ödev etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
ödev etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

18 Ocak 2021

ÇIK DIŞARIYA OYNAYALIM!

Sonbaharın kışa döndüğü günler, bana çocukluğumun okul artığı oyun zamanlarını hatırlatıyor. O zamanlar hiçbirimiz sokakta oynamamıza izin verilen süreyi televizyon başında harcayacak kadar bağımlı değildik televizyona. Üstelik o zaman daha iyi çizgi filmler vardı. Bilgisayardı, geymboydu, atariydi, sokak saatlerini çalmamıştı askılı pantolonlarımızın büyük ceplerinden.

Okuldan gelir, ödevlerimizi yapıyor gibi yaptıktan sonra hava kararana kadarki zamanı ‘dışarıda’ geçirebilmek için fırsat kollardık. Sonbahar günlerinin kısalığını hiç de göz önünde bulundurmayan annelerimizin yanına, duvar diplerinden, köşeleri gözleyerek yavaş yavaş gider, önce çok da merhamet hislerine hitap etmeden ama inisiyatifin onun elinde olduğunu gayet iyi bilerek ‘sokağa’ çıkmak için izin isterdik. O zaman çıkılabilecek sokaklarımız vardı. Boş arsalar, kaldırımlar, apartman bahçeleri çocukların özerk bölgeleriydi. Anneler gözleri arkada kalmadan ‘sokağa’ çıkma taleplerini kabul ederdi. Annemiz, ilk sorduğumuzda hiçbir şart ileri sürmeden izin verirse bu bayram demekti. Ama genellikle önce yalvartma sonra küçük bir sorgu faslı gelir, ardından şartlar masaya konurdu. “Ödevini yaptın mı?” sorgunun en can alıcı sorusuydu. Bu soru ya geçiştirilir ya da “Gelince yapıcam, söz!” diye teminat verilirdi. Eğer bu fasıl başarıyla atlatılırsa, “Akşam ezanı okunmadan gel”, “Babandan önce evde ol”, “Çamurla oynamak yok”, “Oynarken ‘gocuğunu’ çıkarma”, “Çişin gelince eve gel” şeklindeki ültimatomlar sıralanırdı. Tabii çocuk olmak demek, şartları zorlamak demektir. Anneler de bunu gayet iyi bilir.

Güzelce üst baş giyilir ve ‘düzgün’ bir şekilde, şartlar çoktan unutulmuş olarak dışarı fırlanırdı. Bazı çocuklar, annelerinin hangi imkânları zorlayarak yaptıkları ‘kışlık’ reçellerden, yarım ekmek içine aşırdıkları, kumanyalarını da yanlarında getirirlerdi. Benim gibi çocuklar bu kumanyalara biraz iç geçirerek, ağızlarının suyu akarak bakarlardı. Çünkü her anne, bu kumanyalara vize vermez, “Evde yiyeceksen vereyim, bulan var, bulamayan var” diyerek, çıktıktan iki dakika sonra kapıda biten ve aslında aç olmayan çocuklarının taleplerini reddederlerdi.

Sokaksa apayrı bir alemdi. Kızların oyunları daha evcil bir durum arz ederken, erkek çocuklar ilk çağlardan kalan avlanma ve ele geçirme dürtülerini, biraz daha giyinik olmak kaydıyla devam ettiren oyunlar oynarlardı. Sokağın başında ya da yeni yeni yükselmeye başlayan apartmanların arasında kalan boş arsalar, sokakların bizzat kendileri, apartmanların önleri karanlık çökünceye kadar birçok meydan savaşına sahne olur, birkaç kez el değiştirirdi.

Hem temizleyici, hem nemlendirici, hem yapıştırıcı…

Her oyunun bir mevsimi ve gerektirdiği bazı şartlar vardı. Çocuklar bu mevsimleri, sanki ellerinde bir çizelge varmış gibi çok sıkı takip ederlerdi. Sonbaharın nispeten sıcak ve kuru olduğu ilk günlerde, erkekler uçurtma uçurur, misket ve futbol oynardı. Kızlar ip atlar, çizgi oynardı. Havalar biraz daha soğuyup yağmurlar başlayınca, çamura çivi saplayıp kendi alanlarını oluşturmak gibi bir stratejisi olan çivi saplamaca zamanı gelir, uçurtmalar yerlerine kaldırılırdı. Bolca mevcut olan çamur, kızlar için de yaratıcılığın geliştirildiği bir malzeme olur, beceriksiz ellerin yaptığı çanak çömlekler kurumaya bırakılırdı. Kirlenen ellerin çözümü ise vücudun salgılarından birinde gizliydi. Eller ‘güzelce’ tükürükle temizlenir, annenin kalan izleri görmemesi için küçük kalplerden dualar geçerdi.

Çamurlu günlerin başka bir oyunu ise taş sürüklemeydi. İsmi tam konulamayan bu oyunda, derince bir kavanoz kapağı bulunur, kapağın içi çamurla sıkıca doldurulurdu. Özenle saklanan bu ‘taş’ın içindeki çamur çatladıkça tükürükle ıslatılır ve sertliği muhafaza edilirdi. Bu oyunda kazananın ödülleri, sakız içinden çıkan futbolcu resimleri falan olurdu. Bir de ‘lik’ (ilik) oyunu vardı. Çocuklar bakkal önünde pusuya yatar, torbalar dolusu gazoz kapağı toplar, bunları yan yana dizer, buldukları düzgün bir taş ya da kendi hazırladıkları ‘taş’la bu ‘likleri’ vurmaya çalışırlardı.

