı. Arkadaşlarının ya da karısının sözlerini tamamlayıp onları ne kadar hızlı anladığını göstermek ister, bunun yerine anlattıklarının tersini anladığını ifşa eden cümleler kurardı. Ellerini nereye koyacağını bilemez, o yüzden önünde bağlar, itaatkâr biçimde emir bekliyormuş gibi durur, bu duruşu karısını deli ederdi. Günlerce düşünüp mantıklı bir şekilde aldığı kararlar sorgulandığında ya da fiyat, kalite araştırması yaparak özenle seçtiği bir eşyayı biri beğenmeyip neden aldığını sorduğunda en saçma sebebi ilk söyler, kendini lüzumsuz işler yapan bir insan konumuna düşürürdü.

Çocuklar da babalarının genel davranışına bakınca pelerini ve taytıyla evlerinin çatısına inen bir süper kahraman/baba göremiyorlardı. Mesela markette minik otomobil görünümündeki alışveriş arabalarına binmek istediklerinde sınırlı sayıda olan arabayı, babaları nazikçe başkasına ikram eder, kendi çocuklarının beklentilerini hiç anlamazdı. Çözemedikleri bir soru olduğunda, "nasıl çözüleceğini biliyorum da sana izah edemem" der, çocukların buna burun kıvırdıklarını göremezdi. Uçurtma uçurmak istediklerinde en rüzgârsız günü seçer, oğlanları deli ederdi. Bir keresinde karısının, koptuğu için kenara attığı iple küçük oğlana salıncak kurmuş, çocuk, salıncağın ikinci turunda kendini yerde bulunca çok üzülmüştü.  

Karısı, tahammülünün sonuna geldiğinde iki çocuğu da alıp evi terk etti. Basri Bey bunu hiç beklemiyordu. Çünkü karısının bir süredir kendisiyle konuşmayışını bahar temizliği yorgunluğuna, yataklarını ayırmış olmasını menopoza, çocukların odalarından çıkmayışını derslerine bağlamıştı. Evde yemek olmayışı hayat pahalılığındandı herhalde. Geçen gün arayan avukat hanım muhakkak ki yanlış aramış olacaktı. Bugün kapıyı anahtarıyla açmasının sebebi karısının çocuklarla birlikte annesini ziyarete gitmesiydi. Epeydir evde sıkılmış olmalılardı, ziyaretleri anneannelerine de iyi gelirdi.

Karısıyla çocukların bir türlü eve dönmeyişinden şüphelenmeye başladığı sırada en yakın arkadaşlarından birinin, Ferdi’nin ölümü Basri beyi sarstı. Ferdi'nin sıkıntıları olduğunu biliyordu ama onu bu kadar derinden sarstıklarını fark etmemişti. Ferdi, arkasında acılı ve öfkeli eşiyle bir mektup bırakıp intihar etmişti. Hayatın kendisine çok zor geldiğini, en yakın dostlarından yediği kazıkları hazmedemediğini, borçlarının altında ezildiğini, kimsenin onu anlamadığını son olarak karısının evi terk etmesinin bardağı taşırdığını, bunun için ölmeye karar verdiğini yazmıştı.

Cenazeden dönerken Basri kara kara düşünüyordu. Ferdi’nin intihar sebeplerinin tamamı hatta fazlası kendi hayatında vardı. Ferdi intihar ettiğine göre işleri düzeltmeyi denemiş, başarısız olmuştu. Öyleyse yeniden denemenin bir anlamı yoktu. Aynı yöntemi uygulayıp intihar etmeye karar verdi. Aklından bir sürü yöntem geçirdi. İlaç içmek, bileklerini kesmek, gidip kendini yüksek bir köprüden aşağı bırakmak, hızla geçen arabaların önüne atlamak, kendini vurmak… Aklına gelmeyen yöntemleri dolaplardan, çekmecelerden bulabilecekmiş gibi sağı solu açıp kapatırken oğluna salıncak yaptığı çürük ipi buldu. Basri Bey, çoktan unutmuştu oğlunun hayal kırıklığı içinde göz yaşlarıyla ıslanmış yüzünü. Sandalyeyi çekti. Tavanda avize asmak için bırakılan çengele ipi geçirdi. Öbür ucunu ilmek yapıp boğazına taktı. Sandalyeyi titrek ve kararsız tekmeledi. İp daha Basri Beyin ağırlığını yüklenemeden kopuverdi. Basri kendini kırık sandalyeyle birlikte yerde buldu. Çıkan gümbürtüye koşan alt komşu, kırık bir bacak ve boynunda çürük iple ağlarken bulduğu Basri'ye soru sormadı. Onu yerden kaldırdı, taksiyle hastaneye götürdü.

