26 Eylül 2021

SEN VAR YA KAVAK AĞACI… (KAVAK AĞACINA MEKTUP 2)

Merhaba Kavak Ağacı,

Yine ben. Son görüşmemizin üstünden birkaç ay geçti, seni merak ettim. Gerçi bana yazdığın cevapta tavrını açıkça koymuş, benim deli saçmalarımla uğraşamayacak kadar meşgul olduğunu söylemiştin. Haklısın ama ne yaparsın? Bazen gecenin bir yarısında, senden başka sırdaş bulamıyor insan.

Her şeye rağmen hakkını teslim etmeliyim, mantıklı bir ağaçsın vesselam. Bana verdiğin cevapta demişsin ki: “Hiç gider mi bir ağaç ya da insan, toplayıp köklerini; toprağını, suyunu tanımadığı bir ülkeye? Bence Rabbimiz bizi yaratırken çamurumuza memleket toprağı karıştırmış. Ondandır gidersek yarım kalmamız.” Doğru söylüyorsun Kavak Ağacı, vaktini alıyorum ama daha önce senin gibi filozof bir ağaç görmemiştim, bu söylediklerini ben akıl edememiştim.

“Her şeyin içine siniyor acı” diyorsun öyle mi Kavak Ağacı? “Acının yüzölçümü, yeryüzünden çokmuş” öyle mi? Haklısın, albümlerdeki fotoğraflar bile acı acı kokuyor. İnsan kendisine acı çektirmek, kaçırdığı fırsatları ya da ne kadar yaşlandığını görmek için yaşadığı her anı, anı yapıyor. Ah Kavak Ağacı, söylediklerinle ne çok kaşıyorsun eski yaraları. İnsanın geçirdiği evreler izlenmiyor, kalp elektrosundaki çizgiler gibi. Ancak albümleri açınca fark ediyorsun neler geçtiğini, geçirdiğini.

Kayboluyor içimin sesleri...

Ah Kavak Ağacı!

Sana bir şey itiraf edeceğim: Sen biraz osun aslında.

İhtiyacım olan her an telefonun ucunda ya da hiç ummadığım zamanda karşımda.

Tüm arkadaşlarımda aradığım ama hiç bulamadığım.

Ben camdan bakarken, çıkıveren köşeden.

Aynı şarkıları sevdiğim, bayıldığım şiirleri unutmaz diye güvendiğim, aynı anda aynı şeyi düşündüğüm.

Bakınca iri gözlerine anlayıp güldüğüm.


Evet Kavak Ağacı, sen biraz osun aslında.

Yaşasaydı nasıl olacağını bilemediğim arkadaşlığım.

O olmadığı için yaşadığımı sandığım savruluşlarım, açılan yaralarım.

Bir şiir okurken, bir şarkı dinlerken, bir yazı yazarken, sever miydi diye düşündüğüm.

Tadı damağımda kalan kısacık dostluğum.

Gidince yaşayamadığım üniversite hayatım, annemi hüzünlendiren aklarım...

 

Hatıraları bulamıyorum artık.

Arıyorum aklımın çekmecelerini, gelmiyorlar elime.

Zaman geçtikçe üzerinden, detaylar yitiyor dipte köşede.

Kayboluyor içimin sesleri, dışarının seslerinin içinde.

Bulamıyorum üstüne yazı yazıp, imza attığımız kâğıt mendilleri

Kurtuluş Parkı’nda ezdiğimiz sonbahar yapraklarını.

Bulamıyorum gülüşünü, hüznünü.

Bulamıyorum en sevdiği şarkıyı, şiiri, kitabı, gitmeyi en çok sevdiği yolu, binmeyi hiç istemediği otobüsü, bakmayı en sevdiği camı, ıslanmayı en çok istediği yağmuru, paylaşmayı en çok istediği sırrı.

Anladın mı Kavak Ağacı? Hatırladın mı bu acıyı? “Yaralı, tepeden tırnağa, herkes yaralı/ Alışılmıyor acıya, yok kaidesi, kuralı”. Hani göstermiştik yaralarımızı birkaç mektup önce birbirimize. İkimizin de vardı yaraları. Benimkilerden biri bu, Kavak Ağacı. Bazen rüzgâr içindeki acıyı uçursun diye perdeyi, camı açıyorsun. Ama çoğu zaman acı taş gibi oturuyor içine. Bazen kendin bile görme diye perdeyi çekiyorsun acının üstüne. Acıyla yaşıyorsun yine de iç içe. Kurallar bağlıyor zihnimizi, zaman – mekân kopukluğu ellerimizi. Hiç okuyamayacağını bilsen bile mektuplar yazmak istiyorsun düzinelerce. İcatlar yapmak istiyorsun, “Sarı mı yeşil mi?” diye. Ya da bir kavak ağacını koyuyorsun onun yerine, doldurmayacağını bile bile.

