kadın etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
kadın etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

03 Eylül 2022

POŞETTEKİ JAPON BALIKLARI

Ömrümüz evde, sokakta, okulda, kamusal alanda ne yapıp ne yapamayacağımızın başkaları tarafından belirlendiği bir atmosferde geçti. Üstüne kavanoz kapatılmış böcek hissiyatı veren bunaltıcı yasakları, zaman zaman başörtülü kadını kamusal alanda istemeyen, dini; ileri yaşlarda gidilen bir umre ya da hac ziyareti zanneden ya da katıldığı mevlitte iğne oyalı krep örtü rahatlığında omuzlarına düşürüverilecek bir şey gibi yorumlayan insanlar koydu. Zaman zaman da bizim yapmak istediğimiz işlerin şöyle uygunsuz, böyle mekruh olduğunu söylemeyi vazife edinmiş “kardeşlerimiz” sınırlar çizdi. İkisinin üslubu çoğu zaman aynıydı. Bazen bir fakülte amfisinde, “Sen, türbanlı! Evet sana diyorum, dışarı!” diye bağırdılar. Bazen bir Meclis salonu dolusu anasınıfı (!) çocuğuna, “Dışarı!” diye tempo tutturdular. Bazen de kadınların evinden hiç çıkmaması gerektiğini, çıkarsa çabuk dönmesinin en iyisi olduğunu beyan ettiler.

Genç yaşta başını örtenler bilir, kız çocuğu için problem olan her şey başörtülü kız çocuğu için daha büyük problemdir. Başınızı niye örttüğünüzle ilgili, komşular, akrabalar, arkadaşlar tarafından uzun uzun hesaba çekilirsiniz. “Bu örtü işi nereye kadar gidecek, daha fazla örtecek misin, Kur’an kursuna mı okula mı devam edeceksin, okula girerken açacak mısın, imam hatibe mi gideceksin, pek de zekiydin kadından imam da olmaz ne olacaksın, vah vah pek de gençtin, keşke nişanlanınca falan örtseydin…” Başka bir cepheden gelen sorularsa şöyle olur: “Başörtülü top mu oynayacaksın, bisiklete binmek mi tövbe estağfurullah, pardösü bari giy üstüne, altına pantolon giymek mi dinden çıkarsın, hem kız kısmı okuyup ne olacak, dikişe falan git.”

Bu beyin öğüten, insanı kendisi olmaktan çıkarıp tek tip bir şeye dönüştürmeye çalışan hiza vermelerin birbirinden farkı yoktur aslında. Hiç susmazlar, hiç yetinmezler, hiç mutlu olmazlar. Sürekli parmak sallar, siz geri adım attıkça onlar daha da cesaret kazanıp saldırılarını büyütürler. İnsan olduğunuzu, dünya hayatındaki sınavların sizin için de geçerli olduğunu kimse hesaba katmaz. Sizden başka herkes günah işlemekte özgürdür sanki. Sizse bir kesimi temsil ettiğiniz için (nedense?) asla günah işlememeli, günaha benzer, görenler tarafından günah denebilecek herhangi bir davranışta bulunmamalısınızdır. Madem bir kere başınızı örttünüz, çocuk, genç, insan olmak gibi vasıflardan kaynaklanan zaaflar size asla uğramamalıdır. Yüksek sesle sohbet edemez, bahçe duvarının üstüne oturup arkadaşlarınızla basitçe çekirdek çıtlayamaz, gülemez, koşamaz, sakız çiğneyemezsiniz. Başınızı örtmenize taraftar ya da karşı olanlar için fark etmez, bir kere örttüyseniz Allah’tan çok hatta önce onları memnun etmelisinizdir.

Bir taraf sunduklarını sandıkları bir özgürlük tanımıyla seçimlerinize, aklınıza, kimliğinize saldırırken diğer taraf yalnızca Allah’la aranızda var olan ibadet/kulluk tanımlarınıza müdahale ederek size saygısızlık yapar. Sanki siz bir günah işlerseniz hep birlikte ceza alınacakmış gibi yaklaşırlar yaptıklarınıza. Yani Allah’ın emirlerini temel haliyle yapıyor olmanız yetmez, başkalarından hiç beklenmediği şekilde sizden sürekli en takvalı haliyle ibadet etmeniz beklenir. Takvanın ölçüsü de kendi memnuniyetleridir.

Bütün kızlar toplansak! 

Bunları düşündüğümüzde toplumu oluşturan bu kesimlerin aslında bizim başörtülü ya da başörtüsüz oluşumuzla değil topyekûn kadın oluşumuzla bir dertleri olduğunu görüyoruz. Eğer kadınsanız, öyle kafanıza göre sokakta yürüyemez, istediğinizi giyemez, istediğiniz işi yapamaz, istediğiniz okulda okuyamaz, yüksek lisans, doktora gibi akademik faaliyetlerde bulunamaz, bisiklete binemez, tek başına yolculuk yapamaz, kendi aklınızla hareket edemezsiniz. Size birilerinin hep “yol” göstermesi gerekir. Neyse ki sorulmadığı halde fikrini beyan eden, size sınırlılıklarınızı hatırlatan “yüce” bir insan her zaman bulunur.

Halbuki tam tersi erkek bireylere bu türlü kısıtlamalar getirilmez. Bir erkek çocuğun meslek seçimi için zekâsı, becerisi ve ailesinin beklentisi dışında “limit yok”ken, bir kız çocuğun meslek seçiminde zekâsı, becerisinden çok bir kadın/anneye en uygun mesleği seçmesi elbirliğiyle sağlanır. Kendisini müslüman sıfatlarıyla tanımlayan bir erkeğe, en görünürü o olduğu için sakalını kesmek dışında bir kısıtlama getirilemezken, kamusal temsili her iki tarafın nezdinde oldukça yüksek ve görünür olan başörtülü kadının aşması gereken dünya kadar engel çıkarılır. Kadın olmak zaten zorken başörtülü kadın olmak ekstra zorlaştırılır. Bu zorluklara bir de yasakçılar tarafından bölünüp küçük küçük düşman kamplara ayrılan kız kardeşlerimizin saldırıları eklenir.

İşin aslı kadınlara ayrımcılık yapanlar bir şekilde iş birliği içinde. Onlar kadınları, akvaryumcudan saydam poşetle alıp eve taşıdıkları japon balıkları gibi “yalıttıklarını”, “koruduklarını” zannederken, bizler kadınlığımızdan ve kız kardeşliğimizden vazgeçmeden, her gün pek çok kadının şiddete maruz kaldığı, günlük sıkıntılarla baş etmek için gücünü israf ettiği bu dünyada birbirimize sahip çıkabiliriz.  

Esra Özer Duru, Ankara, 16.8.2022.

https://hertaraf.com/koseyazisi-posetteki-japon-baliklari-3199

HUZUR-U İLAHİ’DE AYRICALIKLI KULLAR KİMLER?

Geçen hafta kadınların camilerde karşılaştığı muameleyle ilgili iki paylaşıma denk geldim. İlki tanımadığım bir insanın paylaşımıydı. İstanbul’da iki büyük camide kadınlara ayrılan yerin Cuma namazı sırasında tümüyle erkeklere tahsis edilmesi nedeniyle namazını kılamadığını serzenişlerle yazmıştı. İkincisi, şahsen tanıştığım bir arkadaşımın kadınlara camilerde ayrılan yerlerin kötü şartları üzerinden eleştirilerini dile getirdiği başka bir paylaşımdı. Kişisel tecrübelerimizden bu muameleye aşinayız zaten. Üstelik bu tecrübeler, vakit, Cuma, teravih, tahiyyetül mescit namazları için ayrı ayrı mevcut.

Salgın sürecinden önce her Cuma bir grup kadınla birlikte camiye gider, küçük safımızla, camide kadınlara ayrılan yerde namazımızı kılardık. Cemaat, camide kadın varlığına o kadar yabancı ki, “vakit namazları cemaatle kılalım” diye hiç düşünmedik. Yaşadığımız yer küçük ve namaz için tercih ettiğimiz cami oldukça büyük olduğundan bize yer kalmaması gibi bir sıkıntıyla karşılaşmadık. Her ne kadar kadınların girdiği arka kapı birkaç Cuma kilitli unutulsa da, amcalar kapıya yaslanıp içeri girmemizi bilmeden engellese de, en arkada duvara yaslanıp namaz vaktinin girmesini bekleyenlerin önünden yürümek resmi geçit hissi yaşatsa da, namazdan hemen önce kadınlar kısmına aşağıdaki erkeklerden önde olur da namazları kabul olmaz diye ilk iki safı boş bırakmamız için çocuklarla haber gönderilse de… namazımızı kıldık. Hatta kışın buz gibi olan kadınlar kısmı yerine cemaatin vakit namazlarda kullandığı, ses sistemi bulunduğu için camiden kopmayan, daha sıcak küçük alanda namaz kılma ayrıcalığına bile kavuştuk. Ne yazık ki, salgınla birlikte sürecimiz akamete uğradı.

Merkezde bir camide Cuma namazı kılmak istediğimizde ham betonun üzerine serilmiş kilimlerle karşılaştık. Büyük ihtimalle depo olan oda, caminin içindeki kadınlar kısmının erkek cemaat tarafından doldurulması ve kadın cemaatteki “beklenmedik” artış nedeniyle kadınlar kısmı olarak hizmet vermeye başlamıştı. Bu odacık çapraz olduğu için kadınlar saf tutamıyor, secdeye vardıkça hem dizleri eziliyor hem de buz gibi beton yüzünden donuyorlardı. İlçe müftülüğüne yaptığımız müracaat sonrası odaya bir halı serildi ve elektrik sobası kondu. Nispeten ayrıcalıklı bu tecrübenin yanında olumsuz tecrübeler daha çok. Artık halı parçaları ve elektrik süpürgeleriyle defalarca saf tuttuk.

Yazıyı biraz uzatma ve okuyucuyu sıkma pahasına örnekleri arttıralım. Ankara Ulus’ta tarihi bir caminin kadınlar kısmına çıkıp namaza durduk. Biz namazdayken yanımızdaki kumaş yığını kıpırdamaya başladı. Hepimizin yüreği ağzına gelirken burayı kestirmeye uygun bulan kişi kalkıp gitti. Bir keresinde bir gezi vesilesiyle bulunduğumuz Bilecik’te tren istasyonuna yakın küçük bir camide Cuma vakti denk geldi. Kadınlar tuvaletindeki su, dışarıdaki şadırvanda erkekler abdest alırken kesildiği için az kalsın namaza yetişemiyorduk. Abdestle ilgili badireyi sağ salim atlattıktan sonra deyim yerindeyse kadınların “tıkıldığı” küçük odada artık halı rulosunu açarak namaz yeri ayarladık. Ama bu küçük odada ses sistemi bulunmadığını gördük. Üzülerek Cuma yerine öğle namazı kıldık. Bir keresinde Bursa’da Yeşil Camii’de tahiyyetül mescit namazını “fahri kadınlar kısmı hatırlatıcısı amca” yetişemeden hızla eda ettik. Edirne Selimiye Camii’nde bahçenin diğer ucundaki tuvalette abdest almaya çalışırken cemaati kaçırdık. Ortaköy’deki Büyük Mecidiye Camii’nde ise o güzelim ışığın altında namaz kılmamız engellendiği için arka tarafta camiden tamamen kopuk bir bölümde namazımızı cemaatsiz kıldık. Hatta namazdan sonra mimarisini, kubbesini, vitrayını, ışığını görelim diye camiye girmek isteyince “fahri kadınlar kısmı hatırlatıcısı amca” önümüzü kesti, çok kararlı bir şekilde bizi camiye almamak için direndi. Az kalsın göremeden çıkacaktık. Eyüp Sultan’da kıldığımız namazsa hafızamızda caminin huzurlu ortamı yerine ıslak, kokulu ve loş bir anı bıraktı.

