Aniden gözünü açtı. Uyurken birinin ona baktığını hissetmişti. Karanlıkta kimseyi göremedi. Kalbi korkuyla atıyor, gözleri karanlığa alışınca karşısında birini görmek fikri aklını zorluyordu. Gözünü hemen geri yumdu. Eğer odada biri var ve kendisine bakıyorsa iyi niyetli olamazdı. En iyisi uyuyor numarası yapmaktı. Hırsızsa “ne istiyorsa alsın, gitsin” diye düşündü. “Komodinin üstüne kıymetli bir şey bıraksaydım keşke! Odada oyalanmadan alır giderdi.” Sahiden öyle mi olurdu? Kalbinin sesi kulaklarında çınlıyordu. Odadaki kişinin bunu duymasından korktu. Nefes alma ritmini uykudaymış gibi tutmaya çalışarak yatışmayı denedi. Şimdi yatakta kıpırdanırsa ya da uyandığını belli ederse adamı işkillendirmek tehlikesi vardı. Onun için gözlerini yeniden açamıyordu. Ne vardı hafif uykulu olacak? Sabah uyandığında durumu fark etse, şu korkuyu yaşamasa…
Adamın odadaki varlığına odaklanmaya çalıştı. Nefes alıp
verişini, pantolonunun hışırtısını, halıda gezerken çıkaracağı sesi duymayı
denedi. Sesleri duysa bir sıkıntı, duymazsa başka bir sıkıntıydı. Duyamazsa
emin olmak için gözünü açması gerekecekti. Kalbi boğazından dışarı çıkacaktı
neredeyse! Gözünü açmamaya çalışırken, içinde uyanmasına sebep olan “yüzüne dik
dik bakılması” hissini araştırdı. Bir yandan bunu tuhaf buldu. Normalde bir
şeyden korktuğunda üstüne gider, korktuğu yeri kontrol eder, huzursuz eden sesi
araştırırdı. Ama bu duygudan kurtulabilmesi için ille korkulacak bir şey
olmadığını anlaması gerekirdi. Bir haşere öldürmek gerekince ilaçla değil,
terlikle öldürmeyi tercih ederdi. Biriyle tartışınca ona olanları açıklamak
ister, yanlış anlaşıldığı her seferde konuşarak durumu düzeltebileceğini sanır,
kitap okurken önemli yerlerin altını çizerdi. Biraz sağlamcıydı.
Hırsızın pantolonunun sesini duymayı yeniden denedi. Acaba
pantolon kot muydu, kadife mi? Bu kumaşların kendine has bir sürtünme sesi
oluyordu ve özel bir yürüme biçimi geliştirilmezse yürürken ses çıkarırdı.
Fitilli kadifeyse ne yaparsa yapsın mutlaka ses çıkardı. Onları da ütülemek pek
zor oluyordu. Ütü, fitilleri yatıştırınca hep sinir olurdu. Düz kadifeyi
arkasından ütülemek gerekirdi, yoksa 80’lerin taverna şarkıcılarının parlak kumaşlı
takım elbiseleri gibi parıl parıl olurdu. Düz kadife, yürürken belki ses
yapmayabilirdi. Kotsa o da ayrı. Taşlanmış kot muydu ki? Birkaç yıl önce kot
taşlama işçilerinin sesini duyurmak için düzenlenmiş bir toplantıya katılmıştı.
İşçilerin uzun ve yorucu mücadelesi ses getirmiş, kotlar kum püskürtülerek
beyazlatılmaktan vazgeçilmişti. Şimdi kimi mağdur eden bir işlem uygulanıyordu
acaba? “Belki de üstünde eşofman vardır” dedi. Eşofman en rahat ev giysisiydi.
Korona yüzünden evden çıkmayı unuttuklarından beri eşofman herkesin asli
kıyafeti olmuştu. Diz verince güzel görünmüyordu ama sıcak ve rahattı. Şimdi
eşofmanlara cep dikmiyorlardı. Ne saçma, cebi olmayan eşofman mı olur? İçinden,
“Hırsızın eşofmanı ceplidir herhalde” diye geçirdi. Korona deyince aklına
gündüz okuduğu haber geldi. Danimarka’da kürkleri için beslenen bir sürü vizon
koronaya yakalandıkları için itlaf edilmiş. Zavallı hayvanlar itlaf edilmeseler
kürk olacaklarmış zaten.
Adam uzun zamandır odada olmalıydı, kulak kabarttı ama sesi
çıkmıyordu. Kımıldamadan yatayım derken omzu ağrıdı. Yastıktan oluyordu biraz.
