ekmek etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
ekmek etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

02 Kasım 2021

IŞIKLI HARİTALAR

Aylardır Covid 19’un insanların akciğerlerinde bıraktığı hasarı incelemek için çekilen tomografilerin raporlarını yazıyordu. Meslekte yeni değildi. Ama bu salgın sırasında gördüğü yoğunluğu hiç yaşamamıştı. Çalışma yöntemleri daha önce de aynıydı. Değişen yoğunluk olmuştu. Ekranı daha iyi görebilmeleri için loş aydınlatılmış odada, bedenini hareket ettirememekten sıkılınca sanki işe yarıyormuş gibi sert zeminde sandalyeyle ileri geri dolaşırdı. Bir eli sürekli farenin üstünde, bileği masanın kenarına dayalı, gözleri ekranda, beş altı hastada bir ara verir; sırtını, boynunu esnetirdi. Boyun, bel ve sırtları için ortopedik yastıklar, aparatlar alıyorlardı. Hatta el bilekleri için masaya yaslı durmanın ve sürekli parmakları çalıştırmanın hasarına karşı bilek yastıkları kullanıyorlardı ama gözlerini, zihinlerini dinlendirmek için yapılabilecek çok şey yoktu. Herkes gibi o da kendi yöntemini geliştirmişti. Gözlerini zaman zaman kapatır, hafızasına kaydettiği güzel manzaraları ya da çok sevdiği yağlı boya tabloları aklında canlandırırdı. En çok da Monet’nin eserleri gelirdi gözünün önüne. Birkaç dakika o manzaranın ya da tablonun içine girer, bir süreliğine oranın parçası olurdu. Bu yöntem, gözlerine kum dolmuş gibi hissetmeden, bir süre daha çalışabilmesini sağlardı.

İhtisası gereği hastalarla doğrudan muhatap olmuyordu. Ama tomografilerini incelediği akciğerlerin sahiplerinin nefes almaya çalışırken yaşadıklarını düşünmek onu bunaltmış, sanki kendisi nefessiz kalmıştı. Vakalar biraz düşüp yoğun bakımlardaki hasta sayıları azalmışken buldukları ilk fırsatta annesiyle bir tatile çıkmışlardı. Derin nefesler alıp göğsünü genişletebilmek ve kalabalıktan uzak olmak için bir Anadolu şehrini seçmişlerdi.

Geldikleri bu küçük şehirde hayat, günlük akışında ve güzeldi. Turizmden çok tarımla geçimini temin eden insanlar, mevsimlik döngülere, tabiat olaylarına uygun bir takvimle yaşıyorlardı. Burada tarhana, turşu, kurutmalık yapmak için hala ayın evrelerine bakılıyor, çocukların doğum tarihleri akılda tutulurken; çiçeklerin meyveye durma, meyvelerin olgunlaşma, toplanma zamanları esas alınıyordu. Tevekkül etmek sanki daha kolaydı. Tatil, günlük akışını programlamaya alışan şehir insanının sınırlarını bir miktar esnetebiliyordu. O da bu esnekliğin tadını çıkarmaya, salgında iyice artan kontrol merakını azaltmaya karar vermişti.

Bir sabah kahvaltıdan sonra annesiyle etraftaki küçük tepelerde yürüyüşe çıktılar. Güzel bir Mayıs günüydü. Börtü böcek uçuşuyor, bozkırın baharında tam bir şölen yapan kokulu minik kır çiçekleri her yeri güzelleştiriyordu. Havada her bir çiçeğin kendine özgü kokusunun karıştığı, esinti gibi hafif bir rayiha vardı. Tatlı ve sallapati bir köpek peşlerine takıldı. Kuyruğunu keyifle salladıkça poposu çarpılıyor, sakar ve komik görünüyordu. Biraz soluklanmak için gördükleri beyaz kayanın üstüne oturdular. Tam tepeye ulaşmadıkları halde manzara açık ve güzeldi. Baktıkları her yer çalışırken gözünün önüne getirdiği yağlı boya tabloları hatırlatıyordu. Annesiyle yaptıkları bu yürüyüş ellerinde şemsiye olmasa da Monet’nin meşhur Gelincikler tablosunu andırıyordu.

