pantolon etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
pantolon etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

26 Nisan 2021

HAYAT EKTEDİR

Yangın alarmı canhıraş bağırıyordu. Ofisin içinde herkes oraya buraya koşturuyor, birbirine çarpıyor, bir yerlere takılıp düşüyordu. Tavandan sarkan kopuk elektrik kabloları, yangın söndürücü fıskiyelerden püsküren su yüzünden kısa devre yapıyor etrafa kıvılcımlar saçıyordu. Sandalyeler devrilmiş, masalar yerinden oynamış, üstlerindeki evraklar, bilgisayarlar, yazıcılar su içinde kalmıştı. Manzara karmakarışıktı. Alarm, asansörleri devre dışı bıraktığı için, ıslak insanlar korku ve telaşla merdivenlere hücum ediyor, bazılarının ayağı kayıp düşüyor, düşenler eziliyordu. Bir yerini çarpıp yaralananlar başlarını, kollarını tutuyor ya da topallayarak çıkışa ulaşmaya çalışıyordu. Bütün bu dehşetin içinde, iki kadın ve bir ataş çocuğun oluşturduğu daha da tuhaf bir grup, kaçışıp duran insanlardan, asma tavandan fışkıran sulardan, yanıp sönen floresanlardan bihabermiş gibi tam ortada öylece duruyordu. Kadınların saçlarından ve ceketlerinden sular akıyordu. Susan şaşkın ve üzgün, Ataş Çocuk ise gözleri dehşetle büyümüş, kollarını bir şeyi kucaklamak istercesine iki yanına açmış vaziyette yere bakıyordu. Helen’se deli bakışlarını aynı noktaya dikmiş çılgınca gülüyordu.

Bir süre önce…

Dünya bambaşka bir yer olmuştu. Birkaç yıl önce peş peşe yaşanan tuhaflıklar ve felaketler çok şeyi değiştirmişti. Akla gelebilecek her türlü sistem alt üst olmuş, bugüne kadar bilinen ve işleyen düzenler büyük değişiklikler geçirmişti. Bu alt üst oluş öyle köklüydü ki, geçmişi hatırlamak imkânsızdı. İnsanlar yeni düzenlere uyum sağlayabilmek için muazzam bir çaba sarf ediyordu. Eskisi gibi aile dayanışması, mahalle kaynaşması, arkadaş desteği gibi güzellikler birkaç inatçı yaşlı insanın sürdürmeye çalıştığı ilginçlikler olarak görülüyordu. Herkes tek başına hareket ediyor, hayatta kalmak için yeteneklerini geliştirip uyum sağlamaya çalışıyordu. Kimsenin başka bir insana yardım ederek onun sorumluluğunu geçici de olsa yüklenecek hali kalmamıştı. Zaten çalışma hayatının temposu öyle artmıştı ki buna zaman yoktu.

Şehirlerin çalışma alanları genellikle ofisler olmuştu. Sürekli ışıkları yanan, klimaları çalışan, asansörleri bir aşağı bir yukarı insan taşıyan ofisler… Fotokopiler çekiliyor, kâğıtlar zımbalanıyor, çıktılar alınıyor, poşet dosyalara evraklar konup klasörlere takılıyor, çekmeceler açılıp kapanıyordu. Buradan bakınca dünya büyük bir ofise dönüşmüş gibiydi. Asansörler, yürüyen merdivenler, yorgunluktan gözlerinin altı siyah halkalarla dolmuş, benizleri solmuş, gülümsemeyi unutmuş, gözlerinin feri çoktan sönmüş insanlarla doluydu. Bu insanların birbirine hâl hatır soracak mecali yoktu. Çoğu “günaydın” bile dememek için gözlerini yerden kaldırmıyordu. İnsanlarla ilgili dikkati çeken en önemli nokta ise hepsinin kadın olmasıydı. Genellikle giydikleri siyah takımları, beyaz gömlekleri, sıkı sıkı topuz yaptıkları saçlarıyla kadınlar, bulundukları her yerde harıl harıl çalışıyordu. Sokaklarda, işyerlerinde, okullarda, parklarda erkek yok denecek kadar azdı. Olanların çoğu da çocuktu. Peki neredeydi erkekler?

