16 Mart 2021

BANA UYGUN BİR ÇEKMECE

“İki kent arasındayım. Biri bilmiyor beni, öteki artık tanımıyor.”                                      Jean Paul Sartre

Yosun kokulu bir sabaha uyandı. Pencerenin önüne gidip rutubeti içine çekti. Bazen kötü koksa da şimdi burnuna güzel geldi. Çoğu zaman kendini, hayatta ait olduğu yeri bulamamış hissediyordu. Bir koku aldığında, bir işaret gördüğünde geçmişe dönmek, geçmişin izlerini bugünde sürmek çok daha kolay geliyordu. Alışılmışın rahatlığı… Bir şarkının nakaratı, eskiden beri var olan bir bisküvi, geçmişten kalmış anılı bir eşya, bir meyve, bir şeker, bir kelime, bir çiçek, bir kumaş deseni, bir marka… Bu yüzden gençken bile yaşlanmış hissederdi. O, kendisi çocukken yeni moda olan şarkıları, filmleri eski zannederdi. Hayat hep eskiydi, daha önce yaşanmıştı sanki, ikinci el gibi…  

Mektup zarfı da kalmamıştı, üstüne adres yazacak. Kırtasiyeden zarf alırken sanki biraz tuhaf bakmıştı yandaki kadın. “Üstüne adres yazacağım” diyemedi. “Kendimi ait hissetmek için kendi evime mektuplar gönderiyorum” cümlesini hiç söylemedi. Zarf almak neyse, kendine mektup göndermek bir tuhaflık belirtisiydi. İyi ki posta teşkilatı vardı ve gözlerini insanın üstüne “Tuhaf mısınız?” der gibi dikmiyordu. Ev telefonunun hala durduğunu, günlük gazete aboneliği bulunduğunu duysalar, daha neler söylerlerdi Allah bilir! Bu evrende bir yer bulmaya çalışıyordu kendine. Üstünde adı yazan bir kapı, içinde ıvır zıvırı olan bir çekmece… Ama bu kadar çabaya rağmen ait olamamıştı.

Ait olamamıştı işte. Bu evde bez torbalar nerede tutulur? Yarısı işlenmiş etamin seccade, şişe takılı tuhaf örgü parçası, ipi sararmış dantel örneği hangi kanepe altına sokuşturulur? Bir gün bir işe yarar diye tutulan çaputlar hangi dolabın dibine saklanır? Eski kadifeler, hacdan hediye gelen kınalar, seccadeler, misvaklar, takkeler nereye konur? Tarhana kokulu bir sandık köşesi, çocuklar için hazine sandığı, anılar kutusu, ceviz kabuğu kokulu bir çekmece dibi nereden bulunur? Üstüne tüyler yapışmış bir şeker parçası nereden çıkarılır? Birbirine yapışmış paket lastikleri hangi diplere, kuytulara kaçışır? Yamuk bir çengel iğne nerede bekler sırasını? Kim bilir kim tarafından hediye getirilen kuru incirlere kaçıncı bekleme siner? İçine çekilen at kestanesi kaç güveye daha bekçilik eder?

Kök salamamıştı sanki derinlere… Yanmış kibritleri dolduramamıştı bir kibrit kutusuna. Vitrindeki kulpu kırık fincanın içine kedi ballarını koyamamıştı. Bez mendillerin arasına çikolata kutuları saklayamamıştı. Hayata çaya batırılmak için yarısı kırılan pötibör bisküvinin çay bardağına uyduğu gibi uyamamıştı. Orada durmuştu zaman. Kahverengi örgü seccadenin kaçan ve bir türlü tutulmayan ilmeğine takılıp kalmıştı. Sobanın üstüne ekmek, ortasına kömür, küllüğüne patates, borusuna çamaşır, arkasına bohçalı bir tencere bırakamamıştı. Ekmeği sabah, çamaşırı öğlen, sarılı tencereyi ikindi, patatesi akşam; yerli yerine, vakti geldiğinde koyamamıştı. Soba arkasına mayaya bırakılan yoğurt kadar, sarma kadar yeri belli bir şey var mıydı hayatta? Ne mutluydu onlar, yerlerini hep bilmişlerdi…

Altı sandıklı kanepe lazım, cevizden bir sandık, bunların hepsini doldurmak için dibi kırık
bir çekmece lazım, kapağı zor açılan bir dolap… Batmış güneşin son ışıkları tüllerden çekilirken, kılınan bir akşam namazı lazım. Çivit mavisi pencere demirlerinden görünen ceviz yaprakları lazım. Soğuk kış günlerinde diplerinden buz tutmaya duran camlar lazım. Buzlar eriyince, beton denizlikleri ıslatan toz kokulu sular lazım. Suları silmek için eline tutuşturulan yine toz kokulu bezler lazım… Uyuyakalan çocuğun üstüne örtmek için hep askıda duran manto lazım.

Bir el lazım, başını okşayınca kırışıklarına saçlarının takıldığı. Portmantoda unutulmuş bir fötr lazım. Balkon kenarına terk edilmiş naylon terlik. Kopmuş çamaşır ipinde sallanan bir mandal lazım. Köşesinden bahçe hortumu takılıp çıkarılan yırtık bir sineklik lazım. Sıcak su tesisatı olmayan musluk lazım titreyen sarı ampul ışıklarında. Duvarda yalnızlıktan kaşı çatılmış portreler lazım, kim olduklarını çocukların bilmediği.

Nereye saklanır mahzun bir sonbahar anı, güneşe verince sırtını, tahta sedir üstünde otururken ısındığın akşam üstlerinde? İçi doldurulup yanmaya hazırlanan ama yeteri kadar soğuk olması beklenen sobalar gibi. Yer kaplayan ama işlevsiz ve soğuk… Başka nereye sürülür o soba kahverengisi? Kadife bir kumaş için güzel, duvar için karanlık… Gıcırdayan bir somyada radyo eşliğinde dalınan öğlen uykusu kadar yalnız… Bilmediğin bir ülkenin, bilmediğin bir şehrinde, tanımadığın insanların şarkısı… İstanbul, Zürih, Varşova, Berlin, Prag arasında gidip gelen istasyon ibresi… Bilmediği onlarca şehir arasında dilini arayan kırmızı çizgi… Bir kule inşa et ya da düğmeyi çevir…

Şekerli çaya batırılan ekmekler, melekler yorulmasın diye ucu katlanan seccade, anahtarı üstünde duran kapı, yeni yıkanmış bahçede güneşin çekilmesini bekleyen akşam sefaları… Boya tenekelerindeki suda ölümü bekleyen siyah noktalı beyaz güve kelebekleri… yağmurlu ikindilerde içilen çaylar… orada herkes biliyor ait olduğu yeri. Misafir odasına yatacak kişi belli, somya kimin yeri?

Ayazdan çatlayan elin için vazelini nereden bulacağını bilirsin. Hangi pencerenin şiştiğini, hangisinin güneşliğinin hiç açılmadığını bilirsin. Balkonun hangi köşesinin çatladığını, aşağı sarktığını bilirsin. Anahtarın her zaman dış kapının dışında sallandığını bilirsin. Muşambanın hangi köşesinin ters alıştığını bilirsin. Bahçeye yaldızlar bırakan sümüklü böceğin su saatinde yaşadığını bilirsin. Güvercinlerin hangi camın önüne yumurta bıraktığını bilirsin. Kendini, bu dünyadaki yerini, bilir gibi bilirsin… Elinle koymuş, ezberlemiş, sen yazmış gibi bilirsin…

Eski gardırobun hangi çekmecesinde kaldın onu da bilirsin…

Esra Özer Duru, Ankara, Aralık 2020. 

11 Mart 2021

SİSİFOS’UN EVSEL EMEĞİ

Yunan mitolojisinden Sisifos, Zeus’u bir şekilde kızdırdığı için (uzun hikâye), bir kayayı her gün dağın tepesine iteklemeye, tam doruğa ulaşacakken kayanın aşağı yuvarlanmasını izlemeye ve ertesi gün aynı işi yeniden yapmaya mahkûm edilen bir karakterdir. İşte ev kadınları da her sabah kayayı tepeye çıkarmak üzere yuvarlamaya başlarlar. Fakat gün batarken, tepeye ne kadar az kalmış olursa olsun, kaya aşağı yuvarlanır. Her gün yeni bir dünya inşa eden kadın, akşama o dünyayı dağılmış, tozlanmış, kirlenmiş, aç ve memnuniyetsiz bulur. Ertesi gün kalkıp aynı işleri yeniden yapan kadının ruh halini ise yine Yunanca “merakı” (okunuşu may-rah-kee) kelimesi çok güzel tanımlar. Bu kelime, “bir işi tüm ruhunuz, hayal gücünüz ve sevginizle, içine kendinizden bir parça katarak yapmak” anlamına gelir. Ama kadınların böyle yaptıkları günlük işlerden hiçbirinin istatistiki verisini bulamazsınız.