Durdukları yerin az ilerisinde mevsimlik işçilerin ailelerinin oluşturduğu küçük topluluğu gördüler. Çadırlarının önündeki otların üstüne kilimler, minderler sermişler, ağaç dallarının arasına çamaşır ipi germişler, küçük düzlüğü sofalı bir eve dönüştürmüşlerdi. Okul çağına ulaşmamış birkaç çocuk etrafta, el dokuması bir halı gibi görünen otların üstünde koşturuyor, kilimlerin üstünde ise emekleyen ya da yeni yeni yürüyen küçükler yanlarında el işi yapan ablaların gözetiminde oynuyordu. Birkaç kadın büyük kara taşların arasına kurdukları ocağın etrafında, hayali mutfaklarında çalışıyorlardı. Ocağın üstünde dışı isten kararmış geniş tencerede bir şey pişiyor, bir kadın ayran yapıyor, bir diğeri daha önce ıslattıkları yufka ekmekleri katlayıp bir bezin arasına sarıyordu. Acıktıkları belli olan çocuklar, olmayan mutfak duvarının dışında oynuyor, hazırlanmakta olan sofraya kaçamak bakışlar atıyorlardı. Peşlerindeki köpeğin çocuklara katılmasıyla neşeli bir koşuşma oldu. Kilimin üstünde el işlerine dalıp gitmiş ablaların arkasındaki bir ufaklıksa kopan gürültüye hiç aldırmadı. Bütün dikkatini elinde tuttuğu şeye yoğunlaştırmıştı. Uğraştığı her neyse öyle çok enerjisini alıyordu ki yanakları ıkınır gibi kızarmıştı.

Anne kız selam verip yaklaştılar. Annesi mutfakta iş yapan kadınların yanına yaklaşırken o tıpkı çocukluğundaki gibi kilimin üstünde oturanlara yöneldi. Çocuğun elindekini merak ediyordu. İşleriyle ilgilenen büyüklere selam verip gönüllerini aldı. Sonra küçük çocuğun yanına çömeldi. Ancak o zaman onun neden ıkındığını görebildi. Küçüğün elinde nereden bulduysa plastik bir su şişesi vardı. Belli ki bir süredir şişenin kapağını açmaya çalışıyor ama başaramıyordu. Küçük avucu kapağın desenleri şeklinde kızarmıştı. Kapağı çekiyor, çevirmeye çalışıyor, ama yöntemi bilmeden çabaladığı için muvaffak olamıyordu. Belli ki susamıştı da… Bu iş tüm enerjisini aldığından başka yaramazlıklar yapamıyordu. Ona ve diğer ufaklıklara göz kulak olmakla görevli ablalar bu durumdan memnun oldukları için kapağı açıvermiyorlardı.

Yanındaki gölgeden rahatsız olan çocuk kaşlarının altından dik dik bakıp şişesini arkasına kaçırdı. Gölgenin sahibi onu elinden alabilirdi. Zaten şu ilerdeki gürültücü düşmanlar sık sık sataşıyorlardı. Şişeyi korumalıydı. Çocuklar tatlı bir sesle konuşmaya başladı. Bizimki çok hızlı yumuşadı. Yeni ablaya gülücükler atarken ondan yardım isteyebileceğine karar verdi. Hazinesini çekingen ama umut dolu gözlerle uzattı. Yarım yamalak kelimeleriyle şişeyi açmasını istedi. Şişeyi açıp çocuğun eline vermek kolaydı. Nasıl yapılacağını öğretmekse daha kalıcı bir sonuçtu. Bu sonuç pek çok kişiyi memnun etmeyecekti ama zavallı küçük, suyunu kendisi içebilecekti. Pek kafa yormadı. Çocuğun elini kavrayıp şişeyi uygun açma pozisyonunda tutturdu. Diğer elini kapağın üstüne yerleştirdi. Küçük avuca kapak tam oturdu. O da dışından kavrayıp kapağı çocuğa çevirtti. Kapağın açılışı sırasında çocuğun yüzündeki aydınlanma her şeye değerdi. Muzaffer komutan edasıyla şişeden koca bir yudum aldı. Ablasının rehberliğinde şişeyi yeniden kapatmayı da öğrendi. İşlem tamamdı.   