Hastane polisi uygulama gereği Basri Beyin ifadesini aldı. Basri Bey, tombul elli, babacan görünümlü polise ifade vermekten öte içini açtı. Bu gece hastanede Basri Beyin vakası dışında polisiye olay olmadığından her şeyi sessizce dinleyen polisin ağzından, “sizin basiretiniz bağlanmış Basri Bey” cümleleri dökülüverdi. O anda Basri'nin yüzü aydınlandı. Bütün bunalımını, sorunlarını şimdi yepyeni bir açıdan görebiliyordu. Eve gidecek, her şeye yeniden başlayacaktı. Anne ziyaretinden bir türlü dönmeyen karısını arayacak, keşfettiği gerçeği anlatıp çocuklarla dönmesini söyleyecekti. Karısı bulduğu şeyi duyar duymaz zaten dönmeyi kendisi isteyecekti. Coşkuyla planlar yaparken bir yandan içi burkuldu. “Ferdi’nin de basireti bağlanmasaydı hayatı kurtulurdu.”



Esra Özer Duru, Ankara, Temmuz 2021.

06 Haziran 2021

DOKUNSALAR AĞLAYACAKTIN AMA HİÇ DOKUNMADILAR

Geçen gün mutfakta yemek yaparken radyonun düğmesine dokunduğumda bir sürprizle karşılaştım. Daha ilk notalarıyla beni içine alan bir şarkı doldu mutfağa. Şarkının adı başka çağrışımlar yapıyordu ama pilav pişirip puding karıştırırken bana bir masal yazdırdı. Bilmem, bu şarkı[1] beni etkilediği gibi sizi de etkiler mi? Bir arkadaşın söylediği gibi “her dinleyen başka bir yerinden isabet alır” mı?

Üç genç kızın masalı…

Dokunsalar

Ağlayacaksın,

Ama hiç dokunmuyorlar.

Biçare bakan gözlerin bırak kanasın,

Gücüne gitsin şarkılar…

Yıllar yıllar önceymiş. İletişim Fakültesinin ikinci katına çıkan merdivenlerinin köşesinde şimdi isimlerini hatırlayamadığım üç kız öğrenci, hayata karşı bütün acemilikleri, bütün kırılganlıkları, bütün naiflikleriyle, on dakikalık ders aralarında dikilir, gülüşerek sohbet ederlermiş. Öyle incinebilir, öyle hassas, öyle kelebek kanadı imişler de hiç bilmezlermiş.

Onlara göre güçlü, benzersiz, çetin ceviz, idealist, azimliymişler, çok büyük işler yapacaklarmış. Daha bir sürü kitap okuyacak, bir sürü şiir, yazı yazacak, fotoğraf çekeceklermiş. Önlerinde açılmayı bekleyen bir sürü kapı varmış. Hayatın eşiğindeymişler daha. Anahtarlar da paspasın altındaymış. Yani akıllarında ne varsa gerçekleştirmek kolaymış. Her gün, her on dakikalık arada bambaşka bir hayal kurulurmuş bu üç kişilik dünyada. Dünyayı değiştirebilir, hiç yara almadan rüzgâra karşı yürüyebilirlermiş. Yağmurun altından ıslanmadan geçebilirlermiş. Görünmez çatıları Ankara’nın dolusundan hasar almazmış. Kavgalar hep mertçe yapılırmış. İnsan sırtından vurulamazmış. O yaşlarda herkesin kendileri gibi olduğunu nereden bilirlermiş… Sonra, hemen sonra, hayatın sert rüzgârlarının o en ince, en zayıf yerlerinden nasıl da estiğini/eseceğini… Tam da oradan nasıl güç kaybedeceklerini…