Erkeklere ne oldu?

Bundan bir süre önce bilim insanları bir virüsün ortaya çıkacağını ve dünya nüfusunun neredeyse yarısını yok edeceğini öngörmüşlerdi. Virüsün kaynağının ne olduğu, tedavisi, virüsten korunma yolları bilinmiyordu. Sorun, insanlığın önünde büyük bir bilinmezlik olarak duruyordu ve insanlık bilinmezleri pek sevmiyordu. Büyük fonlar ayrılmasına, günlerce değişik ülkelerin, değişik üniversite laboratuvarlarında, sayısız bilim insanınca, araştırmalar yapılmasına rağmen herhangi bir sonuca ulaşılamıyordu. İnsan hayatı büyük tehdit altındaydı ve sığınılacak liman görünmüyordu.

Tam da aynı günlerde, şehirlerde moralleri yüksek tutmak için birtakım organizasyonlar düzenlenmeye başlandı. Virüs egemenliğini ilan etmeden önce büyük maçlar, konserler ayarlanıyor, toplum kitleler halinde bunlara katılıyordu. Dünyanın her tarafında yaşanan tuhaf felaketler bu sırada oldu. Bir el tarafından ayarlanmışçasına erkeklerin yoğun olarak katıldığı maç organizasyonlarında stadyumlar çöktü, seyirci tribünlerinde yangınlar, kavgalar çıktı. Maçları, konserleri izlemeye gelenlerin çoğu çökme sırasında, yangında, çıkan izdihamda hayatını kaybetti. Av kazaları, trafik kazaları, cinnet geçirip bölüğün yemekhanesini akşam yemeğinde havaya uçuran erler… Peş peşe yaşanan garip olayların hepsinde kayıplar genellikle erkekler oldu.

İnsanlar panik halindeyken bilimin kehaneti kendini göstermeye başladı. Bilim insanları yanılmamıştı. Virüs gerçekten dünya nüfusunun yarısını yok edecekti. Herkes hasta oluyordu ancak hastalık, erkek DNA’sında daha etkili oluyordu. Bir aşı bulunana kadar dünya büyük kayıp verdi. Aileler, babalarını, dedelerini, oğullarını kaybetti. Yaşananlar akla, hayale sığacak şeyler değildi. Hayat nasıl devam edecek kimse bilmiyordu. Kadınlar, Dünya Savaşlarından sonra olduğu gibi erkeklerden boşalan iş sahalarını doldurmaya başlarken, her krizden sağ çıkan yönetici elitler, sistemin devamı için çözümler bulmakta gecikmedi.

Teknoloji kadınların emrine verildi. Zaman zaman yetersiz kalabilen kas gücünü dengelemek için her iş kolunun kendi malzemesinden suni işçiler üretildi. Mesela inşaatlarda kürek çocuklar, el arabası çocuklar, ofislerde kâğıt çocuklar, ataş çocuklar işbaşı yaptı. Bu yorulmak bilmez yeni elemanlar kadınların işini kolaylaştırıyordu. İtiraz etmiyor, dinlenmek istemiyor, hasta olmuyorlardı. Büyük bir kürek, el arabası, kâğıt ya da dev bir ataş gibi görünmeleri önemli değildi. İlgili eşyalardan yapıldıkları için bu yardımcı elemanların duyguları olmadığı varsayılıyordu. Böyle olunca kimse onlara nazik davranmıyordu.

