Bir sonbahar günüydü
Geride kaldı hayat
Bir kaldırım taşına sırtını yaslayınca
Soluverdi ardında...
Esra Özer Duru, Ankara, 11 Ekim 2024
Bir sonbahar günüydü
Geride kaldı hayat
Bir kaldırım taşına sırtını yaslayınca
Soluverdi ardında...
Esra Özer Duru, Ankara, 11 Ekim 2024
Merhaba Kavak Ağacı,
Yine ben. Son görüşmemizin üstünden birkaç ay geçti, seni merak ettim. Gerçi bana yazdığın cevapta tavrını açıkça koymuş, benim deli saçmalarımla uğraşamayacak kadar meşgul olduğunu söylemiştin. Haklısın ama ne yaparsın? Bazen gecenin bir yarısında, senden başka sırdaş bulamıyor insan.
Her şeye rağmen hakkını teslim etmeliyim, mantıklı bir ağaçsın vesselam. Bana verdiğin cevapta demişsin ki: “Hiç gider mi bir ağaç ya da insan, toplayıp köklerini; toprağını, suyunu tanımadığı bir ülkeye? Bence Rabbimiz bizi yaratırken çamurumuza memleket toprağı karıştırmış. Ondandır gidersek yarım kalmamız.” Doğru söylüyorsun Kavak Ağacı, vaktini alıyorum ama daha önce senin gibi filozof bir ağaç görmemiştim, bu söylediklerini ben akıl edememiştim.
“Her şeyin içine siniyor acı” diyorsun öyle mi Kavak Ağacı? “Acının yüzölçümü, yeryüzünden çokmuş” öyle mi? Haklısın, albümlerdeki fotoğraflar bile acı acı kokuyor. İnsan kendisine acı çektirmek, kaçırdığı fırsatları ya da ne kadar yaşlandığını görmek için yaşadığı her anı, anı yapıyor. Ah Kavak Ağacı, söylediklerinle ne çok kaşıyorsun eski yaraları. İnsanın geçirdiği evreler izlenmiyor, kalp elektrosundaki çizgiler gibi. Ancak albümleri açınca fark ediyorsun neler geçtiğini, geçirdiğini.
Kayboluyor içimin sesleri...
Ah
Kavak Ağacı!
Sana
bir şey itiraf edeceğim: Sen biraz osun aslında.
İhtiyacım
olan her an telefonun ucunda ya da hiç ummadığım zamanda karşımda.
Tüm
arkadaşlarımda aradığım ama hiç bulamadığım.
Ben
camdan bakarken, çıkıveren köşeden.
Aynı
şarkıları sevdiğim, bayıldığım şiirleri unutmaz diye güvendiğim, aynı anda aynı
şeyi düşündüğüm.
Bakınca
iri gözlerine anlayıp güldüğüm.
Evet Kavak Ağacı, sen biraz osun aslında.
Yaşasaydı nasıl olacağını
bilemediğim arkadaşlığım.
O olmadığı için yaşadığımı sandığım
savruluşlarım, açılan yaralarım.
Bir şiir okurken, bir şarkı
dinlerken, bir yazı yazarken, sever miydi diye düşündüğüm.
Tadı damağımda kalan kısacık
dostluğum.
Gidince yaşayamadığım üniversite
hayatım, annemi hüzünlendiren aklarım...
Hatıraları
bulamıyorum artık.
Arıyorum aklımın
çekmecelerini, gelmiyorlar elime.
Zaman geçtikçe
üzerinden, detaylar yitiyor dipte köşede.
Kayboluyor
içimin sesleri, dışarının seslerinin içinde.
Bulamıyorum
üstüne yazı yazıp, imza attığımız kâğıt mendilleri
Kurtuluş
Parkı’nda ezdiğimiz sonbahar yapraklarını.
Bulamıyorum
gülüşünü, hüznünü.
Bulamıyorum en sevdiği şarkıyı, şiiri, kitabı, gitmeyi en çok sevdiği yolu, binmeyi hiç istemediği otobüsü, bakmayı en sevdiği camı, ıslanmayı en çok istediği yağmuru, paylaşmayı en çok istediği sırrı.