Çok klişe: Neden 8 Mart?     

Artık birçok insan 8 Mart’ın Dünya Kadınlar Günü ilan edilme sebebini biliyor. Yine de kısaca hatırlamakta fayda var. 8 Mart 1857’de New York’ta bir tekstil fabrikasında çalışan kadın işçiler, daha iyi çalışma koşulları için greve başlarlar. Grev sırasında çıkan yangında, fabrikanın kapısına kurulan barikatlar nedeniyle dışarı çıkamayan -çoğu kadın- 129 işçi hayatını kaybeder. Bu olaydan 52 yıl sonra II. Sosyalist Nasyonal toplantısında Clara Zetkin’in önerisiyle bu tarih, kadın haklarının kazanılması ve kadınların birlikte mücadele vermesinin anısına kutlanmaya başlanır. Daha sonra 1977’de Birleşmiş Milletler Genel Kurulunda 8 Mart’ın “kadın hakları, uluslararası barış günü” olarak kutlanması daha doğrusu anılması kabul edilir.

Böyle bir günün ihdas edilmesi ile ilgili tartışmalar o zamandan beri devam ediyor. “Bir gün değil, her gün” diyenler olduğu gibi “neden erkekler günü yok” diye itiraz edenler de mevcut. Televizyonlarda ve sosyal medya araçlarında birçok marka, şirket, kadın çalışanlarının bütün çalışanlarına oranını, kadın işçi çalıştırmaktan ne büyük mutluluk duyduklarını, kadın sporcuların, spor takımlarının nasıl her şeye meydan okurcasına var olduğunu ve destek gördüğünü duygusal, etkileyici, çarpıcı biçimlerde anlatmaya, güne özel kadın paylaşımları yarışında yerini almaya çalışıyor. Bir yandan bu durumu takdir etmek gerekiyor. Çünkü öyle ya da böyle bu paylaşımlar, kadınların hak mücadelesinde mesafe alabildiklerini gösteriyor. Diğer yandan sanki temel bir şey eksik kalıyor. O da reklamlara konu olan kadınların; ekonominin üretim faaliyetlerine ne kadar dahil olurlarsa o kadar saygıya, konuşulmaya değer bulunuşları. Yani kadınların emeği, üretime yaptıkları katkı ölçüsünde takdir görüyor… Toplumun söz söyleyenleri nezdinde ekonomik açıdan “değer”li bir ürünleri yoksa başarılarının da bir değeri yok. Kimse, herhangi bir kadının günlük hayatında verdiği var olma/kendi olma mücadelesini reklam filmlerine layık bulmuyor. Çünkü insanların zihninde bu kadınların “ne ürettiğine”, “ekonomiye hangi değeri” kattığına dair somut bir veri yok.

Sisifos’un kayası kaç tondur?

Bir öğretmen mesela 25 yıllık meslek hayatında kaç çocuk yetiştirir? Bir doktor 25 yılda kaç bin hastaya bakar? Bir son ütücü 25 yılda kaç parça ütüler? Bir telekom işçisi kaç km kablo döşer? Bir kuaför 25 yılda kaç kişiyi tıraş eder? Bir yemek fabrikasındaki aşçı 25 yılda kaç ton yemek pişirir? 25 yıl çalışan bir işçi ne zaman emekli olur, kaç lira emekli maaşı alır? Bir hava filtresi 25 yılda kaç bin metreküp ev tozunu filtreler? Bir temizlik işçisi 25 yılda kaç bin kilometrekarelik alanı süpürür? Bir çaycı ocağında 25 yılda kaç bin litre çay demler? Bir bulaşıkçı 25 yılda kaç bin parça yıkar? Bir demiryolu işçisi 25 yıl boyunca ortalama kaç km ray döşer? Bir akademisyen 25 yılda kaç sayfa okur, kaç sayfa yazar? Bir manikürcü 25 yılda kaç tırnağa bakım yapar? Bir triko işçisi 25 yılda kaç milyon metre ipi kıyafete dönüştürür? Bir twitter fenomeni 25 yılda kaç km ekranı aşağı kaydırır? Bir youtuber 25 yılda kaç günlük video kaydeder?

Bu rakamların hepsi ve daha fazlası, biraz araştırma yapıp kafa yorarak bulunabilir. Saint Exupery’nin Küçük Prens’te, “Bu gezegenle ilgili bütün ayrıntıları size anlatıyorsam, üstelik numarasını da veriyorsam, bunun nedeni yine büyükler. Büyükler sayılara bayılırlar. Tutalım, onlara yeni edindiğiniz bir arkadaştan söz açtınız, asıl sorulacak şeyleri sormazlar bile. ‘Kaç yaşında?’ derler, ‘Kaç kardeşi var? Kaç kilo? Babası kaç para kazanıyor?’ bu türlü bilgilerle tanıdıklarını sanırlar. Deseniz ki: ‘Kırmızı kiremitli güzel bir ev gördüm. Pencerelerde saksılar, çatısında kumrular vardı.’ Bir türlü gözlerinin önüne getiremezler bu evi. Ama ‘Yüz bin liralık bir ev gördüm’ deyin, bakın nasıl: ‘Aman ne güzel ev!’ diye haykıracaklardırcümleleriyle işaret ettiği gibi insanlar rakamları çok sever.

Anlaşıldığı üzere bu rakamların hesaplanması için üretimi, ekonomiyi ilgilendirmesi gerekir. Aksi takdirde kimsenin umurunda olmaz. Herkes yıllık enflasyon oranlarını, aylık/yıllık tüketici fiyat endeksini, Dolar/Euro kurunu, işsizlik oranlarını, asgari ücretteki artışı… büyük bir iştah ve ilgiyle takip eder. Ama mesela bir kadının/annenin 25 yıllık “ev kadınlığı/annelik” hayatında kaç kafa taradığı, kaç metre saç ördüğü, kaç bin tencere yemek pişirdiği, kaç bin çocuğa banyo yaptırdığı, kaç metre halı süpürdüğü, kaç bin metreküp toz aldığı, kaç bardak su verdiği, kaç bin parça bulaşık yıkadığı, çamaşır ütülediği, kaç kere hobilerinden, kendisinin yapmak istediği işlerden vazgeçtiği, kaç litre göz yaşı ve sümük kuruladığı, kaç kişisel gelişim kitabına yetecek kadar öğüt verdiği, bu öğütleri kaleme alıp bastırsa kaç bin baskı yapacağı, dinlediği dertlerin kaç terapi seansı edeceği istatistiklere dökülmez. Çünkü “ürettiği işin” değerini diploma ya da sertifikalarla resmileştirememiş bu kadının emeğini hiçleştirmek kolaydır ve onu hiçbir şey üretmediğine ikna etmek sistemin sürmesi için gereklidir.

Eğer bir kadının kendisi dahil olmak üzere herkesi, “hiçbir üretimi” olmadığına inandırırsanız, o kadını evden çıkarıp aslında başka herhangi bir insanın üretebileceği, herhangi bir ürün için üretim bandının önüne getirmek kolaylaşır. Çünkü oradaki ürünün maddi karşılığı vardır. Orada harcayacağı vakit; sigorta, emeklilik ya da statü olarak geri döner. Bu yüzden kadın, benzersiz emeğiyle ürettiği paha biçilemez ürününü bir kenara bırakıp işyerine doğru yola çıkar. Üretim çarkındaki yerini alır ve kişisel olarak üretebileceği farklılıkları, seri üretim bandına, işyerinin koridoruna gömer. Buna rağmen yönetici kadrosuna yükselebilen kadın sayısı oldukça düşük, kadınların emeğinin karşılığı adil ücretleri alabilmesi de zordur.

Ekonomik verilerle takibi yapılan bir işte çalışan başkaları bu kadar uzun yıllar ve çok sayıda ürettikleri şeyler için plaketlerle onurlandırılıp alkışlanabilirken, kadın/anne, “görevi” ve “üretim” olarak tanımlanmamış yüzbinlerce ürün üretir ve takdir beklerse kınanır. Kimse evde kaç bin tabak yemek çıktığını hesaplamaz, kaç yüz yatak yapıldığını saymaz. Kadınların ürettiği işin birbirlerinin gözünde bile değeri yoktur. Bu kadınlar sistem açısından da sadece “tüketici” oldukları ölçüde değerlidirler. Sabahtan akşama kayıt dışı olarak yapacakları “üretim”de hangi deterjan, un, yağ, makarna, diş macunu… markasını seçecekleri önemlidir. Satın alma davranışına etki edebilmek birçok açıdan yeterlidir. Bu da bizi yeniden ev kadınları/anneleri kendisine benzettiğimiz Sisifos’a getirir. Onun da kayasını kaç yıldır doruğa taşımaya çalıştığının, kaç kilometre yol kat ettiğinin, kaç ton yük taşıdığının verisi yoktur. Sisifos, akşam başına ne geleceğini bilmesine rağmen, her gün kayayı dağın tepesine doğru iter, her günün sonunda kayanın aşağı yuvarlanışını izler, ertesi gün yeniden işe başlar. İşte bir ev kadını da her türlü takdir, teşekkür ve tespit yokluğuna rağmen, hayatın bilincinde olarak bu işi sürdürmeye devam eder. Bir kadına kendini Sisifos gibi beyhude bir işe “mahkûm” olmadığını hissettirmek ve yükünü paylaşmak çok zor değildir. Ama binlerce yıllık bir düzeni sorgulamayı gerektirir. Bu da kolay göze alınacak bir şey olmasa gerek. Kimse yapmadığına göre…

https://www.hertaraf.com/haber-sisifos-un-evsel-emegi-esra-duru-6509#.YEnMSG633yQ.whatsapp

Esra Özer Duru, Ankara, 8 Mart 2021. 

