adam etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
adam etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

19 Ağustos 2021

BASRİ GÖRÜR NE ZAMAN GÖRÜR 1?

Basri Görür iyi adamdı. Orta halli bir memurdu. İki çocukları ve sessiz hayatlarıyla orta halli de bir ailesi vardı. Evden işe, işten eve gider, bazen arkadaşlarıyla takılırdı. Çevresinde genelde sevilen, saf bir adamdı ama karısı Basri beye tahammül edemiyordu. Çünkü Basri Görür’ün kötü bir huyu vardı, idrakini kullanmıyordu. Yani nasılsa gözüyle gördüğü gerçekleri akıl süzgecinden geçirip kendi yararına sunmuyordu. Onun durumu, kütüphanede yan yana dizilmesi gereken birkaç ciltlik ansiklopedinin her bir cildinin tüm kütüphaneye dağılmış olması gibiydi. Görüyor, fark da ediyor ama bir türlü sonuca ulaşmak için fark ettiklerini birleştiremiyordu.

Hayatında işi ve ailesinin yanında, düzenli olarak kazık yediği, bariz kötü huylarına rağmen hala görüştüğü arkadaşlar, sık sık yaptığı bezdirici hatalar, karısından işittiği ve her seferinde kendini çok kötü hissettiği azarlar, geri ödeme sözü verildiği için verdiği ve ödenmeyince üzerine kalan borçlar vardı. Zaman zaman bazı şeyler boğazına dayanır, tam “yeter be!” diyecek gibi dururken, kendi kendine; arkadaşlarına veya karısına bir mazeret bulur, onları da kendisini de o sıkıntıdan kurtarırdı. Olay çıkacağını bile bile aynı soruları sorar, anlatmayınca paçasını kurtaracağını bildiği halde hatalarını, tuhaflıklarını gider karısının avucuna yazardı. En basiti, senelerdir ne kadar otlakçı olduğundan şikâyetlenip durduğu arkadaşının yanına yeni açtığı sigara paketiyle gider, sigaralarının yarıdan fazlasını, üstüne yeni aldığı çakmağı ona kaptırırdı. Sabahları işe gitmek için kapının önüne çıktığında gri bulutlarla dolu gökyüzüne bakar, şemsiyesini yanına almazdı. Akşam iç çamaşırına kadar ıslanmış vaziyette eve gelir, yağmura söylenir dururdu. Serin bahar günlerinde cereyanda kalır ya da üşüdüğü halde camı kapatmaz, bir yerleri tutulunca “siyatik” derdi.

Yıllardır gittiği berberi her tıraşta yani iki ayda bir kulaklarını yakar, Basri Bey yanıklara merhem sürerken berbere söver ama aynı adama tıraş olmaya devam ederdi. Pazar filelerine şeftalinin eziğini, domatesin çürüğünü dolduran pazarcıları bırakmaz, ısrarla onlardan alışveriş yapardı. Nezaketen bir sofraya çağrıldığında teklifi, davet sahibini şaşırtacak kadar hızlı kabul eder, saatlerdir oturdukları misafirlikte ev sahibi artık ne ikramda bulunacağını bilemeyip kahve yapmayı önerdiğinde hiç kırmazdı. Arkadaşlarının ya da karısının sözlerini tamamlayıp onları ne kadar hızlı anladığını göstermek ister, bunun yerine anlattıklarının tersini anladığını ifşa eden cümleler kurardı. Ellerini nereye koyacağını bilemez, o yüzden önünde bağlar, itaatkâr biçimde emir bekliyormuş gibi durur, bu duruşu karısını deli ederdi. Günlerce düşünüp mantıklı bir şekilde aldığı kararlar sorgulandığında ya da fiyat, kalite araştırması yaparak özenle seçtiği bir eşyayı biri beğenmeyip neden aldığını sorduğunda en saçma sebebi ilk söyler, kendini lüzumsuz işler yapan bir insan konumuna düşürürdü.

