“İki kent arasındayım. Biri bilmiyor beni, öteki artık tanımıyor.” Jean Paul Sartre
Yosun kokulu bir sabaha uyandı. Pencerenin önüne gidip
rutubeti içine çekti. Bazen kötü koksa da şimdi burnuna güzel geldi. Çoğu zaman
kendini, hayatta ait olduğu yeri bulamamış hissediyordu. Bir koku aldığında,
bir işaret gördüğünde geçmişe dönmek, geçmişin izlerini bugünde sürmek çok daha
kolay geliyordu. Alışılmışın rahatlığı… Bir şarkının nakaratı, eskiden beri var
olan bir bisküvi, geçmişten kalmış anılı bir eşya, bir meyve, bir şeker, bir
kelime, bir çiçek, bir kumaş deseni, bir marka… Bu yüzden gençken bile
yaşlanmış hissederdi. O, kendisi çocukken yeni moda olan şarkıları, filmleri eski
zannederdi. Hayat hep eskiydi, daha önce yaşanmıştı sanki, ikinci el gibi…
Mektup zarfı da kalmamıştı, üstüne adres yazacak.
Kırtasiyeden zarf alırken sanki biraz tuhaf bakmıştı yandaki kadın. “Üstüne
adres yazacağım” diyemedi. “Kendimi ait hissetmek için kendi evime mektuplar
gönderiyorum” cümlesini hiç söylemedi. Zarf almak neyse, kendine mektup
göndermek bir tuhaflık belirtisiydi. İyi ki posta teşkilatı vardı ve gözlerini
insanın üstüne “Tuhaf mısınız?” der gibi dikmiyordu. Ev telefonunun hala
durduğunu, günlük gazete aboneliği bulunduğunu duysalar, daha neler söylerlerdi
Allah bilir! Bu evrende bir yer bulmaya çalışıyordu kendine. Üstünde adı yazan
bir kapı, içinde ıvır zıvırı olan bir çekmece… Ama bu kadar çabaya rağmen ait
olamamıştı.
Ait olamamıştı işte. Bu evde bez torbalar nerede tutulur? Yarısı
işlenmiş etamin seccade, şişe takılı tuhaf örgü parçası, ipi sararmış dantel
örneği hangi kanepe altına sokuşturulur? Bir gün bir işe yarar diye tutulan
çaputlar hangi dolabın dibine saklanır? Eski kadifeler, hacdan hediye gelen
kınalar, seccadeler, misvaklar, takkeler nereye konur? Tarhana kokulu bir
sandık köşesi, çocuklar için hazine sandığı, anılar kutusu, ceviz kabuğu kokulu
bir çekmece dibi nereden bulunur? Üstüne tüyler yapışmış bir şeker parçası
nereden çıkarılır? Birbirine yapışmış paket lastikleri hangi diplere, kuytulara
kaçışır? Yamuk bir çengel iğne nerede bekler sırasını? Kim bilir kim tarafından
hediye getirilen kuru incirlere kaçıncı bekleme siner? İçine çekilen at
kestanesi kaç güveye daha bekçilik eder?