04 Mart 2021

HUMPTY DUMPTYLER VE DUVARLARI

Hepiniz bilirsiniz sanırım, çocuk edebiyatında Alice Harikalar Diyarı’nda diye bir roman vardır. Yazar (Lewis Carroll), bu romanda Humpty Dumpty isimli bir karaktere yer verir. Öyküsü “oldukça” acıklı olan Humpty Dumpty, aslında İngiltere’de bilinen eski bir tekerlemenin kahramanıdır. Duvarın üstünde yürümekte olan bir yumurtadır. Kırılmamak için hiç durmaması ve oturmaması gerekmektedir. Sonra duvardan düşüp kırılır, kral ve bütün adamları onu bir araya getirmeye çalışırlar ama başaramazlar.

Hiçbirimiz Humpty Dumpty değiliz ve hiçbirimiz duvardan düşünce yumurta gibi kırılmayacağız. Bizi asıl kıran, ayıran, acıtan, kanatan, üstünde yürüdüğümüz, etrafımıza inşa ettiğimiz duvarlar. Her bir tuğlasını tek tek bulup, özenle dizdiğimiz, bazen hayatımızın sınırlarını belirlemek için, bazen kişisel alanlarımızı korumak için, bazen karşımızdakini duymamak için ördüğümüz duvarlar…

Duvarın üzerinde bir yumurta

Duvarın üzerinde biraz ileri, biraz geri, yürüyüp duruyordu Humpty Dumpty. Düşünce kırılma ve dağılma riski taşıyan bir yumurtaya göre oldukça hızlıydı. Bu duvarı kimin yaptığını ve onu yıllar yıllar önce duvarın üzerine kimin koyduğunu bile hatırlamıyordu. Düşünürken biraz yavaşlar gibi olmuştu. Duvarın üzerinde yapacak, şu sıkıntısını giderecek çok fazla şey yoktu aslında. Mesela internete giremezdi. Duvara henüz kablosuz internet bağlatamamıştı. Zaten böyle yürürken bir laptopu elinde nasıl tutabilirdi ki? Yine de zaman zaman saçmalamaktan alıkoyamıyordu kendini.

Onu bu duvarın üstüne yerleştirenin, diğer duvarlarla arasında bulunan görünmez duvarlardan bahsettiğini hayal meyal hatırlıyordu. Başka duvarlar varsa, başka Humpty Dumptyler de olmalıydı. Keşke birini bari görebilse, konuşabilseydi. Zaman zaman yeni duvarlar inşa edildiğini, yeni Humpty Dumptylerin o duvarlara çıkarıldığını düşünüyordu. Kendisi bilmiyordu ama bu düşüncesi doğruydu. Bilmediği diğer şey ise kardeşlerini kendi zihnindeki duvar yüzünden göremediğiydi.

Öyle çok duvar…

Öyle çok Humpty Dumpty…

Gerçekten öyle çok duvar vardı ki, Humpty Dumptylerin hayatlarında ve etraflarında. Duvarların üstünde acı çeken kardeşlerini görmek yerine sadece duvarlara bakıyorlardı. Başkalarının duvarlarıyla meşgul olurken, kendi duvarlarını hep görmezden geliyorlardı. Hâlbuki sık sık ya kendilerinin ya da diğerlerinin duvarlarına çarpar, burunlarını kanatırlardı. Kaç Humpty Dumptynin kabuğu çatlamıştı duvarlara çarptığı için, kaçınınki de kırılmıştı tam ortasından.

Önyargı duvarlarından çok ayrılamayan ama insanları sözüm ona bir şeylerden “korumak için” yapılan duvarlar da vardı mesela. En eskisine “Çin Seddi” denirdi. Sonra halkları birbirinden ayırmak için duvarlar inşa edilmişti. Aynı ülkenin insanlarını ikiye bölen. En bilinenine “Berlin Duvarı” diyorlardı, Humpty Dumptyler geçmeyi çok denemişti onu. Çoğu kırılmıştı çabalarken. Şimdilerde İsrail, Kudüs’ü, koskoca kadim Kudüs’ü ikiye ayırıyordu kilometrelerce uzunlukta bir duvarla. Irak’ta, Şii ve Sünni bölgeleri arasına duvar çekiliyordu büyük bir gayretle, aynı dine inanan çocukları birbirinden ayırmak için bir “Mezhep Duvarı” inşa ediliyordu zihinlerde de.

Çocukken aşılmaz duvar mı vardı?

Çocukken böyle miydi hâlbuki? Çocuk Humpty Dumptyler için duvarlar hep aşılması gereken, gizli meyve hazinelerine ulaşmalarını engelleyen sınırlardan ibaret değil miydi? En güzel meyveler, en yüksek duvarların arkasında olmaz mıydı hep? Çocuk Humpty Dumptyler bulmaz mıydı aşmanın bir yolunu o yüksek duvarları? Kabukları da hemen kırılmazdı yetişkinlerinki gibi. Ama eskiden duvarın bile bir namusu vardı (şimdilerde etik diyorlar gerçi). Dikenli tel çıktı mertlik bozuldu. Duvarı aşmaya çalışırken düşmeyi göze alan Humpty Dumptyler, büyüdükçe dikenli tellere takıldı, makinelilerle vuruldu. Kabukları kırıldı hep, kabukları kanadı.

Aşmaya çalışmaya değerdi yine de. Duvarlardı çünkü Humpty Dumptyleri birbirinden ayıran, birbirlerini tanımaktan, sevmekten alıkoyan. Duvarlardı çünkü ortak geçmişleri, acıları yok sayan. Duvarlardı çünkü her bir zihni, her bir kalbi tek kişilik bir hücreye koyan. Duvarlardı çünkü Humpty Dumptylerin yaralarını birbirine sardırmayan. Duvarlardı çünkü düşsün diye onları, dostlarını itmeye zorlayan. Duvarlardı çünkü gökkuşağını göremesinler diye gözlerini kamaştıran. Duvarlardı çünkü kalplerini tam ortasından ikiye ayıran. Duvarlardı çünkü her bir tuğlası “el emeği, göz nuru” olan, onun için daha pahalı satılan. Duvarlardı çünkü Humpty Dumptyleri birbirine kırdıran ve gözlerinin yaşına hiç bakmayan.

Durdu birden Humpty Dumpty. Yine alıkoyamamıştı kendini saçma sapan düşüncelerden. Üzerinde yürüdüğü duvarına baktı. “İyi ki dikenli tel yok duvarımın üstünde. Yoksa nasıl yürürdüm ben, bir ileri bir geri, yıllardır böyle” dedi. Ve duvarını bir kez daha sevdi. Sevmeseydi eğer, belki aşmayı denerdi…

En çok da son bakışın yaralıyor kalpleri,

Duvarın üstünde oturmuş, saçların rüzgârda savrulurken,

Atlayınca kırılacağını bile bile kabuğunun,

Hiç kırpmadan baktığın gözlerin,

Ve havada sallanan elin.

Olsun, sen kırarken kabuğunu,

Belki anlar başka bir Humpty Dumpty, duvarların aşılabilir olduğunu.

Hadi atla!

Duvar çekecek kadar büyük bir tehlike yok bu duvarın ardında.

İçimizdeki sevgiden başkası değil, bizi duvarımıza bağlayan da.

Duyduğumuz sevgi; ayrılıklara, kana ve acıya…    

Esra Özer Duru, Ankara, Temmuz 2007, Turuncu, gözden geçirme Mart 2021.

