korona etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
korona etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

25 Ocak 2021

ODADA BİRİ VAR

Aniden gözünü açtı. Uyurken birinin ona baktığını hissetmişti. Karanlıkta kimseyi göremedi. Kalbi korkuyla atıyor, gözleri karanlığa alışınca karşısında birini görmek fikri aklını zorluyordu. Gözünü hemen geri yumdu. Eğer odada biri var ve kendisine bakıyorsa iyi niyetli olamazdı. En iyisi uyuyor numarası yapmaktı. Hırsızsa “ne istiyorsa alsın, gitsin” diye düşündü. “Komodinin üstüne kıymetli bir şey bıraksaydım keşke! Odada oyalanmadan alır giderdi.” Sahiden öyle mi olurdu? Kalbinin sesi kulaklarında çınlıyordu. Odadaki kişinin bunu duymasından korktu. Nefes alma ritmini uykudaymış gibi tutmaya çalışarak yatışmayı denedi. Şimdi yatakta kıpırdanırsa ya da uyandığını belli ederse adamı işkillendirmek tehlikesi vardı. Onun için gözlerini yeniden açamıyordu. Ne vardı hafif uykulu olacak? Sabah uyandığında durumu fark etse, şu korkuyu yaşamasa…

Adamın odadaki varlığına odaklanmaya çalıştı. Nefes alıp verişini, pantolonunun hışırtısını, halıda gezerken çıkaracağı sesi duymayı denedi. Sesleri duysa bir sıkıntı, duymazsa başka bir sıkıntıydı. Duyamazsa emin olmak için gözünü açması gerekecekti. Kalbi boğazından dışarı çıkacaktı neredeyse! Gözünü açmamaya çalışırken, içinde uyanmasına sebep olan “yüzüne dik dik bakılması” hissini araştırdı. Bir yandan bunu tuhaf buldu. Normalde bir şeyden korktuğunda üstüne gider, korktuğu yeri kontrol eder, huzursuz eden sesi araştırırdı. Ama bu duygudan kurtulabilmesi için ille korkulacak bir şey olmadığını anlaması gerekirdi. Bir haşere öldürmek gerekince ilaçla değil, terlikle öldürmeyi tercih ederdi. Biriyle tartışınca ona olanları açıklamak ister, yanlış anlaşıldığı her seferde konuşarak durumu düzeltebileceğini sanır, kitap okurken önemli yerlerin altını çizerdi. Biraz sağlamcıydı.

Hırsızın pantolonunun sesini duymayı yeniden denedi. Acaba pantolon kot muydu, kadife mi? Bu kumaşların kendine has bir sürtünme sesi oluyordu ve özel bir yürüme biçimi geliştirilmezse yürürken ses çıkarırdı. Fitilli kadifeyse ne yaparsa yapsın mutlaka ses çıkardı. Onları da ütülemek pek zor oluyordu. Ütü, fitilleri yatıştırınca hep sinir olurdu. Düz kadifeyi arkasından ütülemek gerekirdi, yoksa 80’lerin taverna şarkıcılarının parlak kumaşlı takım elbiseleri gibi parıl parıl olurdu. Düz kadife, yürürken belki ses yapmayabilirdi. Kotsa o da ayrı. Taşlanmış kot muydu ki? Birkaç yıl önce kot taşlama işçilerinin sesini duyurmak için düzenlenmiş bir toplantıya katılmıştı. İşçilerin uzun ve yorucu mücadelesi ses getirmiş, kotlar kum püskürtülerek beyazlatılmaktan vazgeçilmişti. Şimdi kimi mağdur eden bir işlem uygulanıyordu acaba? “Belki de üstünde eşofman vardır” dedi. Eşofman en rahat ev giysisiydi. Korona yüzünden evden çıkmayı unuttuklarından beri eşofman herkesin asli kıyafeti olmuştu. Diz verince güzel görünmüyordu ama sıcak ve rahattı. Şimdi eşofmanlara cep dikmiyorlardı. Ne saçma, cebi olmayan eşofman mı olur? İçinden, “Hırsızın eşofmanı ceplidir herhalde” diye geçirdi. Korona deyince aklına gündüz okuduğu haber geldi. Danimarka’da kürkleri için beslenen bir sürü vizon koronaya yakalandıkları için itlaf edilmiş. Zavallı hayvanlar itlaf edilmeseler kürk olacaklarmış zaten.