Mevsimini iyi hatırlayamadığım bir külâh ya da boru oyunu vardı ki, büyükler tarafından tehlikeleri sık sık vurgulandığı halde kuşaklar boyunca oynandı. Bakkal amcadan metre hesabı alınan boruya, gazetelerden özenle yapılan, hatta “benim yaptığım külah hiç açılmaz” diye gurur kaynağı olan küçük külâhlar konur, hedefe atılırdı. Külâhın yapıştırıcısı tabii ki yine tükürüktü. Hedefse genellikle oğlanlardan fırsat bulup biricik arsalarında ip atlamaya çalışan kızlar olurdu.

Oyunlarını kafileler halinde oynayan ve yine aynı şekilde gezen çocuk grupları arasında sık sık kavga çıkar, çocuklardan biri çenesini yukarı kaldırarak, “Anneee, Mehmet’e bişey söyle, oyunumuzu bozuyoooo” diyerek, “düşmanını” tanıdığı bir numaralı polis gücüne şikâyet ederdi. Şikâyet edilen çocuk ya ortadan kaybolur ya da “Ama Fatma teyze, onlar da beni oyunlarına almıyo” diye itiraz eder, savunma makamına geçerdi.

Bu arada ‘gocuklar’ çoktan çıkarılıp ‘emniyetli’ bir duvara yığılır ya da daha itidalli bir üslupla önü açılıp omuzdan düşürülürdü. Ayakkabılar çamura bulanmış, saç baş dağılmış, burunlar soğuk havanın ve koşturmanın etkisiyle akmış olurdu. Eve alınma ihtimali göz önünde bulundurularak ihtiyaçlar, yumuşak huylu bir komşu teyzenin şefkatli kapısında giderilir, soğukta koşturup durmaktan kuruyan boğaz için biraz su içilir, üşündüğü için daha çok gelen ‘çiş’ en iyi ihtimalle komşu tuvaletine yapılırdı.

“Gecikirsen seni eve almam” tehditleri tamamen unutulur gider, bundan sonra asla dışarı çıkılmayacakmış gibi delice bir tempoyla oyun oynanırdı. Yaz aylarının uzun günleri geniş bir oyun yelpazesi sunsa da hava çabuk karardığından bugünler daha kıymetliydi.

Evde bekleyen yığınla ödeve, verdiği süre dolduğu halde çocuğu eve dönmeyen anneye, soğuktan çatlayan ellerin çatlaklarında biriken ince kan sızıntılarına, oyuna alınmayınca ya da arkadaşıyla tokuşup düşünce ağlanıp silinen yüzdeki çamur izlerine rağmen, kulak kenarları ve yanaklar soğuktan hissedilmese, akan burun kollara sürülse, “Babandan önce eve dönmüş ol” denen baba köşede belirmiş olsa, ‘niyeyse’ kısacık olan akşam ezanı okunsa, arkadaşların anneleri balkonlardan, camlardan onları eve çağırsa bile -ki en kötüsü ilk çağrılmaktır- şartların elverdiği son ana kadar oynanırdı.

Son oyun: “Akşam Ebesi”

Ne kadar çabalanırsa çabalansın, ayrılık anı geldiğinde, sokak hiç oynanmamış gibi karanlığa bürünürken, çocuklar da son rötuşları atardı. Bir duvarda biriken ‘gocuklar’ sahipleri tarafından alınır, bazen giyilir, bazen tembih unutulup kolda gittiği için azar işitilirdi. Son bir gayretle, kalan birkaç çocuk arasında ‘akşam ebesi’ oynanır, eve giriyor olmanın burukluğu bu son oyunun coşkusuna saklanırdı.

Girişte, annenin, sebebi bir türlü anlaşılamayan azarlarına maruz kalınır, “çamurla oynadın değil mi?” sorusuna muhatap olunca, “nereden anladı acaba?” diye düşünülür, eller yüzler yıkandıktan hatta sadece annelerin alabildiği ‘ıslak köpek kokusu’ yüzünden banyo yapıldıktan sonra, yemeğe oturulurdu.

Bütün bunlardan geriye çocukların eklemlerindeki “büyüme ağrısı”, saçlarında ve üstlerindeki ıslak köpek kokusu, yapılmayan ödevleri, kızgın anneleri, çamur derecikli yüzleri, çatlakları acıyan elleri, ceplerinden halıya dökülen çekirdekleri… ama büyüdüklerinde tatlı tatlı hatırlayacakları hatta kendi çocuklarıyla paylaşacakları anıları kalırdı. Sizin de vardır o anılardan.

Esra Özer Duru, Ocak 2004, Ankara, Turuncu Dergisi. 

Taze Taze Hikâyeler

BEKLEME ODASI

Mart ayı ortalarıydı. Hava, okullardaki mevsim tablolarında her zaman bahara dahil edilmesine rağmen, yıllardır rolüne direnen bu aya yakışı...

Yeni Yazılardan Haberdar Olun

Kaçırmayın!