Aklın ilk göz ağrısında,

Hatırlıyor mu seni hala

Dikiş tutmayan

Bu büyük yara,

Bazı geceler

Kanıyor hala

Yıllar yıllar önceymiş, henüz kimse ölmemiş, kimse gitmemişmiş. Hatıralardaki sınıf mevcudu henüz tammış. Aynalar kimseye yaşlandığını söylemiyor, geçen yıllar insanın içinde bir şeyleri kırıp dökmüyormuş. Yorgunluklar dinlenince geçiyor, yaralar sanki daha hızlı iyileşiyormuş. Telefonlara, kapılara daha hızlı koşuluyor, şarkılar insana başka duygular hatırlatıyormuş. Daha cesur çıkılıyormuş yola. Islak kibritler daha kolay kuruyormuş ocağın yanında. Yağmurda ıslandığında hemen grip olmuyormuşsun ya da mesela kemiklerin ağrımıyormuş. Sanki insana yaş sınırı nedeniyle gerçek mermiyle ateş etmiyorlarmış.

Nereden bilinecekmiş hiçbir yaranın izinin silinmediği… Nereden bilinecekmiş ıssızlığın keskinliği… Nereden bilinecekmiş akşamüstü çöken sisin bir daha gitmeyeceği… Nereden bilinecekmiş plastik mermilerin de yürekleri delebildiği…

Her geçen yıl birer birer

Masadan eksiliyor dostlar…

Sessizce aktı gitti yıllar

Seni hiç uyandırmadan

Ve bir sabah

Uyandığında

Kalmışsın

Tek başına…

Yıllar yıllar önceymiş. İncitmiş şarkılar. Kırmış dolular. Ayırmış rüzgârlar. Vurulmuş martılar. Tarumar olmuş gelincik dolusu tarlalar. En çok da incinmiş zavallı kırlangıçlar.

Başka masallarda da esmiş rüzgârlar… Küçük Prens’in çiçeğini yine Küçük Prens’in kuzusu yemiş. Annesi Parmak Kız’a büyüme hormonu enjekte ettirmiş. Hansel ile Gretel bir yön bulma cihazı (navigasyon) almışlar. Sinbad uçan halısına overlok yaptırmış. Gülen Ayva ile Ağlayan Nar konservatuarın tiyatro bölümüne yazılmış. Birileri Zümrüd-ü Anka’yı tavuk döner yapmış. Leyla, Facebook’tan bulduğu ilkokul arkadaşıyla Mecnun’u aldatmış. Mecnun önce Leyla’yı öldürmüş sonra Müge Anlı’ya katılıp Leyla’nın katilini aramış. Nasreddin Hoca bir yoğurt makinesi almaya karar vermiş. Keloğlan saç ektirmiş. Çocuklar çıtır pıtır yutup zehirlenmiş. Plastik mermiler masumiyetin zırhını delmiş. Bu masal da böyle bitmiş.


Esra Özer Duru, Ankara, Aralık 2011, Turuncu Dergisi. Gözden geçirme 28.5.2021.  


[1]Zakkum grubunun Anason şarkısı: https://youtu.be/sDF2auWzpmM

30 Mayıs 2021

YALNIZLIĞIN DUVARLARI - KAVAK AĞACINA MEKTUP 1

İlk Not: Merhum Cahit Zarifoğlu’nun eşi Berat hanımla yapılmış bir röportaj okumuştum. Eşinin erken yaşta vefatına işaret ederek, “Aramızda 16 yaş fark vardı. Cahit bey bana takılır ve derdi ki, ‘ben yaşlanacağım sen hep genç kalacaksın.’ Ama öyle olmadı, genç yaşta aramızdan ayrıldı. Bugün gençler geliyor diyorlar ki, ‘Berat teyze bize Cahit abiyi anlat.’ Cahit, gençlerin hep abisi olarak kaldı ben ise gençlerin teyzesi, torunlarımın anneannesi oldum…” [1] Birazdan okuyacağınız yazının başındaki şiiri eskiden -hiçbir arkadaşımı kaybetmeden önce- de severdim. Ama Berat hanımın cümleleri, bu mısraların bende bıraktığı duyguyu tam hissettiğim gibi tarif ediyor. 