Kök salamamıştı sanki derinlere… Yanmış kibritleri
dolduramamıştı bir kibrit kutusuna. Vitrindeki kulpu kırık fincanın içine kedi ballarını
koyamamıştı. Bez mendillerin arasına çikolata kutuları saklayamamıştı. Hayata çaya batırılmak için yarısı
kırılan pötibör bisküvinin çay bardağına uyduğu gibi uyamamıştı. Orada durmuştu
zaman. Kahverengi örgü seccadenin kaçan ve bir türlü tutulmayan ilmeğine
takılıp kalmıştı. Sobanın üstüne ekmek, ortasına kömür, küllüğüne patates,
borusuna çamaşır, arkasına bohçalı bir tencere bırakamamıştı. Ekmeği sabah,
çamaşırı öğlen, sarılı tencereyi ikindi, patatesi akşam; yerli yerine, vakti
geldiğinde koyamamıştı. Soba arkasına mayaya bırakılan yoğurt kadar, sarma
kadar yeri belli bir şey var mıydı hayatta? Ne mutluydu onlar, yerlerini hep
bilmişlerdi…
Altı sandıklı kanepe lazım, cevizden bir sandık, bunların hepsini doldurmak için dibi kırık
bir çekmece lazım, kapağı zor açılan bir
dolap… Batmış güneşin son ışıkları tüllerden çekilirken, kılınan bir akşam
namazı lazım. Çivit mavisi pencere demirlerinden görünen ceviz yaprakları
lazım. Soğuk kış günlerinde diplerinden buz tutmaya duran camlar lazım. Buzlar
eriyince, beton denizlikleri ıslatan toz kokulu sular lazım. Suları silmek için
eline tutuşturulan yine toz kokulu bezler lazım… Uyuyakalan çocuğun üstüne
örtmek için hep askıda duran manto lazım.
Bir el lazım, başını okşayınca kırışıklarına saçlarının
takıldığı. Portmantoda unutulmuş bir fötr lazım. Balkon kenarına terk edilmiş
naylon terlik. Kopmuş çamaşır ipinde sallanan bir mandal lazım. Köşesinden
bahçe hortumu takılıp çıkarılan yırtık bir sineklik lazım. Sıcak su tesisatı
olmayan musluk lazım titreyen sarı ampul ışıklarında. Duvarda yalnızlıktan kaşı
çatılmış portreler lazım, kim olduklarını çocukların bilmediği.
Nereye saklanır mahzun bir sonbahar anı, güneşe verince
sırtını, tahta sedir üstünde otururken ısındığın akşam üstlerinde? İçi
doldurulup yanmaya hazırlanan ama yeteri kadar soğuk olması beklenen sobalar
gibi. Yer kaplayan ama işlevsiz ve soğuk… Başka nereye sürülür o soba
kahverengisi? Kadife bir kumaş için güzel, duvar için karanlık… Gıcırdayan bir
somyada radyo eşliğinde dalınan öğlen uykusu kadar yalnız… Bilmediğin bir
ülkenin, bilmediğin bir şehrinde, tanımadığın insanların şarkısı… İstanbul, Zürih,
Varşova, Berlin, Prag arasında gidip gelen istasyon ibresi… Bilmediği
onlarca şehir arasında dilini arayan kırmızı çizgi… Bir kule inşa et ya da
düğmeyi çevir…
Şekerli çaya batırılan ekmekler, melekler yorulmasın diye ucu katlanan seccade, anahtarı üstünde duran kapı, yeni yıkanmış bahçede güneşin çekilmesini bekleyen akşam sefaları… Boya tenekelerindeki suda ölümü bekleyen siyah noktalı beyaz güve kelebekleri… yağmurlu ikindilerde içilen çaylar… orada herkes biliyor ait olduğu yeri. Misafir odasına yatacak kişi belli, somya kimin yeri?
Ayazdan çatlayan elin için vazelini nereden bulacağını bilirsin.
Hangi pencerenin şiştiğini, hangisinin güneşliğinin hiç açılmadığını bilirsin.
Balkonun hangi köşesinin çatladığını, aşağı sarktığını bilirsin. Anahtarın her
zaman dış kapının dışında sallandığını bilirsin. Muşambanın hangi köşesinin
ters alıştığını bilirsin. Bahçeye yaldızlar bırakan sümüklü böceğin su saatinde
yaşadığını bilirsin. Güvercinlerin hangi camın önüne yumurta bıraktığını
bilirsin. Kendini, bu dünyadaki yerini, bilir gibi bilirsin… Elinle koymuş,
ezberlemiş, sen yazmış gibi bilirsin…
Eski gardırobun hangi çekmecesinde kaldın onu da bilirsin…
Esra Özer Duru, Ankara, Aralık 2020.