Anladın mı Kavak Ağacı? Hatırladın mı bu acıyı? “Yaralı, tepeden tırnağa, herkes yaralı/ Alışılmıyor acıya, yok kaidesi, kuralı”. Hani göstermiştik yaralarımızı birkaç mektup önce birbirimize. İkimizin de vardı yaraları. Benimkilerden biri bu, Kavak Ağacı. Bazen rüzgâr içindeki acıyı uçursun diye perdeyi, camı açıyorsun. Ama çoğu zaman acı taş gibi oturuyor içine. Bazen kendin bile görme diye perdeyi çekiyorsun acının üstüne. Acıyla yaşıyorsun yine de iç içe. Kurallar bağlıyor zihnimizi, zaman – mekân kopukluğu ellerimizi. Hiç okuyamayacağını bilsen bile mektuplar yazmak istiyorsun düzinelerce. İcatlar yapmak istiyorsun, “Sarı mı yeşil mi?” diye. Ya da bir kavak ağacını koyuyorsun onun yerine, doldurmayacağını bile bile.
Seni seviyorum Kavak Ağacı. Bunları söylemek sana karşı yükümlülüğümdü. Kalbimdeki yerini bilmeliydin. İyi ki varsın ve son mektubu bana iyi ki yazdın. Yeniden yazmanı bekleyeceğim dört gözle...
Esra Özer Duru, Ankara, Haziran 2006, Turuncu Dergisi, Gözden Geçirme Eylül 2021.
“Sis,
bir efsun gibi koca şehri enlemesine bölüyordu” diye başlasa hikâye… Sisin efsun
olduğunu sen unuttun, sis unutmadı.
Bir zamanlar bu şehrin neresinde duruyorduk, şimdi neresindeyiz? Sen unuttun, şehir unutmadı.
Kulakların eskiden hangi ezgilere alışıktı, şimdi neler duyuyor? Sen unuttun, kulakların unutmadı.
Konuştuklarınız bir kış günü ağızlarınızdan çıkan buharda mı saklı? Yoksa gözlerinizde mi? Buhar unuttu, gözlerin unutmadı.
Çok düştünüz bu şehrin sokaklarında, dizleriniz kanadı. Sokaklar unuttu, dizlerin unutmadı.
Sonbahar yapraklarını az ezmediniz Kurtuluş Parkı’nda. Park unuttu, ayaklarınız unutmadı.
Bir yarayı, başka bir yarayla çok sardınız beraber. Ellerin unuttu, kalbin unutmadı.
Yara, yarayla kapanmaz diye düşündün. Sen unuttun, yaran unutmadı.
Bu eşyalar, bu oda sana hep eskiye dair bir şeyler hatırlatıyordu. Sen unuttun, oda unutmadı.
Çocukken ya da gençken yaşadığın şeyleri “unuttum” sanıyorsun. Aslında hepsi hafızana, vücuduna kazınıyor. Seslerin bir gün atmosferden bize geri döneceğini düşünmek gibi, “unuttum” sandığın her şeyi bir gün hatırlayacaksın.
Hani insanın bedeninde yaşlandıkça ağrılar oluyor ya, aslında onların hepsi eskiye dayanıyor. Sık sık belin ağrıyor ya sen ağaçta sallanırken biri gelip seni hızlandırmıştı da düşmüştün. Sen unuttun, belin unutmadı.
Bazen dizlerin ağrıyor ya çocukken ne çok düşerdin. Sen unuttun, dizlerin unutmadı.
Ellerin titriyor ara sıra. Geçmişte bir telefonu kapatırken ellerin bir de sesin titremişti. Sen unuttun, ellerin unutmadı.
Hep aynı şarkıyı dinlerken gözlerin doluyor, şimdi bir başına dinlerken bile. Çünkü sen unuttun, gözlerin unutmadı.
Kalemi eline her aldığında aynı hikâyeye başlıyorsun. Sen unuttun, parmakların unutmadı.
Bir sonbahar günü saçlarının arasından rüzgârlar geçmişti. Sen unuttun, saçların unutmadı.