Düşünüldüğünde kadınlar sadece teravih namazı için camileri doldurduğunda makbul karşılanıyor. O zaman yaşananlar ise ayrı bir yazı konusu. Özetle “çocuklar kadınların aparatı gibi görüldüğünden teravih esnasında zaten küçük olan kadınlar bölümünden camiyi şenlendiriyorlar” desek yeterli olur. Bu deneyimlerin çoğu hayatta sadece bir kere yaşanabilecek deneyimler. Düşünsenize “fahri kadınlar kısmı hatırlatıcısı amcalar” Mescid-i Haram’da ya da Mescid-i Nebevi’de görevlerini icra etmeye devam etselerdi…

Aslında sorunlar Peygamberimizin günlük pratiklerine baktığımızda görmediğimiz gelenekleşmiş yaklaşımlardan kaynaklanıyor. Artık bu sıkıntılara dair farklı çözümler geliştirmek gerekiyor. Bunun için özellikle Diyanet İşleri Başkanlığına büyük iş düşüyor. Başkanlık, camilerde kadınların varlığını kolaylaştırıcı fiziki şartların sağlanıp sağlanmadığını bizzat ve özellikle imamları, müezzinleri eliyle denetlemeli. Daha önemlisi ise cemaati, kadınların öncelikle farz ibadetlere katılımlarını sonra da camideki varlıklarını engellememek, yaptıkları engellemeleri hadislere, sünnete dayandırmamak konusunda uyarmalı. Kimse “tek saf olalım, omuz omuza namaz kılalım” demiyor zaten. Yeter ki, hepimize farz kılınan Cuma namazını eda etmemiz imkânsız hale gelmesin. Aynı zamanda kadın müminler, yüzlerce yıl önce büyük maharetle inşa edilmiş, incelikle işlenmiş kubbelerin, vitraylardan içeri huşu getiren ışığın altında lezzetli namazlar kılmaktan mahrum bırakılmasın. Ayet hükümleri dururken birtakım uygulamalarla ortaya çıkarılan bu ayrımcılıklar ortadan kalksın! Üstünlük takvayladır. Hiçbirimiz bir başkasının Huzur-u İlahi’deki yerini zaten ç/alamaz. Kimse Allah’ın ayetlerinden cinsiyetleri bir ayrımcılık konusu yapmasın!

Esra Özer Duru, Ankara, 2.2.2022. 

https://hertaraf.com/koseyazisi-huzur-u-ilahi-de-ayricalikli-kullar-kimler-2832

22 Aralık 2021

SEVGİLİ GÖRÜNMEZ EMEĞİM!

Ünlü Japon yönetmen Hayao Miyazaki, daha önce ilan ettiği emekliliğini son bir animasyon yapmak için ertelediğini açıklamış. Miyazaki, animasyonlarında geleneksel Japon kültürünün unsurları vasıtasıyla modern hayatın sorunlarına eleştiriler yöneltiyor. Anladığımız kadarıyla özetlersek her şeyin (eşyaların, ağaçların, hayvanların…) bir ruhu olduğuna inanıyor ve mevcut sorunların insanın bu ruhla barışık yaşamamasından, dengeyi bozmasından kaynaklandığını, eninde sonunda sulh yapması gerektiğini savunuyor. Ben de bir süredir Miyazaki’nin yaklaşımından hareketle, Türkiye’de kadınlar dışında kalan hane bireylerinin “evin ruhu[1]” diye bir şeye inandığını düşünmeye başladım. Şöyle ki; aile bireyleri, “evin ruhu”nun evdeki bütün işlerin yanı sıra kendilerinin tek tek ve toplum içindeki hayatını kolaylaştıracak tüm organizasyonları yapmasını ama hallettiği işleri sayarak, göstererek onlar için yardım ya da karşılık bekleyerek kimseyi rahatsız etmemesini umuyor. Bu beklentilerin evin ruhunun fiziksel ve psikolojik sınırlarını zorladığını görmezden geliyor. Biraz filmin sonunu söylemek (spoiler) gibi olacak ama Miyazaki animasyonlarına baktığımızda “evin ruhu” kendisiyle uzlaşmaya gidilmezse bir noktada işleri tamamen içinden çıkılmaz hale getirebiliyor.

Evin Ruhunun Görünmeyen Emeği/İşleri

Öncelikle şunları belirtmekte fayda var; bu yazı kadınlar lehine ayrımcılık yapıldığı için değil, kaydı tutulmaya değecek oranda “ev erkeği/evde erkek emeği” ya da onlara dair yeterli veri olmadığından kadınlar üzerinden yazıldı. Şikâyet konusu haline gelen unsurlarda bahsi geçen erkekler tabii ki bütün erkekler değil, mutlaka istisnalar var ama istisnaların sayısı şimdilik genel tabloyu değiştirecek kadar göze çarpmıyor.

İkinci önemli konuysa evdeki haksızlıkları sadece feministlerin dile getirmiş olması nedeniyle yazının ekseninin de o yöne kaymış gibi görünmesi. Feministlerin bir kısmı, Marks’ı bütün ilişki biçimlerindeki doğallaştırıcılığı sorgulayıp onunla mücadele ederken, sıra görünmeyen emeğe geldiğinde bunu doğallık alanı olarak görüp kabullendiği için eleştiriyor. Doğallık alanından kasıt mesela hukuk stajyerinin yanında staj yaptığı avukatın kahvesini almasının, ofisteki bulaşıkları yıkamasının beklenmesi. Bu işler stajın parçası gibi algılanıyor ve yapılmadığında stajyerden hesap sorulabiliyor. Ev işlerini yapmanın kadınların doğasından kaynaklandığının düşünülmesi de böyle. En iyi aşçıların erkeklerden çıktığı fikri yaygınken evde yemek pişirmenin kadınların görev tanımında yer alması başka bir örnek olarak verilebilir. Diğer kesimlerin bu konuda söz söylemesini de yine bu doğallık tanımı güçleştiriyor. Evdeki adaletsiz iş bölümünü “aileye saldırı” değil, özel alandaki haksızlıklar çerçevesinde gören bir bakış açısı gelişebilseydi konu en azından bir yönüyle sadece feministlerin konuştuğu bir konu olmazdı. Belki böyle bırakılarak mücadele marjinalleştirmek isteniyordur.

İşler, cinsiyet temelinde oluşmuş toplumsal iş bölümünün iki temel düzenleyicisi olan ayrılma ve hiyerarşi ilkeleri doğrultusunda önce kadın ve erkek işleri diye ayrılıyor, sonra da hiyerarşik olarak kadın işleri daha az değerli görülüyor. Geleneksel anlamda zaten erkek işi olarak kodlanan inşaat şantiyelerinde, maden ocaklarında, ameliyathanelerde, görkemli ofislerde masa başında vs. yapılan işler daha değerli addedilirken, aile işinde, alışveriş merkezlerinde çalışanların, evlerinden ya da sağlıksız atölyelerden parça başı iş üretenlerin, bütün gün kimyasala maruz kalan kuaförlerin, temizlik işçilerinin, gün boyu ayakta duran tezgahtarların, çağrı merkezi çalışanlarının yaptıkları işler değersiz işler olarak nitelendirilip görünmez kılınıyor. Bunların bir kısmı, kendilerine atfedilen düşük statüye rağmen ekonomide ücret, sigorta, emeklilik gibi verilerle kayıt altına alındığı için tam olarak görünmez sayılmıyor. Asıl “görünmeyen emek”, dışarıda değil evde üretildiği için herhangi bir ekonomik girdiye/çıktıya tekabül ettirilmeyen, bu nedenle daha da değersiz görülen, aynı zamanda kadın işi olarak tarif edilen ev işleri oluyor.

Daha detaylı bir şekilde açıklamak gerekirse, çalışan insanların kendilerini her gün yeniden üretebilmesi ve ertesi gün işinin başına yenilenmiş olarak geçebilmesi için ayrı bir emek harcanması gerekiyor. Bu emeğin kapsamına, çalışan kişinin çamaşırlarının yıkanması, yaşadığı alanın temizlenmesi, nevresimlerinin değiştirilmesi, yemeğinin pişirilmesi, derdinin dinlenmesi gibi işler giriyor. Bu hizmetlerin üretiminde bir işçi istihdam edildiğinde farklı bir durum ortaya çıksa da bunlar genellikle eş, anne, kız kardeş, kız evlat gibi ailenin kadın üyeleri tarafından karşılıksız yapılıyor. Bu durum toplum tarafından “doğal, kutsal” gibi tanımlarla meşrulaştırılarak kadınların doğasının bir parçası kılınıyor. Böylece bu işleri aile içinde başka kimse üstlenmek gereği hissetmiyor. Üstlenilirse, o bireyden o sorumluluğu bir kadının yaptığı gibi detaylı, sürekli ve en iyi şekilde yerine getirmesi beklenmediği gibi, bu yürütülen geçici göreve “yüce gönüllülükle yapılmış iyiliklerden” gözüyle bakılıyor; ilk fırsatta da asıl sahibine iade ediliyor. Bu doğallaştırma kendi içinde birtakım çelişkileri barındırıyor. Mesela evdeki herkes kendisinin kullanıp kirlettiği tuvaleti “doğallıkla” temizleyip, biten tuvalet kağıdının yerine yenisini takabilecekken bu, kadının, genellikle annenin görevi oluyor. Nasılsa yine aynı doğallık tanımıyla cam silmek de kadına kalıyor. Öyle ki “toplumun bekası, ahlakı…” kadınların bu işlevleri kutsal aile yapısı çerçevesinde “sevgiyle, doğası gereği” yerine getirip herhangi bir talepte bulunmamasına dayanıyor. İşin tuhafı bu kadar önemli işlevler, toplumda hep ikincil bireyler olarak görülen kadınların sırtına yükleniyor. Kadınlar örgütlü ya da bireysel herhangi bir sorgulama içine girer, hak talep ederse bu arayışları; “ailenin çöküşü”, “ahlaki bozulma” gibi büyük başlıklarla boğuluyor. Dahası talepte bulunan, arayış içinde olan kadınlar, bir takım fikir akımlarının küfürmüş, hakaretmiş gibi kullanımıyla toplum gözünde mahkûm ediliyor. Kadınların talep ettikleri hakların meşruluğu ile ilgili muteber kaynaklardan referanslar getirmesi beklenirken, konfor alanının zarar görmesini istemediği için bu haksızlık silsilesinin sürmesine ses çıkarmayanlardan hiçbir referans sorulmuyor. Yani uzun yıllardır her türlü kendini geliştirme imkânından bir şekilde mahrum bırakılan kadınların (ahlaklı, tahsilli, saygılı bireylerden müteşekkil) ailenin dolayısıyla toplumun teminatı olması en büyük çelişki olarak önümüzde duruyor.

Evin ruhunun (görünmez emeğin) özgeçmişi

Evin ruhunun mücadelesine genel olarak baktığımızda, kadınların hep görünmez kalan günlük yorgunluklarının, bezginliklerinin, hapsoldukları kısır döngünün, siyasi, akademik literatürde farklı isimler altında ve küçük de olsa yer bulması sevindirici. Uğradığı haksızlıkları düzeltmek, haksızlık yapmamak ya da haksızlığa uğradığında birlikte düzeltmek kimsenin aklına, işine gelmediği için evin ruhunun yani kendilerinin hakkını aramak kadınlara kalıyor. Evin ruhu evdeki sorunlardan önce kamusal alanda birtakım hak talepleriyle yola çıkıyor. Belki evi düzeltmenin, hapsolduğu sorumluluklar döngüsünden çıkmanın yolunun devletin haklar tanımasından geçtiğini ya da muhatap olunan ortak haksızlıklarla mücadelenin kolektif bir güç ortaya çıkarabileceğini ve hakkını arayamayacak kadar zayıf olan bireyleri birlikte koruyabileceklerini düşünmüşlerdir. Böylece ortaya çıkan birinci dalga feminizm (biraz da hareketi aşağılamak amacıyla konulan isimleriyle süfrajetler) kadınların seçme ve seçilme talebiyle işe başlıyor.

Dünya kadınlarının kamusal alandaki yasal haklarının teminat altına alınması özel alanda neler olup bittiğini sorgulayan ikinci dalga feminizmi doğuruyor. Charlotte Perkins Gilmann ta 1900lerde ev işlerinin kolektifleştirilmesi gerektiğini ifade ederken, yıllar sonra Christine Delpy “Baş Düşman” adlı makalesinde, kapitalist ve sosyalist toplumlar da dahil olmak üzere mevcut tüm toplumların kadınların karşılıksız emeğine dayandığını söylüyor. 1972 yılında başlatılan uluslararası “Ev İçi Emek İçin Ücret” kampanyasında, ücrete tabi olsa ev işlerinin kapitalizme maliyetinin ne kadar yüksek olacağı vurgulanıyor. “Görünmez” de olsa kadın emeğinin, kendisinin yeniden üretimi için gerekli olandan daha fazlasını ürettiğine, bu fazlalığın kapitaliste kâr olarak geri döndüğüne dikkat çekiliyor. Günümüzde ise Oxfam’ın Ocak 2020 verilerine göre dünyadaki kadınların tümü yaptıkları işi tek bir şirket için yapıyor olsaydı bu şirketin yıllık cirosu Apple’ın 43 katı olurken, en büyük ilk 50 şirketin toplam cirosunu geride bırakırdı. Yani kadınlar, kimsenin görmek istemediği evin ruhu vasıtasıyla dünyanın en büyük ekonomik verisini üretiyorlar ve buna rağmen sistemin dışında bırakılıyorlar.

Bitmeyen mesai yapmışlar!