Seni seviyorum Kavak Ağacı. Bunları söylemek sana karşı yükümlülüğümdü. Kalbimdeki yerini bilmeliydin. İyi ki varsın ve son mektubu bana iyi ki yazdın. Yeniden yazmanı bekleyeceğim dört gözle...

Esra Özer Duru, Ankara, Haziran 2006, Turuncu Dergisi, Gözden Geçirme Eylül 2021.

05 Eylül 2021

KAPİTALİST SİSTEMİN SEVMEYECEĞİ DERSLER

Geçen yıl (2020) 12 Mart’ta, milletimizin adeti olduğu üzere “bize gelmez” diye düşündüğümüz Covid 19 salgını ülkemize giriş yaptı. O tarihte tatil olan okullar, kısa açma denemeleri yapılmakla birlikte, 18 ay sonra ilk kez tüm kademelerde ve tam zamanlı olarak açılıyor. Bugün, o tarihten beri çocuklarıyla evde oturan bir anne olarak benim için de kritik bir geçiş günü.

Dile kolay 18 aylık süreçte bazen hep birlikte bazen ailemizle bazen de kendi kendimize birçok şey yaşadık. Normal bir yılın içinde ramazan ayı bizi nasıl durdurursa, nasıl bir derlenip toparlanma, değerlendirme yaptırırsa onun gibi Covid 19 sürecinin ilk zamanlarında birçok yüzleşme yaşadık. Çevreye, ailemize, kendimize ne kadar hoyrat davrandığımızı, bize bağışlanan nimetleri müsrifçe kullandığımızı, günlük tempomuzda şikâyet edip durduğumuz rutinlerimizin dahi özlenebileceğini idrak ettik.

Çocuklarımızı bilmem ama ben onlarla geçirdiğimiz bu süreçte zaman zaman sabır denemeleri yapsak da her anı için şükrettim. Aslında müthiş sabırlı falan değilim. Sadece “evde kal”manın, hayatın yoğun akışından meşru bir şekilde ödünç alınmış zamanlar olduğunu düşünüyorum. Ailenin tüm bireyleri, hayatlarının içinde bulundukları döneminden sonra hızlı bir sürece başlayacaklar ve arkalarına bile bakmadan hiç durmadan ilerleyeceklerdi. Hızla büyüyor, sorumluluk alanlarını genişletiyorlardı. Aileden uzaklaşma, gerçek dünyayı keşfedip tadına bakma ve bu sırada aile bağlarını yer yer zayıflatma zamanları gelmişti. Covid 19 süreci, tam bu sırada bizim tamamen kontrolümüz dışında hayatta bir cep oluşturdu. Otobandan/köprüden önce son çıkış gibi. Tüm aile hep birlikte evde kaldığımız süreçte, kıyafetlerimizi, ilgilerimizi, meraklarımızı, hayranlıklarımızı, anılarımızı, çekmecelerimizi, dolaplarımızı elden geçirdik. Bazen onararak, toplayarak, katlayıp yeniden yerleştirerek bazen de kırılıp incinerek, yaraların üstünü kapatarak ilerledik. Bunlar, oluşturduğu korku ve gerilimin yanı sıra bizi dostlarımızdan, sosyal hayattan ayırdığı için artık tamamlanmasını umduğumuz sürecin kişisel ya da aile olarak bizde bıraktığı izler oldu.