Onlar uğraşırken ocak başındaki kadınların yemek davetini iletmeye yanlarına gelen annesi, bir bakışta durumu anlayıp, “Beğendin mi yaptığını? Şimdi annesi uğraşsın dursun. Böyle muzır işler hep senin başının altından çıkar” diye söylendi. Aklına birkaç ay önce hastaneye alınan FMRI cihazının kaydettiği beyin görüntüleri gelirken annesinin sesi kulaklarından silindi. Hastanenin radyoloji bölümünün katıldığı toplantıda, nadir bir görüntüleme teknolojisi olan FMRI anlatılmış, aletin beyni nasıl görüntülediği hakkında slaytlar eşliğinde detaylı bir sunum yapılmıştı. Cihaz, insan konuşurken, yazarken, bir anıyı düşünürken beyninin hangi bölgelerinin çalıştığını görüntüleyebiliyor, böylece faal hale geldiği için renklenen beyin bölgelerinden bir nevi ışık haritası elde edilebiliyordu. İnsan yeni bir şey öğrendiğinde daha önce siyah beyaz görünen bir beyin kesiti, şehrin o kısmına elektrik gelmiş gibi sinyallerle aydınlanıyor, renkleniyordu. Yeni becerisinin tadını çıkartmak için ha bire kapağı açıp bir yudum alan sonra mutlulukla geri kapatan çocuğu izledi. Gerçekten bu kadar su içmenin sonu çocuğa bolca çiş hatta altına kaçırma vakası olarak dönecekti. Sanki çocuğun annesiymiş gibi sitemli sitemli söylenip duran annesine, “Düşünsene anne! Onun henüz çocuk olduğu için karanlık görünen genç beyninde minik bir ışık yaktım. Biraz çişe değer bence” demedi. Rengarenk çiçeklerle dolu kırları ya da yıldızlarla dolu gökyüzünü gösteren yağlı boya bir tablonun tadını çıkarmakla meşguldü.

Esra Özer Duru, Ankara, 19.10.2021.

16 Mart 2021

BANA UYGUN BİR ÇEKMECE

“İki kent arasındayım. Biri bilmiyor beni, öteki artık tanımıyor.”                                      Jean Paul Sartre

Yosun kokulu bir sabaha uyandı. Pencerenin önüne gidip rutubeti içine çekti. Bazen kötü koksa da şimdi burnuna güzel geldi. Çoğu zaman kendini, hayatta ait olduğu yeri bulamamış hissediyordu. Bir koku aldığında, bir işaret gördüğünde geçmişe dönmek, geçmişin izlerini bugünde sürmek çok daha kolay geliyordu. Alışılmışın rahatlığı… Bir şarkının nakaratı, eskiden beri var olan bir bisküvi, geçmişten kalmış anılı bir eşya, bir meyve, bir şeker, bir kelime, bir çiçek, bir kumaş deseni, bir marka… Bu yüzden gençken bile yaşlanmış hissederdi. O, kendisi çocukken yeni moda olan şarkıları, filmleri eski zannederdi. Hayat hep eskiydi, daha önce yaşanmıştı sanki, ikinci el gibi…  