Adam uzun zamandır odada olmalıydı, kulak kabarttı ama sesi çıkmıyordu. Kımıldamadan yatayım derken omzu ağrıdı. Yastıktan oluyordu biraz. Kendine uygun bir yastık arıyordu ne zamandır. Sosyal medyadan önüne değişik değişik yastık reklamları geliyordu. Bırak girdiği siteleri, gittiği yerleri takip etmeyi, zihin okuyordu bunlar. “Aklından geçir, önüne getirsinler. Yastıkla ilgili bir arama falan yaptım mı acaba?” diye düşündü. Çoğu zaman insan kendisi ekmek kırıntıları bırakıyordu. Onlara sadece takip etmek düşüyordu. Bir keresinde vişne/kiraz çekirdeklerinden doldurulmuş bir yastık görmüştü. Çekirdekler, omuzlara, boyna masaj yapıyor, hatta yastık ısıtılırsa sıcak su torbası işlevi görüyordu. Bir dizide adli tıp doktoru, otopsi yaptığı ölülerin boyunlarından çıkardığı kalıplarla çok iyi bir yastık yapıyor, patentiyle milyoner oluyordu. Daha önce birileri kaz tüyünden yastık önermişti. Ama yastık, yorgan ya da mont dikmek için kullanılan tüylerin kazlardan diri diri yolunduğuna dair bir video görüp vazgeçmişti. İyi yastık önemliydi. Herkes bunu önemsiyor olacak ki, yatınca başının, yüzünün şeklini alan çok pahalı bir yastık tanıtımı görmüştü, yastık yaşlandırmıyordu. Aklından, “Aslında sekiz saat uyunduğu düşünülürse mantıklı” cümlesi geçti.

Olmaz ya, yeni hikâyesi için bir fikir geldi. Tam elini yorganın altından çıkarıp komodinin üstünde duran not defteriyle kalemine uzanıyordu ki adamı hatırladı. Bunu yaparsa uyuyor numarasına devam edemezdi. Defteri de bitmek üzereydi. Yazarken ışık yanan kalemler var mıydı? Çünkü karanlıkta not almak çok zor oluyordu. Genellikle ışığı yakmaya üşenmek, fikrin kaçmasını göze almaya galip geliyordu. Nasıl formüle etseydi de sabah olunca hatırlasaydı. Bir keresinde kuzeniyle çok komik bir fıkrayı anahtar kelimelerle hatırlama denemesi yapmışlardı. Sonra fıkrayı unutmuşlar anahtar kelimeler kalmıştı. Fıkra hala kayıptı. Bu arada fikir tuhaf bir şeydi zaten. Sabaha aynı fikri hatırlasan bile aklına geldiği ilk anki kadar güzel olmuyordu. Belki zaten güzel değildi de uyku sersemi mi güzel geliyordu?

Saat kaç olmuştu? Adam aradığını bulmuş muydu? Odanın hangi köşesinde, uyandığına dair bir ipucu bekliyordu? Saatin kırmızı ışıklı ekranını görebilmek için gözünü açması ve başını yastıktan biraz kaldırması gerekiyordu. Adam uyandığını kesinlikle anlardı o zaman. Uyurken en ufak bir ışığa dahi tahammülü yoktu. Bir yerden bir ışık sızdı mı uyku kalitesi düşüyordu. Ama saatin göstergesindeki kırmızı ışıktan rahatsız olmuyordu. Film yıkarken bir aşamadan sonra karanlık odada kırmızı ışık yakılabildiğini hatırladı. Belki bu renk ışık, filme zarar vermediği gibi göz kapaklarından içeri sızmıyordu. Karanlık odada çalıştıkları zaman ne kadar gençtiler. En ufak bir aksaklık dünyanın sonu gibi görünürdü gözlerine. Kötü geçen finaller, açıklanmayan vizeler, zorunlu derslerle aynı saate konduğu için seçemedikleri “seçmeli” dersler… Şimdiyi düşündü. Dünya, salgın bir hastalığın elinde kırılıp dökülüyordu. Çok sayıda insan hastalıktan ya da yan etkileri yüzünden hayatını kaybetmiş, milyonlar eve hapsolmuş, çocuklar evden eğitim görmeye başlamış, insanlar evden çalışır olmuştu. Neyse her şeyde bir şükür vesilesi bulunabilmeliydi.

“Gözümü açsam adamla burun buruna gelsem!” diye geçti yeniden aklından. Pijaması usturupluydu da başı açıktı, o ne olacaktı? Başörtüsü ayak ucundaki pufun üstünde duruyordu. Yastığın altına mı koysaydı acaba bundan sonra? Deprem olduğu zaman bir süre öyle yapmışlardı. Herkes pijamasını aniden dışarı kaçmaya uygun hale getirmiş; başörtüler, pardösüler bir süre ayak ucunda baş ucunda gecelemişti. Anneannesini hatırladı. Yatarken ince, beyaz bir tülbentle başını kundak yapardı. Bundan sonra öyle mi yapsaydı acaba? Deprem olur, eve hırsız girer falan, tedbirli olmak lazım. Gerçi anneannesi melekleri düşünerek kapatırdı başını ya… Neyse! Melekler niye durmuyordu acaba? Normalde eğer evlerimize falan geliyorlarsa, ki günahımızı, sevabımızı yazmak için sağ ve sol omuzlarımızda duranlardan pay biçersek, en az iki melek bütün gün bize eşlik ediyordu; o zaman başımızın açık olmasının bir önemi yoktu. Ne diyordu ya? Adam evine girmiş, mahremiyetini ihlal etmiş, başına daha ne gelebilir belli değildi… “Tövbe tövbe!”