Konu dünyada 1960-70lerde gündeme gelirken, Türkiye’de birkaç yıldır sınırlı bir şekilde konuşuluyor. Çünkü her tartışma ailenin kutsallığına çarpıyor. Aslında itirazlar aileden çok, aile kavramıyla örtülmek istenen adaletsiz iş bölümüne yönelik. Ama talepler kadınlar dışındaki aile bireylerinin konfor alanını büyük ölçüde bozacağı için değişik adlandırmalarla yaftalanarak baskı altında tutuluyor.

Çalışan kadınların işyerindeki mesailerinin ardından evde yemek, sofra, bulaşık, çocuk bakımı, ödevlere refakat, çay servisi gibi işleri kapsayan ikinci mesaisi başlıyor. Yani çalışma saatleri 16-17 saati bulabiliyor. Görünmez emeğin (diğer bir adıyla bakım emeğinin) kadınlara ait bir alan olarak görülmesi çalışan kadınların emek piyasasında var olma biçimini de belirliyor. Hemşirelik, okul öncesi öğretmenliği gibi mesleklere yönelimde kadınlık belirleyici olabilirken, özellikle çocuklu kadınlar esnek istihdam biçimlerine, erkeklere oranla sınırlı kariyer olanaklarına, yer yer yoksulluk ve aileye bağımlılığa mahkûm ediliyor. Kadın çalışanların ücretinin düşüklüğü aile işleri, çocuk bakımı gibi konularda izin alacak tarafı otomatik olarak belirliyor. Bütün bu sorunlu çalışma alanına rağmen çalışan kadınlar en azından işyerinde geçirdikleri zaman için sigorta, maaş, emeklilik, terfi gibi haklara kavuşabilirken, tüm zamanını evle geçiren kadın için böyle bir durum söz konusu olamıyor. Gün içinde “ne yaptığı” sorulan kadın, bazen emeğinin yok sayılmasına alıştığından, bazen başka bir var olma biçimi bilmediğinden, bazen de kendisi için normal gördüğünden “küçük” bulduğu işleri sıralamıyor bile. 

Evin Ruhu nerede?

Evin ruhu, temizlik, yemek, çamaşır, alışveriş gibi ev işlerinin yanı sıra kendine bakamayacak durumda olan aile üyeleri, yakınlar (çocuklar, yaşlılar, hastalar ve engelliler) ile kendine bakabilecek durumda olan eşler, yetişkin çocuklar için bakım hizmeti sağlıyor. Ondan evle ve içinde yaşayan herkesle ilgili bütün detaylara hâkim olması, sonsuz bir adanmışlık, şefkat ve bitmeyen enerji ile sürekli, hem de tatlı dil, güler yüz göstererek, aynı işleri yeniden üretmesi bekleniyor. Çalışan bir kadının ev ve hane bakımına ayırdığı süre 3.5 saati, çalışmayan kadınlar için 5 saati bulurken, erkeklerin aynı alana ayırdığı süre 45 dakikayla sınırlı kalıyor. Üstelik bu işler boşanma sırasında da kadınlara herhangi bir avantaj sağlamıyor. Mesela yıllar boyunca yıkanan çamaşır, bulaşık için bir fon birikmiyor. Aslında bu işlerin çoğunu, özellikle bir kadının yapması gerekmiyor. Herkes, yapabildiği ölçüde yapsa zaten böyle bir “yük” ortaya çıkmayabilir. Gerçekten bir annenin ya da kadının bizzat çözmesi gereken sorunları ise kadın/anne daha iyi durumda olan enerjisi ile rahatça ve severek çözebilir.

Evin Ruhu nelerle meşgul olmalı?

Her gün en erken kalkıp en geç yatan kişi olmasına rağmen aile bireylerine, günün evden ilk çıkanı dahil olmak üzere beş yıldızlı otel konforunda taze çay, sıcak kahvaltı menüsü hazırlamalı. Menüleri ayarlarken kendini tekrar etmemeli, akşam yemeğine ne pişeceğini düşündüğü yetmezmiş gibi kahvaltı için de zengin seçenekler sunmalı.

Aile bireylerinin kıyafetlerinin envanterini düzenli olarak tutmalı, çekmecelerdeki çamaşır stoku azaldığında kirlileri yıkamalı, kuruyanları hızlıca yerine yerleştirmeli, ütü isteyenleri ütüleyip askılara takmalı. Gecikmelerden kaynaklanan tavırlara asla karşılık vermemeli. Kabahati kendinden bilmeli.

Vefat eden komşuya, akrabaya başsağlığına gitmeli, giderken halden anlayıp yanında ev ekonomisini sarsmaması için evde pişirilmiş sıcak bir kap yemek, bir tepsi börek götürmeli. Bunu da ev halkının akşam yemeği konforunu bozmayacak şekilde zamanlamalı, eve vaktinde dönmeli, akşam için gereken hazırlığı tamamlamalı.

Yazın sebze meyvenin en bol olduğu dönemde (ev halkından çok kendisinin “ne pişireyim?” krizlerine çare olsun diye!) domates, biberden menemenlik, erikten, vişneden kompostoluk, çilekten, kayısıdan reçellik, biberden, patlıcandan dolmalık, bamyadan, bezelyeden, yapraktan derin donduruculuk erzak depolamalı, tatlı ev halkının seçici damak zevkine uygun menüleri en azından zihnen hazırlamalı. Çalışan bir kadınsa ve bu mevsimleri gözetemiyorsa başka bir evin ruhunu bulup bazen anne-kız, gelin-kayınvalide ilişkilerine dayanarak bilâ bedel, bazen pazara getiren teyzeden ücreti mukabilinde bu nevaleyi temin etmeli, ev halkını bu lezzetlerden mahrum bırakmamalı.

Kendi kırgınlıklarını bir kenara bırakmalı, aile bireylerinin akşamın dar saatinde geçirmeye karar verdiği sinir buhranlarıyla meşgul olmalı.

Eve yalvar yakar alınan evcil hayvanların bakım ve temizliklerini ihmal etmemeli, tüylerini yemeklerin içinden çıkmaması için gerektiği şekilde izole etmeli. Ayrıca mekânı çiçeklerle güzelleştirmeli, evi düzenli olarak havalandırarak pişirdiği şeylerin kokularıyla kimseyi rahatsız etmemeli.

Evde herhangi bir şey üretmeye karar verirse, onun başından elli defa kalkmayı göze almalı, çalıştığı alanı ve zamanı bakmakla yükümlü olduğu bebek, yaşlı ya da hastayla paylaşmaya alışmalı, bu üretime ayırdığı enerjinin, zamanın hesabını değişik aile bireylerine, komşulara, akrabalara farklı zamanlarda defalarca verebilmeli. Hatta doktora tezi, kitap/yazı yazımı gibi faaliyetler yapacaksa bunlar için herkesin uyuduğu zamanlarda çalışmalı, ev sakinlerinin günlük hayat akışını asla bozmamalı. Virginia Woolf’un Kendine Ait Bir Oda kitabında önerdiği gibi kendisi için özerk bir çalışma zamanı ve alanı hayalini asla kurmamalı.

Bir şekilde biriktirdiği paraları kendisiyle ilgili bir alanda değerlendirmek yerine (zaten nereye harcayabilir ki?), evin ortak ihtiyaçlarına; çocuklara baza alımı ya da ailenin arabasının yenilenmesi gibi projelere kendi rızasıyla sunmalı, bu paranın kendisine geri verilmesini beklememeli.

Teknolojinin gelişmesi, sosyal medya kullanımının artmasıyla birlikte hiç bitmez hale gelen velilik işlerini telefonuyla takip etmeli, oradan çocuklarına yeni ders programlarını, ödevleri düzgünce haber vermeli. Bir mesajı kaçırırsa gruptaki velilere mutlaka geçerli bir mazeret gösterebilmeli.

Çocukların, evde bakıma muhtaç yaşlıların, engellilerin sağlıklarının takibini titizlikle yapmalı, ilaç dozlarının, tedavilerinin asla aksamamasını sağlamalı. Çocuklar düşerse, dişlerinde bir çürüğü, gözlerinde bir kaymayı, ayaklarında bir eğri basmayı zamanında teşhis edip eylem planını uygulamaya koymazsa her türlü suçluluk duygusunu üstlenmeye meyilli olmalı.

Eve alınan nevalenin vaktinde ayıklanıp pişirilmesini, yıkanıp yenmesini mükemmel şekilde organize etmeli, hiçbir ürünün bozulmasına, küflenmesine ya da son kullanma tarihinin geçmesine sebep olmamalı. Aile bireylerinin kişisel damak tatlarıyla ilgili geliştirdikleri ya da geliştirmedikleri, kalıcı ya da geçici her türlü hassasiyeti dikkate almalı, bunlara uygun çoklu menüler sunmalı.

Tuvaletlerde, banyolarda biten tuvalet kâğıdı, kâğıt havlu, diş macunu, sıvı sabun, şampuan gibi malzemelerin yerine, kimsenin elinin boşa gelmesine izin vermeden, yenisini koymalı, bittiği halde çöpe değil yerlere atılan ruloları, şişeleri toparlayıp geri dönüşüme atmalı.

Yılların birikimiyle ortaya çıkan bel, boyun fıtığı, sırt, diz ağrısı, omurgada düzleşme, karpal tünel sendromu[2]  gibi rahatsızlıkların vücudunda ortaya çıkarttığı iş göremezlik halini en fazla 24 saatle sınırlamalı, uzasa da ev halkına yansıtmamalı, onlardan herhangi bir günlük görevin geçici olarak yürütülmesini istememeli. Bu tür rahatsızlıklar uzun ve istirahat içeren tedaviler gerektirdiğinden bunları artık işe yaramayacakları zamana kadar ertelemeli, acısını değişik ilaç kombinasyonları ile bastırmalı.

Arkadaşlarıyla bir araya gelip çay içtiği zamanlar için suçluluk hissini daima canlı tutmalı, şu hayatta ancak işlevsel olursa var olabileceğini aklından çıkarmamalı. Başka insanlar bir araya geldiğinde daima dünyayı kurtardıkları için “kadın günleri”nde çok kilo alındığı, “anca dedikodu yapıldığı” şeklindeki bezdirici yorumlara tahammül etmeli. Müze dolaşmaya, seçkin sinema, tiyatro örnekleri izlemeye, kitap okumaya her zaman bol vakti ve nakti olduğu halde bunları kendi seçimiyle (!) yapmadığını aklında tutmalı, beynini uyuşturmak için takip ettiği gündüz kuşağı programları ile ilgili her türlü negatif yargıya katlanmalı.

Özetle doğduğundan beri birilerinin ablası, kızı, karısı, gelini, annesi olduğundan ve başka bir var olma biçimi tanımadığından doğal olanın dışına çıkacak hareketler yapmamalı, kimsenin rahatını kaçırmamalı. Belki de bulabileceği bütüncül bir kendi olma tarzını aramaktan toplumu tehdit ettiği gerekçesiyle uzak durmalı. 

Evin ruhunu huzura kavuşturmak

Evin ruhunun emeklilik, maaş, sigorta gibi hakları bir nebze kazanması büyük ölçüde mücadelenin başındaki gibi kamusal haklar verilmesine dayanıyor. Bu alandaki mağduriyetlerin çözümünde “isteğe bağlı sigortalılık”, “bireysel emeklilik”, “doğum borçlanması” gibi uygulamalarla kamu nezdinde küçük ilerlemeler sağlanabiliyor. Ancak bu sistemlere katılım kadınların düşük de olsa primleri ödeyebilecek bir kaynağa sahip olduğu varsayımından geçiyor. Son zamanlarda gündeme getirilen ev kadınlarına evliliklerinin belli bir süreye ulaşmasından sonra emeklilik hakkı sağlanması gibi tartışmalarsa yarım kalmışa benziyor. Bu tür kamusal iyileşmeler, kadının kamusal durumunu bir ölçüde düzeltirken evdeki fiziksel ve psikolojik iş yükünü azaltmıyor. Bu yükü azaltmanın yolu ise aile bireyleriyle adil iş bölümünden geçiyor. Evdeki diğer yetişkin, erkek/baba/eş olduğu için onun çözüme aktif ve eşit katılımı gerekiyor. Bunu gören çocuklar da daha doğal bir biçimde evin ruhunun sürekli emek vererek ayakta tuttuğu sistemin yükünü paylaşabilir. 