22 Şubat 2021

BAKKALLARIMIZ ÜZERİNE MEŞRU BİR NOSTALJİ

Çocukluğuma dönüp baktığımda hatıralarımda iz bırakan çok şey olduğunu görüyorum. Bunların hepsini paylaşmak istemem ise oldukça “kişisel” yazılar yazmama neden oluyor. Ben de bu izlerin “toplumsal” olanlarını seçmeye çalışıyorum zaman zaman. Örneğin süpermarketlerin hayatımızı sorgusuz sualsiz işgalinden önce doğan kuşakların bakkallarla ilgili anıları vardır. En azından bakkal amcasından, arkadaşlarının seslendiği sırada “bir pergel, bir kalem, bir de çikolata” isteyen Erol’u hatırlarsınız. (https://youtu.be/MS7Ip3Qy3EA) Her ne kadar Erol’un hayatımıza girişi KDV’nin halkımıza benimsetilmesi amacıyla yayınlanan “kamu yararı spotlarıyla” olsa da “bakkal amca” imgesi bir yansıma bulmuştu orada. Özay Gönlüm’ün KDV’yle ilgili “Fişini de al Mustafa Aley” (https://youtu.be/z9F7DHdcJUA) şarkısını, Ayşegül-Ali Atik çiftinin “bir alışveriş bir fiş” (https://youtu.be/Ry_Jxkw1ASM) tekerlemesini hatırlatmayı bir vatandaşlık borcu olarak görüyorum. 😊

Neyse işte, küçük bir çocukken en sevdiğim şeyler arasında bakkala gitmek vardı. Para taşıma sorumluluğuna layık görülene dek bir büyük refakatinde gittiğim bakkala, daha sonra anneannemin “Hadi arkandan bakıyorum, çabuk git gel” tembihleriyle tek başına gitmeye başladım. Bakkal dükkânı bambaşka bir dünya gibiydi. Taze ekmek kokardı ekmek gelme saatlerinde. Bakkal önlüğüyle bizi karşılayan Kâmil Amca, ki hepsinin bir adı vardı ve bizimkininki Kâmil’di, henüz birisine gaz doldurup vermediyse, bisküvi ve sabun da kokular arasında olurdu. Nedense koyu maviye boyanmış tahta dolabın mandalına yetişemediğimiz için Kâmil Amca tezgâhın arkasından gelir ve bize ekmek seçerken yardımcı olurdu. Aklımızda “dikkat et, yanığını alma” sözleri… O zaman böyle poşet bolluğu yoktu. Ekmekleri ya yanımızda getirdiğimiz torbaya koyar ya da kollarımızın arasında taşırdık, sıcacık ve yana yana. Yere düşerse alıp üç kere öper sonra alnımıza koyardık. Pislikler, ekmeğin yani nimetin kutsiyetinde yok olup giderdi. Hesap denk çıkmayınca bakkal yollarında yerleri arayan bir grup çocuk… Bazen “arkamızdan bakan” yoksa ekmeğin yarısı yok olurdu küçük ağızlarda. En zevklisi buydu, hele alacakaranlık sonbahar akşamlarında... Yenen ekmeğin yerine yenisinin alındığı bile olurdu. Hazır ekmekten bahsederken, özellikle beklenen akşam ekmekleri vardı. “Üst bakkala gelmiş birazdan burada olur” avuntuları ile “aslında gelmese de muhabbet kesilmese” temennileri arasında geçen dakikalar, annelere karşı en geçerli mazeretlerdendi: “Ne yapalım ekmek bekledik!”

Ekmek beklemek ramazanlarda ayrı bir önem kazanırdı. Ezan okunmadan hemen önce iftar sofrasına yetiştirilen pide insana süper kahraman hissi verirdi. Düşünsenize, herkes sofrada ezanı ve sıcak pideyi bekliyor. Zamanlama çok mühim. Biraz bıçak sırtı! Geç kalırsanız durum kötü, erken gelirseniz pide soğur. Tam zamanında, ezan okunurken kapıda olmalı. Ama süreçlerin çoğu size bağlı değildir. Ekmek kamyonu gelecek mi, bakkaldaki pide sırası aşılabilecek mi, istediğiniz sayıda pide size düşecek mi ve kahramanımız sofradakilerin imdadına tam zamanında yetişebilecek mi? Cevabı için çocukluğunuzun bakkal maceralarına bakın.  

Diyorum ya bakkala gitmek bir macera gibiydi. Onun için büyükler bir tedbir daha düşünmüştü: “Şuraya tükürüyorum, kuruyana kadar dön.” Biraz iğrenç! Tükürüğün kuruma hızıyla ilgili bir spekülasyona girmeyeceğim tabii.

Bakkalın cam hazine sandığı: Tezgâh

Bakkal amcaların ne güzel tezgâhları vardı: Camdan hazine sandıkları. Aslında süpermarketlerin temeliydi bunlar. İçlerinde mumlar, kalemtıraşlar, pergeller, don lastikleri, çamaşır sodası, çamaşır kolası, silgi, önlük yakası, pudra, peynir, helva, pastırma, çeşitli “ortalarda” kareli, çizgili defterler, boya kalemleri, sulu ve pastel boyalar, çengelli iğneler, tebeşirler… Daha neler neler olurdu. Bakkalın duvarlarındaysa makarnalar, bakliyat çeşitleri, kokusu bunlara karışmasın diye ayrı duvara dizilen sabun tozları (deterjanlar yeniydi, yumuşatıcılar, kireç önleyiciler henüz icat edilmemişti) sabunlar, kibritler, sigaralar bulunurdu. Yağlar biraz ayrı bir yere konurdu, nedense onların dışları genellikle kirli olurdu. Bakkalın kapısındaki rengarenk plastik bantları (sineklik) aralayarak içeri girer, zemine serpilen talaşın üstünden tezgâha ilerler, boyumuz yetiyorsa içine para konsun diye tezgâha yerleştirilen eşantiyon tabağa paramızı koyar, isteklerimizi söylerdik. Boyu yetmeyenler kız kardeşim gibi tezgâhın önündeki ince kenara çıkar, bakkalı kızdırırdı. Türkçe kitaplarımızda bakkala girince sırasını bekleyen ya da yaşlılara devreden yüce gönüllü çocuklarla ilgili okuma parçaları vardı. Halbuki bakkalda büyükler varsa hakkı yenen genellikle çocuklar olurdu. Ses çıkarma cesaretini gösteremezsek ya da bakkalımız sıraya dikkat etmezse fazladan beklerdik.

Cazibe merkezi bisküvi kutuları

Bakkalın ben ve başka birçok çocuk için diğer cazibe merkezi bisküvi kutularıydı. Bisküvi firmalarının verdiği (tabii ki bayatlamasın diye) teneke kutuların camlı kapaklarından istediğimiz bisküviyi, gofreti seçerdik. O zamanlar bisküvilerin itibarı hayli yüksekti. Komşulara ikram edilirdi. Benim favorilerim (aslında hepsi) kaymaklı, oval, susamlı ve tuzlu bisküvilerdi. Öyle bebe bisküvisi falan sonradan çıktı. Bakkalımızın gazete kâğıdından yaptığı kese kâğıtlarına ya da külahlara aldığımız bisküvileri nemlenmeden tüketmek en büyük zevklerdendi. Çayımızı, şekerimizi, yumurtamızı, her şeyimizi bakkalımızdan alır, sabahın köründe açık bulduğumuz fedakâr bakkal amcamızın ne zaman uyuduğunu düşünüp üzülürdük.

O yıllarda oldukça fazla tüketilen gaz da (o zaman kimse üstüne gaz döküp kendini yakmıyordu. Ya gaz ocağına konuyordu ya gaz lambasına ya da bitlenen çocukların bitini ayıklamaya yarıyordu) bakkalın satış listesindeydi. Dükkânın dışında bir yere konan gaz deposunun musluğu hep akıtırdı. Üstünde koca bir asma kilit olurdu. En zevkli işlerden biri de Kâmil Amcadan sonraki bakkalımız Ömer Amcayı gaz doldururken ya da pastırma, helva, peynir keserken izlemekti. Ömer Amca, bidonuyla gelen birini görünce, dükkandaki bütün müşterilerin işini gördükten sonra gaz vermeye çıkardı. Elinde kalan gaz kokusunun bir süre geçmeyeceğini bilir, peynire, helvaya dokunmazdı. Bu durumlarda çok etkili olmasa da izlemesi zevkli diğer sihirli bir alet devreye girer, yanında küçük pompasıyla tuhaf kolonya şişesinin gösterisi başlardı. Ne gizemdi o! Arife günlerinin en sıra bekleteni olurdu.

Bir de bakkal efsaneleri vardı o zaman. “Yukarıdaki bakkalın önünde … liki buldum la!” şeklindeki söylentiler erkek çocuklar arasında hızla yayılır, söz konusu bakkalın önü, yerleri araştıran, bulduğu her gazoz kapağını inceleyen çocuklarla dolardı. Bazı bakkalların önü zaten dolu olurdu. Bunlar bakkal amcaların, tezgâhları delikanlı oğullarına terk ettikleri bakkallardı ki mahallenin ağır kâmil teyzeleri tarafından pek onaylanmazdı bu durum. Ömer Amca da sevmezdi öyle şeyi. Yalnızca dükkânın önünde kavrulan güzel ve taze kokulu çekirdekten nasibini almak için bekleyen “nezih” bir topluluk.