Bir hışırtı duymuştu sanki! Adamın ayak sesi miydi, pantolon hışırtısı mı? Acaba içeri çorapla mı girmişti? “Hırsız ayakkabısını niye çıkarsın? Adam hırsız! Evi kirletmeyeyim der mi?” diye düşündü. Evden biri uyansa çorapla nasıl kaçacak? Bir de DNA bırakacak üstelik ayakkabıyı çıkarırsa. Çok ilerledi adli tıp. Geçenlerde, neredeyse zaman aşımına uğrayacak bir davada katil bulundu ailenin içi rahat etti. 

“Nerede bu adam, başka odaya mı gitti?” Burada gözünün önünde kalsa iyiydi. Yani gözü açık olmasa da… Çocukların odalarına gitmesindense… Evden çıkmış olabilir miydi acaba? Uyuyamayınca tuvalet ihtiyacı ortaya çıkıyordu. Uyurken fark etmiyordu insan çişinin geldiğini, gözünü açınca hemen tuvalete gitmek gerekiyordu. E nasıl gidecekti şimdi tuvalete? Biraz daha dişini sıkarsa belki adam giderdi. Klozetin sifonu da su kaçırıyordu sürekli. En gıcık olduğu şey! Su en kıymetli hazine! “Usta getirirsin, ‘sifon bozuk’ dersin, ‘sifon değil rezervuar o’ der. ‘İyi rezervuar bozuk’ dersin, dünyanın parasını ister, bir de onca alet edevatı sökmeye üşenir. Bir kere de ben baktım, sanki uzay üssü yapmış adamlar. Su tasarrufu yapayım diye pet şişe sokarken mi bozuldu acaba?”

Hırsızın maskesi var mıydı ki? Hani filmlerde başlarına çorap takıyorlar falan, o da maske yerine geçer miydi? “Sonra da uğraş dezenfeksiyonla… Oldu, adam sana korona bulaştırmayayım diye maskeli girmiş eve!” Eve biri girdiyse zaten mecbur temizlik yapılacaktı. Maskeli-maskesiz fark etmezdi. Hayvanların bölgelerini işeyerek, koku bırakarak işaretlediği gibi insanlar da temizleyerek işaretlemiyor muydu? “Polis gelsin gitsin sonra yaparız temizliği” dedi. Parmak izi ararken her tarafa o tozdan sürüyorlardı. Onlar da temizlenir bir kerede çıkardı.

Kulaklarına uzaktan bir ses gelmeye başladı. Sabah ezanı okunuyordu. Mecbur namaza kalkacaktı. Adam uyandığını anlasa da yapacak bir şey yoktu. Hem girdiği her evde bu kadar duruyorsa, böyle hırsızlık mı yapılırdı? Korkuyla, ürpertiyle kalktı. Kendi yatak odasının güvenli ortamında biriyle karşılaşmak fikrinin dehşeti bütün benliğini sarmıştı. Yine de abdest almak için tuvaletin ışığını yaktı. Düşen ışıkta odaya şöyle bir göz attı. Adam madam yoktu. Aslında bunca zamandır güvende olduğunu bildiği için yatakta kalabilmişti. Ne olacaktı bu huyu? Uçuk adam Osho’nun Korku kitabında geçen hafta bir Zen hikayesi okumuştu: Adam karanlıkta taşlı bir yolda yürürken düşer. Düşerken bir dalı yakalar ve kendini kurtarır. Karanlıkta etrafını görmeye çalışır ama görebildiği tek şey dipsiz bir uçurumdur. Etrafa seslenir ve hiçbir karşılık alamaz. Bütün gece dalda asılı, korkular içinde, kolları uyuşmuş, üşümüş halde sabah olmasını bekler. Günün ilk ışıklarıyla aşağı bakar ve gülmeye başlar. Uçurum falan yoktur. On beş santim altında bir düzlük vardır. “Korku on beş santimden daha derin değildir. Şimdi ister bir dala tutunup tüm yaşamını kabusa çevir, istersen o dalı bırak ve ayaklarının üzerine bas. Sana kalmış!”

Esra Özer Duru, Ankara, Aralık 2020.

Taze Taze Hikâyeler

BEKLEME ODASI

Mart ayı ortalarıydı. Hava, okullardaki mevsim tablolarında her zaman bahara dahil edilmesine rağmen, yıllardır rolüne direnen bu aya yakışı...

Yeni Yazılardan Haberdar Olun

Kaçırmayın!