Yüksekteki şeyleri almak için parmak uçlarında yükselemiyorsun ya…. Bir kere uzanmayı denemiştin… Sen unuttun, parmakların unutmadı.
Soğuk günlerde ellerin çatlar, kanardı. Annen vazelin sürerdi. Sen unuttun, annen unutmadı.
Babanın omuzlarına binip, bakkala kaymaklı bisküvi almaya giderdin. Sen unuttun, babanın omuzları unutmadı.
Dişçiye gittiğiniz bir gün, senin dişin çekileceği halde teyzenin kızı çok ağlamıştı. Sen unuttun, onun gözleri unutmadı.
Ağlaya ağlaya, koşarak gelip bahçedeki kiraz ağacına sarılmıştın. Sonra da sırtını ona yaslayıp sakinleşmeye çalışmıştın. Sırtın unuttu, ağaç unutmadı.
Bir bayram günü çorabım yok diye kapris yapıp bayram ziyaretine gitmemiştin. Evde yalnız kalınca da kendine kızarak ağlamıştın. Sen unuttun, çorapların unutmadı.
Esra Özer Duru, Ankara, Ocak 2008, Turuncu Dergisi. Gözden geçirme 28.5.2021.
Geçen gün mutfakta yemek yaparken radyonun düğmesine dokunduğumda bir sürprizle karşılaştım. Daha ilk notalarıyla beni içine alan bir şarkı doldu mutfağa. Şarkının adı başka çağrışımlar yapıyordu ama pilav pişirip puding karıştırırken bana bir masal yazdırdı. Bilmem, bu şarkı[1] beni etkilediği gibi sizi de etkiler mi? Bir arkadaşın söylediği gibi “her dinleyen başka bir yerinden isabet alır” mı?
Üç genç kızın masalı…
“Dokunsalar
Ağlayacaksın,
Ama hiç dokunmuyorlar.
Biçare bakan gözlerin bırak kanasın,
Gücüne gitsin şarkılar…”
Yıllar yıllar önceymiş. İletişim Fakültesinin ikinci
katına çıkan merdivenlerinin köşesinde şimdi isimlerini hatırlayamadığım üç kız
öğrenci, hayata karşı bütün acemilikleri, bütün kırılganlıkları, bütün
naiflikleriyle, on dakikalık ders aralarında dikilir, gülüşerek sohbet
ederlermiş. Öyle incinebilir, öyle hassas, öyle kelebek kanadı imişler de hiç
bilmezlermiş.
Onlara göre güçlü, benzersiz, çetin ceviz, idealist, azimliymişler, çok büyük işler yapacaklarmış. Daha bir sürü kitap okuyacak, bir sürü şiir, yazı yazacak, fotoğraf çekeceklermiş. Önlerinde açılmayı bekleyen bir sürü kapı varmış. Hayatın eşiğindeymişler daha. Anahtarlar da paspasın altındaymış. Yani akıllarında ne varsa gerçekleştirmek kolaymış. Her gün, her on dakikalık arada bambaşka bir hayal kurulurmuş bu üç kişilik dünyada. Dünyayı değiştirebilir, hiç yara almadan rüzgâra karşı yürüyebilirlermiş. Yağmurun altından ıslanmadan geçebilirlermiş. Görünmez çatıları Ankara’nın dolusundan hasar almazmış. Kavgalar hep mertçe yapılırmış. İnsan sırtından vurulamazmış. O yaşlarda herkesin kendileri gibi olduğunu nereden bilirlermiş… Sonra, hemen sonra, hayatın sert rüzgârlarının o en ince, en zayıf yerlerinden nasıl da estiğini/eseceğini… Tam da oradan nasıl güç kaybedeceklerini…
“Aklın ilk göz ağrısında,Hatırlıyor mu seni hala
Dikiş tutmayan
Bu büyük yara,
Bazı geceler
Kanıyor hala”
Yıllar yıllar önceymiş, henüz kimse ölmemiş, kimse
gitmemişmiş. Hatıralardaki sınıf mevcudu henüz tammış. Aynalar kimseye
yaşlandığını söylemiyor, geçen yıllar insanın içinde bir şeyleri kırıp
dökmüyormuş. Yorgunluklar dinlenince geçiyor, yaralar sanki daha hızlı iyileşiyormuş.