Mektup zarfı da kalmamıştı, üstüne adres yazacak. Kırtasiyeden zarf alırken sanki biraz tuhaf bakmıştı yandaki kadın. “Üstüne adres yazacağım” diyemedi. “Kendimi ait hissetmek için kendi evime mektuplar gönderiyorum” cümlesini hiç söylemedi. Zarf almak neyse, kendine mektup göndermek bir tuhaflık belirtisiydi. İyi ki posta teşkilatı vardı ve gözlerini insanın üstüne “Tuhaf mısınız?” der gibi dikmiyordu. Ev telefonunun hala durduğunu, günlük gazete aboneliği bulunduğunu duysalar, daha neler söylerlerdi Allah bilir! Bu evrende bir yer bulmaya çalışıyordu kendine. Üstünde adı yazan bir kapı, içinde ıvır zıvırı olan bir çekmece… Ama bu kadar çabaya rağmen ait olamamıştı.

Ait olamamıştı işte. Bu evde bez torbalar nerede tutulur? Yarısı işlenmiş etamin seccade, şişe takılı tuhaf örgü parçası, ipi sararmış dantel örneği hangi kanepe altına sokuşturulur? Bir gün bir işe yarar diye tutulan çaputlar hangi dolabın dibine saklanır? Eski kadifeler, hacdan hediye gelen kınalar, seccadeler, misvaklar, takkeler nereye konur? Tarhana kokulu bir sandık köşesi, çocuklar için hazine sandığı, anılar kutusu, ceviz kabuğu kokulu bir çekmece dibi nereden bulunur? Üstüne tüyler yapışmış bir şeker parçası nereden çıkarılır? Birbirine yapışmış paket lastikleri hangi diplere, kuytulara kaçışır? Yamuk bir çengel iğne nerede bekler sırasını? Kim bilir kim tarafından hediye getirilen kuru incirlere kaçıncı bekleme siner? İçine çekilen at kestanesi kaç güveye daha bekçilik eder?

Kök salamamıştı sanki derinlere… Yanmış kibritleri dolduramamıştı bir kibrit kutusuna. Vitrindeki kulpu kırık fincanın içine kedi ballarını koyamamıştı. Bez mendillerin arasına çikolata kutuları saklayamamıştı. Hayata çaya batırılmak için yarısı kırılan pötibör bisküvinin çay bardağına uyduğu gibi uyamamıştı. Orada durmuştu zaman. Kahverengi örgü seccadenin kaçan ve bir türlü tutulmayan ilmeğine takılıp kalmıştı. Sobanın üstüne ekmek, ortasına kömür, küllüğüne patates, borusuna çamaşır, arkasına bohçalı bir tencere bırakamamıştı. Ekmeği sabah, çamaşırı öğlen, sarılı tencereyi ikindi, patatesi akşam; yerli yerine, vakti geldiğinde koyamamıştı. Soba arkasına mayaya bırakılan yoğurt kadar, sarma kadar yeri belli bir şey var mıydı hayatta? Ne mutluydu onlar, yerlerini hep bilmişlerdi…

Altı sandıklı kanepe lazım, cevizden bir sandık, bunların hepsini doldurmak için dibi kırık
bir çekmece lazım, kapağı zor açılan bir dolap… Batmış güneşin son ışıkları tüllerden çekilirken, kılınan bir akşam namazı lazım. Çivit mavisi pencere demirlerinden görünen ceviz yaprakları lazım. Soğuk kış günlerinde diplerinden buz tutmaya duran camlar lazım. Buzlar eriyince, beton denizlikleri ıslatan toz kokulu sular lazım. Suları silmek için eline tutuşturulan yine toz kokulu bezler lazım… Uyuyakalan çocuğun üstüne örtmek için hep askıda duran manto lazım.