Çocuklar da babalarının genel davranışına bakınca pelerini ve taytıyla evlerinin çatısına inen bir süper kahraman/baba göremiyorlardı. Mesela markette minik otomobil görünümündeki alışveriş arabalarına binmek istediklerinde sınırlı sayıda olan arabayı, babaları nazikçe başkasına ikram eder, kendi çocuklarının beklentilerini hiç anlamazdı. Çözemedikleri bir soru olduğunda, "nasıl çözüleceğini biliyorum da sana izah edemem" der, çocukların buna burun kıvırdıklarını göremezdi. Uçurtma uçurmak istediklerinde en rüzgârsız günü seçer, oğlanları deli ederdi. Bir keresinde karısının, koptuğu için kenara attığı iple küçük oğlana salıncak kurmuş, çocuk, salıncağın ikinci turunda kendini yerde bulunca çok üzülmüştü.  

Karısı, tahammülünün sonuna geldiğinde iki çocuğu da alıp evi terk etti. Basri Bey bunu hiç beklemiyordu. Çünkü karısının bir süredir kendisiyle konuşmayışını bahar temizliği yorgunluğuna, yataklarını ayırmış olmasını menopoza, çocukların odalarından çıkmayışını derslerine bağlamıştı. Evde yemek olmayışı hayat pahalılığındandı herhalde. Geçen gün arayan avukat hanım muhakkak ki yanlış aramış olacaktı. Bugün kapıyı anahtarıyla açmasının sebebi karısının çocuklarla birlikte annesini ziyarete gitmesiydi. Epeydir evde sıkılmış olmalılardı, ziyaretleri anneannelerine de iyi gelirdi.

Karısıyla çocukların bir türlü eve dönmeyişinden şüphelenmeye başladığı sırada en yakın arkadaşlarından birinin, Ferdi’nin ölümü Basri beyi sarstı. Ferdi'nin sıkıntıları olduğunu biliyordu ama onu bu kadar derinden sarstıklarını fark etmemişti. Ferdi, arkasında acılı ve öfkeli eşiyle bir mektup bırakıp intihar etmişti. Hayatın kendisine çok zor geldiğini, en yakın dostlarından yediği kazıkları hazmedemediğini, borçlarının altında ezildiğini, kimsenin onu anlamadığını son olarak karısının evi terk etmesinin bardağı taşırdığını, bunun için ölmeye karar verdiğini yazmıştı.

Cenazeden dönerken Basri kara kara düşünüyordu. Ferdi’nin intihar sebeplerinin tamamı hatta fazlası kendi hayatında vardı. Ferdi intihar ettiğine göre işleri düzeltmeyi denemiş, başarısız olmuştu. Öyleyse yeniden denemenin bir anlamı yoktu. Aynı yöntemi uygulayıp intihar etmeye karar verdi. Aklından bir sürü yöntem geçirdi. İlaç içmek, bileklerini kesmek, gidip kendini yüksek bir köprüden aşağı bırakmak, hızla geçen arabaların önüne atlamak, kendini vurmak… Aklına gelmeyen yöntemleri dolaplardan, çekmecelerden bulabilecekmiş gibi sağı solu açıp kapatırken oğluna salıncak yaptığı çürük ipi buldu. Basri Bey, çoktan unutmuştu oğlunun hayal kırıklığı içinde göz yaşlarıyla ıslanmış yüzünü. Sandalyeyi çekti. Tavanda avize asmak için bırakılan çengele ipi geçirdi. Öbür ucunu ilmek yapıp boğazına taktı. Sandalyeyi titrek ve kararsız tekmeledi. İp daha Basri Beyin ağırlığını yüklenemeden kopuverdi. Basri kendini kırık sandalyeyle birlikte yerde buldu. Çıkan gümbürtüye koşan alt komşu, kırık bir bacak ve boynunda çürük iple ağlarken bulduğu Basri'ye soru sormadı. Onu yerden kaldırdı, taksiyle hastaneye götürdü.

Hastane polisi uygulama gereği Basri Beyin ifadesini aldı. Basri Bey, tombul elli, babacan görünümlü polise ifade vermekten öte içini açtı. Bu gece hastanede Basri Beyin vakası dışında polisiye olay olmadığından her şeyi sessizce dinleyen polisin ağzından, “sizin basiretiniz bağlanmış Basri Bey” cümleleri dökülüverdi. O anda Basri'nin yüzü aydınlandı. Bütün bunalımını, sorunlarını şimdi yepyeni bir açıdan görebiliyordu. Eve gidecek, her şeye yeniden başlayacaktı. Anne ziyaretinden bir türlü dönmeyen karısını arayacak, keşfettiği gerçeği anlatıp çocuklarla dönmesini söyleyecekti. Karısı bulduğu şeyi duyar duymaz zaten dönmeyi kendisi isteyecekti. Coşkuyla planlar yaparken bir yandan içi burkuldu. “Ferdi’nin de basireti bağlanmasaydı hayatı kurtulurdu.”