Telefonlara, kapılara daha hızlı koşuluyor, şarkılar insana başka duygular
hatırlatıyormuş. Daha cesur çıkılıyormuş yola. Islak kibritler daha kolay
kuruyormuş ocağın yanında. Yağmurda ıslandığında hemen grip olmuyormuşsun ya da
mesela kemiklerin ağrımıyormuş. Sanki insana yaş sınırı nedeniyle gerçek
mermiyle ateş etmiyorlarmış.
Nereden bilinecekmiş hiçbir yaranın izinin
silinmediği… Nereden bilinecekmiş ıssızlığın keskinliği… Nereden bilinecekmiş
akşamüstü çöken sisin bir daha gitmeyeceği… Nereden bilinecekmiş plastik
mermilerin de yürekleri delebildiği…
“Her geçen yıl birer birer
Masadan eksiliyor dostlar…
Sessizce aktı gitti yıllar
Seni hiç uyandırmadan
Ve bir sabah
Uyandığında
Kalmışsın
Tek başına…”
Yıllar yıllar önceymiş. İncitmiş şarkılar. Kırmış
dolular. Ayırmış rüzgârlar. Vurulmuş martılar. Tarumar olmuş gelincik dolusu
tarlalar. En çok da incinmiş zavallı kırlangıçlar.
Başka masallarda da esmiş rüzgârlar… Küçük Prens’in çiçeğini yine Küçük Prens’in kuzusu yemiş. Annesi Parmak Kız’a büyüme hormonu enjekte ettirmiş. Hansel ile Gretel bir yön bulma cihazı (navigasyon) almışlar. Sinbad uçan halısına overlok yaptırmış. Gülen Ayva ile Ağlayan Nar konservatuarın tiyatro bölümüne yazılmış. Birileri Zümrüd-ü Anka’yı tavuk döner yapmış. Leyla, Facebook’tan bulduğu ilkokul arkadaşıyla Mecnun’u aldatmış. Mecnun önce Leyla’yı öldürmüş sonra Müge Anlı’ya katılıp Leyla’nın katilini aramış. Nasreddin Hoca bir yoğurt makinesi almaya karar vermiş. Keloğlan saç ektirmiş. Çocuklar çıtır pıtır yutup zehirlenmiş. Plastik mermiler masumiyetin zırhını delmiş. Bu masal da böyle bitmiş.
Esra Özer Duru, Ankara, Aralık 2011, Turuncu Dergisi. Gözden geçirme 28.5.2021.
[1]Zakkum grubunun Anason şarkısı: https://youtu.be/sDF2auWzpmM
“İki kent arasındayım. Biri bilmiyor beni, öteki artık tanımıyor.” Jean Paul Sartre
Yosun kokulu bir sabaha uyandı. Pencerenin önüne gidip
rutubeti içine çekti. Bazen kötü koksa da şimdi burnuna güzel geldi. Çoğu zaman
kendini, hayatta ait olduğu yeri bulamamış hissediyordu. Bir koku aldığında,
bir işaret gördüğünde geçmişe dönmek, geçmişin izlerini bugünde sürmek çok daha
kolay geliyordu. Alışılmışın rahatlığı… Bir şarkının nakaratı, eskiden beri var
olan bir bisküvi, geçmişten kalmış anılı bir eşya, bir meyve, bir şeker, bir
kelime, bir çiçek, bir kumaş deseni, bir marka… Bu yüzden gençken bile
yaşlanmış hissederdi. O, kendisi çocukken yeni moda olan şarkıları, filmleri eski
zannederdi. Hayat hep eskiydi, daha önce yaşanmıştı sanki, ikinci el gibi…
Mektup zarfı da kalmamıştı, üstüne adres yazacak.