Yazıyı yazarken faydalanılan kaynaklar:

- Bora, Aksu, “Hepimiz Ev Kadınıyız”, Birikim Dergisi, 4.3.2020, son erişim: 11.11.2021,  https://birikimdergisi.com/haftalik/9960/hepimiz-ev-kadiniyiz 

- Bora, Aksu, “Metafor olarak Ev”, Birikim Dergisi, 25.10.2021, son erişim: 13.11.2021, https://birikimdergisi.com/haftalik/10761/metafor-olarak-ev

- Dinçer, Yeşim, “Görünmeyen Emek”, 5.1.2021, son erişim: 16.11.2021, https://feministbellek.org/gorunmeyen-emek/

- Erdoğan, Necmi, “Gündelikçi Kadınlar, Emir Erleri ve Benzerlerine Dair Aşağı Sınıflar, Yüksek Tahayyüller”, Birikim Dergisi, Sayı 132, Nisan 2000, son erişim: 11.11.2021,  https://birikimdergisi.com/dergiler/birikim/1/sayi-132-nisan-2000/2325/gundelikci-kadinlar-emir-erleri-ve-benzerlerine-dair-asagi-siniflar-yuksek-tahayyuller/3271

- Gürcanlı, Emre, “Az görünen, pek görünmeyen ve hiç görünmeyen işler: Kadınlar evde de ‘iş kazası’ kurbanları!”, İSİG Meclisi, 17.03.2019, son erişim: 11.11.2021, http://isigmeclisi.org/19920-az-gorunen-pek-gorunmeyen-ve-hic-gorunmeyen-isler-kadinlar-evde-de-i

- Savran, Gülnur Acar, Ekin Funda (söyleşi), “Feminizm Bütün Kadınların İsyanı”, Birikim Dergisi, 5.4. 2006, son erişim: 14.12.2021, https://birikimdergisi.com/guncel/89/feminizm-butun-kadinlarin-isyani

Esra Özer Duru, Ankara, 15.12.2021.

 https://hertaraf.com/haber-sevgili-gorunmez-emegim-esra-duru-8159



[1] Evin ruhu” tamlamasını, kadınların evdeki her türlü işi ve organizasyonu yapması ama yaptığını diğer aile bireylerini rahatsız, mutsuz edecek, suçlu hissettirecek şekilde belli etmemesini talep eden ev halkından hareketle düşündüm. Benden önce bulan olmuş mu diye Google’da bir araştırma yaptım. Aramaların kısa özetlerinde Marks’ın adını görünce, önce “tabii ya” dedim. Sonra feministlerin Marks’ın tüm ilişki biçimlerindeki doğallaştırıcılığı sorgular ve bunları doğallıklarından arındırırken, sıra görünmeyen emek alanına geldiğinde bu alana doğallık alanı olarak bakmasına dair eleştirisini hatırladım. Tamlama, Ukraynalı yazar Galina Serebryakova’nın Ateşi Çalmak isimli roman serisinde, Marks’ın iç sesinden eşi Jenny’yi tarif ederken kullanılıyor. Kitap serisini okumadım, tanımlama Marks’a mı, Serebryakova’ya mı ait bilmiyorum. Ama feminist eleştiriyi dikkate alınca tamlama bana ait değilse de içini ben doldurdum sanırım. 😊 Her ihtimale karşı, Nazım Hikmet de demiyor mu, “Benden önce söylenmiş bunların hepsi bin kere, benden sonra da söylenecek.” 

[2] Karpal tünel sendromu, ellerle yapılan ince işler nedeniyle zamanla avuçların bileğe yakın kısmında bulunan bağlar ve kemiklerin el sinirlerine baskı yapması sonucu ortaya çıkan uyuşukluk, ağrı, his kaybı. Bu sendromu ilk kez bir ilaç fabrikasında çalışan kadın işçilerin yaşadığı sağlık sorunu olarak öğrendim. Daha sonra dantel, lif, patik örerek ya da temizlik yaparak ev geçindiren kadınların da aynı rahatsızlığı yaşadığını gözledim. 

02 Kasım 2021

IŞIKLI HARİTALAR

Aylardır Covid 19’un insanların akciğerlerinde bıraktığı hasarı incelemek için çekilen tomografilerin raporlarını yazıyordu. Meslekte yeni değildi. Ama bu salgın sırasında gördüğü yoğunluğu hiç yaşamamıştı. Çalışma yöntemleri daha önce de aynıydı. Değişen yoğunluk olmuştu. Ekranı daha iyi görebilmeleri için loş aydınlatılmış odada, bedenini hareket ettirememekten sıkılınca sanki işe yarıyormuş gibi sert zeminde sandalyeyle ileri geri dolaşırdı. Bir eli sürekli farenin üstünde, bileği masanın kenarına dayalı, gözleri ekranda, beş altı hastada bir ara verir; sırtını, boynunu esnetirdi. Boyun, bel ve sırtları için ortopedik yastıklar, aparatlar alıyorlardı. Hatta el bilekleri için masaya yaslı durmanın ve sürekli parmakları çalıştırmanın hasarına karşı bilek yastıkları kullanıyorlardı ama gözlerini, zihinlerini dinlendirmek için yapılabilecek çok şey yoktu. Herkes gibi o da kendi yöntemini geliştirmişti. Gözlerini zaman zaman kapatır, hafızasına kaydettiği güzel manzaraları ya da çok sevdiği yağlı boya tabloları aklında canlandırırdı. En çok da Monet’nin eserleri gelirdi gözünün önüne. Birkaç dakika o manzaranın ya da tablonun içine girer, bir süreliğine oranın parçası olurdu. Bu yöntem, gözlerine kum dolmuş gibi hissetmeden, bir süre daha çalışabilmesini sağlardı.

İhtisası gereği hastalarla doğrudan muhatap olmuyordu. Ama tomografilerini incelediği akciğerlerin sahiplerinin nefes almaya çalışırken yaşadıklarını düşünmek onu bunaltmış, sanki kendisi nefessiz kalmıştı. Vakalar biraz düşüp yoğun bakımlardaki hasta sayıları azalmışken buldukları ilk fırsatta annesiyle bir tatile çıkmışlardı. Derin nefesler alıp göğsünü genişletebilmek ve kalabalıktan uzak olmak için bir Anadolu şehrini seçmişlerdi.

Geldikleri bu küçük şehirde hayat, günlük akışında ve güzeldi. Turizmden çok tarımla geçimini temin eden insanlar, mevsimlik döngülere, tabiat olaylarına uygun bir takvimle yaşıyorlardı. Burada tarhana, turşu, kurutmalık yapmak için hala ayın evrelerine bakılıyor, çocukların doğum tarihleri akılda tutulurken; çiçeklerin meyveye durma, meyvelerin olgunlaşma, toplanma zamanları esas alınıyordu. Tevekkül etmek sanki daha kolaydı. Tatil, günlük akışını programlamaya alışan şehir insanının sınırlarını bir miktar esnetebiliyordu. O da bu esnekliğin tadını çıkarmaya, salgında iyice artan kontrol merakını azaltmaya karar vermişti.

Bir sabah kahvaltıdan sonra annesiyle etraftaki küçük tepelerde yürüyüşe çıktılar. Güzel bir Mayıs günüydü. Börtü böcek uçuşuyor, bozkırın baharında tam bir şölen yapan kokulu minik kır çiçekleri her yeri güzelleştiriyordu. Havada her bir çiçeğin kendine özgü kokusunun karıştığı, esinti gibi hafif bir rayiha vardı. Tatlı ve sallapati bir köpek peşlerine takıldı. Kuyruğunu keyifle salladıkça poposu çarpılıyor, sakar ve komik görünüyordu. Biraz soluklanmak için gördükleri beyaz kayanın üstüne oturdular. Tam tepeye ulaşmadıkları halde manzara açık ve güzeldi. Baktıkları her yer çalışırken gözünün önüne getirdiği yağlı boya tabloları hatırlatıyordu. Annesiyle yaptıkları bu yürüyüş ellerinde şemsiye olmasa da Monet’nin meşhur Gelincikler tablosunu andırıyordu.

Durdukları yerin az ilerisinde mevsimlik işçilerin ailelerinin oluşturduğu küçük topluluğu gördüler. Çadırlarının önündeki otların üstüne kilimler, minderler sermişler, ağaç dallarının arasına çamaşır ipi germişler, küçük düzlüğü sofalı bir eve dönüştürmüşlerdi. Okul çağına ulaşmamış birkaç çocuk etrafta, el dokuması bir halı gibi görünen otların üstünde koşturuyor, kilimlerin üstünde ise emekleyen ya da yeni yeni yürüyen küçükler yanlarında el işi yapan ablaların gözetiminde oynuyordu. Birkaç kadın büyük kara taşların arasına kurdukları ocağın etrafında, hayali mutfaklarında çalışıyorlardı. Ocağın üstünde dışı isten kararmış geniş tencerede bir şey pişiyor, bir kadın ayran yapıyor, bir diğeri daha önce ıslattıkları yufka ekmekleri katlayıp bir bezin arasına sarıyordu. Acıktıkları belli olan çocuklar, olmayan mutfak duvarının dışında oynuyor, hazırlanmakta olan sofraya kaçamak bakışlar atıyorlardı. Peşlerindeki köpeğin çocuklara katılmasıyla neşeli bir koşuşma oldu. Kilimin üstünde el işlerine dalıp gitmiş ablaların arkasındaki bir ufaklıksa kopan gürültüye hiç aldırmadı. Bütün dikkatini elinde tuttuğu şeye yoğunlaştırmıştı. Uğraştığı her neyse öyle çok enerjisini alıyordu ki yanakları ıkınır gibi kızarmıştı.

Anne kız selam verip yaklaştılar. Annesi mutfakta iş yapan kadınların yanına yaklaşırken o tıpkı çocukluğundaki gibi kilimin üstünde oturanlara yöneldi. Çocuğun elindekini merak ediyordu. İşleriyle ilgilenen büyüklere selam verip gönüllerini aldı. Sonra küçük çocuğun yanına çömeldi. Ancak o zaman onun neden ıkındığını görebildi. Küçüğün elinde nereden bulduysa plastik bir su şişesi vardı. Belli ki bir süredir şişenin kapağını açmaya çalışıyor ama başaramıyordu. Küçük avucu kapağın desenleri şeklinde kızarmıştı. Kapağı çekiyor, çevirmeye çalışıyor, ama yöntemi bilmeden çabaladığı için muvaffak olamıyordu. Belli ki susamıştı da… Bu iş tüm enerjisini aldığından başka yaramazlıklar yapamıyordu. Ona ve diğer ufaklıklara göz kulak olmakla görevli ablalar bu durumdan memnun oldukları için kapağı açıvermiyorlardı.

Yanındaki gölgeden rahatsız olan çocuk kaşlarının altından dik dik bakıp şişesini arkasına kaçırdı. Gölgenin sahibi onu elinden alabilirdi. Zaten şu ilerdeki gürültücü düşmanlar sık sık sataşıyorlardı. Şişeyi korumalıydı. Çocuklar tatlı bir sesle konuşmaya başladı. Bizimki çok hızlı yumuşadı. Yeni ablaya gülücükler atarken ondan yardım isteyebileceğine karar verdi. Hazinesini çekingen ama umut dolu gözlerle uzattı. Yarım yamalak kelimeleriyle şişeyi açmasını istedi. Şişeyi açıp çocuğun eline vermek kolaydı. Nasıl yapılacağını öğretmekse daha kalıcı bir sonuçtu. Bu sonuç pek çok kişiyi memnun etmeyecekti ama zavallı küçük, suyunu kendisi içebilecekti. Pek kafa yormadı. Çocuğun elini kavrayıp şişeyi uygun açma pozisyonunda tutturdu. Diğer elini kapağın üstüne yerleştirdi. Küçük avuca kapak tam oturdu. O da dışından kavrayıp kapağı çocuğa çevirtti. Kapağın açılışı sırasında çocuğun yüzündeki aydınlanma her şeye değerdi. Muzaffer komutan edasıyla şişeden koca bir yudum aldı. Ablasının rehberliğinde şişeyi yeniden kapatmayı da öğrendi. İşlem tamamdı.   

Onlar uğraşırken ocak başındaki kadınların yemek davetini iletmeye yanlarına gelen annesi, bir bakışta durumu anlayıp, “Beğendin mi yaptığını? Şimdi annesi uğraşsın dursun. Böyle muzır işler hep senin başının altından çıkar” diye söylendi. Aklına birkaç ay önce hastaneye alınan FMRI cihazının kaydettiği beyin görüntüleri gelirken annesinin sesi kulaklarından silindi. Hastanenin radyoloji bölümünün katıldığı toplantıda, nadir bir görüntüleme teknolojisi olan FMRI anlatılmış, aletin beyni nasıl görüntülediği hakkında slaytlar eşliğinde detaylı bir sunum yapılmıştı. Cihaz, insan konuşurken, yazarken, bir anıyı düşünürken beyninin hangi bölgelerinin çalıştığını görüntüleyebiliyor, böylece faal hale geldiği için renklenen beyin bölgelerinden bir nevi ışık haritası elde edilebiliyordu. İnsan yeni bir şey öğrendiğinde daha önce siyah beyaz görünen bir beyin kesiti, şehrin o kısmına elektrik gelmiş gibi sinyallerle aydınlanıyor, renkleniyordu. Yeni becerisinin tadını çıkartmak için ha bire kapağı açıp bir yudum alan sonra mutlulukla geri kapatan çocuğu izledi. Gerçekten bu kadar su içmenin sonu çocuğa bolca çiş hatta altına kaçırma vakası olarak dönecekti. Sanki çocuğun annesiymiş gibi sitemli sitemli söylenip duran annesine, “Düşünsene anne! Onun henüz çocuk olduğu için karanlık görünen genç beyninde minik bir ışık yaktım. Biraz çişe değer bence” demedi. Rengarenk çiçeklerle dolu kırları ya da yıldızlarla dolu gökyüzünü gösteren yağlı boya bir tablonun tadını çıkarmakla meşguldü.