Susan ve Jerry

Susan ofisteki herkesle asgari de olsa iletişimi sürdürmeye, eski gelenekleri devam
ettirmeye çalışıyordu. Şefi Helen’in ofis kuralları konusundaki katı yaklaşımına ve kimse talep etmemesine rağmen nezaketi elden bırakmıyordu. Samimi bir sohbete o kadar ihtiyaç duyuyordu ki ofiste çalışan yardımcı elemanlara dahi nazik davranıyor onlarla kısa sohbetler ediyordu. Kâğıt Çocuk’un bir ismi yoktu. Ama Ataş Çocuk “insan gibi hissedebilmek için” kendisine Jerry denmesini istiyordu. Bu istisnai bir durumdu. Ofis elemanları böyle kişisel taleplerde bulunmazdı. Jerry, Susan’ı taklit ettiği için mi nedir, arkadaşı Kâğıt Çocuk’u önemsiyor, onun işlerini kolaylaştırmak için çabalıyordu. Kâğıt çocuğa ağır gelen şeyleri taşır, yapması gerekenleri yetiştiremediğinde fotokopi makinesinin başında ona yardım ederdi. Hatta onu birkaç kere üzerine çay, kahve dökülecekken kurtarmış böylece geri dönüşüme gönderilmesini engellemişti. Galiba bu, herkesin sandığının aksine onların, en azından Jerry’nin duyguları olduğunu gösteriyordu. Bir ataş ve kâğıtla arkadaşlık ne kadar derinleşebilirse Susan’ın çocuklarla iletişimi o kadar derindi. Kendilerini küçük bir aile olarak görüyordu. Dostlukları çevre kabinlerin ve Şef Helen’in dikkatini çekiyor, ofis elemanlarıyla aralarındaki iletişim gereksiz görüldüğü için rahatsızlığa yol açıyordu. Ataş Çocuk Jerry ve Kâğıt Çocuk sevginin ne olduğunu bilmiyorlardı ama Susan biliyordu hem de çok iyi...

Susan’ın büyük bir ailesi vardı. Büyükanne, büyükbaba, dayılar, amcalar, teyzeler, halalar, kuzenler… Bunca kalabalıkta kavga, tartışma, karmaşa eksik olmazdı ama bolca sevgi de vardı. Her fırsatta bir araya gelir, hep birlikte yemekler yer, sohbetler ederlerdi. Tatile birlikte çıkarlar, kalabalık yüzünden yatacak yer bulamayanların arabada ya da bahçedeki salıncakta bile yattığı olurdu. Yaşarlarken sıkıntı çektikleri aynı anda kıymetli anılar biriktirdikleri güzel günlerdi. Susan ve kuzenleri abuk subuk işler yaptıklarında ceza alıp bedel de ödeseler aralarında müthiş bir sevgi ve iletişim vardı. Sonra tuhaf olaylar ve salgın üstlerinden bir kasırga gibi geçti. Aile paramparça oldu. Kayıplar, göçler, bunalımlar, Susan’ın muhteşem ailesini albümlere gömdü. Susan bütün sevgisini yeni ailesine Jerry ve Kâğıt Çocuk’a veriyordu. Molalarda onlara kuzenleriyle yaptıkları yaramazlıkları buruk bir gülümsemeyle anlatırdı. Jerry, Susan’ın yüzündeki ifadeye anlam veremese de onu tatlı tatlı dinlerdi.  Susan bu ikisini öyle seviyordu ki, sevgisi mümkün olmayan bir şeyi başarıyor sanki Jerry’yi insanlaştırıyordu. Tıpkı Geppetto ustanın Pinokyo’ya yaptığı gibi. 

Helen

Bütün kadınlarda, hayatın sorumluluklarını yalnız yürütmeye çalışmak yüzünden büyük bir yorgunluk vardı. Bezginlik neredeyse fiziksel bir varlığa dönüşmüştü. Ailesinde sağ kalan erkek birey olanlar şanslı addediliyordu. Şef Helen bu bunalımı, şeflik sorumluluğu da üstüne eklenince daha fazla hissediyordu. Bir yandan hayatındaki zorlukları, sorumluluklarını paylaşabileceği bir erkek olsa daha kolay atlatabileceğine inanırken diğer yandan erkeklerin sorumluluklardan kaçmak için her türlü numaraya başvurabileceğini düşünüyordu. Erkeklerin bir yerlerde saklandığı, kılık değiştirdiği gibi takıntılı teorilerini her yerde anlatıyordu. Helen gibi hisseden başka kadınlar da vardı. İşin kötüsü erkeklerin genel tavrı bu teorileri doğruluyor gibiydi. Felaketlerden sonra sağ ve az kalan erkekler günlük hayata karışmaktan, kendilerini yorup sorumluluk almaktan kaçınıyordu. Toplumun geneli bunu destekliyor, nüfus oranı düzelene kadar erkeklerin korunup kollanması ve onlardan çok şey beklenmemesi gerektiği düşünülüyordu.    