Kırtasiyeden zarf alırken sanki biraz tuhaf bakmıştı yandaki kadın. “Üstüne
adres yazacağım” diyemedi. “Kendimi ait hissetmek için kendi evime mektuplar
gönderiyorum” cümlesini hiç söylemedi. Zarf almak neyse, kendine mektup
göndermek bir tuhaflık belirtisiydi. İyi ki posta teşkilatı vardı ve gözlerini
insanın üstüne “Tuhaf mısınız?” der gibi dikmiyordu. Ev telefonunun hala
durduğunu, günlük gazete aboneliği bulunduğunu duysalar, daha neler söylerlerdi
Allah bilir! Bu evrende bir yer bulmaya çalışıyordu kendine. Üstünde adı yazan
bir kapı, içinde ıvır zıvırı olan bir çekmece… Ama bu kadar çabaya rağmen ait
olamamıştı.
Ait olamamıştı işte. Bu evde bez torbalar nerede tutulur? Yarısı
işlenmiş etamin seccade, şişe takılı tuhaf örgü parçası, ipi sararmış dantel
örneği hangi kanepe altına sokuşturulur? Bir gün bir işe yarar diye tutulan
çaputlar hangi dolabın dibine saklanır? Eski kadifeler, hacdan hediye gelen
kınalar, seccadeler, misvaklar, takkeler nereye konur? Tarhana kokulu bir
sandık köşesi, çocuklar için hazine sandığı, anılar kutusu, ceviz kabuğu kokulu
bir çekmece dibi nereden bulunur? Üstüne tüyler yapışmış bir şeker parçası
nereden çıkarılır? Birbirine yapışmış paket lastikleri hangi diplere, kuytulara
kaçışır? Yamuk bir çengel iğne nerede bekler sırasını? Kim bilir kim tarafından
hediye getirilen kuru incirlere kaçıncı bekleme siner? İçine çekilen at
kestanesi kaç güveye daha bekçilik eder?
Kök salamamıştı sanki derinlere… Yanmış kibritleri
dolduramamıştı bir kibrit kutusuna. Vitrindeki kulpu kırık fincanın içine kedi ballarını
koyamamıştı. Bez mendillerin arasına çikolata kutuları saklayamamıştı. Hayata çaya batırılmak için yarısı
kırılan pötibör bisküvinin çay bardağına uyduğu gibi uyamamıştı. Orada durmuştu
zaman. Kahverengi örgü seccadenin kaçan ve bir türlü tutulmayan ilmeğine
takılıp kalmıştı. Sobanın üstüne ekmek, ortasına kömür, küllüğüne patates,
borusuna çamaşır, arkasına bohçalı bir tencere bırakamamıştı. Ekmeği sabah,
çamaşırı öğlen, sarılı tencereyi ikindi, patatesi akşam; yerli yerine, vakti
geldiğinde koyamamıştı. Soba arkasına mayaya bırakılan yoğurt kadar, sarma
kadar yeri belli bir şey var mıydı hayatta? Ne mutluydu onlar, yerlerini hep
bilmişlerdi…
Altı sandıklı kanepe lazım, cevizden bir sandık, bunların hepsini doldurmak için dibi kırık
bir çekmece lazım, kapağı zor açılan bir
dolap… Batmış güneşin son ışıkları tüllerden çekilirken, kılınan bir akşam
namazı lazım. Çivit mavisi pencere demirlerinden görünen ceviz yaprakları
lazım. Soğuk kış günlerinde diplerinden buz tutmaya duran camlar lazım. Buzlar
eriyince, beton denizlikleri ıslatan toz kokulu sular lazım. Suları silmek için
eline tutuşturulan yine toz kokulu bezler lazım… Uyuyakalan çocuğun üstüne
örtmek için hep askıda duran manto lazım.
Bir el lazım, başını okşayınca kırışıklarına saçlarının
takıldığı. Portmantoda unutulmuş bir fötr lazım. Balkon kenarına terk edilmiş
naylon terlik. Kopmuş çamaşır ipinde sallanan bir mandal lazım. Köşesinden
bahçe hortumu takılıp çıkarılan yırtık bir sineklik lazım. Sıcak su tesisatı
olmayan musluk lazım titreyen sarı ampul ışıklarında. Duvarda yalnızlıktan kaşı
çatılmış portreler lazım, kim olduklarını çocukların bilmediği.