Eskinin bakkalları kredi kartına üç taksit yapmıyorlardı. Ama arkalarındaki “veresiye mal satılmaz” yazısına ve “peşin satan/veresiye satan” esnafı betimleyen resme rağmen veresiye verirlerdi. Kendilerince tuttukları bir defterleri olurdu. Kendi içinde bir mantığı olan defterlerde müşterilerini kolaylıkla bulurlardı. Bu arada bakkala “kusurlu ürün” iadesi de yapılmazdı. “Bunu geri götür” dendiğinde sırtımızdan aşağı soğuk terler akardı. Çünkü bakkalla geliştirdiğimiz dostluk bu iade durumunu kaldırmazdı. Bakkalımız ortak da kabul etmezdi. Birkaç gün görünmezsek hemen şüphelenir, başka bakkala gidip gitmediğimizi sorardı. Her alışverişte fiş vermek/almak hem bakkala hem bize zor geldiği için Ömer Amca alışverişlerimizi yanımızda götürüp getirdiğimiz bir sigara kartonu parçasına not alır, ay sonunda bunları hesaplayıp fişi toplu keserdi. İtinayla doldurulan vergi iade zarflarında …. Bakkaliyesinin fişleri yazılırdı.   

Bakkal amcaların sayesinde kahvaltı sofralarının, akşam yemeklerinin ya da iştahla yenen domates, peynir ve yeşil soğanlı ekmek öğünlerinin merakla beklenen önemli kişileri olurduk. Bazen son ekmek de satıldığı için kendilerine ayırdıkları ekmeği bizimle paylaşırlardı. Bazen küçük kardeşimizi çırak niyetine kaptırırdık, “niye ben değilim” hayıflanmaları ile. Bazen o sihirli tezgâhın arkasına geçip kokulu silgilere, gripinlere, kurşun kalemlere, defterlere yakından bakmak ayrıcalığını verirlerdi bize. Bazen kırılmış bir süt şişesini temizlerken azar işitiverirdik. Bazen alt kattaki depoda tuttukları toz şekere sabun kokusu sindiğini sessizce haber verirdik. Bazen teneke peynir kutularını açarken söylenmelerini dinlerdik.

Bir yere gitmek zorunda kalan anneler, anahtarlarını bakkala bırakırdı. Kiralık ev arayanlar önce bakkala sorardı. Bakkallar bizim buluşma yerlerimiz, eczanemiz, kırtasiyemiz, kuruyemişçimiz, gaz istasyonumuz, parfümerimiz, tuhafiyemiz, kısacası sokağımızın can damarıydı. Eski bakkallar market oldu. Ömer Amca bakkaldan market zinciri kurdu. Bakkala gitmek birçok yerde mazi oldu. Yine de dilerim adı markete dönüşse de küçük şehirlerde, mahallelerde hala bakkallar vardır ve çocukların hatıralarında yerini alır.     

Esra Özer Duru, Ankara, Nisan 2005’te Turuncu Dergisinde yayınlanan yazıya yeni eklemeler, Şubat 2021.

25 Ocak 2021

ODADA BİRİ VAR

Aniden gözünü açtı. Uyurken birinin ona baktığını hissetmişti. Karanlıkta kimseyi göremedi. Kalbi korkuyla atıyor, gözleri karanlığa alışınca karşısında birini görmek fikri aklını zorluyordu. Gözünü hemen geri yumdu. Eğer odada biri var ve kendisine bakıyorsa iyi niyetli olamazdı. En iyisi uyuyor numarası yapmaktı. Hırsızsa “ne istiyorsa alsın, gitsin” diye düşündü. “Komodinin üstüne kıymetli bir şey bıraksaydım keşke! Odada oyalanmadan alır giderdi.” Sahiden öyle mi olurdu? Kalbinin sesi kulaklarında çınlıyordu. Odadaki kişinin bunu duymasından korktu. Nefes alma ritmini uykudaymış gibi tutmaya çalışarak yatışmayı denedi. Şimdi yatakta kıpırdanırsa ya da uyandığını belli ederse adamı işkillendirmek tehlikesi vardı. Onun için gözlerini yeniden açamıyordu. Ne vardı hafif uykulu olacak? Sabah uyandığında durumu fark etse, şu korkuyu yaşamasa…

Adamın odadaki varlığına odaklanmaya çalıştı. Nefes alıp verişini, pantolonunun hışırtısını, halıda gezerken çıkaracağı sesi duymayı denedi. Sesleri duysa bir sıkıntı, duymazsa başka bir sıkıntıydı. Duyamazsa emin olmak için gözünü açması gerekecekti. Kalbi boğazından dışarı çıkacaktı neredeyse! Gözünü açmamaya çalışırken, içinde uyanmasına sebep olan “yüzüne dik dik bakılması” hissini araştırdı. Bir yandan bunu tuhaf buldu. Normalde bir şeyden korktuğunda üstüne gider, korktuğu yeri kontrol eder, huzursuz eden sesi araştırırdı. Ama bu duygudan kurtulabilmesi için ille korkulacak bir şey olmadığını anlaması gerekirdi. Bir haşere öldürmek gerekince ilaçla değil, terlikle öldürmeyi tercih ederdi. Biriyle tartışınca ona olanları açıklamak ister, yanlış anlaşıldığı her seferde konuşarak durumu düzeltebileceğini sanır, kitap okurken önemli yerlerin altını çizerdi. Biraz sağlamcıydı.

Hırsızın pantolonunun sesini duymayı yeniden denedi. Acaba pantolon kot muydu, kadife mi? Bu kumaşların kendine has bir sürtünme sesi oluyordu ve özel bir yürüme biçimi geliştirilmezse yürürken ses çıkarırdı. Fitilli kadifeyse ne yaparsa yapsın mutlaka ses çıkardı. Onları da ütülemek pek zor oluyordu. Ütü, fitilleri yatıştırınca hep sinir olurdu. Düz kadifeyi arkasından ütülemek gerekirdi, yoksa 80’lerin taverna şarkıcılarının parlak kumaşlı takım elbiseleri gibi parıl parıl olurdu. Düz kadife, yürürken belki ses yapmayabilirdi. Kotsa o da ayrı. Taşlanmış kot muydu ki? Birkaç yıl önce kot taşlama işçilerinin sesini duyurmak için düzenlenmiş bir toplantıya katılmıştı. İşçilerin uzun ve yorucu mücadelesi ses getirmiş, kotlar kum püskürtülerek beyazlatılmaktan vazgeçilmişti. Şimdi kimi mağdur eden bir işlem uygulanıyordu acaba? “Belki de üstünde eşofman vardır” dedi. Eşofman en rahat ev giysisiydi. Korona yüzünden evden çıkmayı unuttuklarından beri eşofman herkesin asli kıyafeti olmuştu. Diz verince güzel görünmüyordu ama sıcak ve rahattı. Şimdi eşofmanlara cep dikmiyorlardı. Ne saçma, cebi olmayan eşofman mı olur? İçinden, “Hırsızın eşofmanı ceplidir herhalde” diye geçirdi. Korona deyince aklına gündüz okuduğu haber geldi. Danimarka’da kürkleri için beslenen bir sürü vizon koronaya yakalandıkları için itlaf edilmiş. Zavallı hayvanlar itlaf edilmeseler kürk olacaklarmış zaten.

Adam uzun zamandır odada olmalıydı, kulak kabarttı ama sesi çıkmıyordu. Kımıldamadan yatayım derken omzu ağrıdı. Yastıktan oluyordu biraz. Kendine uygun bir yastık arıyordu ne zamandır. Sosyal medyadan önüne değişik değişik yastık reklamları geliyordu. Bırak girdiği siteleri, gittiği yerleri takip etmeyi, zihin okuyordu bunlar. “Aklından geçir, önüne getirsinler. Yastıkla ilgili bir arama falan yaptım mı acaba?” diye düşündü. Çoğu zaman insan kendisi ekmek kırıntıları bırakıyordu. Onlara sadece takip etmek düşüyordu. Bir keresinde vişne/kiraz çekirdeklerinden doldurulmuş bir yastık görmüştü. Çekirdekler, omuzlara, boyna masaj yapıyor, hatta yastık ısıtılırsa sıcak su torbası işlevi görüyordu. Bir dizide adli tıp doktoru, otopsi yaptığı ölülerin boyunlarından çıkardığı kalıplarla çok iyi bir yastık yapıyor, patentiyle milyoner oluyordu. Daha önce birileri kaz tüyünden yastık önermişti. Ama yastık, yorgan ya da mont dikmek için kullanılan tüylerin kazlardan diri diri yolunduğuna dair bir video görüp vazgeçmişti. İyi yastık önemliydi. Herkes bunu önemsiyor olacak ki, yatınca başının, yüzünün şeklini alan çok pahalı bir yastık tanıtımı görmüştü, yastık yaşlandırmıyordu. Aklından, “Aslında sekiz saat uyunduğu düşünülürse mantıklı” cümlesi geçti.