Esra Özer Duru, Ankara, Temmuz 2021.

07 Ağustos 2021

CAM ŞİŞELERDE HAYAL KIRIKLIKLARI

Hayal Kırıklarını Şişelere Dolduran Adam

Yaşlı adamın küçük bir dükkânı vardı. Yıllardır biriktirdiği minik cam şişeleri el yapımı, ahşap raflara dizerdi. Bu kasabaya çok eskiden yerleşmiş, sessiz sakin, kimseye zararı olmayan bir ihtiyardı. Ama kasabalılarla sıkı fıkı bir bağ da kuramamıştı. Dükkân komşuları arasında gençliğini hatırlayan kimse yoktu. Sanki oraya geldiğinde bu yaştaydı. Herkes, sabahları erkenden açıp akşama kadar şişelere bir şey doldurduğu dükkânının önünden geçer, ama bir şey almayı düşünmezdi. Kasabaya geldiği ilk günlerde siftah yapmak için ziyaret etmişler, elle tutulur, gözle görülür bir şey satmadığını anladıklarında bir daha uğramamışlardı. Ne de olsa millete somut şeyler lazımdı. Onlar belli bir para verir, karşılığında mesela iki kilo domates alırlardı. Zaten almadan vermek sadece Allah’a mahsustu.  

Erbabına!

İhtiyar adam, sabahları erkenden dükkânını açar, içeriyi süpürdükten sonra raflara özenle dizdiği şişelerin tozlarını alırdı. İşi bitince tek tek, konuşa konuşa, hangi şişede ne olduğunu bilerek, yerlerini hiç karıştırmadan, şişeleri raflara geri koyardı. Arkasına saklandığı, cilası camdan vuran güneşle kurumuş ve kavlamış masasının tozunu alır, tam ortasına büyük not defterini yerleştirirdi. Şişelerin hiçbirinde etiket yoktu. Besbelli hangi şişede ne olduğu bu büyük defterde yazıyordu. Kasaba sakinleri öyle olduğunu tahmin ediyordu. Dükkânın içi temizdi ancak ihtiyar vitrine pek önem vermezdi. Ne de olsa sattığı şeyler erbabı içindi. Onun için vitrin parlatıp reklam yapmanın anlamı yoktu. Sessiz sessiz gelir, dükkanını açar, şişelerinin tozlarını alırdı.

Çocuklar bilseydi…

Kasabalar küçük yerlerdi ve yabancı bir yüz hemen dikkat çekerdi. Bu yüzden ihtiyar adamın kasabaya kabul edilişi biraz sancılı olmuştu. Geldiği ilk zamanlar çocukların tacizleri başta olmak üzere epey badire atlatmıştı. Hatta bugüne kadar, kasaba sakinlerinin ilk girişimleri dışında, dükkâna giren çıkan görülmemişti. Çocuklar ihtiyarın şişelerinde neler olduğunu bilselerdi, herhalde çok sevinirdi.

Hayallerin hayalleri

Şişelerin içine yakından bakıldığında bile hiçbir şey görünmüyordu. Aslında ihtiyar, şişelere hem kendisinin hem de tanıdığı insanların gerçekleşmeyen hayallerini dolduruyordu. O kadar çoktu ki bunlar; vazgeçilmiş, unutulmuş, vaktiyle kurulmuş ama sonra bir kenara atılmış bir sürü hayal. İhtiyar adam bunları bulur, terk edildikleri yerden çekip alır, hiç olmazsa yalnızlıklarını başka gerçekleştirilmemiş hayallerle paylaşabilmeleri için dükkanına getirip şişelere doldururdu. Alnının zaten derin çizgilerini tekrar tekrar kırıştırarak, hayallerle konuşur, onların neden bu hale düştüklerini yaşlı kafasında anlamaya çalışırdı. Sonra onları avutur, bir gün bir yerde gerçekleşebileceklerine dair bir hayal verirdi her birine. Hayallerin de hayalleri vardı yani. İhtiyar, bunun boş bir hayal olduğunu düşünse de engel olamıyordu kendisine. Çünkü ona göre hayali olmayan bir insan boş bir cam şişeye benzerdi. Onun için herkesin küçük büyük bir hayali olmalıydı mutlaka.