Nereye saklanır mahzun bir sonbahar anı, güneşe verince
sırtını, tahta sedir üstünde otururken ısındığın akşam üstlerinde? İçi
doldurulup yanmaya hazırlanan ama yeteri kadar soğuk olması beklenen sobalar
gibi. Yer kaplayan ama işlevsiz ve soğuk… Başka nereye sürülür o soba
kahverengisi? Kadife bir kumaş için güzel, duvar için karanlık… Gıcırdayan bir
somyada radyo eşliğinde dalınan öğlen uykusu kadar yalnız… Bilmediğin bir
ülkenin, bilmediğin bir şehrinde, tanımadığın insanların şarkısı… İstanbul, Zürih,
Varşova, Berlin, Prag arasında gidip gelen istasyon ibresi… Bilmediği
onlarca şehir arasında dilini arayan kırmızı çizgi… Bir kule inşa et ya da
düğmeyi çevir…
Şekerli çaya batırılan ekmekler, melekler yorulmasın diye ucu katlanan seccade, anahtarı üstünde duran kapı, yeni yıkanmış bahçede güneşin çekilmesini bekleyen akşam sefaları… Boya tenekelerindeki suda ölümü bekleyen siyah noktalı beyaz güve kelebekleri… yağmurlu ikindilerde içilen çaylar… orada herkes biliyor ait olduğu yeri. Misafir odasına yatacak kişi belli, somya kimin yeri?
Ayazdan çatlayan elin için vazelini nereden bulacağını bilirsin.
Hangi pencerenin şiştiğini, hangisinin güneşliğinin hiç açılmadığını bilirsin.
Balkonun hangi köşesinin çatladığını, aşağı sarktığını bilirsin. Anahtarın her
zaman dış kapının dışında sallandığını bilirsin. Muşambanın hangi köşesinin
ters alıştığını bilirsin. Bahçeye yaldızlar bırakan sümüklü böceğin su saatinde
yaşadığını bilirsin. Güvercinlerin hangi camın önüne yumurta bıraktığını
bilirsin. Kendini, bu dünyadaki yerini, bilir gibi bilirsin… Elinle koymuş,
ezberlemiş, sen yazmış gibi bilirsin…
Eski gardırobun hangi çekmecesinde kaldın onu da bilirsin…
Esra Özer Duru, Ankara, Aralık 2020.
Okuldan gelir, ödevlerimizi yapıyor gibi yaptıktan sonra
hava kararana kadarki zamanı ‘dışarıda’ geçirebilmek için fırsat kollardık.
Sonbahar günlerinin kısalığını hiç de göz önünde bulundurmayan annelerimizin
yanına, duvar diplerinden, köşeleri gözleyerek yavaş yavaş gider, önce çok da
merhamet hislerine hitap etmeden ama inisiyatifin onun elinde olduğunu gayet
iyi bilerek ‘sokağa’ çıkmak için izin isterdik. O zaman çıkılabilecek
sokaklarımız vardı. Boş arsalar, kaldırımlar, apartman bahçeleri çocukların
özerk bölgeleriydi. Anneler gözleri arkada kalmadan ‘sokağa’ çıkma taleplerini
kabul ederdi. Annemiz, ilk sorduğumuzda hiçbir şart ileri sürmeden izin verirse
bu bayram demekti. Ama genellikle önce yalvartma sonra küçük bir sorgu faslı
gelir, ardından şartlar masaya konurdu. “Ödevini yaptın mı?” sorgunun en can
alıcı sorusuydu. Bu soru ya geçiştirilir ya da “Gelince yapıcam, söz!” diye
teminat verilirdi. Eğer bu fasıl başarıyla atlatılırsa, “Akşam ezanı okunmadan
gel”, “Babandan önce evde ol”, “Çamurla oynamak yok”, “Oynarken ‘gocuğunu’
çıkarma”, “Çişin gelince eve gel” şeklindeki ültimatomlar sıralanırdı. Tabii
çocuk olmak demek, şartları zorlamak demektir. Anneler de bunu gayet iyi bilir.