Olmaz ya, yeni hikâyesi için bir fikir geldi. Tam elini yorganın altından çıkarıp komodinin üstünde duran not defteriyle kalemine uzanıyordu ki adamı hatırladı. Bunu yaparsa uyuyor numarasına devam edemezdi. Defteri de bitmek üzereydi. Yazarken ışık yanan kalemler var mıydı? Çünkü karanlıkta not almak çok zor oluyordu. Genellikle ışığı yakmaya üşenmek, fikrin kaçmasını göze almaya galip geliyordu. Nasıl formüle etseydi de sabah olunca hatırlasaydı. Bir keresinde kuzeniyle çok komik bir fıkrayı anahtar kelimelerle hatırlama denemesi yapmışlardı. Sonra fıkrayı unutmuşlar anahtar kelimeler kalmıştı. Fıkra hala kayıptı. Bu arada fikir tuhaf bir şeydi zaten. Sabaha aynı fikri hatırlasan bile aklına geldiği ilk anki kadar güzel olmuyordu. Belki zaten güzel değildi de uyku sersemi mi güzel geliyordu?

Saat kaç olmuştu? Adam aradığını bulmuş muydu? Odanın hangi köşesinde, uyandığına dair bir ipucu bekliyordu? Saatin kırmızı ışıklı ekranını görebilmek için gözünü açması ve başını yastıktan biraz kaldırması gerekiyordu. Adam uyandığını kesinlikle anlardı o zaman. Uyurken en ufak bir ışığa dahi tahammülü yoktu. Bir yerden bir ışık sızdı mı uyku kalitesi düşüyordu. Ama saatin göstergesindeki kırmızı ışıktan rahatsız olmuyordu. Film yıkarken bir aşamadan sonra karanlık odada kırmızı ışık yakılabildiğini hatırladı. Belki bu renk ışık, filme zarar vermediği gibi göz kapaklarından içeri sızmıyordu. Karanlık odada çalıştıkları zaman ne kadar gençtiler. En ufak bir aksaklık dünyanın sonu gibi görünürdü gözlerine. Kötü geçen finaller, açıklanmayan vizeler, zorunlu derslerle aynı saate konduğu için seçemedikleri “seçmeli” dersler… Şimdiyi düşündü. Dünya, salgın bir hastalığın elinde kırılıp dökülüyordu. Çok sayıda insan hastalıktan ya da yan etkileri yüzünden hayatını kaybetmiş, milyonlar eve hapsolmuş, çocuklar evden eğitim görmeye başlamış, insanlar evden çalışır olmuştu. Neyse her şeyde bir şükür vesilesi bulunabilmeliydi.

“Gözümü açsam adamla burun buruna gelsem!” diye geçti yeniden aklından. Pijaması usturupluydu da başı açıktı, o ne olacaktı? Başörtüsü ayak ucundaki pufun üstünde duruyordu. Yastığın altına mı koysaydı acaba bundan sonra? Deprem olduğu zaman bir süre öyle yapmışlardı. Herkes pijamasını aniden dışarı kaçmaya uygun hale getirmiş; başörtüler, pardösüler bir süre ayak ucunda baş ucunda gecelemişti. Anneannesini hatırladı. Yatarken ince, beyaz bir tülbentle başını kundak yapardı. Bundan sonra öyle mi yapsaydı acaba? Deprem olur, eve hırsız girer falan, tedbirli olmak lazım. Gerçi anneannesi melekleri düşünerek kapatırdı başını ya… Neyse! Melekler niye durmuyordu acaba? Normalde eğer evlerimize falan geliyorlarsa, ki günahımızı, sevabımızı yazmak için sağ ve sol omuzlarımızda duranlardan pay biçersek, en az iki melek bütün gün bize eşlik ediyordu; o zaman başımızın açık olmasının bir önemi yoktu. Ne diyordu ya? Adam evine girmiş, mahremiyetini ihlal etmiş, başına daha ne gelebilir belli değildi… “Tövbe tövbe!”

Bir hışırtı duymuştu sanki! Adamın ayak sesi miydi, pantolon hışırtısı mı? Acaba içeri çorapla mı girmişti? “Hırsız ayakkabısını niye çıkarsın? Adam hırsız! Evi kirletmeyeyim der mi?” diye düşündü. Evden biri uyansa çorapla nasıl kaçacak? Bir de DNA bırakacak üstelik ayakkabıyı çıkarırsa. Çok ilerledi adli tıp. Geçenlerde, neredeyse zaman aşımına uğrayacak bir davada katil bulundu ailenin içi rahat etti. 

“Nerede bu adam, başka odaya mı gitti?” Burada gözünün önünde kalsa iyiydi. Yani gözü açık olmasa da… Çocukların odalarına gitmesindense… Evden çıkmış olabilir miydi acaba? Uyuyamayınca tuvalet ihtiyacı ortaya çıkıyordu. Uyurken fark etmiyordu insan çişinin geldiğini, gözünü açınca hemen tuvalete gitmek gerekiyordu. E nasıl gidecekti şimdi tuvalete? Biraz daha dişini sıkarsa belki adam giderdi. Klozetin sifonu da su kaçırıyordu sürekli. En gıcık olduğu şey! Su en kıymetli hazine! “Usta getirirsin, ‘sifon bozuk’ dersin, ‘sifon değil rezervuar o’ der. ‘İyi rezervuar bozuk’ dersin, dünyanın parasını ister, bir de onca alet edevatı sökmeye üşenir. Bir kere de ben baktım, sanki uzay üssü yapmış adamlar. Su tasarrufu yapayım diye pet şişe sokarken mi bozuldu acaba?”

Hırsızın maskesi var mıydı ki? Hani filmlerde başlarına çorap takıyorlar falan, o da maske yerine geçer miydi? “Sonra da uğraş dezenfeksiyonla… Oldu, adam sana korona bulaştırmayayım diye maskeli girmiş eve!” Eve biri girdiyse zaten mecbur temizlik yapılacaktı. Maskeli-maskesiz fark etmezdi. Hayvanların bölgelerini işeyerek, koku bırakarak işaretlediği gibi insanlar da temizleyerek işaretlemiyor muydu? “Polis gelsin gitsin sonra yaparız temizliği” dedi. Parmak izi ararken her tarafa o tozdan sürüyorlardı. Onlar da temizlenir bir kerede çıkardı.

Kulaklarına uzaktan bir ses gelmeye başladı. Sabah ezanı okunuyordu. Mecbur namaza kalkacaktı. Adam uyandığını anlasa da yapacak bir şey yoktu. Hem girdiği her evde bu kadar duruyorsa, böyle hırsızlık mı yapılırdı? Korkuyla, ürpertiyle kalktı. Kendi yatak odasının güvenli ortamında biriyle karşılaşmak fikrinin dehşeti bütün benliğini sarmıştı. Yine de abdest almak için tuvaletin ışığını yaktı. Düşen ışıkta odaya şöyle bir göz attı. Adam madam yoktu. Aslında bunca zamandır güvende olduğunu bildiği için yatakta kalabilmişti. Ne olacaktı bu huyu? Uçuk adam Osho’nun Korku kitabında geçen hafta bir Zen hikayesi okumuştu: Adam karanlıkta taşlı bir yolda yürürken düşer. Düşerken bir dalı yakalar ve kendini kurtarır. Karanlıkta etrafını görmeye çalışır ama görebildiği tek şey dipsiz bir uçurumdur. Etrafa seslenir ve hiçbir karşılık alamaz. Bütün gece dalda asılı, korkular içinde, kolları uyuşmuş, üşümüş halde sabah olmasını bekler. Günün ilk ışıklarıyla aşağı bakar ve gülmeye başlar. Uçurum falan yoktur. On beş santim altında bir düzlük vardır. “Korku on beş santimden daha derin değildir. Şimdi ister bir dala tutunup tüm yaşamını kabusa çevir, istersen o dalı bırak ve ayaklarının üzerine bas. Sana kalmış!”

Esra Özer Duru, Ankara, Aralık 2020.

18 Ocak 2021

ÇIK DIŞARIYA OYNAYALIM!

Sonbaharın kışa döndüğü günler, bana çocukluğumun okul artığı oyun zamanlarını hatırlatıyor. O zamanlar hiçbirimiz sokakta oynamamıza izin verilen süreyi televizyon başında harcayacak kadar bağımlı değildik televizyona. Üstelik o zaman daha iyi çizgi filmler vardı. Bilgisayardı, geymboydu, atariydi, sokak saatlerini çalmamıştı askılı pantolonlarımızın büyük ceplerinden.