Kendine uygun bir yastık arıyordu ne zamandır. Sosyal medyadan önüne değişik
değişik yastık reklamları geliyordu. Bırak girdiği siteleri, gittiği yerleri
takip etmeyi, zihin okuyordu bunlar. “Aklından geçir, önüne getirsinler. Yastıkla
ilgili bir arama falan yaptım mı acaba?” diye düşündü. Çoğu zaman insan kendisi
ekmek kırıntıları bırakıyordu. Onlara sadece takip etmek düşüyordu. Bir
keresinde vişne/kiraz çekirdeklerinden doldurulmuş bir yastık görmüştü. Çekirdekler,
omuzlara, boyna masaj yapıyor, hatta yastık ısıtılırsa sıcak su torbası işlevi
görüyordu. Bir dizide adli tıp doktoru, otopsi yaptığı ölülerin boyunlarından
çıkardığı kalıplarla çok iyi bir yastık yapıyor, patentiyle milyoner oluyordu.
Daha önce birileri kaz tüyünden yastık önermişti. Ama yastık, yorgan ya da mont
dikmek için kullanılan tüylerin kazlardan diri diri yolunduğuna dair bir video
görüp vazgeçmişti. İyi yastık önemliydi. Herkes bunu önemsiyor olacak ki, yatınca
başının, yüzünün şeklini alan çok pahalı bir yastık tanıtımı görmüştü, yastık
yaşlandırmıyordu. Aklından, “Aslında sekiz saat uyunduğu düşünülürse mantıklı”
cümlesi geçti.
Olmaz ya, yeni hikâyesi için bir fikir geldi. Tam elini
yorganın altından çıkarıp komodinin üstünde duran not defteriyle kalemine
uzanıyordu ki adamı hatırladı. Bunu yaparsa uyuyor numarasına devam edemezdi.
Defteri de bitmek üzereydi. Yazarken ışık yanan kalemler var mıydı? Çünkü
karanlıkta not almak çok zor oluyordu. Genellikle ışığı yakmaya üşenmek, fikrin
kaçmasını göze almaya galip geliyordu. Nasıl formüle etseydi de sabah olunca
hatırlasaydı. Bir keresinde kuzeniyle çok komik bir fıkrayı anahtar kelimelerle
hatırlama denemesi yapmışlardı. Sonra fıkrayı unutmuşlar anahtar kelimeler kalmıştı.
Fıkra hala kayıptı. Bu arada fikir tuhaf bir şeydi zaten. Sabaha aynı fikri
hatırlasan bile aklına geldiği ilk anki kadar güzel olmuyordu. Belki zaten
güzel değildi de uyku sersemi mi güzel geliyordu?
Saat kaç olmuştu? Adam aradığını bulmuş muydu? Odanın hangi
köşesinde, uyandığına dair bir ipucu bekliyordu? Saatin kırmızı ışıklı ekranını
görebilmek için gözünü açması ve başını yastıktan biraz kaldırması gerekiyordu.
Adam uyandığını kesinlikle anlardı o zaman. Uyurken en ufak bir ışığa dahi
tahammülü yoktu. Bir yerden bir ışık sızdı mı uyku kalitesi düşüyordu. Ama saatin
göstergesindeki kırmızı ışıktan rahatsız olmuyordu. Film yıkarken bir aşamadan
sonra karanlık odada kırmızı ışık yakılabildiğini hatırladı. Belki bu renk
ışık, filme zarar vermediği gibi göz kapaklarından içeri sızmıyordu. Karanlık
odada çalıştıkları zaman ne kadar gençtiler. En ufak bir aksaklık dünyanın sonu
gibi görünürdü gözlerine. Kötü geçen finaller, açıklanmayan vizeler, zorunlu
derslerle aynı saate konduğu için seçemedikleri “seçmeli” dersler… Şimdiyi
düşündü. Dünya, salgın bir hastalığın elinde kırılıp dökülüyordu. Çok sayıda
insan hastalıktan ya da yan etkileri yüzünden hayatını kaybetmiş, milyonlar eve
hapsolmuş, çocuklar evden eğitim görmeye başlamış, insanlar evden çalışır
olmuştu. Neyse her şeyde bir şükür vesilesi bulunabilmeliydi.
“Gözümü açsam adamla burun buruna gelsem!” diye geçti
yeniden aklından. Pijaması usturupluydu da başı açıktı, o ne olacaktı?
Başörtüsü ayak ucundaki pufun üstünde duruyordu. Yastığın altına mı koysaydı
acaba bundan sonra? Deprem olduğu zaman bir süre öyle yapmışlardı. Herkes
pijamasını aniden dışarı kaçmaya uygun hale getirmiş; başörtüler, pardösüler
bir süre ayak ucunda baş ucunda gecelemişti. Anneannesini hatırladı. Yatarken
ince, beyaz bir tülbentle başını kundak yapardı. Bundan sonra öyle mi yapsaydı
acaba? Deprem olur, eve hırsız girer falan, tedbirli olmak lazım. Gerçi
anneannesi melekleri düşünerek kapatırdı başını ya… Neyse! Melekler niye
durmuyordu acaba? Normalde eğer evlerimize falan geliyorlarsa, ki günahımızı,
sevabımızı yazmak için sağ ve sol omuzlarımızda duranlardan pay biçersek, en az
iki melek bütün gün bize eşlik ediyordu; o zaman başımızın açık olmasının bir
önemi yoktu. Ne diyordu ya? Adam evine girmiş, mahremiyetini ihlal etmiş,
başına daha ne gelebilir belli değildi… “Tövbe tövbe!”
