Okuldan gelir, ödevlerimizi yapıyor gibi yaptıktan sonra
hava kararana kadarki zamanı ‘dışarıda’ geçirebilmek için fırsat kollardık.
Sonbahar günlerinin kısalığını hiç de göz önünde bulundurmayan annelerimizin
yanına, duvar diplerinden, köşeleri gözleyerek yavaş yavaş gider, önce çok da
merhamet hislerine hitap etmeden ama inisiyatifin onun elinde olduğunu gayet
iyi bilerek ‘sokağa’ çıkmak için izin isterdik. O zaman çıkılabilecek
sokaklarımız vardı. Boş arsalar, kaldırımlar, apartman bahçeleri çocukların
özerk bölgeleriydi. Anneler gözleri arkada kalmadan ‘sokağa’ çıkma taleplerini
kabul ederdi. Annemiz, ilk sorduğumuzda hiçbir şart ileri sürmeden izin verirse
bu bayram demekti. Ama genellikle önce yalvartma sonra küçük bir sorgu faslı
gelir, ardından şartlar masaya konurdu. “Ödevini yaptın mı?” sorgunun en can
alıcı sorusuydu. Bu soru ya geçiştirilir ya da “Gelince yapıcam, söz!” diye
teminat verilirdi. Eğer bu fasıl başarıyla atlatılırsa, “Akşam ezanı okunmadan
gel”, “Babandan önce evde ol”, “Çamurla oynamak yok”, “Oynarken ‘gocuğunu’
çıkarma”, “Çişin gelince eve gel” şeklindeki ültimatomlar sıralanırdı. Tabii
çocuk olmak demek, şartları zorlamak demektir. Anneler de bunu gayet iyi bilir.
Güzelce üst baş giyilir ve ‘düzgün’ bir şekilde, şartlar
çoktan unutulmuş olarak dışarı fırlanırdı. Bazı çocuklar, annelerinin hangi imkânları
zorlayarak yaptıkları ‘kışlık’ reçellerden, yarım ekmek içine aşırdıkları,
kumanyalarını da yanlarında getirirlerdi. Benim gibi çocuklar bu kumanyalara
biraz iç geçirerek, ağızlarının suyu akarak bakarlardı. Çünkü her anne, bu
kumanyalara vize vermez, “Evde yiyeceksen vereyim, bulan var, bulamayan var”
diyerek, çıktıktan iki dakika sonra kapıda biten ve aslında aç olmayan
çocuklarının taleplerini reddederlerdi.
Sokaksa apayrı bir alemdi. Kızların oyunları daha evcil bir
durum arz ederken, erkek çocuklar ilk çağlardan kalan avlanma ve ele geçirme
dürtülerini, biraz daha giyinik olmak kaydıyla devam ettiren oyunlar
oynarlardı. Sokağın başında ya da yeni yeni yükselmeye başlayan apartmanların
arasında kalan boş arsalar, sokakların bizzat kendileri, apartmanların önleri
karanlık çökünceye kadar birçok meydan savaşına sahne olur, birkaç kez el
değiştirirdi.
Hem temizleyici, hem nemlendirici, hem yapıştırıcı…
Her oyunun bir mevsimi ve gerektirdiği bazı şartlar vardı.
Çocuklar bu mevsimleri, sanki ellerinde bir çizelge varmış gibi çok sıkı takip
ederlerdi. Sonbaharın nispeten sıcak ve kuru olduğu ilk günlerde, erkekler
uçurtma uçurur, misket ve futbol oynardı. Kızlar ip atlar, çizgi oynardı.
Havalar biraz daha soğuyup yağmurlar başlayınca, çamura çivi saplayıp kendi
alanlarını oluşturmak gibi bir stratejisi olan çivi saplamaca zamanı gelir,
uçurtmalar yerlerine kaldırılırdı. Bolca mevcut olan çamur, kızlar için de
yaratıcılığın geliştirildiği bir malzeme olur, beceriksiz ellerin yaptığı çanak
çömlekler kurumaya bırakılırdı. Kirlenen ellerin çözümü ise vücudun
salgılarından birinde gizliydi. Eller ‘güzelce’ tükürükle temizlenir, annenin kalan
izleri görmemesi için küçük kalplerden dualar geçerdi.
Çamurlu günlerin başka bir oyunu ise taş sürüklemeydi. İsmi
tam konulamayan bu oyunda, derince bir kavanoz kapağı bulunur, kapağın içi çamurla
sıkıca doldurulurdu. Özenle saklanan bu ‘taş’ın içindeki çamur çatladıkça
tükürükle ıslatılır ve sertliği muhafaza edilirdi. Bu oyunda kazananın
ödülleri, sakız içinden çıkan futbolcu resimleri falan olurdu. Bir de ‘lik’
(ilik) oyunu vardı. Çocuklar bakkal önünde pusuya yatar, torbalar dolusu gazoz
kapağı toplar, bunları yan yana dizer, buldukları düzgün bir taş ya da kendi
hazırladıkları ‘taş’la bu ‘likleri’ vurmaya çalışırlardı.