Okuldan gelir, ödevlerimizi yapıyor gibi yaptıktan sonra hava kararana kadarki zamanı ‘dışarıda’ geçirebilmek için fırsat kollardık. Sonbahar günlerinin kısalığını hiç de göz önünde bulundurmayan annelerimizin yanına, duvar diplerinden, köşeleri gözleyerek yavaş yavaş gider, önce çok da merhamet hislerine hitap etmeden ama inisiyatifin onun elinde olduğunu gayet iyi bilerek ‘sokağa’ çıkmak için izin isterdik. O zaman çıkılabilecek sokaklarımız vardı. Boş arsalar, kaldırımlar, apartman bahçeleri çocukların özerk bölgeleriydi. Anneler gözleri arkada kalmadan ‘sokağa’ çıkma taleplerini kabul ederdi. Annemiz, ilk sorduğumuzda hiçbir şart ileri sürmeden izin verirse bu bayram demekti. Ama genellikle önce yalvartma sonra küçük bir sorgu faslı gelir, ardından şartlar masaya konurdu. “Ödevini yaptın mı?” sorgunun en can alıcı sorusuydu. Bu soru ya geçiştirilir ya da “Gelince yapıcam, söz!” diye teminat verilirdi. Eğer bu fasıl başarıyla atlatılırsa, “Akşam ezanı okunmadan gel”, “Babandan önce evde ol”, “Çamurla oynamak yok”, “Oynarken ‘gocuğunu’ çıkarma”, “Çişin gelince eve gel” şeklindeki ültimatomlar sıralanırdı. Tabii çocuk olmak demek, şartları zorlamak demektir. Anneler de bunu gayet iyi bilir.

Güzelce üst baş giyilir ve ‘düzgün’ bir şekilde, şartlar çoktan unutulmuş olarak dışarı fırlanırdı. Bazı çocuklar, annelerinin hangi imkânları zorlayarak yaptıkları ‘kışlık’ reçellerden, yarım ekmek içine aşırdıkları, kumanyalarını da yanlarında getirirlerdi. Benim gibi çocuklar bu kumanyalara biraz iç geçirerek, ağızlarının suyu akarak bakarlardı. Çünkü her anne, bu kumanyalara vize vermez, “Evde yiyeceksen vereyim, bulan var, bulamayan var” diyerek, çıktıktan iki dakika sonra kapıda biten ve aslında aç olmayan çocuklarının taleplerini reddederlerdi.

Sokaksa apayrı bir alemdi. Kızların oyunları daha evcil bir durum arz ederken, erkek çocuklar ilk çağlardan kalan avlanma ve ele geçirme dürtülerini, biraz daha giyinik olmak kaydıyla devam ettiren oyunlar oynarlardı. Sokağın başında ya da yeni yeni yükselmeye başlayan apartmanların arasında kalan boş arsalar, sokakların bizzat kendileri, apartmanların önleri karanlık çökünceye kadar birçok meydan savaşına sahne olur, birkaç kez el değiştirirdi.

Hem temizleyici, hem nemlendirici, hem yapıştırıcı…

Her oyunun bir mevsimi ve gerektirdiği bazı şartlar vardı. Çocuklar bu mevsimleri, sanki ellerinde bir çizelge varmış gibi çok sıkı takip ederlerdi. Sonbaharın nispeten sıcak ve kuru olduğu ilk günlerde, erkekler uçurtma uçurur, misket ve futbol oynardı. Kızlar ip atlar, çizgi oynardı. Havalar biraz daha soğuyup yağmurlar başlayınca, çamura çivi saplayıp kendi alanlarını oluşturmak gibi bir stratejisi olan çivi saplamaca zamanı gelir, uçurtmalar yerlerine kaldırılırdı. Bolca mevcut olan çamur, kızlar için de yaratıcılığın geliştirildiği bir malzeme olur, beceriksiz ellerin yaptığı çanak çömlekler kurumaya bırakılırdı. Kirlenen ellerin çözümü ise vücudun salgılarından birinde gizliydi. Eller ‘güzelce’ tükürükle temizlenir, annenin kalan izleri görmemesi için küçük kalplerden dualar geçerdi.

Çamurlu günlerin başka bir oyunu ise taş sürüklemeydi. İsmi tam konulamayan bu oyunda, derince bir kavanoz kapağı bulunur, kapağın içi çamurla sıkıca doldurulurdu. Özenle saklanan bu ‘taş’ın içindeki çamur çatladıkça tükürükle ıslatılır ve sertliği muhafaza edilirdi. Bu oyunda kazananın ödülleri, sakız içinden çıkan futbolcu resimleri falan olurdu. Bir de ‘lik’ (ilik) oyunu vardı. Çocuklar bakkal önünde pusuya yatar, torbalar dolusu gazoz kapağı toplar, bunları yan yana dizer, buldukları düzgün bir taş ya da kendi hazırladıkları ‘taş’la bu ‘likleri’ vurmaya çalışırlardı.

Mevsimini iyi hatırlayamadığım bir külâh ya da boru oyunu vardı ki, büyükler tarafından tehlikeleri sık sık vurgulandığı halde kuşaklar boyunca oynandı. Bakkal amcadan metre hesabı alınan boruya, gazetelerden özenle yapılan, hatta “benim yaptığım külah hiç açılmaz” diye gurur kaynağı olan küçük külâhlar konur, hedefe atılırdı. Külâhın yapıştırıcısı tabii ki yine tükürüktü. Hedefse genellikle oğlanlardan fırsat bulup biricik arsalarında ip atlamaya çalışan kızlar olurdu.

Oyunlarını kafileler halinde oynayan ve yine aynı şekilde gezen çocuk grupları arasında sık sık kavga çıkar, çocuklardan biri çenesini yukarı kaldırarak, “Anneee, Mehmet’e bişey söyle, oyunumuzu bozuyoooo” diyerek, “düşmanını” tanıdığı bir numaralı polis gücüne şikâyet ederdi. Şikâyet edilen çocuk ya ortadan kaybolur ya da “Ama Fatma teyze, onlar da beni oyunlarına almıyo” diye itiraz eder, savunma makamına geçerdi.

Bu arada ‘gocuklar’ çoktan çıkarılıp ‘emniyetli’ bir duvara yığılır ya da daha itidalli bir üslupla önü açılıp omuzdan düşürülürdü. Ayakkabılar çamura bulanmış, saç baş dağılmış, burunlar soğuk havanın ve koşturmanın etkisiyle akmış olurdu. Eve alınma ihtimali göz önünde bulundurularak ihtiyaçlar, yumuşak huylu bir komşu teyzenin şefkatli kapısında giderilir, soğukta koşturup durmaktan kuruyan boğaz için biraz su içilir, üşündüğü için daha çok gelen ‘çiş’ en iyi ihtimalle komşu tuvaletine yapılırdı.

“Gecikirsen seni eve almam” tehditleri tamamen unutulur gider, bundan sonra asla dışarı çıkılmayacakmış gibi delice bir tempoyla oyun oynanırdı. Yaz aylarının uzun günleri geniş bir oyun yelpazesi sunsa da hava çabuk karardığından bugünler daha kıymetliydi.

Evde bekleyen yığınla ödeve, verdiği süre dolduğu halde çocuğu eve dönmeyen anneye, soğuktan çatlayan ellerin çatlaklarında biriken ince kan sızıntılarına, oyuna alınmayınca ya da arkadaşıyla tokuşup düşünce ağlanıp silinen yüzdeki çamur izlerine rağmen, kulak kenarları ve yanaklar soğuktan hissedilmese, akan burun kollara sürülse, “Babandan önce eve dönmüş ol” denen baba köşede belirmiş olsa, ‘niyeyse’ kısacık olan akşam ezanı okunsa, arkadaşların anneleri balkonlardan, camlardan onları eve çağırsa bile -ki en kötüsü ilk çağrılmaktır- şartların elverdiği son ana kadar oynanırdı.

Son oyun: “Akşam Ebesi”

Ne kadar çabalanırsa çabalansın, ayrılık anı geldiğinde, sokak hiç oynanmamış gibi karanlığa bürünürken, çocuklar da son rötuşları atardı. Bir duvarda biriken ‘gocuklar’ sahipleri tarafından alınır, bazen giyilir, bazen tembih unutulup kolda gittiği için azar işitilirdi. Son bir gayretle, kalan birkaç çocuk arasında ‘akşam ebesi’ oynanır, eve giriyor olmanın burukluğu bu son oyunun coşkusuna saklanırdı.

Girişte, annenin, sebebi bir türlü anlaşılamayan azarlarına maruz kalınır, “çamurla oynadın değil mi?” sorusuna muhatap olunca, “nereden anladı acaba?” diye düşünülür, eller yüzler yıkandıktan hatta sadece annelerin alabildiği ‘ıslak köpek kokusu’ yüzünden banyo yapıldıktan sonra, yemeğe oturulurdu.

Bütün bunlardan geriye çocukların eklemlerindeki “büyüme ağrısı”, saçlarında ve üstlerindeki ıslak köpek kokusu, yapılmayan ödevleri, kızgın anneleri, çamur derecikli yüzleri, çatlakları acıyan elleri, ceplerinden halıya dökülen çekirdekleri… ama büyüdüklerinde tatlı tatlı hatırlayacakları hatta kendi çocuklarıyla paylaşacakları anıları kalırdı. Sizin de vardır o anılardan.