Aslında Helen’in komplo teorilerinin ardında gizlenen bir gerçek vardı. Virüs gelmeden önce nüfus dengelerini değiştirmeye başlayan olaylar sırasında Helen babası ve erkek kardeşini kaybetmişti. Bir sabah kardeşiyle odalarında, anne babalarının bağrışmalarına uyanmışlardı. Annelerinin, “Bu tuhaf zamanda maça gitmeseniz olmaz mı? Ya size bir şey olursa?” sözlerine babaları, “Saçmalama, oğlumla salgın başlamadan önce son bir maça gitmek istiyorum. Ne var bunda?” diyerek itiraz ediyordu. Gergin bir kahvaltının ardından baba, oğluna gidip hazırlanmasını söyledi. Anne gözleriyle sitem ediyordu ama başka bir cümle sarf edecek gücü kalmamıştı. Baba oğul hazırlanıp çıktılar ve bir daha dönmediler. O gün stadyumda bir sosisli tezgahındaki tüpler patladı. Çok sayıda insan hayatını kaybetti. Helen’in annesi oğlunun bedenini teşhis etti ama iyi durumda olmayan cesetler arasında eşini bulamadı. Anne kızın hayatları alt üst oldu. Helen kardeşinin son bakışını aklından çıkaramazken anne de eş ve evlat acısının yanında eşiyle aralarında geçen son konuşmanın kavga cümleleri olmasını hazmedemiyordu. Kayıpları ortak olmasına rağmen akıl sınırlarını zorlayan acılarını tek başlarına yaşıyorlardı. Herkes kabuğuna çekilmişti. Helen sık sık ağlama krizleri geçiriyor, anne kendi kendine konuşurken dalıp gidiyordu. Helen’le arasına bir duvar örmüş, onunla hiç iletişim kurmaz olmuştu. Üstüne virüs dönemindeki yalıtılmışlık, acılarını daha da sert ve uzun yaşamalarına sebep oldu. Hayatın ve annesinin sorumluluğu Helen’in genç omuzlarına kalmıştı. Bu ağır sorumluluk Helen’i yıpratıyordu.

Virüsten sonra birçok ailenin Helenlerinkine benzer kayıplar yaşamış olması -garip ama- anne kızı rahatlattı. Belki de birileriyle birlikte matem tutmak iyi gelmişti. En azından hayatın rutinlerini sürdürebilir hale geldiler. Ama etraflarındaki tuhaflıklar bitmemişti. Bazı sabahlar evlerine birinin girip çıktığından şüpheleniyorlar, annesi Helen’e kendisini uyurken birinin izlediğini hissettiğinden bahsediyordu. Bir gece Helen uyumaya çalışırken susadığını fark etti. Odasından çıkıp mutfağa giderken karanlıkta bir gölge gördü. Bütün cesaretini toplayıp ışığı yaktığında babasıyla yüz yüze geldi ve küçük bir çığlık attı. Helen’in sesine annesi uyanmış, kocasını karşısında bulunca bir çığlık da o atmıştı. Babası stadyumdaki felaketten kurtulmuş, karısı ve kızıyla yüzleşmeye cesaret edememişti. Evden ayrı giriş çıkışı olan bodrum katına sığınmış orada sessizce yaşamaya başlamıştı. Zaman zaman yukarı geliyor ihtiyacı olan erzakı alıyordu. Matemlerine gömülen Helen ve annesi bodrum kata inmeyi zaten akıllarından bile geçirmemişlerdi. Helen daha fazla dinlemek istemiyordu. “Bu zaman boyunca sağ, iyi ve aşağıda mıydın? İnanamıyorum!” diye bağırarak tuhaf tuhaf gülmeye başladı.