Bir el lazım, başını okşayınca kırışıklarına saçlarının takıldığı. Portmantoda unutulmuş bir fötr lazım. Balkon kenarına terk edilmiş naylon terlik. Kopmuş çamaşır ipinde sallanan bir mandal lazım. Köşesinden bahçe hortumu takılıp çıkarılan yırtık bir sineklik lazım. Sıcak su tesisatı olmayan musluk lazım titreyen sarı ampul ışıklarında. Duvarda yalnızlıktan kaşı çatılmış portreler lazım, kim olduklarını çocukların bilmediği.

Nereye saklanır mahzun bir sonbahar anı, güneşe verince sırtını, tahta sedir üstünde otururken ısındığın akşam üstlerinde? İçi doldurulup yanmaya hazırlanan ama yeteri kadar soğuk olması beklenen sobalar gibi. Yer kaplayan ama işlevsiz ve soğuk… Başka nereye sürülür o soba kahverengisi? Kadife bir kumaş için güzel, duvar için karanlık… Gıcırdayan bir somyada radyo eşliğinde dalınan öğlen uykusu kadar yalnız… Bilmediğin bir ülkenin, bilmediğin bir şehrinde, tanımadığın insanların şarkısı… İstanbul, Zürih, Varşova, Berlin, Prag arasında gidip gelen istasyon ibresi… Bilmediği onlarca şehir arasında dilini arayan kırmızı çizgi… Bir kule inşa et ya da düğmeyi çevir…

Şekerli çaya batırılan ekmekler, melekler yorulmasın diye ucu katlanan seccade, anahtarı üstünde duran kapı, yeni yıkanmış bahçede güneşin çekilmesini bekleyen akşam sefaları… Boya tenekelerindeki suda ölümü bekleyen siyah noktalı beyaz güve kelebekleri… yağmurlu ikindilerde içilen çaylar… orada herkes biliyor ait olduğu yeri. Misafir odasına yatacak kişi belli, somya kimin yeri?

Ayazdan çatlayan elin için vazelini nereden bulacağını bilirsin. Hangi pencerenin şiştiğini, hangisinin güneşliğinin hiç açılmadığını bilirsin. Balkonun hangi köşesinin çatladığını, aşağı sarktığını bilirsin. Anahtarın her zaman dış kapının dışında sallandığını bilirsin. Muşambanın hangi köşesinin ters alıştığını bilirsin. Bahçeye yaldızlar bırakan sümüklü böceğin su saatinde yaşadığını bilirsin. Güvercinlerin hangi camın önüne yumurta bıraktığını bilirsin. Kendini, bu dünyadaki yerini, bilir gibi bilirsin… Elinle koymuş, ezberlemiş, sen yazmış gibi bilirsin…

Eski gardırobun hangi çekmecesinde kaldın onu da bilirsin…

Esra Özer Duru, Ankara, Aralık 2020. 

22 Şubat 2021

BAKKALLARIMIZ ÜZERİNE MEŞRU BİR NOSTALJİ

Çocukluğuma dönüp baktığımda hatıralarımda iz bırakan çok şey olduğunu görüyorum. Bunların hepsini paylaşmak istemem ise oldukça “kişisel” yazılar yazmama neden oluyor. Ben de bu izlerin “toplumsal” olanlarını seçmeye çalışıyorum zaman zaman. Örneğin süpermarketlerin hayatımızı sorgusuz sualsiz işgalinden önce doğan kuşakların bakkallarla ilgili anıları vardır. En azından bakkal amcasından, arkadaşlarının seslendiği sırada “bir pergel, bir kalem, bir de çikolata” isteyen Erol’u hatırlarsınız. (https://youtu.be/MS7Ip3Qy3EA) Her ne kadar Erol’un hayatımıza girişi KDV’nin halkımıza benimsetilmesi amacıyla yayınlanan “kamu yararı spotlarıyla” olsa da “bakkal amca” imgesi bir yansıma bulmuştu orada. Özay Gönlüm’ün KDV’yle ilgili “Fişini de al Mustafa Aley” (https://youtu.be/z9F7DHdcJUA) şarkısını, Ayşegül-Ali Atik çiftinin “bir alışveriş bir fiş” (https://youtu.be/Ry_Jxkw1ASM) tekerlemesini hatırlatmayı bir vatandaşlık borcu olarak görüyorum. 😊