Esra Özer Duru, Ankara, 19.10.2021.

15 Ekim 2021

SEN GİTSEN DE GİTMEZMİŞ İÇİNDEKİLER SENDEN!

Bütün anneler birilerini avutmak gerekince masal anlatırlar. Belki kalın keder sislerinin arasındaki kalplere uzanmak isterler. Belki bu acı denizi, onları tamamen ıslatmadan önce alıvermek isterler. Daha kaç kere bu siyah sularda, onun için sandal olmak isteyeceklerini bilmeden ellerini uzatıverirler. Ha bir de bir kere anne olunca kadın, hep annedir artık. Yani bir meslek gibi bırakamaz bir kenara anneliğini. Avunmak isterse biri, bir anneye gitmeli.

O gün çocuk üzgündü, tarifsiz kederleri vardı. İçi bir yangın yeriydi. Kedi yutmuş gibiydi. Kalbi paramparça, gözleri ıslaktı. Çünkü balığı ölmüştü. Kimsenin bilmediği, Allah bilir, kaç balık daha ölecek, hayatının ilk kederi…

“Sana bir masal anlatayım” dedi kadın. Dizlerine dayanmış, karışık saçlarının arasında parmaklarını gezdirdiği küçük kafanın sahibine.

Şehrin birinde bir kadın yaşarmış. Kadının her şeyi varmış. Yazlığı kışlığı, atı arabası,

çoluğu çocuğu, tası tarağı… Yani “mutlu”ymuş. Ya da aslında mutlu olması gerekiyormuş. Ama bir yanı hep eksikmiş. Nankörlük etmek istemese de içindeki eksikliği gideremiyormuş. Bazen gözleri, neyin eksik olduğunu arar gibi uzaklara dalarmış. Bu öyle çekmecede aradığını bulmaya çalışmak gibi bir şey değilmiş. Ya da evi huzurlu bir ev yapmak için yemek kokuları üretmeye, çoraplardaki küçük delikleri dikmeye, balkondaki saksıya, çıkmayacağını bile bile fesleğen tohumları ekmeye, bir gün önceden nohut ıslatmaya benzemiyormuş. Kolay değilmiş işte.

Bazen tası tarağı alıp şöyle uzak bir yere gitsem diye düşünüyormuş. “Hep bahar olan bir memlekete gideyim. Hiçbir şey eskimesin, heyecanını yitirmesin. İlk kez seyrettiğin film gibi seni içine çeksin. Sürekli seyrettiğin filmdeki bir sahne gibi ağzını kulaklarına fiyonk etsin. Kendimi koyayım valizime ve gideyim hep bahar olan bir memlekete…”

Böyle dese bile gidemiyormuş. Çünkü gideyim deyince gidilmiyormuş. Ve sen gitsen de içindekiler senden gitmiyormuş. Hele en derinden sarıp sarmaladıysa seni hayat, gidemezmişsin ne kadar istesen.

Yine de kadın hazırlanmış bir gün. Dediği gibi valizine bir tek kendisini koymaya çalışmış. Arkasına dönüp bakmayacakmış. Çünkü eğer bakarsa, masal bu ya, toprağa dönüşecekmiş. Karlı bir kış sabahıymış, valizini eline almış. Son bir kere düşünmüş: “Eğer gidersem ne değişir benden sonra buralarda, ne kalır arkamda? Eğer gidersem kavak ağacıyla kim konuşur? Huzurlu bir ev yapmak için bu evi, kim azıcık çorba karıştırır?  Kim yaralı çocuklara masal anlatır? Herkes yattıktan sonra kim söndürür ışıkları? Telefona bir daha çalmadan açmak için kim koşar? Şehriyeleri pilava kim koyar? Kim boş saksıları sular?”

Bunları düşündükçe valiz ağırlaşıyor, ağırlaşıyormuş. Sonunda kadının kolu bu yükü taşıyamaz olmuş. Valizi yavaşça yere koymuş. Olanlar o an olmuş. Kuralı unutan kadın geride bıraktıklarına son bir kez bakmak için arkasını dönmüş… ve toprağa dönüşmüş…

Sabah ev halkı uyanınca kapının arkasında duran valiz ve yerdeki küçük toprak yığını onlara hiçbir anlam ifade etmemiş. Temizlikçi kadın gelmiş, bu küçük yığını küreğe süpürmüş, boş bir saksıya eklemiş. Masal burada bitmiş.

Masalın sonunda anne, elleri hala minik kafanın üzerinde, toprağa dönüşmemek için hiç hazırlamadığı valizi düşünmüş. Çünkü zamanın birinde bambaşka bir şehirde onun balığı ölmüş de bir masal anlatmış annesi yatırıp onu dizlerine… Dolaştırmış parmaklarını karışık saçların içinde, sahibinin yerine acı çekebilmeyi dileyerek gizlice…

Esra Duru, Ankara, Mart 2008, Turuncu Dergisi, gözden geçirme 14.6.2021.

04 Ekim 2021

HEP GİTMEK İSTEYEN KAVAK AĞACI İLE HEP KALMAK İSTEYEN ÇOCUĞUN HİKÂYESİ (KAVAK AĞACINA MEKTUP 3)

Sen ve ben… “Biz”den uzak, kelimelerden tuzak… 

Sen ve ben…

Yola çıkan iki ayrı tren

İki ayrı şehirden

Bir problem, matematikte bile çözülemeyen

Tik tak/ tak tik

Ben hiç anlamam taktikten.

Sezilmeyen stratejiden.

Ayrı zamanlarda yola çıkılan A ve B şehirlerinden

Matematikte bile gidilemeyen…

Coğrafyada bilinmeyen…

 

Kimsenin haberi yok ne A’dan ne de B’den.

İlk kez duyuyor çocuklar bu şehirleri matematik öğretmenlerinden.

Öğretmenlerin kendisi de habersiz şehirlerden.

Çünkü anlamazlar tek kelime, bu iki şehirde konuşulan dilden.

Sen de anlamazsın benim halimden.

Anlamazsın, birine bir kere bile “kal” demeden.

Hâlbuki gitmez, sen kal desen…


Ben ve sen

İki bulut, yağmurunu hiç dökmeyen

Esen rüzgârla uçup yer değiştiren

Ku – Kor/ Kor – Ku…

Gözlerinde hiç görünmeyen

Hava durumunda gösterilmeyen

Ama hep sezilen

“Sibirya Yüksek Basıncı” gibi üzerimizden geçen

Radara hiç girmeyen…

Sen ve ben… “Biz”den uzak, kelimelerden tuzak…

Çocuk ağaca doğru koşarak geldi, biraz önce düşüp kanattığı dizlerini “avut beni” dercesine gösterdi. “Bir hikâye” dedi kavak ağacına yaslanıp, “Bana bir hikâye anlat ağaç. İçinde sen ol, ben olayım, kalmak olsun, gitmek olsun, bir de yalnızlık”.

Kavak Ağacı güldü. “Düşüneyim biraz” diye süre istedi. “Acele et” dedi çocuk. “Benim fazla vaktim yok. Daha eve gidip kendime kalmak için sebepler üreteceğim.”

Kavak Ağacı boğazını temizleyerek “tamam” dedi. “Sana bir hikâye anlatacağım. İçinde sen, ben, kalmak, gitmek ve yalnızlık bulunacak. Bu belki yazarın hep yazmak istediği hikâye olacak”.

Ağaç, “Bir varmış dahası yokmuş” derken çocuk, “Hikâyeye öyle başlanmaz, o masal” diye düzeltti. “Tamam, öyleyse” dedi ağaç, “hikâyenin birinde diye başlayalım, bu olur mu?” Çocuk başıyla onayladı ve Kavak Ağacı, aslında kendi hikâyesini, anlatmaya başladı.

Hikâyenin birinde bir kavak ağacı vardı. Aslında hikâyeler hep başka ağaçlar üzerine yazılırdı. Çünkü kavak ağacı pek estetik, aranan ve sevilen bir ağaç sayılmazdı. Hele baharda polenlerini bırakınca hakkında söylenmedik söz kalmazdı. İşte bu az sevilirliği kavak ağacını bizim hikâyemizin başkahramanı yaptı.

Bir kavak ağacı vardı ülkenin birinde. Hep çocukken annesinin ona anlattığı bir masalı düşünür dururdu. Annesi ona suyun kenarına dizi dizi dizildikleri ve büyümeyi bekledikleri günlerde, “Yurdunu Terk Eden Ağaç” diye bir masal anlatmıştı. Aslında anne bu masalı küçük ağaççığına, hep yanında kalsın, gitmeye heves etmesin, uzaklar içinde yer etmesin diye anlatmıştı. “Elimizdekilerle yetinmeyi bilmeliyiz. Ya fuzuli heveslerle onları da kaybedersek! İyisi mi hiçbir yerden gitmemek...” Biliyordu bu haksızlık ama o anneydi, anneler çocuklarını hep dizlerinin dibinde isterdi.

Fakat Kavak Ağacı, işte tam da annesinin o masalı yüzünden gitmek isterdi. Yurdunu Terk Eden Ağaç, elindekileri kaybetmeyi göze almış ve gitmişti, riske girmişti. İçinde bir yerlerin hep sızlamasındansa denemişti. Masal gitmek isteyenlere ders verir nitelikteydi. Çünkü masaldaki ağaç burnunu sürte sürte eski yerine dönüyordu. Ama Kavak Ağacı uzak tepelerde neler olduğunu bilmek istiyordu.

Kalınca sahip olacağı mutluluktan daha çok mutluluk verecek bir hayat olup olmadığını kendisi görmeliydi. Sonra neler kaçırdığını düşünüp elindeki tek hayatı zindan etmemeliydi. Belirsizliği görmeden ölüvermek istemiyordu. Keman çalmak isteyince “ince hastalıktan ölürsün” diye kemanı kırılan çocuğun ciğerlerindeki değil, kalbindeki ince hastalığa… Balıkçı olmak isteyince “deniz yutar her şeyi” diye engel olunan çocuğun burnundaki tuz kokusuna… Gurbeti görmek isteyince “gurbete giden dönmez” diye durdurulan çocuğun içindeki gurbete kabuğu dayanmazdı. Onun için gitmeliydi, içindeki gitmek hikâyesini kendi kalemiyle bitirmeliydi… 

İçini ve günlerini bu düşünceler dolduruyordu. Gitmek o kadar fazlaydı ki içinde, başka bir şey düşünemez olmuştu.

Bir yanı da kalmak istiyordu -tuhaf şey- insan (pardon ağaç), gitmekle bu kadar meşgulken nasıl kalmak isterdi? Yaşadığı yerde kayısı ağaçları çiçek açmaya başlamıştı. Belli belirsiz kokuları burnuna kadar geliyordu. Kendisi çiçek açan bir ağaç olmadığı için hayıflanır dururdu. Ama bu kadar ağaç, bu kadar koku nasıl arkada bırakılırdı? Hele buradan görebildiği şu evdeki küçük kız… Arada küçük elleriyle ona su taşıyan, solan güneşin altında oturup dizlerindeki yaraları sayan/saran, hüzünlü küçük kız… Baharın doluya çalan yağmurları başlayınca anneannesi küçük torununun elinden tutar, balkon kapısını açar, “annesinin ilk kızı”na üç Kulhü bir Elham okutur, balkona ateş küreği attırırdı. “Sitte-i Sevir küreği çevir de kızım, dolu durur” derdi. Küçük kız burnunu cama yapıştırır dolunun durup durmadığını kontrol eder, dolu durunca kendi marifeti sanıp sevinirdi. Ağaç, küçük kızı bırakıp nasıl giderdi? Her ağacın içinde dizindeki yaraları temizleyen küçük bir kız gizli değil miydi?