Helen’in Teorisi

Bir sabah Susan, ince yüz hatlarına rağmen Jerry’nin ve Kâğıt Çocuk’un üzgün ve telaşlı göründüklerini fark etti. Jerry birkaç gündür konuşmaları gerektiğini söyleyip duruyordu. İlk molasında Kâğıt Çocuk’la bir masaya yaslanmış duran Jerry’ye sıkıntısını sordu. Ataş Çocuk dertlerini nasıl anlatacağını soran gözlerini önce Kâğıt Çocuk’a sonra Susan’a dikti. Ayak yerine kullandığı ataş uçlarına doğru bakarken durumu en iyi nasıl anlatabileceğini düşünüyordu. Kâğıt Çocuk da pek yardımcı olmuyordu. Susan konuşmasını teşvik etmek için, “Ofiste sizi üzen biri mi var?” diye sordu. Bunun üzerine Susan’ın kendisini sandığından kolay anlayacağını gören Jerry, “Helen, ofis şefimiz, benim gerçek bir ataş çocuk, Kâğıt Çocuk’un da kâğıt çocuk olmadığını düşünüyor” dedi. Susan, “Nasıl yani? Bu çok aptalca… Kâğıt Çocuk gerçek bir kâğıt çocuk, Jerry sen de gerçek bir ataş çocuksun” diye gereksiz yere itiraz etti. Jerry, çaresizce tekrarladı “ben biliyorum o bilmiyor”. Helen’in takıntılı ruh halini hatırlayınca siniri bozulan Susan gülüyor gibi bir ses çıkarttı. Onun kendisine inanmadığı için güldüğünü düşünen Jerry, daha da irileşen gözlerini devirerek tekrar denedi: “Helen galiba bizim kemer takan erkekler olduğumuzu zannediyor. Herkesten saklanmak için ataş çocuk ve kâğıt çocuk gibi davrandığımızı söyledi. Bundan çok emin.” Susan, kulaklarına inanamayarak, “Bunu nereden çıkarttın?” diye sordu. Jerry, Helen’in kendisini sorguladığı ana dönmüştü. Titreyerek, “Bana pantolonum, kemerim olup olmadığını sordu. Olmadığını söyledim. Verdiğim her cevaptan sonra gülerek kafasını salladı. Sonra ‘Yeter! Saf numarası yapma, aslında ikinizin de erkek olduğunu biliyorum’ diyerek kötü bir kahkaha attı” dedi. Sonra koca gözlerini Susan’ınkilere dikip “Susan, bizim hiç pantolonumuz yok. Ben Helen’e doğru söyledim” diye ekledi.

Helen’in kendisini teorilerine nasıl adadığını bilen Susan, Jerry’ye bir çözüm bulacakları sözünü verse de çözüme dair hiçbir fikri yoktu. Önce Helen’in ağzını yoklayıp onu teorisinin en azından Jerry ve Kâğıt Çocuk için doğru olmadığına ikna etmeyi deneyecekti. Eğer bunu başaramazsa son çare onları ofisten, Helen’den kaçırmak olacaktı. Ama nasıl?

Susan sonraki molasında Helen’in yanına gitti. Helen molalarında bile meşgul olurdu. Neyle uğraştığını kimse bilmiyordu. En meşgul anlarında bile ofisteki kontrolünü kaybetmemek için gözlerini sürekli çalışanların üstünde gezdirirdi. Susan’ın kendisine yaklaştığını görünce kötücül bir şekilde sırıttı. Susan, Jerry’nin şefle konuştukları anı hatırladığında neden titrediğini anlamıştı. Helen, soğuk bir sesle, “O geri zekâlı ataş bozuntusunun sana geleceğini biliyordum. Direnmeyin, onu bana ver. Hepimiz için en iyisi bu!” diye tısladı. Susan, arkasını dönüp kaçmamak için kendini zor tutuyordu. Zaman kazanmaya çalışarak anlamamış gibi yapınca Helen, “Numara yapma boş yere! Jerry dediğiniz uyanığın da arkadaşının da gerçekte erkek olduğunu biliyorum. İki erkeğin birden böyle bayat bir taktikle sorumluluklarından kaçmalarına göz yummayacağım. Kâğıt olandan çok emin değildim ama ataş olan, gerçekten erkek olmasa ona Jerry demeniz için bu kadar ısrar eder miydi? Onları yarın akşama kadar bana ver yoksa raporumda geri dönüşüme gönderilmelerini tavsiye edeceğim. Hadi işinin başına dön!” Geri dönüşüm sözünü duyan Susan, Helen’i ikna edemeyeceğini anladı.