Neyse işte, küçük bir çocukken en sevdiğim şeyler arasında bakkala gitmek vardı. Para taşıma sorumluluğuna layık görülene dek bir büyük refakatinde gittiğim bakkala, daha sonra anneannemin “Hadi arkandan bakıyorum, çabuk git gel” tembihleriyle tek başına gitmeye başladım. Bakkal dükkânı bambaşka bir dünya gibiydi. Taze ekmek kokardı ekmek gelme saatlerinde. Bakkal önlüğüyle bizi karşılayan Kâmil Amca, ki hepsinin bir adı vardı ve bizimkininki Kâmil’di, henüz birisine gaz doldurup vermediyse, bisküvi ve sabun da kokular arasında olurdu. Nedense koyu maviye boyanmış tahta dolabın mandalına yetişemediğimiz için Kâmil Amca tezgâhın arkasından gelir ve bize ekmek seçerken yardımcı olurdu. Aklımızda “dikkat et, yanığını alma” sözleri… O zaman böyle poşet bolluğu yoktu. Ekmekleri ya yanımızda getirdiğimiz torbaya koyar ya da kollarımızın arasında taşırdık, sıcacık ve yana yana. Yere düşerse alıp üç kere öper sonra alnımıza koyardık. Pislikler, ekmeğin yani nimetin kutsiyetinde yok olup giderdi. Hesap denk çıkmayınca bakkal yollarında yerleri arayan bir grup çocuk… Bazen “arkamızdan bakan” yoksa ekmeğin yarısı yok olurdu küçük ağızlarda. En zevklisi buydu, hele alacakaranlık sonbahar akşamlarında... Yenen ekmeğin yerine yenisinin alındığı bile olurdu. Hazır ekmekten bahsederken, özellikle beklenen akşam ekmekleri vardı. “Üst bakkala gelmiş birazdan burada olur” avuntuları ile “aslında gelmese de muhabbet kesilmese” temennileri arasında geçen dakikalar, annelere karşı en geçerli mazeretlerdendi: “Ne yapalım ekmek bekledik!”

Ekmek beklemek ramazanlarda ayrı bir önem kazanırdı. Ezan okunmadan hemen önce iftar sofrasına yetiştirilen pide insana süper kahraman hissi verirdi. Düşünsenize, herkes sofrada ezanı ve sıcak pideyi bekliyor. Zamanlama çok mühim. Biraz bıçak sırtı! Geç kalırsanız durum kötü, erken gelirseniz pide soğur. Tam zamanında, ezan okunurken kapıda olmalı. Ama süreçlerin çoğu size bağlı değildir. Ekmek kamyonu gelecek mi, bakkaldaki pide sırası aşılabilecek mi, istediğiniz sayıda pide size düşecek mi ve kahramanımız sofradakilerin imdadına tam zamanında yetişebilecek mi? Cevabı için çocukluğunuzun bakkal maceralarına bakın.  

Diyorum ya bakkala gitmek bir macera gibiydi. Onun için büyükler bir tedbir daha düşünmüştü: “Şuraya tükürüyorum, kuruyana kadar dön.” Biraz iğrenç! Tükürüğün kuruma hızıyla ilgili bir spekülasyona girmeyeceğim tabii.