Şişelerdeki sır

İhtiyar adam ölüme yaklaştığını anlayınca topladığı bunca hayalin ziyan olmasını istemedi. Onun için kasabalının kendisinden hiç ummadığı bir çeviklikle, bütün dükkanları, bütün evleri dolaşıp herkesin küçük meydana toplanmasını istedi. Hani büyük çeşmenin oradaki, caminin karşısındaki. Merakla toplandı kasabalılar. İnsanlar birbirleriyle fısıldaşıyor, ihtiyarın kendilerini buraya neden çağırdığını anlamaya çalışıyorlardı.

Adam, dükkanındaki bütün şişeleri dizdiği arabayı, kan ter içinde itekleyerek meydana vardı. Şişelerin hepsi raflardaki gibi özenle dizilmişti arabaya. Arabasını çeşmenin yanına yaklaştıran adam, yalağın kenarına çıktı. Böylece herkesi görebilecekti. Bugüne kadar nadiren duyulmuş olan sesindeki pürüzü giderebilmek için bir iki kez kısa kısa öksürdü. Şapkasını düzeltti. Yeleğinin cebindeki saatine baktı, saatinin zincirine dokundu sevgiyle. Kalabalık sabırsızdı. Yağmur havası yoktu ama olsun çabuk konuşsundu ihtiyar adam, belki yağmur yağardı. Küçük kasaba için adamın varlığı zaten zorken, bir de onu dinlemek için toplanmış olmak çekilmezdi.

Kısa konuşacaktı adam. Çeşmenin yalağından inerek, arabasından mantar tıpalı şişelerden birini aldı. Kalabalığa şöyle bir baktı. Çocuklar meraktan kıpır kıpırdı. Onların arkasında duran bir kadına baktı. Kadın, ihtiyar adamın, gerçekleştiremediği bütün hayalleri gözlerinden okuduğunu sandı, gözlerini sakladı. Adam, şişeyi uzattı ona, içinde başörtüsü yüzünden vazgeçtiği okulu olduğunu söyledi. Sonra kendisi gibi yaşlı görünen bir adama yöneldi: “Üniformalı oğlunla çektirmek istediğin fotoğraf var bu şişede.” Bir başkasına başka bir şişe verdi, “annen doktorsuzluktan ölünce olmaya söz verdiğin ama yasaklar yüzünden yapamadığın mesleğin”. Bir diğerine uzattı şişesini “vicdani gelgitlerin” diye. Başka

birine verdi şişeyi, “bir türlü verim alamadığın salatalık fidelerin”… “Sahibi olamadığın evin”, “alamadığın traktör”, “görmeyi çok istediğin okyanus”…

Özgür bir ülke…

Çok sevdiği şişelerin her birini tek tek sahiplerine verdi. Geride tek bir şişe kaldı. Herkes merak içinde gözünü dikmiş şişeye bakıyordu. Adam uzanıp şişeyi eline aldı. “Bu” dedi “benim hayalim. Yıllarca bekledim onu, gerçekleşmeyeceğini bile bile. Bu küçücük şişenin içinde özgür bir ülke hayali vardı”.

Ve adam batmakta olan güneşe doğru yürüdü. Kasabalı, ellerinde mantar tıpalı şişeler, meydanda öylece kalakaldı. Küçük dükkânındaki şişelerde hayaller biriktiren yaşlı adamı bir daha gören olmadı.

Esra Özer Duru, Ankara, Turuncu Dergisi, Mayıs 2007, gözden 

geçirme Temmuz 2021.

