Merhaba Kavak Ağacı,
Yine ben. Son görüşmemizin üstünden birkaç ay geçti, seni merak ettim. Gerçi bana yazdığın cevapta tavrını açıkça koymuş, benim deli saçmalarımla uğraşamayacak kadar meşgul olduğunu söylemiştin. Haklısın ama ne yaparsın? Bazen gecenin bir yarısında, senden başka sırdaş bulamıyor insan.
Her şeye rağmen hakkını teslim etmeliyim, mantıklı bir ağaçsın vesselam. Bana verdiğin cevapta demişsin ki: “Hiç gider mi bir ağaç ya da insan, toplayıp köklerini; toprağını, suyunu tanımadığı bir ülkeye? Bence Rabbimiz bizi yaratırken çamurumuza memleket toprağı karıştırmış. Ondandır gidersek yarım kalmamız.” Doğru söylüyorsun Kavak Ağacı, vaktini alıyorum ama daha önce senin gibi filozof bir ağaç görmemiştim, bu söylediklerini ben akıl edememiştim.
“Her şeyin içine siniyor acı” diyorsun öyle mi Kavak Ağacı? “Acının yüzölçümü, yeryüzünden çokmuş” öyle mi? Haklısın, albümlerdeki fotoğraflar bile acı acı kokuyor. İnsan kendisine acı çektirmek, kaçırdığı fırsatları ya da ne kadar yaşlandığını görmek için yaşadığı her anı, anı yapıyor. Ah Kavak Ağacı, söylediklerinle ne çok kaşıyorsun eski yaraları. İnsanın geçirdiği evreler izlenmiyor, kalp elektrosundaki çizgiler gibi. Ancak albümleri açınca fark ediyorsun neler geçtiğini, geçirdiğini.
Kayboluyor içimin sesleri...
Ah
Kavak Ağacı!
Sana
bir şey itiraf edeceğim: Sen biraz osun aslında.
İhtiyacım
olan her an telefonun ucunda ya da hiç ummadığım zamanda karşımda.
Tüm
arkadaşlarımda aradığım ama hiç bulamadığım.
Ben
camdan bakarken, çıkıveren köşeden.
Aynı
şarkıları sevdiğim, bayıldığım şiirleri unutmaz diye güvendiğim, aynı anda aynı
şeyi düşündüğüm.
Bakınca
iri gözlerine anlayıp güldüğüm.
Evet Kavak Ağacı, sen biraz osun aslında.
Yaşasaydı nasıl olacağını
bilemediğim arkadaşlığım.
O olmadığı için yaşadığımı sandığım
savruluşlarım, açılan yaralarım.
Bir şiir okurken, bir şarkı
dinlerken, bir yazı yazarken, sever miydi diye düşündüğüm.
Tadı damağımda kalan kısacık
dostluğum.
Gidince yaşayamadığım üniversite
hayatım, annemi hüzünlendiren aklarım...
Hatıraları
bulamıyorum artık.
Arıyorum aklımın
çekmecelerini, gelmiyorlar elime.
Zaman geçtikçe
üzerinden, detaylar yitiyor dipte köşede.
Kayboluyor
içimin sesleri, dışarının seslerinin içinde.
Bulamıyorum
üstüne yazı yazıp, imza attığımız kâğıt mendilleri
Kurtuluş
Parkı’nda ezdiğimiz sonbahar yapraklarını.
Bulamıyorum
gülüşünü, hüznünü.
Bulamıyorum en sevdiği şarkıyı, şiiri, kitabı, gitmeyi en çok sevdiği yolu, binmeyi hiç istemediği otobüsü, bakmayı en sevdiği camı, ıslanmayı en çok istediği yağmuru, paylaşmayı en çok istediği sırrı.
Anladın mı Kavak Ağacı? Hatırladın mı bu acıyı? “Yaralı, tepeden tırnağa, herkes yaralı/ Alışılmıyor acıya, yok kaidesi, kuralı”. Hani göstermiştik yaralarımızı birkaç mektup önce birbirimize. İkimizin de vardı yaraları. Benimkilerden biri bu, Kavak Ağacı. Bazen rüzgâr içindeki acıyı uçursun diye perdeyi, camı açıyorsun. Ama çoğu zaman acı taş gibi oturuyor içine. Bazen kendin bile görme diye perdeyi çekiyorsun acının üstüne. Acıyla yaşıyorsun yine de iç içe. Kurallar bağlıyor zihnimizi, zaman – mekân kopukluğu ellerimizi. Hiç okuyamayacağını bilsen bile mektuplar yazmak istiyorsun düzinelerce. İcatlar yapmak istiyorsun, “Sarı mı yeşil mi?” diye. Ya da bir kavak ağacını koyuyorsun onun yerine, doldurmayacağını bile bile.
Seni seviyorum Kavak Ağacı. Bunları söylemek sana karşı yükümlülüğümdü. Kalbimdeki yerini bilmeliydin. İyi ki varsın ve son mektubu bana iyi ki yazdın. Yeniden yazmanı bekleyeceğim dört gözle...
Esra Özer Duru, Ankara, Haziran 2006, Turuncu Dergisi, Gözden Geçirme Eylül 2021.