Bakkalın cam hazine sandığı: Tezgâh

Bakkal amcaların ne güzel tezgâhları vardı: Camdan hazine sandıkları. Aslında süpermarketlerin temeliydi bunlar. İçlerinde mumlar, kalemtıraşlar, pergeller, don lastikleri, çamaşır sodası, çamaşır kolası, silgi, önlük yakası, pudra, peynir, helva, pastırma, çeşitli “ortalarda” kareli, çizgili defterler, boya kalemleri, sulu ve pastel boyalar, çengelli iğneler, tebeşirler… Daha neler neler olurdu. Bakkalın duvarlarındaysa makarnalar, bakliyat çeşitleri, kokusu bunlara karışmasın diye ayrı duvara dizilen sabun tozları (deterjanlar yeniydi, yumuşatıcılar, kireç önleyiciler henüz icat edilmemişti) sabunlar, kibritler, sigaralar bulunurdu. Yağlar biraz ayrı bir yere konurdu, nedense onların dışları genellikle kirli olurdu. Bakkalın kapısındaki rengarenk plastik bantları (sineklik) aralayarak içeri girer, zemine serpilen talaşın üstünden tezgâha ilerler, boyumuz yetiyorsa içine para konsun diye tezgâha yerleştirilen eşantiyon tabağa paramızı koyar, isteklerimizi söylerdik. Boyu yetmeyenler kız kardeşim gibi tezgâhın önündeki ince kenara çıkar, bakkalı kızdırırdı. Türkçe kitaplarımızda bakkala girince sırasını bekleyen ya da yaşlılara devreden yüce gönüllü çocuklarla ilgili okuma parçaları vardı. Halbuki bakkalda büyükler varsa hakkı yenen genellikle çocuklar olurdu. Ses çıkarma cesaretini gösteremezsek ya da bakkalımız sıraya dikkat etmezse fazladan beklerdik.

Cazibe merkezi bisküvi kutuları

Bakkalın ben ve başka birçok çocuk için diğer cazibe merkezi bisküvi kutularıydı. Bisküvi firmalarının verdiği (tabii ki bayatlamasın diye) teneke kutuların camlı kapaklarından istediğimiz bisküviyi, gofreti seçerdik. O zamanlar bisküvilerin itibarı hayli yüksekti. Komşulara ikram edilirdi. Benim favorilerim (aslında hepsi) kaymaklı, oval, susamlı ve tuzlu bisküvilerdi. Öyle bebe bisküvisi falan sonradan çıktı. Bakkalımızın gazete kâğıdından yaptığı kese kâğıtlarına ya da külahlara aldığımız bisküvileri nemlenmeden tüketmek en büyük zevklerdendi. Çayımızı, şekerimizi, yumurtamızı, her şeyimizi bakkalımızdan alır, sabahın köründe açık bulduğumuz fedakâr bakkal amcamızın ne zaman uyuduğunu düşünüp üzülürdük.

O yıllarda oldukça fazla tüketilen gaz da (o zaman kimse üstüne gaz döküp kendini yakmıyordu. Ya gaz ocağına konuyordu ya gaz lambasına ya da bitlenen çocukların bitini ayıklamaya yarıyordu) bakkalın satış listesindeydi. Dükkânın dışında bir yere konan gaz deposunun musluğu hep akıtırdı. Üstünde koca bir asma kilit olurdu. En zevkli işlerden biri de Kâmil Amcadan sonraki bakkalımız Ömer Amcayı gaz doldururken ya da pastırma, helva, peynir keserken izlemekti. Ömer Amca, bidonuyla gelen birini görünce, dükkandaki bütün müşterilerin işini gördükten sonra gaz vermeye çıkardı. Elinde kalan gaz kokusunun bir süre geçmeyeceğini bilir, peynire, helvaya dokunmazdı. Bu durumlarda çok etkili olmasa da izlemesi zevkli diğer sihirli bir alet devreye girer, yanında küçük pompasıyla tuhaf kolonya şişesinin gösterisi başlardı. Ne gizemdi o! Arife günlerinin en sıra bekleteni olurdu.