Aklına gelen tek planı -plan sayılmazdı ama- uygulamaktan başka çaresi yoktu. Ofisten bir şekilde kaçacaklardı. Jerry ve Kâğıt Çocuk’u fotokopi çektirmek bahanesiyle yanına çağırdı. Kısık sesle anlattığı kaçış planı Jerry’yi yine titretirken Kâğıt Çocuk’un solan rengi anlaşılmadı bile. Hiçbir şeyi hesaplamamıştı. Helen’i nasıl atlatacaklar, ofisten çıkınca ne olacak, çocukları nerede saklayacak, sonra kendisi ne yapacak? Tek hedefi Jerry ve Kâğıt Çocuk’u buradan çıkarmaktı. Helen’i gözleyecekler arkasını döndüğü ilk fırsatta yangın çıkışından kaçacaklardı. Helen sanki beklendiğini biliyormuş gibi çok geçmeden bir şeylerle meşgul olmaya daldı. Susan bunun bekledikleri an olduğunu düşündü. Arkadaşlarına işaret verdi. Hep birlikte kimseye belli etmeden yangın çıkışına doğru yavaş yavaş ilerlediler. Hedeflerine yaklaşmışlardı ki tok bir cam kırılma sesinin ardından yangın alarmı çalmaya başladı. Hepsinin başları alarmın bulunduğu yöne döndü. Helen’i elinde küçük kırmızı çekiçle alarmın camını kırmış ve kolu aşağı indirmiş halde gördüler. Yüzünde o tuhaf, deli sırıtış vardı.

Susan, alarmın yine de kaçmalarına yarayabileceğini düşündü. Sonuçta bu kadar kâğıt işi yapılan ofisin hayati bir yangın protokolü vardı ve bunun uygulanmasına Helen bile engel olamazdı. Kısa sürede ofisin içine bir telaş hâkim oldu. Herkes oraya buraya koşturuyor, birbirine çarpıyor, bir yerlere takılıp düşüyordu. Islanan asma tavan parçaları yerinden düşmeye, gizledikleri kablolar ortalığa dökülmeye başladı. Sarkıp kopan kablolar, yangın söndürücülerden püsküren su yüzünden kısa devre yapıyor, etrafa kıvılcımlar saçıyordu. Sandalyeler devriliyor, masalar yerinden oynuyor, üstlerindeki evraklar, bilgisayarlar, yazıcılar su içinde kalıyordu. Yangın alarmındaki elini hala orada tutan Helen, “Bu alarmdan korkmanıza gerek yok. Erkek olun, kurtulun!” diye bağırıyor, Susan’ın ani gelişen planı yerine her adımı hesaplanmış asıl planı kendisinin yaptığını gösteriyordu.      

Ofiste manzara karmakarışıktı. Alarm, asansörleri devre dışı bıraktığı için, ıslak insanlar korku ve telaşla merdivenlere hücum ediyor, bazılarının ayağı kayıp düşüyor, düşenler eziliyordu. Bir yerini çarpıp yaralananlar başlarını, kollarını tutuyor ya da topallayarak çıkışa ulaşmaya çalışıyordu. Bütün bu dehşetin içinde, iki kadın ve bir ataş çocuğun oluşturduğu daha da tuhaf bir grup, kaçışıp duran insanlardan, asma tavandan fışkıran sulardan, yanıp sönen floresanlardan bihabermiş gibi tam ortada öylece duruyordu. Susan şaşkın ve üzgün, Ataş Çocuk ise gözleri dehşetle büyümüş, kollarını bir şeyi kucaklamak istercesine iki yanına açmış vaziyette yere bakıyordu. Helen’se deli bakışlarını aynı noktaya dikmiş çılgınca gülüyordu. Tuhaf grubun baktığı yerde, suların içinde, artık ne olduğu anlaşılmayan, çektiği su yüzünden şeklini kaybetmiş bir hamur yığını vardı. Kâğıt Çocuk’a boş gözlerle bakan Jerry, bunun ağlanması gereken bir durum olduğunu biliyor ama ağlayamıyordu. O sadece kendisine Jerry denmesinden hoşlanan sıradan bir ataş çocuktu.