Bir hışırtı duymuştu sanki! Adamın ayak sesi miydi, pantolon
hışırtısı mı? Acaba içeri çorapla mı girmişti? “Hırsız ayakkabısını niye
çıkarsın? Adam hırsız! Evi kirletmeyeyim der mi?” diye düşündü. Evden biri
uyansa çorapla nasıl kaçacak? Bir de DNA bırakacak üstelik ayakkabıyı çıkarırsa.
Çok ilerledi adli tıp. Geçenlerde, neredeyse zaman aşımına uğrayacak bir davada
katil bulundu ailenin içi rahat etti.
“Nerede bu adam, başka odaya mı gitti?” Burada gözünün
önünde kalsa iyiydi. Yani gözü açık olmasa da… Çocukların odalarına
gitmesindense… Evden çıkmış olabilir miydi acaba? Uyuyamayınca tuvalet ihtiyacı
ortaya çıkıyordu. Uyurken fark etmiyordu insan çişinin geldiğini, gözünü açınca
hemen tuvalete gitmek gerekiyordu. E nasıl gidecekti şimdi tuvalete? Biraz daha
dişini sıkarsa belki adam giderdi. Klozetin sifonu da su kaçırıyordu sürekli.
En gıcık olduğu şey! Su en kıymetli hazine! “Usta getirirsin, ‘sifon bozuk’ dersin,
‘sifon değil rezervuar o’ der. ‘İyi rezervuar bozuk’ dersin, dünyanın parasını
ister, bir de onca alet edevatı sökmeye üşenir. Bir kere de ben baktım, sanki
uzay üssü yapmış adamlar. Su tasarrufu yapayım diye pet şişe sokarken mi
bozuldu acaba?”
Hırsızın maskesi var mıydı ki? Hani filmlerde başlarına
çorap takıyorlar falan, o da maske yerine geçer miydi? “Sonra da uğraş
dezenfeksiyonla… Oldu, adam sana korona bulaştırmayayım diye maskeli girmiş
eve!” Eve biri girdiyse zaten mecbur temizlik yapılacaktı. Maskeli-maskesiz
fark etmezdi. Hayvanların bölgelerini işeyerek, koku bırakarak işaretlediği
gibi insanlar da temizleyerek işaretlemiyor muydu? “Polis gelsin gitsin sonra
yaparız temizliği” dedi. Parmak izi ararken her tarafa o tozdan sürüyorlardı.
Onlar da temizlenir bir kerede çıkardı.
Kulaklarına uzaktan bir ses gelmeye başladı. Sabah ezanı
okunuyordu. Mecbur namaza kalkacaktı. Adam uyandığını anlasa da yapacak bir şey
yoktu. Hem girdiği her evde bu kadar duruyorsa, böyle hırsızlık mı yapılırdı? Korkuyla,
ürpertiyle kalktı. Kendi yatak odasının güvenli ortamında biriyle karşılaşmak
fikrinin dehşeti bütün benliğini sarmıştı. Yine de abdest almak için tuvaletin
ışığını yaktı. Düşen ışıkta odaya şöyle bir göz attı. Adam madam yoktu. Aslında
bunca zamandır güvende olduğunu bildiği için yatakta kalabilmişti. Ne olacaktı
bu huyu? Uçuk adam Osho’nun Korku kitabında geçen hafta bir Zen hikayesi
okumuştu: Adam karanlıkta taşlı bir yolda yürürken düşer. Düşerken bir dalı
yakalar ve kendini kurtarır. Karanlıkta etrafını görmeye çalışır ama
görebildiği tek şey dipsiz bir uçurumdur. Etrafa seslenir ve hiçbir karşılık
alamaz. Bütün gece dalda asılı, korkular içinde, kolları uyuşmuş, üşümüş halde
sabah olmasını bekler. Günün ilk ışıklarıyla aşağı bakar ve gülmeye başlar.
Uçurum falan yoktur. On beş santim altında bir düzlük vardır. “Korku on beş
santimden daha derin değildir. Şimdi ister bir dala tutunup tüm yaşamını kabusa
çevir, istersen o dalı bırak ve ayaklarının üzerine bas. Sana kalmış!”
Esra Özer Duru, Ankara, Aralık 2020.