Güzelce üst baş giyilir ve ‘düzgün’ bir şekilde, şartlar
çoktan unutulmuş olarak dışarı fırlanırdı. Bazı çocuklar, annelerinin hangi imkânları
zorlayarak yaptıkları ‘kışlık’ reçellerden, yarım ekmek içine aşırdıkları,
kumanyalarını da yanlarında getirirlerdi. Benim gibi çocuklar bu kumanyalara
biraz iç geçirerek, ağızlarının suyu akarak bakarlardı. Çünkü her anne, bu
kumanyalara vize vermez, “Evde yiyeceksen vereyim, bulan var, bulamayan var”
diyerek, çıktıktan iki dakika sonra kapıda biten ve aslında aç olmayan
çocuklarının taleplerini reddederlerdi.
Sokaksa apayrı bir alemdi. Kızların oyunları daha evcil bir
durum arz ederken, erkek çocuklar ilk çağlardan kalan avlanma ve ele geçirme
dürtülerini, biraz daha giyinik olmak kaydıyla devam ettiren oyunlar
oynarlardı. Sokağın başında ya da yeni yeni yükselmeye başlayan apartmanların
arasında kalan boş arsalar, sokakların bizzat kendileri, apartmanların önleri
karanlık çökünceye kadar birçok meydan savaşına sahne olur, birkaç kez el
değiştirirdi.
Hem temizleyici, hem nemlendirici, hem yapıştırıcı…
Her oyunun bir mevsimi ve gerektirdiği bazı şartlar vardı.
Çocuklar bu mevsimleri, sanki ellerinde bir çizelge varmış gibi çok sıkı takip
ederlerdi. Sonbaharın nispeten sıcak ve kuru olduğu ilk günlerde, erkekler
uçurtma uçurur, misket ve futbol oynardı. Kızlar ip atlar, çizgi oynardı.
Havalar biraz daha soğuyup yağmurlar başlayınca, çamura çivi saplayıp kendi
alanlarını oluşturmak gibi bir stratejisi olan çivi saplamaca zamanı gelir,
uçurtmalar yerlerine kaldırılırdı. Bolca mevcut olan çamur, kızlar için de
yaratıcılığın geliştirildiği bir malzeme olur, beceriksiz ellerin yaptığı çanak
çömlekler kurumaya bırakılırdı. Kirlenen ellerin çözümü ise vücudun
salgılarından birinde gizliydi. Eller ‘güzelce’ tükürükle temizlenir, annenin kalan
izleri görmemesi için küçük kalplerden dualar geçerdi.
Çamurlu günlerin başka bir oyunu ise taş sürüklemeydi. İsmi
tam konulamayan bu oyunda, derince bir kavanoz kapağı bulunur, kapağın içi çamurla
sıkıca doldurulurdu. Özenle saklanan bu ‘taş’ın içindeki çamur çatladıkça
tükürükle ıslatılır ve sertliği muhafaza edilirdi. Bu oyunda kazananın
ödülleri, sakız içinden çıkan futbolcu resimleri falan olurdu. Bir de ‘lik’
(ilik) oyunu vardı. Çocuklar bakkal önünde pusuya yatar, torbalar dolusu gazoz
kapağı toplar, bunları yan yana dizer, buldukları düzgün bir taş ya da kendi
hazırladıkları ‘taş’la bu ‘likleri’ vurmaya çalışırlardı.
Mevsimini iyi hatırlayamadığım bir külâh ya da boru oyunu
vardı ki, büyükler tarafından tehlikeleri sık sık vurgulandığı halde kuşaklar
boyunca oynandı. Bakkal amcadan metre hesabı alınan boruya, gazetelerden özenle
yapılan, hatta “benim yaptığım külah hiç açılmaz” diye gurur kaynağı olan küçük
külâhlar konur, hedefe atılırdı. Külâhın yapıştırıcısı tabii ki yine tükürüktü.
Hedefse genellikle oğlanlardan fırsat bulup biricik arsalarında ip atlamaya
çalışan kızlar olurdu.