Kal De, Kalayım…

Ağaç her şeye rağmen gitmeye hazırlandı. Yüreğinde belirsizliğe adım atanların büyük korkusu, bir yanıyla birilerinin ona engel olmasını istedi. “Ben karar vermek zorunda kalmasam, benim yerime başkası verse. Durdursa beni.” Ama kimse bir şey yapmadı, herkes Kavak Ağacı’na saygı gösterdi…

Ağaç hikâyenin burasında farkında olmadan kendisini ele vererek “Dur der zannetmiştim” dedi. “Biri çıkar ve dur der. Yalnızca bir kişi bile olsa, tutup da dallarımdan, dur demedi bana. O zaman bana düşen gitmekti. Benden çoktan giden bu yerden gitmek ve bir daha geri dönmemek… Bazen toplanır gidersin, bazen toplar gidersin. Evden çıkarken insanlar, en çok kadınlar, yarım kalmasın hiçbir şey diye son kez bakarlar arkalarında bıraktıkları eve. Camlar kapalı mı, ocak sönük mü, ütü fişte mi, çocuk düşte mi? Sen de perdeleri çek, güneş içeri girmesin. Işık girince acıtıcı gerçeğin bütün detayları görünür oluyor.”

Çocuk, “Gerçek ne?” dedi. Ağaç, “Gerçek yalnızlıktır, hiç dinmeyen kalp sızısıdır. Güneş girince odaya, halının üstüne düşen tül kırışığıdır. Gerçek ele geçmeyen bir fırsattır ve yaptığın her seçim. Seçmediklerin için döktüğün gözyaşıdır, bir de yapmadıklarındır. Giderken arkanda bıraktıklarındır. Arkanda bırakmamak için gidemediklerindir. Gerçek, yılları görmemek için bakmadığın aynadır, hayallerini doldurduğun ceviz oymalı sandıktır. Gerçek, o sandıkta açmadığın bohçadır. Gerçek dikmediğin bir avuç akşamsefası, oynamadığın oyundur. Kurtlu çıkan elma şekeridir, yalayacakken düşürdüğün dondurma…”

Çocuk bu sefer “Nereye gittin?” diye sordu. Ağacın gözlerinin önüne evdeki/içindeki küçük kız geldi. “Hiçbir yere. Anladım ki gitmek istesen de kendinden çok uzak bir yere gidemiyorsun. Bir zamanlar birisi bana kendisini bir elbise gibi çıkarıp gitmek istediğini söylemişti de neyi kastettiğini anlamamıştım.”

Çocuk, “Ama sen neden bu kadar gitmek istiyorsun?” dedi. Ağaç “Basit şeyler yüzünden! Damlayan musluk kadar basit, yazılmamış mektup kadar, okunmamış yazı kadar basit. Kapı koluna takılı askı kadar, akşam olunca çekilmemiş perde kadar basit. Tek başına içilmiş çay kadar basit. Söylenmemiş, söylenmeyince de unutulmuş söz kadar basit. Ütülenmeden bekleyen sepet dolusu çamaşır kadar, teki bulunmayan çorap kadar, aralık bırakılan çekmece kadar basit. Her akşam fişe taktığın gece lambası kadar, kilitli mi diye kontrol ettiğin kapı kadar, kapının önünde unuttuğun ayakkabılar kadar basit” diye cevapladı.

Çocuğun gözleri iyi bir itiraz gerekçesi bulduğu için parladı. “Bunlar yani basit şeyler, kalmak için de yeterli değil mi? Radyoda çalan bir şarkı kadar, yorgana takılmış bir çengelli iğne kadar, seyredilmiş bir film kadar basit. Tarakta kalan saçlar kadar basit. Biraz önce çay içilmiş bir akşamüstü balkonu kadar basit. Tekini ummadığın bir yerden buluverdiğin terlik kadar, ihtiyacın olduğunda çalıveren telefon kadar basit. Yalanmış bir pul kadar basit. Gerçi artık kimse pul yalamıyor ama. İşte asıl bunun için kalacak kadar basit.”

Ağaç çocuğun itirazına alınmış gibi “Hayır kalmak için yetmez bunlar” diyecek oldu. Çocuk, şevkle “Öyleyse gitmek için de yetmez” cevabını yapıştırdı. “Kavak Ağacı bırakıp da gidilmez bunlar. Basit şeyler ve küçük kız, sonra o küçük kızın burnunun camda bıraktığı iz. Kayısı ağacının çiçeklerinin hafif kokusunu ya da köklerine kadar hissettiğin dolu yağarsa korkusunu, balkona atılmış küreği, havada asılı duran üç Kulhü bir Elhamı bırakıp gidemezsin. Yağar ağaç, dolu da yağar, kar da. Biliyorsun bunu. Ama sen gidemezsin, tarladaki buğday başaklarının arasından geçer gibi içindekilerden geçemezsin. Aslında kimsenin sana kal demesine gerek yok. Sen kendine zaten kal demişsin. Pişman gibi görünürsün ama kalmayı da seversin. Bir ipte takılı, çamaşır bekleyen mandal gibisin, çamaşır toplanırken bahçeye düşebilirsin ama çok uzaklara gidemezsin. Çünkü ağaç, bir elbise gibi kendini çıkarıp gitmeyi ne kadar istesen de insan tam olarak gidemez bir yerden.”

Hep gitmek isteyen kavak ağacı ile hep kalmak isteyen çocuğun hikâyesi burada bitti. Ağacın ve çocuğun içinde bir kadın gizli…

Mutlu Son

Hikâye bu ya, akşam eve gitti çocuk. Kendine kalmaya yetecek kadar neden yaptı. Onları desteleyip iki kez saydı, sonra bir kez daha saydı. Büyük beyaz bir kâğıda artılar ile eksileri yazdı, topladı çıkardı. Sonucu buldu: Kalacaktı!

Ağaç akşam olup yalnız kalınca, çocukla konuştuklarını bir kez daha düşündü. Yeni bir sürgünün hayatını nasıl değiştireceğini kestirmeye çalıştı. Karar verdi, sürgün verecekti ve gitmeyecekti. Yalnızlığını yeni sürgünüyle bölüşecekti.

Acıtan gerçek ise merhamete gelmişti. Bundan sonra perdeler açılsa bile kimsenin içini acıtmayacaktı.

En güzel son henüz yazılmayandır…

Sen ve ben…

Yola çıkan iki ayrı tren

İki ayrı şehirden

Bir problem, matematikte bile çözülemeyen

Sen ve ben

“Biz”den uzak, kelimelerden tuzak…

Esra Özer Duru, Ankara, 14.03.2008, Turuncu Dergisi, Gözden Geçirme Eylül 2021.

07 Ağustos 2021

CAM ŞİŞELERDE HAYAL KIRIKLIKLARI

Hayal Kırıklarını Şişelere Dolduran Adam

Yaşlı adamın küçük bir dükkânı vardı. Yıllardır biriktirdiği minik cam şişeleri el yapımı, ahşap raflara dizerdi. Bu kasabaya çok eskiden yerleşmiş, sessiz sakin, kimseye zararı olmayan bir ihtiyardı. Ama kasabalılarla sıkı fıkı bir bağ da kuramamıştı. Dükkân komşuları arasında gençliğini hatırlayan kimse yoktu. Sanki oraya geldiğinde bu yaştaydı. Herkes, sabahları erkenden açıp akşama kadar şişelere bir şey doldurduğu dükkânının önünden geçer, ama bir şey almayı düşünmezdi. Kasabaya geldiği ilk günlerde siftah yapmak için ziyaret etmişler, elle tutulur, gözle görülür bir şey satmadığını anladıklarında bir daha uğramamışlardı. Ne de olsa millete somut şeyler lazımdı. Onlar belli bir para verir, karşılığında mesela iki kilo domates alırlardı. Zaten almadan vermek sadece Allah’a mahsustu.  

Erbabına!

İhtiyar adam, sabahları erkenden dükkânını açar, içeriyi süpürdükten sonra raflara özenle dizdiği şişelerin tozlarını alırdı. İşi bitince tek tek, konuşa konuşa, hangi şişede ne olduğunu bilerek, yerlerini hiç karıştırmadan, şişeleri raflara geri koyardı. Arkasına saklandığı, cilası camdan vuran güneşle kurumuş ve kavlamış masasının tozunu alır, tam ortasına büyük not defterini yerleştirirdi. Şişelerin hiçbirinde etiket yoktu. Besbelli hangi şişede ne olduğu bu büyük defterde yazıyordu. Kasaba sakinleri öyle olduğunu tahmin ediyordu. Dükkânın içi temizdi ancak ihtiyar vitrine pek önem vermezdi. Ne de olsa sattığı şeyler erbabı içindi. Onun için vitrin parlatıp reklam yapmanın anlamı yoktu. Sessiz sessiz gelir, dükkanını açar, şişelerinin tozlarını alırdı.

Çocuklar bilseydi…

Kasabalar küçük yerlerdi ve yabancı bir yüz hemen dikkat çekerdi. Bu yüzden ihtiyar adamın kasabaya kabul edilişi biraz sancılı olmuştu. Geldiği ilk zamanlar çocukların tacizleri başta olmak üzere epey badire atlatmıştı. Hatta bugüne kadar, kasaba sakinlerinin ilk girişimleri dışında, dükkâna giren çıkan görülmemişti. Çocuklar ihtiyarın şişelerinde neler olduğunu bilselerdi, herhalde çok sevinirdi.

Hayallerin hayalleri

Şişelerin içine yakından bakıldığında bile hiçbir şey görünmüyordu. Aslında ihtiyar, şişelere hem kendisinin hem de tanıdığı insanların gerçekleşmeyen hayallerini dolduruyordu. O kadar çoktu ki bunlar; vazgeçilmiş, unutulmuş, vaktiyle kurulmuş ama sonra bir kenara atılmış bir sürü hayal. İhtiyar adam bunları bulur, terk edildikleri yerden çekip alır, hiç olmazsa yalnızlıklarını başka gerçekleştirilmemiş hayallerle paylaşabilmeleri için dükkanına getirip şişelere doldururdu. Alnının zaten derin çizgilerini tekrar tekrar kırıştırarak, hayallerle konuşur, onların neden bu hale düştüklerini yaşlı kafasında anlamaya çalışırdı. Sonra onları avutur, bir gün bir yerde gerçekleşebileceklerine dair bir hayal verirdi her birine. Hayallerin de hayalleri vardı yani. İhtiyar, bunun boş bir hayal olduğunu düşünse de engel olamıyordu kendisine. Çünkü ona göre hayali olmayan bir insan boş bir cam şişeye benzerdi. Onun için herkesin küçük büyük bir hayali olmalıydı mutlaka.

Şişelerdeki sır

İhtiyar adam ölüme yaklaştığını anlayınca topladığı bunca hayalin ziyan olmasını istemedi. Onun için kasabalının kendisinden hiç ummadığı bir çeviklikle, bütün dükkanları, bütün evleri dolaşıp herkesin küçük meydana toplanmasını istedi. Hani büyük çeşmenin oradaki, caminin karşısındaki. Merakla toplandı kasabalılar. İnsanlar birbirleriyle fısıldaşıyor, ihtiyarın kendilerini buraya neden çağırdığını anlamaya çalışıyorlardı.

Adam, dükkanındaki bütün şişeleri dizdiği arabayı, kan ter içinde itekleyerek meydana vardı. Şişelerin hepsi raflardaki gibi özenle dizilmişti arabaya. Arabasını çeşmenin yanına yaklaştıran adam, yalağın kenarına çıktı. Böylece herkesi görebilecekti. Bugüne kadar nadiren duyulmuş olan sesindeki pürüzü giderebilmek için bir iki kez kısa kısa öksürdü. Şapkasını düzeltti. Yeleğinin cebindeki saatine baktı, saatinin zincirine dokundu sevgiyle. Kalabalık sabırsızdı. Yağmur havası yoktu ama olsun çabuk konuşsundu ihtiyar adam, belki yağmur yağardı. Küçük kasaba için adamın varlığı zaten zorken, bir de onu dinlemek için toplanmış olmak çekilmezdi.

Kısa konuşacaktı adam. Çeşmenin yalağından inerek, arabasından mantar tıpalı şişelerden birini aldı. Kalabalığa şöyle bir baktı. Çocuklar meraktan kıpır kıpırdı. Onların arkasında duran bir kadına baktı. Kadın, ihtiyar adamın, gerçekleştiremediği bütün hayalleri gözlerinden okuduğunu sandı, gözlerini sakladı. Adam, şişeyi uzattı ona, içinde başörtüsü yüzünden vazgeçtiği okulu olduğunu söyledi. Sonra kendisi gibi yaşlı görünen bir adama yöneldi: “Üniformalı oğlunla çektirmek istediğin fotoğraf var bu şişede.” Bir başkasına başka bir şişe verdi, “annen doktorsuzluktan ölünce olmaya söz verdiğin ama yasaklar yüzünden yapamadığın mesleğin”. Bir diğerine uzattı şişesini “vicdani gelgitlerin” diye. Başka

birine verdi şişeyi, “bir türlü verim alamadığın salatalık fidelerin”… “Sahibi olamadığın evin”, “alamadığın traktör”, “görmeyi çok istediğin okyanus”…

Özgür bir ülke…

Çok sevdiği şişelerin her birini tek tek sahiplerine verdi. Geride tek bir şişe kaldı. Herkes merak içinde gözünü dikmiş şişeye bakıyordu. Adam uzanıp şişeyi eline aldı. “Bu” dedi “benim hayalim. Yıllarca bekledim onu, gerçekleşmeyeceğini bile bile. Bu küçücük şişenin içinde özgür bir ülke hayali vardı”.