Hayatımıza kısacık girip aniden çıkan bir arkadaşımın, Ülkü’nün (Ülkü Odabaş 1976 - 30.5.1996) yasını tutmayı bir türlü tamamlayamamış, arkasından yazılar yazmışım. Yeni yazılarımı bloğa aktarırken, kendi yazma serüvenimi izleyebilmek, paylaşabilmek için, acemiliklerimi gözden geçirip eski yazılarımı da yayınlıyorum. Bunu yaparken Ülkü’yle dostluğumuzun bende bıraktığı izleri görüyorum. Bu yazı onlardan biri. 

Vefatından bu yana geçen süre, onun dünyada kaldığı süreyi çoktan aştı. Bizim dostluğumuzsa sadece üç buçuk yıl sürdü. Ülkü bazen kavak ağacı, bazen sokak lambası, bazen kendisine hitaben mektuplar yazılan hayali bir arkadaş olarak hep hayatımda kaldı. Güzel bir şarkı duyduğumda, güzel bir şiir ya da yazı okuduğumda, iyi bir film izlediğimde, Gökhan Özcan ağabeyin “Bir gölge gibi[2]” yazısında zarafetle ve nezaketle ifade ettiği gibi, hep onunla paylaşmak istedim. Bu yazıyı onuncu yıldönümünde yazmışım, yasımı şiirlere, şarkılara sarmışım. Şimdi yirmi beş yıl oldu. Allah, Ülkü’yü cennetinde gölgelendirsin. Acemiliklerimi hoş görün, yazının -kendince- bütünlüğünü bozmamak için fark ettiklerimin çoğunu düzeltemedim.

“Benim için geçmede yıllar

Senin boyunsa hala pencerenin boyu kadar”


Yalnızlığın duvarları taştan mı, camdan mı acaba? Taştansa Ankara Hukuk’un duvarları gibi midir? Camdansa, duvara her çarptığımızda burnumuzun izi çıkar mı? “Yağmur vururken cama/ Dalarken gece gama” sessiz ayaklar gezinir mi soğuk taşlarda? Issız bir evin soğukluğunda küf birikir mi duvarlarda? Küfte penisilin vardı galiba. Ama iyi gelmiyor yalnızlığın duvarlarında biriken mavi penisilinler insana.

Gece dalarken gama sen de dal tatlı uykulara. “Benim için geçmede yıllar/ Senin boyunsa hala pencerenin boyu kadar[3]. Güzel cümlelerin hepsi kurulmuş daha önce. Kalmamış ilk kez söylenen bir iki kelime. Bir şey söylemek istediğim her seferde, sadece başkalarının sözlerini kendi el yazımla yazıyorum sanki. Okuyan için, o kadar da fark yok. Bütün yazılar ya Arial ya Times New Roman. “Meğer ırmağı severmişim/ İster böyle kımıldanmadan aksın/ Kıvrıla kıvrıla tepelerin eteğinde/ Doruklarına şatolar kondurulmuş/ Avrupa tepelerinin/ İster uzasın göz alabildiğine dümdüz./ Bilirim ırmak yeni ışıklar getirecek,/ Sen göremiyeceksin,/ Bilirim ömrümüz beygirinkinden azıcık uzun,/ Karganınkinden alabildiğine kısa./ Bilirim benden önce duyulmuş bu keder/ Benden sonra da duyulacak./ Benden önce söylenmiş bunların hepsi bin kere,/ Benden sonra da söylenecek.[4]

Galiba yalnızlığın duvarları taştan. Dizlerini kanatıyor çarpınca insan. Silerken gözlerinden yaşı, dizlerinden kanı, kızıyor kendine, “bu duvarı hiç fark edemiyorum, yazık bana” diye. Yazık oluyor sık sık birçok şeye. İnerken gece, biterken gün, duvarlara sinerken yalnızlık, evlere yerleşirken sessizlik, yazık oluyor ömürlere.