17 Ocak 2021

AĞIR KUSUR

Ne yapacağını bilemiyordu. Büyük bir şok yaşıyordu. Adamın, “ağır kusur var” diyen tok sesi de şokunu arttırmaktan başka bir işe yaramıyordu. “Nasıl ağır kusur”? Hâlbuki bunca zamandır iyi niyetten başka bir şey beslememişti. Adamın hata olarak gördüğü şeylerde aslında niyetinin hep iyi olduğunu senelerdir anlatamamıştı… Unuttuğu bir iki şey vardı ama bunlar ağır kusur olarak değerlendirilemezdi. Acımasız bir sözdü. Adamın yüzüne baktı. Duygularını ele vermeyen keskin bir yüz ifadesi vardı. “Biraz ağır konuşmuyor musun? Bunca yıllık emeğime karşı…” diyecek oldu. Diyemedi.

Kelimeler boğazında düğümlendi. Sesi çıkmıyordu. Kafasında ise tek bir soru dönüyordu, “ağır kusur da ne demek, ne biçim konuşuyorsun sen benimle?”  Adamın “ağır kusur” olarak tanımlayabileceği olayları kafasında döndürmeye çalışıyordu. Bir iki defa yemek yaktıysa, bazen tuzu iki kere attıysa kötü niyetle yapmamıştı ki… “Nasıl ağır kusur?” Bunca zamandır onun iyi niyetinden adamın emin olması gerekmez miydi? Onun bile isteye yaptığı bir sürü kırıcı davranışa kendisi sabretmemiş miydi? Zekâsını, anlayışını küçük gören, emeklerini hiçe sayan bir yığın kelime ve o kelimelerin ağızdan çıktığı anlar gözünün önünde uçuşmaya başladı. Bulunduğu yerde sendeledi. Bayılacak gibi oldu. Karşısındakinin gözlerinde bir şefkat zerresi arandı. Yoktu. “Neden bu kadar duygusuz?” diye düşündü. “İnsan bunca yıllık hukuka binaen böyle mi davranır? Ayıp ya!”

Boğazına bir hıçkırık düğümlendi. Ağlamamalıydı. Sokak ortasında, herkes ikisine bakarken… Bir kere, yıllar önce, tam hazırlanmışlar dışarı çıkacaklarken adam kıyafetine takmamış mıydı? Yeni aldığı, özene bezene ütüleyip giydiği… “Bunun yakıştığını mı zannediyorsun?” diye bağırmıştı avaz avaz. Komşular duyacak diye ödü kopmuştu. Dolabın karşısına geçip kıyafetlerini askılardan alıp oraya buraya fırlatmıştı. Kadın, başına fırlatılan eşyaların arasında yere oturup hıçkıra hıçkıra ağlamıştı. Şimdi de ağlasa mıydı acaba? Ama engel olan bir şey vardı sanki. Ağlamaya yetecek duygu yoğunluğu bir türlü oluşmuyordu. Dikkatini dağıtan düşünceler, trenin camından geçen görüntüler gibi akıp duruyordu. Detaylar seçilmiyor, sadece görüntüye çizikler bırakıyordu. Sonsuz bir döngüde sürüp giden çizikler... İç dünyası da böyleydi. Çizikler, çizikler… Kendisini kışkırtmak için “can kırıkları” diye düşündü. Ağlayacak gibi oldu. Yine dikkati dağıldı. “Ağır kusur” tamlaması kulaklarında yankılanıyordu.

Adam karşısında mırıl mırıl söylenmeye devam ediyordu ama aklındakilerin sesi daha yüksekti. Adamın söylediklerini anlayabilecek kadar dikkat edemiyordu. Herkesin sevdiği yemekleri pişirmeye çalışmış, çoğu akşam iki ayrı yemek yapıp ev halkını mutlu etmeyi ummuştu. “Ağır kusur”… Kimse onun ne sevdiğini, ne sevmediğini bilmezdi. Pek sessiz yapmıyordu işini ama ne yapsındı onun da canı vardı. Hiç mi söylenmesindi yani?
İlk tokadı attığında, özür dilemişti adam. “Yanlışlıkla oldu, ama senin yüzünden… Üstüme bu kadar gelmemeliydin.” Bir daha olmasın istiyorsa adamın üstüne gitmemeliydi. Yazık adamcağıza ne kadar da üzülmüştü. “Bundan sonra dikkat edeceğim” diye söz vermişti kendi kendine… “Ağır kusur”… Bir daha olmaz sanmıştı, “bana vurmak zorunda kalacağı kadar üstüne gitmeyeceğim.” Ama olmuyordu. Artık çok daha kolay damarına basılıyordu adamın. Ne olduğunu anlayamadan bir çırpıda… Tokadı yemiş, bir köşede ağlarken buluveriyordu kendini. Önceleri boğazı yırtılırcasına ağlıyordu. Olanları geri alabilmek için, onları yutmaya çalışır gibi yutkunuyordu. İlk seferlerde adam da onunla birlikte gözyaşı döküyor, af dileyip yalvarıyordu. “Bir daha asla! Ama sen de…” cümleleri havada savruluyor, tokatlar kadar incitiyordu nerdeyse… Bir defasında karşılık vermeye yeltenmişti adama… Bu daha çok kızdırmıştı onu. “Ne cüretle geri zekâlı? Bana nasıl vurmaya kalkışırsın sen?” Haksız değildi adam. Hakaret olmuştu bu şahsına. Küçük görüldüğünü, erkekliğinin ayaklar altına alındığını hissetmişti. “O da kadın mıydı?” Sahiden kadın mıydı? Adamın ne demek istediğini anlamalı, ona eziyet etmeden gerçekleştirivermeliydi. “Ağır kusur”… Herhalde bu olmalıydı!