Esra Özer Duru, Ocak 2004, Ankara, Turuncu Dergisi. 

17 Ocak 2021

AĞIR KUSUR

Ne yapacağını bilemiyordu. Büyük bir şok yaşıyordu. Adamın, “ağır kusur var” diyen tok sesi de şokunu arttırmaktan başka bir işe yaramıyordu. “Nasıl ağır kusur”? Hâlbuki bunca zamandır iyi niyetten başka bir şey beslememişti. Adamın hata olarak gördüğü şeylerde aslında niyetinin hep iyi olduğunu senelerdir anlatamamıştı… Unuttuğu bir iki şey vardı ama bunlar ağır kusur olarak değerlendirilemezdi. Acımasız bir sözdü. Adamın yüzüne baktı. Duygularını ele vermeyen keskin bir yüz ifadesi vardı. “Biraz ağır konuşmuyor musun? Bunca yıllık emeğime karşı…” diyecek oldu. Diyemedi.

Kelimeler boğazında düğümlendi. Sesi çıkmıyordu. Kafasında ise tek bir soru dönüyordu, “ağır kusur da ne demek, ne biçim konuşuyorsun sen benimle?”  Adamın “ağır kusur” olarak tanımlayabileceği olayları kafasında döndürmeye çalışıyordu. Bir iki defa yemek yaktıysa, bazen tuzu iki kere attıysa kötü niyetle yapmamıştı ki… “Nasıl ağır kusur?” Bunca zamandır onun iyi niyetinden adamın emin olması gerekmez miydi? Onun bile isteye yaptığı bir sürü kırıcı davranışa kendisi sabretmemiş miydi? Zekâsını, anlayışını küçük gören, emeklerini hiçe sayan bir yığın kelime ve o kelimelerin ağızdan çıktığı anlar gözünün önünde uçuşmaya başladı. Bulunduğu yerde sendeledi. Bayılacak gibi oldu. Karşısındakinin gözlerinde bir şefkat zerresi arandı. Yoktu. “Neden bu kadar duygusuz?” diye düşündü. “İnsan bunca yıllık hukuka binaen böyle mi davranır? Ayıp ya!”

Boğazına bir hıçkırık düğümlendi. Ağlamamalıydı. Sokak ortasında, herkes ikisine bakarken… Bir kere, yıllar önce, tam hazırlanmışlar dışarı çıkacaklarken adam kıyafetine takmamış mıydı? Yeni aldığı, özene bezene ütüleyip giydiği… “Bunun yakıştığını mı zannediyorsun?” diye bağırmıştı avaz avaz. Komşular duyacak diye ödü kopmuştu. Dolabın karşısına geçip kıyafetlerini askılardan alıp oraya buraya fırlatmıştı. Kadın, başına fırlatılan eşyaların arasında yere oturup hıçkıra hıçkıra ağlamıştı. Şimdi de ağlasa mıydı acaba? Ama engel olan bir şey vardı sanki. Ağlamaya yetecek duygu yoğunluğu bir türlü oluşmuyordu. Dikkatini dağıtan düşünceler, trenin camından geçen görüntüler gibi akıp duruyordu. Detaylar seçilmiyor, sadece görüntüye çizikler bırakıyordu. Sonsuz bir döngüde sürüp giden çizikler... İç dünyası da böyleydi. Çizikler, çizikler… Kendisini kışkırtmak için “can kırıkları” diye düşündü. Ağlayacak gibi oldu. Yine dikkati dağıldı. “Ağır kusur” tamlaması kulaklarında yankılanıyordu.

Adam karşısında mırıl mırıl söylenmeye devam ediyordu ama aklındakilerin sesi daha yüksekti. Adamın söylediklerini anlayabilecek kadar dikkat edemiyordu. Herkesin sevdiği yemekleri pişirmeye çalışmış, çoğu akşam iki ayrı yemek yapıp ev halkını mutlu etmeyi ummuştu. “Ağır kusur”… Kimse onun ne sevdiğini, ne sevmediğini bilmezdi. Pek sessiz yapmıyordu işini ama ne yapsındı onun da canı vardı. Hiç mi söylenmesindi yani?
İlk tokadı attığında, özür dilemişti adam. “Yanlışlıkla oldu, ama senin yüzünden… Üstüme bu kadar gelmemeliydin.” Bir daha olmasın istiyorsa adamın üstüne gitmemeliydi. Yazık adamcağıza ne kadar da üzülmüştü. “Bundan sonra dikkat edeceğim” diye söz vermişti kendi kendine… “Ağır kusur”… Bir daha olmaz sanmıştı, “bana vurmak zorunda kalacağı kadar üstüne gitmeyeceğim.” Ama olmuyordu. Artık çok daha kolay damarına basılıyordu adamın. Ne olduğunu anlayamadan bir çırpıda… Tokadı yemiş, bir köşede ağlarken buluveriyordu kendini. Önceleri boğazı yırtılırcasına ağlıyordu. Olanları geri alabilmek için, onları yutmaya çalışır gibi yutkunuyordu. İlk seferlerde adam da onunla birlikte gözyaşı döküyor, af dileyip yalvarıyordu. “Bir daha asla! Ama sen de…” cümleleri havada savruluyor, tokatlar kadar incitiyordu nerdeyse… Bir defasında karşılık vermeye yeltenmişti adama… Bu daha çok kızdırmıştı onu. “Ne cüretle geri zekâlı? Bana nasıl vurmaya kalkışırsın sen?” Haksız değildi adam. Hakaret olmuştu bu şahsına. Küçük görüldüğünü, erkekliğinin ayaklar altına alındığını hissetmişti. “O da kadın mıydı?” Sahiden kadın mıydı? Adamın ne demek istediğini anlamalı, ona eziyet etmeden gerçekleştirivermeliydi. “Ağır kusur”… Herhalde bu olmalıydı!

İlk seferlerde ne istediği daha belliyken, artık sürekli değişen taleplere, sınırlara, sinir uçlarına uyum sağlamak güçleşmişti. Kusuru bizzat işlemesine gerek kalmamıştı. İşyerinde yolunda gitmeyen bir görüşme, çocukların gürültüsü, trafikte yol vermeyen şoförler… Ne kadar dikkat ederse etsin iş kendisinden çıkmıştı, son değişmiyordu. Ağlamalarının dozu azalmaya başladı. Hak edilmiş bir şey için ağlamanın anlamı yoktu zaten. Konu komşuya rezil olmamak için çığlık falan atmazdı. Kimsenin haberi olmamalıydı bu olanlardan. Kendisini küçük düşmüş, fiziksel hasarlardan çok duygusal yaralar almış hissediyordu. Kapatıcılar, kremler fiziksel hasarları görünmez yapıyordu da içindeki hasar içini yakmaya devam ediyordu. “Ağır kusur”…

Onun ağlamaları azaldıkça adamın şiddetinin dozu artırıyordu. Hem vuruyor, hem hakaret ediyordu. Bir keresinde kafasını vurup kendinden bile geçmişti. Ayılırken “Neredeyim ben?” sorusu dökülmüştü dudaklarından. Sahiden neredeydi? Düşüncelerinin ağır kadife perdelerini elleriyle aralamaya çalışır gibi bir hareket yaptı. Başını kaldırınca sert gözlerle kendisine bakan adamı gördü. Birden hatırladı nerede olduğunu… Adamın karşısında küçüldü sanki… Kusurlu olduğunu biliyordu artık. “Ağır kusur”… İtiraz etmeyecekti. Bunca yıl kabullenmiş olmalıydı kusurlarını.

Onun yüzüne baktı tekrar. “Hanımefendi!” dedi adam, “Ağır kusurlusunuz. Kırmızı ışıkta duran araca gelip arkadan vurmuşsunuz. Tutanak tutmamız gerek.” Birden güneş doğdu sanki. Gözünün önü açıldı. Gülümseyerek baktı trafik polisine. “Tabi memur bey, tutanağı tutalım. Karşı taraftan özür dileyeyim ben” dedi. Artık ağır kusurun ne olduğunu biliyordu.

“Ağır kusur kavramı, bir özel hukuk kavramı olup kasıt olmamakla beraber kasta yakın bir kusurun mevcudiyetini ifade eder. Trafikte ağır kusur, alkollü araç kullanımı, kırmızı ışık ihlali gibi kasıtlı davranışlardır. Evlilik birliğinde, diğer eşe karşı fiziksel şiddet uygulamak, hakaret etmek, yalan söylemek… ağır kusurlu davranıştır.”

Esra Özer Duru, Ankara 17.07.2019

Taze Taze Hikâyeler

BEKLEME ODASI

Mart ayı ortalarıydı. Hava, okullardaki mevsim tablolarında her zaman bahara dahil edilmesine rağmen, yıllardır rolüne direnen bu aya yakışı...

Yeni Yazılardan Haberdar Olun

Kaçırmayın!