Evlerin ışıkları yanarken, sen onları dışarıdan huzur dolu görürken, hiçbir şey sandığın gibi değilken... Işıklı masalarda karşılıklı yemekler yenirken, birbirinin hayatıyla nezaketen ilgilenirken, insan el yordamıyla yokluyor yalnızlığın duvarlarını. Bazen ne kadar uzun olduğunu fark ediyor korkuyla, bazen hızla çarpıyor duvara, orada olmayacağının umudu ve olduğunun hayal kırıklığıyla. Her ev yazık olan ömürlerle dolu, her masada kendi ömrünü yiyor insan.

Hayatı okumak daha mı kolay olurdu birkaç dil daha bilseydik? Daha mı kolay olurdu yaşamak, hayatla uzlaşabilseydik? Yaşarken hep mi acıtır insan başkalarını? Var mıydı bizim hayatlarımızın “Hani herkes arkadaş/ Hani oyunlar sürerken/ Kimse bize ihanet etmemiş/ Biz kimseyi aldatmamışken/ Hani biz kimseye küsmemiş/ Hani hiç kimse ölmemişken[5]” zamanları? Ya da hep mi kırar yaramaz çocukların topları kalbin camlarını?

Sen ey karşıdaki kavak ağacı! Sen, hiç kimsenin kalbini kırdın mı? Kimse seni incitti mi bu hayatta? Rahat mı böyle yaşamak kökün toprakta? Kolay mı yaprak çıkartmak baharda, dökmek sonbaharda? Üşür mü senin gibi bir kavak ağacı Ankara’da ayazda? Alınır mı polenleri yüzünden suçlanınca? Gitmek ister mi uzaklara, çooook uzaklara? Düşer mi bir kavak ağacı sık sık dipsiz kuyulara? Kavak ağacı cevap versene sorduğum sorulara? Veremez misin, senin de mi duvarların var yoksa? Zorlamaz mısın duvarlarını hiç? Bazen bir delik bulup nefes alırsın duvarda, bazen sağlam örüldüğünü yeniden anlarsın bir kez daha. Zoru zorlamadın mı zorda kalınca? Kolaya mı kaçtın hep kolayca? Kendini kedi yutmuş gibi hissettin mi acaba?

Bu saatten sonra kim anlar beni?[6]” diye bir şarkı dolanıyor mu diline sıkça? Mırıldanıyor mu içindeki pikap, hüzünlü şarkıları? Bu rüzgârlar beni yıkar mı diye korkuyor musun zaman zaman? Çok mu güveniyorsun köklerine bazen? Güvenme! Hiçbir kök yok topraktan çıkmayan ya da en azından kurumayan. Ama hiçbir bulut da yok rüzgârla dağılmayan...

Ne kaldı aklında benden sonra? Yarım kalan cümlelerden, birkaç şiir ve şarkıdan başka? Ne kaldı sahildeki batıklardan başka? “Sen geçerken sahilden sessizce, gemiler kalkar yüreğimden gizlice[7]”...

Bak kavak ağacı, senin var mı bilmiyorum ama benim var yaralarım. Bazen sertleşiyor kabukları bazen sızlıyor tatlı tatlı. Ne demiştik, taştan mıydı yalnızlığın duvarları ya da camdan? Çarpınca burnunun izi mi çıkıyordu bir de? Mavi penisilinler yenmiyor acı acı bunu bil, sakın toplayıp köklerini, kalkışma gitmeye. Gidemiyor insan hiçbir yere... 

Esra Özer Duru, Ankara, Ocak 2006, Turuncu Dergisi. Gözden geçirme 28.5.2021.

[3] Ay Işığı Sonatı, İlhan Demiraslan  

[4] Severmişim Meğer, Nazım Hikmet.

[5] Eskidendi Çok Eskiden, Murathan Mungan.

[6] Demet şarkısı, söz: Şehrazat: https://youtu.be/jQFV9TQ8PgA

[7] Teoman şarkısı, söz: Orhan Atasoy: https://youtu.be/JSKc-Y0UPvo 

Taze Taze Hikâyeler

BEKLEME ODASI

Mart ayı ortalarıydı. Hava, okullardaki mevsim tablolarında her zaman bahara dahil edilmesine rağmen, yıllardır rolüne direnen bu aya yakışı...

Yeni Yazılardan Haberdar Olun

Kaçırmayın!