Oyunlarını kafileler halinde oynayan ve yine aynı şekilde
gezen çocuk grupları arasında sık sık kavga çıkar, çocuklardan biri çenesini
yukarı kaldırarak, “Anneee, Mehmet’e bişey söyle, oyunumuzu bozuyoooo” diyerek,
“düşmanını” tanıdığı bir numaralı polis gücüne şikâyet ederdi. Şikâyet edilen
çocuk ya ortadan kaybolur ya da “Ama Fatma teyze, onlar da beni oyunlarına
almıyo” diye itiraz eder, savunma makamına geçerdi.
Bu arada ‘gocuklar’ çoktan çıkarılıp ‘emniyetli’ bir duvara
yığılır ya da daha itidalli bir üslupla önü açılıp omuzdan düşürülürdü. Ayakkabılar
çamura bulanmış, saç baş dağılmış, burunlar soğuk havanın ve koşturmanın
etkisiyle akmış olurdu. Eve alınma ihtimali göz önünde bulundurularak
ihtiyaçlar, yumuşak huylu bir komşu teyzenin şefkatli kapısında giderilir,
soğukta koşturup durmaktan kuruyan boğaz için biraz su içilir, üşündüğü için
daha çok gelen ‘çiş’ en iyi ihtimalle komşu tuvaletine yapılırdı.
“Gecikirsen seni eve almam” tehditleri tamamen unutulur
gider, bundan sonra asla dışarı çıkılmayacakmış gibi delice bir tempoyla oyun
oynanırdı. Yaz aylarının uzun günleri geniş bir oyun yelpazesi sunsa da hava
çabuk karardığından bugünler daha kıymetliydi.
Evde bekleyen yığınla ödeve, verdiği süre dolduğu halde
çocuğu eve dönmeyen anneye, soğuktan çatlayan ellerin çatlaklarında biriken ince
kan sızıntılarına, oyuna alınmayınca ya da arkadaşıyla tokuşup düşünce ağlanıp
silinen yüzdeki çamur izlerine rağmen, kulak kenarları ve yanaklar soğuktan
hissedilmese, akan burun kollara sürülse, “Babandan önce eve dönmüş ol” denen
baba köşede belirmiş olsa, ‘niyeyse’ kısacık olan akşam ezanı okunsa,
arkadaşların anneleri balkonlardan, camlardan onları eve çağırsa bile -ki en
kötüsü ilk çağrılmaktır- şartların elverdiği son ana kadar oynanırdı.
Son oyun: “Akşam Ebesi”
Ne kadar çabalanırsa çabalansın, ayrılık anı geldiğinde,
sokak hiç oynanmamış gibi karanlığa bürünürken, çocuklar da son rötuşları
atardı. Bir duvarda biriken ‘gocuklar’ sahipleri tarafından alınır, bazen
giyilir, bazen tembih unutulup kolda gittiği için azar işitilirdi. Son bir
gayretle, kalan birkaç çocuk arasında ‘akşam ebesi’ oynanır, eve giriyor
olmanın burukluğu bu son oyunun coşkusuna saklanırdı.
Girişte, annenin, sebebi bir türlü anlaşılamayan azarlarına
maruz kalınır, “çamurla oynadın değil mi?” sorusuna muhatap olunca, “nereden
anladı acaba?” diye düşünülür, eller yüzler yıkandıktan hatta sadece annelerin
alabildiği ‘ıslak köpek kokusu’ yüzünden banyo yapıldıktan sonra, yemeğe
oturulurdu.
Bütün bunlardan geriye çocukların eklemlerindeki “büyüme
ağrısı”, saçlarında ve üstlerindeki ıslak köpek kokusu, yapılmayan ödevleri,
kızgın anneleri, çamur derecikli yüzleri, çatlakları acıyan elleri, ceplerinden
halıya dökülen çekirdekleri… ama büyüdüklerinde tatlı tatlı hatırlayacakları
hatta kendi çocuklarıyla paylaşacakları anıları kalırdı. Sizin de vardır o
anılardan.
Esra Özer Duru, Ocak 2004, Ankara, Turuncu Dergisi.
Mart ayı ortalarıydı. Hava, okullardaki mevsim tablolarında her zaman bahara dahil edilmesine rağmen, yıllardır rolüne direnen bu aya yakışı...