Ve adam batmakta olan güneşe doğru yürüdü. Kasabalı, ellerinde mantar tıpalı şişeler, meydanda öylece kalakaldı. Küçük dükkânındaki şişelerde hayaller biriktiren yaşlı adamı bir daha gören olmadı.

Esra Özer Duru, Ankara, Turuncu Dergisi, Mayıs 2007, gözden 

geçirme Temmuz 2021.

26 Nisan 2021

HAYAT EKTEDİR

Yangın alarmı canhıraş bağırıyordu. Ofisin içinde herkes oraya buraya koşturuyor, birbirine çarpıyor, bir yerlere takılıp düşüyordu. Tavandan sarkan kopuk elektrik kabloları, yangın söndürücü fıskiyelerden püsküren su yüzünden kısa devre yapıyor etrafa kıvılcımlar saçıyordu. Sandalyeler devrilmiş, masalar yerinden oynamış, üstlerindeki evraklar, bilgisayarlar, yazıcılar su içinde kalmıştı. Manzara karmakarışıktı. Alarm, asansörleri devre dışı bıraktığı için, ıslak insanlar korku ve telaşla merdivenlere hücum ediyor, bazılarının ayağı kayıp düşüyor, düşenler eziliyordu. Bir yerini çarpıp yaralananlar başlarını, kollarını tutuyor ya da topallayarak çıkışa ulaşmaya çalışıyordu. Bütün bu dehşetin içinde, iki kadın ve bir ataş çocuğun oluşturduğu daha da tuhaf bir grup, kaçışıp duran insanlardan, asma tavandan fışkıran sulardan, yanıp sönen floresanlardan bihabermiş gibi tam ortada öylece duruyordu. Kadınların saçlarından ve ceketlerinden sular akıyordu. Susan şaşkın ve üzgün, Ataş Çocuk ise gözleri dehşetle büyümüş, kollarını bir şeyi kucaklamak istercesine iki yanına açmış vaziyette yere bakıyordu. Helen’se deli bakışlarını aynı noktaya dikmiş çılgınca gülüyordu.

Bir süre önce…

Dünya bambaşka bir yer olmuştu. Birkaç yıl önce peş peşe yaşanan tuhaflıklar ve felaketler çok şeyi değiştirmişti. Akla gelebilecek her türlü sistem alt üst olmuş, bugüne kadar bilinen ve işleyen düzenler büyük değişiklikler geçirmişti. Bu alt üst oluş öyle köklüydü ki, geçmişi hatırlamak imkânsızdı. İnsanlar yeni düzenlere uyum sağlayabilmek için muazzam bir çaba sarf ediyordu. Eskisi gibi aile dayanışması, mahalle kaynaşması, arkadaş desteği gibi güzellikler birkaç inatçı yaşlı insanın sürdürmeye çalıştığı ilginçlikler olarak görülüyordu. Herkes tek başına hareket ediyor, hayatta kalmak için yeteneklerini geliştirip uyum sağlamaya çalışıyordu. Kimsenin başka bir insana yardım ederek onun sorumluluğunu geçici de olsa yüklenecek hali kalmamıştı. Zaten çalışma hayatının temposu öyle artmıştı ki buna zaman yoktu.

Şehirlerin çalışma alanları genellikle ofisler olmuştu. Sürekli ışıkları yanan, klimaları çalışan, asansörleri bir aşağı bir yukarı insan taşıyan ofisler… Fotokopiler çekiliyor, kâğıtlar zımbalanıyor, çıktılar alınıyor, poşet dosyalara evraklar konup klasörlere takılıyor, çekmeceler açılıp kapanıyordu. Buradan bakınca dünya büyük bir ofise dönüşmüş gibiydi. Asansörler, yürüyen merdivenler, yorgunluktan gözlerinin altı siyah halkalarla dolmuş, benizleri solmuş, gülümsemeyi unutmuş, gözlerinin feri çoktan sönmüş insanlarla doluydu. Bu insanların birbirine hâl hatır soracak mecali yoktu. Çoğu “günaydın” bile dememek için gözlerini yerden kaldırmıyordu. İnsanlarla ilgili dikkati çeken en önemli nokta ise hepsinin kadın olmasıydı. Genellikle giydikleri siyah takımları, beyaz gömlekleri, sıkı sıkı topuz yaptıkları saçlarıyla kadınlar, bulundukları her yerde harıl harıl çalışıyordu. Sokaklarda, işyerlerinde, okullarda, parklarda erkek yok denecek kadar azdı. Olanların çoğu da çocuktu. Peki neredeydi erkekler?

Erkeklere ne oldu?

Bundan bir süre önce bilim insanları bir virüsün ortaya çıkacağını ve dünya nüfusunun neredeyse yarısını yok edeceğini öngörmüşlerdi. Virüsün kaynağının ne olduğu, tedavisi, virüsten korunma yolları bilinmiyordu. Sorun, insanlığın önünde büyük bir bilinmezlik olarak duruyordu ve insanlık bilinmezleri pek sevmiyordu. Büyük fonlar ayrılmasına, günlerce değişik ülkelerin, değişik üniversite laboratuvarlarında, sayısız bilim insanınca, araştırmalar yapılmasına rağmen herhangi bir sonuca ulaşılamıyordu. İnsan hayatı büyük tehdit altındaydı ve sığınılacak liman görünmüyordu.

Tam da aynı günlerde, şehirlerde moralleri yüksek tutmak için birtakım organizasyonlar düzenlenmeye başlandı. Virüs egemenliğini ilan etmeden önce büyük maçlar, konserler ayarlanıyor, toplum kitleler halinde bunlara katılıyordu. Dünyanın her tarafında yaşanan tuhaf felaketler bu sırada oldu. Bir el tarafından ayarlanmışçasına erkeklerin yoğun olarak katıldığı maç organizasyonlarında stadyumlar çöktü, seyirci tribünlerinde yangınlar, kavgalar çıktı. Maçları, konserleri izlemeye gelenlerin çoğu çökme sırasında, yangında, çıkan izdihamda hayatını kaybetti. Av kazaları, trafik kazaları, cinnet geçirip bölüğün yemekhanesini akşam yemeğinde havaya uçuran erler… Peş peşe yaşanan garip olayların hepsinde kayıplar genellikle erkekler oldu.

İnsanlar panik halindeyken bilimin kehaneti kendini göstermeye başladı. Bilim insanları yanılmamıştı. Virüs gerçekten dünya nüfusunun yarısını yok edecekti. Herkes hasta oluyordu ancak hastalık, erkek DNA’sında daha etkili oluyordu. Bir aşı bulunana kadar dünya büyük kayıp verdi. Aileler, babalarını, dedelerini, oğullarını kaybetti. Yaşananlar akla, hayale sığacak şeyler değildi. Hayat nasıl devam edecek kimse bilmiyordu. Kadınlar, Dünya Savaşlarından sonra olduğu gibi erkeklerden boşalan iş sahalarını doldurmaya başlarken, her krizden sağ çıkan yönetici elitler, sistemin devamı için çözümler bulmakta gecikmedi.

Teknoloji kadınların emrine verildi. Zaman zaman yetersiz kalabilen kas gücünü dengelemek için her iş kolunun kendi malzemesinden suni işçiler üretildi. Mesela inşaatlarda kürek çocuklar, el arabası çocuklar, ofislerde kâğıt çocuklar, ataş çocuklar işbaşı yaptı. Bu yorulmak bilmez yeni elemanlar kadınların işini kolaylaştırıyordu. İtiraz etmiyor, dinlenmek istemiyor, hasta olmuyorlardı. Büyük bir kürek, el arabası, kâğıt ya da dev bir ataş gibi görünmeleri önemli değildi. İlgili eşyalardan yapıldıkları için bu yardımcı elemanların duyguları olmadığı varsayılıyordu. Böyle olunca kimse onlara nazik davranmıyordu.

Susan ve Jerry

Susan ofisteki herkesle asgari de olsa iletişimi sürdürmeye, eski gelenekleri devam
ettirmeye çalışıyordu. Şefi Helen’in ofis kuralları konusundaki katı yaklaşımına ve kimse talep etmemesine rağmen nezaketi elden bırakmıyordu. Samimi bir sohbete o kadar ihtiyaç duyuyordu ki ofiste çalışan yardımcı elemanlara dahi nazik davranıyor onlarla kısa sohbetler ediyordu. Kâğıt Çocuk’un bir ismi yoktu. Ama Ataş Çocuk “insan gibi hissedebilmek için” kendisine Jerry denmesini istiyordu. Bu istisnai bir durumdu. Ofis elemanları böyle kişisel taleplerde bulunmazdı. Jerry, Susan’ı taklit ettiği için mi nedir, arkadaşı Kâğıt Çocuk’u önemsiyor, onun işlerini kolaylaştırmak için çabalıyordu. Kâğıt çocuğa ağır gelen şeyleri taşır, yapması gerekenleri yetiştiremediğinde fotokopi makinesinin başında ona yardım ederdi. Hatta onu birkaç kere üzerine çay, kahve dökülecekken kurtarmış böylece geri dönüşüme gönderilmesini engellemişti. Galiba bu, herkesin sandığının aksine onların, en azından Jerry’nin duyguları olduğunu gösteriyordu. Bir ataş ve kâğıtla arkadaşlık ne kadar derinleşebilirse Susan’ın çocuklarla iletişimi o kadar derindi. Kendilerini küçük bir aile olarak görüyordu. Dostlukları çevre kabinlerin ve Şef Helen’in dikkatini çekiyor, ofis elemanlarıyla aralarındaki iletişim gereksiz görüldüğü için rahatsızlığa yol açıyordu. Ataş Çocuk Jerry ve Kâğıt Çocuk sevginin ne olduğunu bilmiyorlardı ama Susan biliyordu hem de çok iyi...

Susan’ın büyük bir ailesi vardı. Büyükanne, büyükbaba, dayılar, amcalar, teyzeler, halalar, kuzenler… Bunca kalabalıkta kavga, tartışma, karmaşa eksik olmazdı ama bolca sevgi de vardı. Her fırsatta bir araya gelir, hep birlikte yemekler yer, sohbetler ederlerdi. Tatile birlikte çıkarlar, kalabalık yüzünden yatacak yer bulamayanların arabada ya da bahçedeki salıncakta bile yattığı olurdu. Yaşarlarken sıkıntı çektikleri aynı anda kıymetli anılar biriktirdikleri güzel günlerdi. Susan ve kuzenleri abuk subuk işler yaptıklarında ceza alıp bedel de ödeseler aralarında müthiş bir sevgi ve iletişim vardı. Sonra tuhaf olaylar ve salgın üstlerinden bir kasırga gibi geçti. Aile paramparça oldu. Kayıplar, göçler, bunalımlar, Susan’ın muhteşem ailesini albümlere gömdü. Susan bütün sevgisini yeni ailesine Jerry ve Kâğıt Çocuk’a veriyordu. Molalarda onlara kuzenleriyle yaptıkları yaramazlıkları buruk bir gülümsemeyle anlatırdı. Jerry, Susan’ın yüzündeki ifadeye anlam veremese de onu tatlı tatlı dinlerdi.  Susan bu ikisini öyle seviyordu ki, sevgisi mümkün olmayan bir şeyi başarıyor sanki Jerry’yi insanlaştırıyordu. Tıpkı Geppetto ustanın Pinokyo’ya yaptığı gibi. 

Helen

Bütün kadınlarda, hayatın sorumluluklarını yalnız yürütmeye çalışmak yüzünden büyük bir yorgunluk vardı. Bezginlik neredeyse fiziksel bir varlığa dönüşmüştü. Ailesinde sağ kalan erkek birey olanlar şanslı addediliyordu. Şef Helen bu bunalımı, şeflik sorumluluğu da üstüne eklenince daha fazla hissediyordu. Bir yandan hayatındaki zorlukları, sorumluluklarını paylaşabileceği bir erkek olsa daha kolay atlatabileceğine inanırken diğer yandan erkeklerin sorumluluklardan kaçmak için her türlü numaraya başvurabileceğini düşünüyordu. Erkeklerin bir yerlerde saklandığı, kılık değiştirdiği gibi takıntılı teorilerini her yerde anlatıyordu. Helen gibi hisseden başka kadınlar da vardı. İşin kötüsü erkeklerin genel tavrı bu teorileri doğruluyor gibiydi. Felaketlerden sonra sağ ve az kalan erkekler günlük hayata karışmaktan, kendilerini yorup sorumluluk almaktan kaçınıyordu. Toplumun geneli bunu destekliyor, nüfus oranı düzelene kadar erkeklerin korunup kollanması ve onlardan çok şey beklenmemesi gerektiği düşünülüyordu.    