Mevsimini iyi hatırlayamadığım bir külâh ya da boru oyunu
vardı ki, büyükler tarafından tehlikeleri sık sık vurgulandığı halde kuşaklar
boyunca oynandı. Bakkal amcadan metre hesabı alınan boruya, gazetelerden özenle
yapılan, hatta “benim yaptığım külah hiç açılmaz” diye gurur kaynağı olan küçük
külâhlar konur, hedefe atılırdı. Külâhın yapıştırıcısı tabii ki yine tükürüktü.
Hedefse genellikle oğlanlardan fırsat bulup biricik arsalarında ip atlamaya
çalışan kızlar olurdu.
Oyunlarını kafileler halinde oynayan ve yine aynı şekilde
gezen çocuk grupları arasında sık sık kavga çıkar, çocuklardan biri çenesini
yukarı kaldırarak, “Anneee, Mehmet’e bişey söyle, oyunumuzu bozuyoooo” diyerek,
“düşmanını” tanıdığı bir numaralı polis gücüne şikâyet ederdi. Şikâyet edilen
çocuk ya ortadan kaybolur ya da “Ama Fatma teyze, onlar da beni oyunlarına
almıyo” diye itiraz eder, savunma makamına geçerdi.
Bu arada ‘gocuklar’ çoktan çıkarılıp ‘emniyetli’ bir duvara
yığılır ya da daha itidalli bir üslupla önü açılıp omuzdan düşürülürdü. Ayakkabılar
çamura bulanmış, saç baş dağılmış, burunlar soğuk havanın ve koşturmanın
etkisiyle akmış olurdu. Eve alınma ihtimali göz önünde bulundurularak
ihtiyaçlar, yumuşak huylu bir komşu teyzenin şefkatli kapısında giderilir,
soğukta koşturup durmaktan kuruyan boğaz için biraz su içilir, üşündüğü için
daha çok gelen ‘çiş’ en iyi ihtimalle komşu tuvaletine yapılırdı.
“Gecikirsen seni eve almam” tehditleri tamamen unutulur
gider, bundan sonra asla dışarı çıkılmayacakmış gibi delice bir tempoyla oyun
oynanırdı. Yaz aylarının uzun günleri geniş bir oyun yelpazesi sunsa da hava
çabuk karardığından bugünler daha kıymetliydi.
Evde bekleyen yığınla ödeve, verdiği süre dolduğu halde
çocuğu eve dönmeyen anneye, soğuktan çatlayan ellerin çatlaklarında biriken ince
kan sızıntılarına, oyuna alınmayınca ya da arkadaşıyla tokuşup düşünce ağlanıp
silinen yüzdeki çamur izlerine rağmen, kulak kenarları ve yanaklar soğuktan
hissedilmese, akan burun kollara sürülse, “Babandan önce eve dönmüş ol” denen
baba köşede belirmiş olsa, ‘niyeyse’ kısacık olan akşam ezanı okunsa,
arkadaşların anneleri balkonlardan, camlardan onları eve çağırsa bile -ki en
kötüsü ilk çağrılmaktır- şartların elverdiği son ana kadar oynanırdı.
Son oyun: “Akşam Ebesi”
Ne kadar çabalanırsa çabalansın, ayrılık anı geldiğinde,
sokak hiç oynanmamış gibi karanlığa bürünürken, çocuklar da son rötuşları
atardı. Bir duvarda biriken ‘gocuklar’ sahipleri tarafından alınır, bazen
giyilir, bazen tembih unutulup kolda gittiği için azar işitilirdi. Son bir
gayretle, kalan birkaç çocuk arasında ‘akşam ebesi’ oynanır, eve giriyor
olmanın burukluğu bu son oyunun coşkusuna saklanırdı.
Girişte, annenin, sebebi bir türlü anlaşılamayan azarlarına
maruz kalınır, “çamurla oynadın değil mi?” sorusuna muhatap olunca, “nereden
anladı acaba?” diye düşünülür, eller yüzler yıkandıktan hatta sadece annelerin
alabildiği ‘ıslak köpek kokusu’ yüzünden banyo yapıldıktan sonra, yemeğe
oturulurdu.
Bütün bunlardan geriye çocukların eklemlerindeki “büyüme
ağrısı”, saçlarında ve üstlerindeki ıslak köpek kokusu, yapılmayan ödevleri,
kızgın anneleri, çamur derecikli yüzleri, çatlakları acıyan elleri, ceplerinden
halıya dökülen çekirdekleri… ama büyüdüklerinde tatlı tatlı hatırlayacakları
hatta kendi çocuklarıyla paylaşacakları anıları kalırdı. Sizin de vardır o
anılardan.
Esra Özer Duru, Ocak 2004, Ankara, Turuncu Dergisi.
Her satırında kendi çocukluğumu buldum bu yazıda ve burnumun direği sızlayarak okudum..
YanıtlaSilBizim çocukluğumuz... ;)
YanıtlaSil