Bu günleri yaşarken ülke olarak bazı tespitler yapabilmeyi, tespitlerin ışığında kalıcı iyileştirmeler, güzelleştirmeler, yeniden yapılandırmalar gerçekleştirmeyi hayal ettik. Bunlardan en önemlisi eğitim alanında olabilirdi. Çocuklarımızın haftanın beş günü sekiz saat okulda vakit geçirmesinin aslında gerekmediğini görüp onlara (hani sürekli övülen Finlandiya modeli gibi) haftanın belli günlerinde eğitim, belli günlerinde kendi seçtikleri atölyelerde çalışma, gelişme imkânı sunabilseydik. Böylece çocuklarımızın varsa başka eğilimlerini ortaya çıkarıp geliştirebilirdik. Çocuklar odağı sınav olmayan bir eğitim sisteminde gerçekten eğitilir, okuldan kalan zamanlarda kültür sanat faaliyetlerine daha çok vakit ayırabilirdi. Bu sayede hayatın inceliklerinden anlayan, zevk alan nesiller yetiştirebilir, bu nesillere incitici, dışlayıcı, etiketleyen harf isimlendirmeleri yapmak yerine geçmiş kuşaklarla kaynaşabilecekleri, empati kurabilecekleri gereksiz hırslardan arınmış bir hayat tarzı sunabilirdik. Birbirinden kopuk, öfkeli bireylerin bulunduğu, verimsiz aileler yerine, hatamızla, sevabımızla kabul göreceğimizi bildiğimiz sevgi dolu ailelerimiz olabilirdi.  

Özellikle kamuda, çalışanlara haftanın belli günlerinde işyerlerinde, belli günlerde evde çalışabilecekleri bir çalışma takvimi uygulayabilirdik. Böylece ailelerin çocuklarıyla daha sağlıklı bağlar geliştirmesini temin edebilir, çocukların aile içi eğitimlerinde anne ile babanın daha adil rol almasını sağlayabilirdik. Hatta eşler, genellikle kadınların sorumluluğu olarak görülen ev içi sorumlulukları paylaşmayı öğrenebilirlerdi. Bu arada plazalarda kiralanan işyerlerinde daha az elektrik, su, doğalgaz tüketimi olurdu. İşyerlerine yüzlerce insanı taşıdığımız servislerden tasarruf eder, hava kirliliğini de bir ölçüde önleyebilirdik. İnsanların boş zamanları kalacağı için daha çok spor yapmaları, kültürel aktivitelere katılmaları söz konusu olabilirdi. Obeziteyi, depresyonu önleyebilirdik. Toplum olarak daha sakin, enerjisini daha verimli kullanan insanlara dönüşebilirdik.

Denklemdeki asıl sorun!

Bu öneriler, bazı insanlara, hacca giden her Türk’ün daha verimli hac ziyaretleri için dünya kadar parlak öneride bulunması gibi gelebilir. Hatta bu yazdıklarımın daha çoğunu, daha iyisini, daha ayrıntılısını düşünen başkaları olmuştur. Ben de yazmama rağmen bu önerilerin hayata geçirilemeyeceğini biliyorum. Çünkü israfı önleyen, insana saygı duyan öneriler, düzenlemeler genellikle sistemi yıkacağı için sistem tarafından engellenir. Mesela kahvaltısını evde yaptığı için kantinden alışveriş yapmayan bir çocuk artık müşteri olmaz. Aile sofrasında çayını içtiği veya o gün evden çalıştığı için plaza girişindeki kahve satıcısından plastik kapaklı kahve satın almayan çalışan, müşteri sayılmaz. Tamamen camdan inşa edildiği için kışın soğuk, yazın sıcak plazalarda klimaları kökleyen insanları ısıtmaya-soğutmaya para harcamayan şirket, verimli bir müşteri olmaz. Örnekleri çoğaltmak mümkün. Öte yandan önerilerimizin sağlıklı olabilmesi için bunca kafenin, restoranın, kreşin, taksinin vs. iş imkânı sunduğu insanlar ne olacak, düşünmek gerek tabi. Bu da bizi yazının başlığına döndürüyor. Kapitalist sistemin sevmeyeceği dersleri, insanlığın iyiliği için hep birlikte düşünmeliyiz. Covid 19’un en hayırlı sonucu bu olsa yetmez mi?

https://www.hertaraf.com/haber-kapitalist-sistemin-sevmeyecegi-dersler-esra-duru-7555

Esra Özer Duru, Ankara, 5 Eylül 2021.

 


Taze Taze Hikâyeler

BEKLEME ODASI

Mart ayı ortalarıydı. Hava, okullardaki mevsim tablolarında her zaman bahara dahil edilmesine rağmen, yıllardır rolüne direnen bu aya yakışı...

Yeni Yazılardan Haberdar Olun

Kaçırmayın!