İlk seferlerde ne istediği daha belliyken, artık sürekli değişen taleplere, sınırlara, sinir uçlarına uyum sağlamak güçleşmişti. Kusuru bizzat işlemesine gerek kalmamıştı. İşyerinde yolunda gitmeyen bir görüşme, çocukların gürültüsü, trafikte yol vermeyen şoförler… Ne kadar dikkat ederse etsin iş kendisinden çıkmıştı, son değişmiyordu. Ağlamalarının dozu azalmaya başladı. Hak edilmiş bir şey için ağlamanın anlamı yoktu zaten. Konu komşuya rezil olmamak için çığlık falan atmazdı. Kimsenin haberi olmamalıydı bu olanlardan. Kendisini küçük düşmüş, fiziksel hasarlardan çok duygusal yaralar almış hissediyordu. Kapatıcılar, kremler fiziksel hasarları görünmez yapıyordu da içindeki hasar içini yakmaya devam ediyordu. “Ağır kusur”…

Onun ağlamaları azaldıkça adamın şiddetinin dozu artırıyordu. Hem vuruyor, hem hakaret ediyordu. Bir keresinde kafasını vurup kendinden bile geçmişti. Ayılırken “Neredeyim ben?” sorusu dökülmüştü dudaklarından. Sahiden neredeydi? Düşüncelerinin ağır kadife perdelerini elleriyle aralamaya çalışır gibi bir hareket yaptı. Başını kaldırınca sert gözlerle kendisine bakan adamı gördü. Birden hatırladı nerede olduğunu… Adamın karşısında küçüldü sanki… Kusurlu olduğunu biliyordu artık. “Ağır kusur”… İtiraz etmeyecekti. Bunca yıl kabullenmiş olmalıydı kusurlarını.

Onun yüzüne baktı tekrar. “Hanımefendi!” dedi adam, “Ağır kusurlusunuz. Kırmızı ışıkta duran araca gelip arkadan vurmuşsunuz. Tutanak tutmamız gerek.” Birden güneş doğdu sanki. Gözünün önü açıldı. Gülümseyerek baktı trafik polisine. “Tabi memur bey, tutanağı tutalım. Karşı taraftan özür dileyeyim ben” dedi. Artık ağır kusurun ne olduğunu biliyordu.

“Ağır kusur kavramı, bir özel hukuk kavramı olup kasıt olmamakla beraber kasta yakın bir kusurun mevcudiyetini ifade eder. Trafikte ağır kusur, alkollü araç kullanımı, kırmızı ışık ihlali gibi kasıtlı davranışlardır. Evlilik birliğinde, diğer eşe karşı fiziksel şiddet uygulamak, hakaret etmek, yalan söylemek… ağır kusurlu davranıştır.”

Esra Özer Duru, Ankara 17.07.2019

Taze Taze Hikâyeler

BEKLEME ODASI

Mart ayı ortalarıydı. Hava, okullardaki mevsim tablolarında her zaman bahara dahil edilmesine rağmen, yıllardır rolüne direnen bu aya yakışı...

Yeni Yazılardan Haberdar Olun

Kaçırmayın!