Aslında Helen’in komplo teorilerinin ardında gizlenen bir gerçek vardı. Virüs gelmeden önce nüfus dengelerini değiştirmeye başlayan olaylar sırasında Helen babası ve erkek kardeşini kaybetmişti. Bir sabah kardeşiyle odalarında, anne babalarının bağrışmalarına uyanmışlardı. Annelerinin, “Bu tuhaf zamanda maça gitmeseniz olmaz mı? Ya size bir şey olursa?” sözlerine babaları, “Saçmalama, oğlumla salgın başlamadan önce son bir maça gitmek istiyorum. Ne var bunda?” diyerek itiraz ediyordu. Gergin bir kahvaltının ardından baba, oğluna gidip hazırlanmasını söyledi. Anne gözleriyle sitem ediyordu ama başka bir cümle sarf edecek gücü kalmamıştı. Baba oğul hazırlanıp çıktılar ve bir daha dönmediler. O gün stadyumda bir sosisli tezgahındaki tüpler patladı. Çok sayıda insan hayatını kaybetti. Helen’in annesi oğlunun bedenini teşhis etti ama iyi durumda olmayan cesetler arasında eşini bulamadı. Anne kızın hayatları alt üst oldu. Helen kardeşinin son bakışını aklından çıkaramazken anne de eş ve evlat acısının yanında eşiyle aralarında geçen son konuşmanın kavga cümleleri olmasını hazmedemiyordu. Kayıpları ortak olmasına rağmen akıl sınırlarını zorlayan acılarını tek başlarına yaşıyorlardı. Herkes kabuğuna çekilmişti. Helen sık sık ağlama krizleri geçiriyor, anne kendi kendine konuşurken dalıp gidiyordu. Helen’le arasına bir duvar örmüş, onunla hiç iletişim kurmaz olmuştu. Üstüne virüs dönemindeki yalıtılmışlık, acılarını daha da sert ve uzun yaşamalarına sebep oldu. Hayatın ve annesinin sorumluluğu Helen’in genç omuzlarına kalmıştı. Bu ağır sorumluluk Helen’i yıpratıyordu.

Virüsten sonra birçok ailenin Helenlerinkine benzer kayıplar yaşamış olması -garip ama- anne kızı rahatlattı. Belki de birileriyle birlikte matem tutmak iyi gelmişti. En azından hayatın rutinlerini sürdürebilir hale geldiler. Ama etraflarındaki tuhaflıklar bitmemişti. Bazı sabahlar evlerine birinin girip çıktığından şüpheleniyorlar, annesi Helen’e kendisini uyurken birinin izlediğini hissettiğinden bahsediyordu. Bir gece Helen uyumaya çalışırken susadığını fark etti. Odasından çıkıp mutfağa giderken karanlıkta bir gölge gördü. Bütün cesaretini toplayıp ışığı yaktığında babasıyla yüz yüze geldi ve küçük bir çığlık attı. Helen’in sesine annesi uyanmış, kocasını karşısında bulunca bir çığlık da o atmıştı. Babası stadyumdaki felaketten kurtulmuş, karısı ve kızıyla yüzleşmeye cesaret edememişti. Evden ayrı giriş çıkışı olan bodrum katına sığınmış orada sessizce yaşamaya başlamıştı. Zaman zaman yukarı geliyor ihtiyacı olan erzakı alıyordu. Matemlerine gömülen Helen ve annesi bodrum kata inmeyi zaten akıllarından bile geçirmemişlerdi. Helen daha fazla dinlemek istemiyordu. “Bu zaman boyunca sağ, iyi ve aşağıda mıydın? İnanamıyorum!” diye bağırarak tuhaf tuhaf gülmeye başladı.

Helen’in Teorisi

Bir sabah Susan, ince yüz hatlarına rağmen Jerry’nin ve Kâğıt Çocuk’un üzgün ve telaşlı göründüklerini fark etti. Jerry birkaç gündür konuşmaları gerektiğini söyleyip duruyordu. İlk molasında Kâğıt Çocuk’la bir masaya yaslanmış duran Jerry’ye sıkıntısını sordu. Ataş Çocuk dertlerini nasıl anlatacağını soran gözlerini önce Kâğıt Çocuk’a sonra Susan’a dikti. Ayak yerine kullandığı ataş uçlarına doğru bakarken durumu en iyi nasıl anlatabileceğini düşünüyordu. Kâğıt Çocuk da pek yardımcı olmuyordu. Susan konuşmasını teşvik etmek için, “Ofiste sizi üzen biri mi var?” diye sordu. Bunun üzerine Susan’ın kendisini sandığından kolay anlayacağını gören Jerry, “Helen, ofis şefimiz, benim gerçek bir ataş çocuk, Kâğıt Çocuk’un da kâğıt çocuk olmadığını düşünüyor” dedi. Susan, “Nasıl yani? Bu çok aptalca… Kâğıt Çocuk gerçek bir kâğıt çocuk, Jerry sen de gerçek bir ataş çocuksun” diye gereksiz yere itiraz etti. Jerry, çaresizce tekrarladı “ben biliyorum o bilmiyor”. Helen’in takıntılı ruh halini hatırlayınca siniri bozulan Susan gülüyor gibi bir ses çıkarttı. Onun kendisine inanmadığı için güldüğünü düşünen Jerry, daha da irileşen gözlerini devirerek tekrar denedi: “Helen galiba bizim kemer takan erkekler olduğumuzu zannediyor. Herkesten saklanmak için ataş çocuk ve kâğıt çocuk gibi davrandığımızı söyledi. Bundan çok emin.” Susan, kulaklarına inanamayarak, “Bunu nereden çıkarttın?” diye sordu. Jerry, Helen’in kendisini sorguladığı ana dönmüştü. Titreyerek, “Bana pantolonum, kemerim olup olmadığını sordu. Olmadığını söyledim. Verdiğim her cevaptan sonra gülerek kafasını salladı. Sonra ‘Yeter! Saf numarası yapma, aslında ikinizin de erkek olduğunu biliyorum’ diyerek kötü bir kahkaha attı” dedi. Sonra koca gözlerini Susan’ınkilere dikip “Susan, bizim hiç pantolonumuz yok. Ben Helen’e doğru söyledim” diye ekledi.

Helen’in kendisini teorilerine nasıl adadığını bilen Susan, Jerry’ye bir çözüm bulacakları sözünü verse de çözüme dair hiçbir fikri yoktu. Önce Helen’in ağzını yoklayıp onu teorisinin en azından Jerry ve Kâğıt Çocuk için doğru olmadığına ikna etmeyi deneyecekti. Eğer bunu başaramazsa son çare onları ofisten, Helen’den kaçırmak olacaktı. Ama nasıl?

Susan sonraki molasında Helen’in yanına gitti. Helen molalarında bile meşgul olurdu. Neyle uğraştığını kimse bilmiyordu. En meşgul anlarında bile ofisteki kontrolünü kaybetmemek için gözlerini sürekli çalışanların üstünde gezdirirdi. Susan’ın kendisine yaklaştığını görünce kötücül bir şekilde sırıttı. Susan, Jerry’nin şefle konuştukları anı hatırladığında neden titrediğini anlamıştı. Helen, soğuk bir sesle, “O geri zekâlı ataş bozuntusunun sana geleceğini biliyordum. Direnmeyin, onu bana ver. Hepimiz için en iyisi bu!” diye tısladı. Susan, arkasını dönüp kaçmamak için kendini zor tutuyordu. Zaman kazanmaya çalışarak anlamamış gibi yapınca Helen, “Numara yapma boş yere! Jerry dediğiniz uyanığın da arkadaşının da gerçekte erkek olduğunu biliyorum. İki erkeğin birden böyle bayat bir taktikle sorumluluklarından kaçmalarına göz yummayacağım. Kâğıt olandan çok emin değildim ama ataş olan, gerçekten erkek olmasa ona Jerry demeniz için bu kadar ısrar eder miydi? Onları yarın akşama kadar bana ver yoksa raporumda geri dönüşüme gönderilmelerini tavsiye edeceğim. Hadi işinin başına dön!” Geri dönüşüm sözünü duyan Susan, Helen’i ikna edemeyeceğini anladı.

Aklına gelen tek planı -plan sayılmazdı ama- uygulamaktan başka çaresi yoktu. Ofisten bir şekilde kaçacaklardı. Jerry ve Kâğıt Çocuk’u fotokopi çektirmek bahanesiyle yanına çağırdı. Kısık sesle anlattığı kaçış planı Jerry’yi yine titretirken Kâğıt Çocuk’un solan rengi anlaşılmadı bile. Hiçbir şeyi hesaplamamıştı. Helen’i nasıl atlatacaklar, ofisten çıkınca ne olacak, çocukları nerede saklayacak, sonra kendisi ne yapacak? Tek hedefi Jerry ve Kâğıt Çocuk’u buradan çıkarmaktı. Helen’i gözleyecekler arkasını döndüğü ilk fırsatta yangın çıkışından kaçacaklardı. Helen sanki beklendiğini biliyormuş gibi çok geçmeden bir şeylerle meşgul olmaya daldı. Susan bunun bekledikleri an olduğunu düşündü. Arkadaşlarına işaret verdi. Hep birlikte kimseye belli etmeden yangın çıkışına doğru yavaş yavaş ilerlediler. Hedeflerine yaklaşmışlardı ki tok bir cam kırılma sesinin ardından yangın alarmı çalmaya başladı. Hepsinin başları alarmın bulunduğu yöne döndü. Helen’i elinde küçük kırmızı çekiçle alarmın camını kırmış ve kolu aşağı indirmiş halde gördüler. Yüzünde o tuhaf, deli sırıtış vardı.

Susan, alarmın yine de kaçmalarına yarayabileceğini düşündü. Sonuçta bu kadar kâğıt işi yapılan ofisin hayati bir yangın protokolü vardı ve bunun uygulanmasına Helen bile engel olamazdı. Kısa sürede ofisin içine bir telaş hâkim oldu. Herkes oraya buraya koşturuyor, birbirine çarpıyor, bir yerlere takılıp düşüyordu. Islanan asma tavan parçaları yerinden düşmeye, gizledikleri kablolar ortalığa dökülmeye başladı. Sarkıp kopan kablolar, yangın söndürücülerden püsküren su yüzünden kısa devre yapıyor, etrafa kıvılcımlar saçıyordu. Sandalyeler devriliyor, masalar yerinden oynuyor, üstlerindeki evraklar, bilgisayarlar, yazıcılar su içinde kalıyordu. Yangın alarmındaki elini hala orada tutan Helen, “Bu alarmdan korkmanıza gerek yok. Erkek olun, kurtulun!” diye bağırıyor, Susan’ın ani gelişen planı yerine her adımı hesaplanmış asıl planı kendisinin yaptığını gösteriyordu.      

Ofiste manzara karmakarışıktı. Alarm, asansörleri devre dışı bıraktığı için, ıslak insanlar korku ve telaşla merdivenlere hücum ediyor, bazılarının ayağı kayıp düşüyor, düşenler eziliyordu. Bir yerini çarpıp yaralananlar başlarını, kollarını tutuyor ya da topallayarak çıkışa ulaşmaya çalışıyordu. Bütün bu dehşetin içinde, iki kadın ve bir ataş çocuğun oluşturduğu daha da tuhaf bir grup, kaçışıp duran insanlardan, asma tavandan fışkıran sulardan, yanıp sönen floresanlardan bihabermiş gibi tam ortada öylece duruyordu. Susan şaşkın ve üzgün, Ataş Çocuk ise gözleri dehşetle büyümüş, kollarını bir şeyi kucaklamak istercesine iki yanına açmış vaziyette yere bakıyordu. Helen’se deli bakışlarını aynı noktaya dikmiş çılgınca gülüyordu. Tuhaf grubun baktığı yerde, suların içinde, artık ne olduğu anlaşılmayan, çektiği su yüzünden şeklini kaybetmiş bir hamur yığını vardı. Kâğıt Çocuk’a boş gözlerle bakan Jerry, bunun ağlanması gereken bir durum olduğunu biliyor ama ağlayamıyordu. O sadece kendisine Jerry denmesinden hoşlanan sıradan bir ataş çocuktu.

Esra Özer Duru, Ankara, 20.04.2021. 

Taze Taze Hikâyeler

BEKLEME ODASI

Mart ayı ortalarıydı. Hava, okullardaki mevsim tablolarında her zaman bahara dahil edilmesine rağmen, yıllardır rolüne direnen bu aya yakışı...

Yeni Yazılardan Haberdar Olun

Kaçırmayın!