Bir de bakkal efsaneleri vardı o zaman. “Yukarıdaki bakkalın önünde … liki buldum la!” şeklindeki söylentiler erkek çocuklar arasında hızla yayılır, söz konusu bakkalın önü, yerleri araştıran, bulduğu her gazoz kapağını inceleyen çocuklarla dolardı. Bazı bakkalların önü zaten dolu olurdu. Bunlar bakkal amcaların, tezgâhları delikanlı oğullarına terk ettikleri bakkallardı ki mahallenin ağır kâmil teyzeleri tarafından pek onaylanmazdı bu durum. Ömer Amca da sevmezdi öyle şeyi. Yalnızca dükkânın önünde kavrulan güzel ve taze kokulu çekirdekten nasibini almak için bekleyen “nezih” bir topluluk.

Eskinin bakkalları kredi kartına üç taksit yapmıyorlardı. Ama arkalarındaki “veresiye mal satılmaz” yazısına ve “peşin satan/veresiye satan” esnafı betimleyen resme rağmen veresiye verirlerdi. Kendilerince tuttukları bir defterleri olurdu. Kendi içinde bir mantığı olan defterlerde müşterilerini kolaylıkla bulurlardı. Bu arada bakkala “kusurlu ürün” iadesi de yapılmazdı. “Bunu geri götür” dendiğinde sırtımızdan aşağı soğuk terler akardı. Çünkü bakkalla geliştirdiğimiz dostluk bu iade durumunu kaldırmazdı. Bakkalımız ortak da kabul etmezdi. Birkaç gün görünmezsek hemen şüphelenir, başka bakkala gidip gitmediğimizi sorardı. Her alışverişte fiş vermek/almak hem bakkala hem bize zor geldiği için Ömer Amca alışverişlerimizi yanımızda götürüp getirdiğimiz bir sigara kartonu parçasına not alır, ay sonunda bunları hesaplayıp fişi toplu keserdi. İtinayla doldurulan vergi iade zarflarında …. Bakkaliyesinin fişleri yazılırdı.   

Bakkal amcaların sayesinde kahvaltı sofralarının, akşam yemeklerinin ya da iştahla yenen domates, peynir ve yeşil soğanlı ekmek öğünlerinin merakla beklenen önemli kişileri olurduk. Bazen son ekmek de satıldığı için kendilerine ayırdıkları ekmeği bizimle paylaşırlardı. Bazen küçük kardeşimizi çırak niyetine kaptırırdık, “niye ben değilim” hayıflanmaları ile. Bazen o sihirli tezgâhın arkasına geçip kokulu silgilere, gripinlere, kurşun kalemlere, defterlere yakından bakmak ayrıcalığını verirlerdi bize. Bazen kırılmış bir süt şişesini temizlerken azar işitiverirdik. Bazen alt kattaki depoda tuttukları toz şekere sabun kokusu sindiğini sessizce haber verirdik. Bazen teneke peynir kutularını açarken söylenmelerini dinlerdik.

Bir yere gitmek zorunda kalan anneler, anahtarlarını bakkala bırakırdı. Kiralık ev arayanlar önce bakkala sorardı. Bakkallar bizim buluşma yerlerimiz, eczanemiz, kırtasiyemiz, kuruyemişçimiz, gaz istasyonumuz, parfümerimiz, tuhafiyemiz, kısacası sokağımızın can damarıydı. Eski bakkallar market oldu. Ömer Amca bakkaldan market zinciri kurdu. Bakkala gitmek birçok yerde mazi oldu. Yine de dilerim adı markete dönüşse de küçük şehirlerde, mahallelerde hala bakkallar vardır ve çocukların hatıralarında yerini alır.     

Esra Özer Duru, Ankara, Nisan 2005’te Turuncu Dergisinde yayınlanan yazıya yeni eklemeler, Şubat 2021.

Taze Taze Hikâyeler

BEKLEME ODASI

Mart ayı ortalarıydı. Hava, okullardaki mevsim tablolarında her zaman bahara dahil edilmesine rağmen, yıllardır rolüne direnen bu aya yakışı...

Yeni Yazılardan Haberdar Olun

Kaçırmayın!