Esra Özer Duru, Ankara, 20.04.2021. 

25 Ocak 2021

ODADA BİRİ VAR

Aniden gözünü açtı. Uyurken birinin ona baktığını hissetmişti. Karanlıkta kimseyi göremedi. Kalbi korkuyla atıyor, gözleri karanlığa alışınca karşısında birini görmek fikri aklını zorluyordu. Gözünü hemen geri yumdu. Eğer odada biri var ve kendisine bakıyorsa iyi niyetli olamazdı. En iyisi uyuyor numarası yapmaktı. Hırsızsa “ne istiyorsa alsın, gitsin” diye düşündü. “Komodinin üstüne kıymetli bir şey bıraksaydım keşke! Odada oyalanmadan alır giderdi.” Sahiden öyle mi olurdu? Kalbinin sesi kulaklarında çınlıyordu. Odadaki kişinin bunu duymasından korktu. Nefes alma ritmini uykudaymış gibi tutmaya çalışarak yatışmayı denedi. Şimdi yatakta kıpırdanırsa ya da uyandığını belli ederse adamı işkillendirmek tehlikesi vardı. Onun için gözlerini yeniden açamıyordu. Ne vardı hafif uykulu olacak? Sabah uyandığında durumu fark etse, şu korkuyu yaşamasa…

Adamın odadaki varlığına odaklanmaya çalıştı. Nefes alıp verişini, pantolonunun hışırtısını, halıda gezerken çıkaracağı sesi duymayı denedi. Sesleri duysa bir sıkıntı, duymazsa başka bir sıkıntıydı. Duyamazsa emin olmak için gözünü açması gerekecekti. Kalbi boğazından dışarı çıkacaktı neredeyse! Gözünü açmamaya çalışırken, içinde uyanmasına sebep olan “yüzüne dik dik bakılması” hissini araştırdı. Bir yandan bunu tuhaf buldu. Normalde bir şeyden korktuğunda üstüne gider, korktuğu yeri kontrol eder, huzursuz eden sesi araştırırdı. Ama bu duygudan kurtulabilmesi için ille korkulacak bir şey olmadığını anlaması gerekirdi. Bir haşere öldürmek gerekince ilaçla değil, terlikle öldürmeyi tercih ederdi. Biriyle tartışınca ona olanları açıklamak ister, yanlış anlaşıldığı her seferde konuşarak durumu düzeltebileceğini sanır, kitap okurken önemli yerlerin altını çizerdi. Biraz sağlamcıydı.

Hırsızın pantolonunun sesini duymayı yeniden denedi. Acaba pantolon kot muydu, kadife mi? Bu kumaşların kendine has bir sürtünme sesi oluyordu ve özel bir yürüme biçimi geliştirilmezse yürürken ses çıkarırdı. Fitilli kadifeyse ne yaparsa yapsın mutlaka ses çıkardı. Onları da ütülemek pek zor oluyordu. Ütü, fitilleri yatıştırınca hep sinir olurdu. Düz kadifeyi arkasından ütülemek gerekirdi, yoksa 80’lerin taverna şarkıcılarının parlak kumaşlı takım elbiseleri gibi parıl parıl olurdu. Düz kadife, yürürken belki ses yapmayabilirdi. Kotsa o da ayrı. Taşlanmış kot muydu ki? Birkaç yıl önce kot taşlama işçilerinin sesini duyurmak için düzenlenmiş bir toplantıya katılmıştı. İşçilerin uzun ve yorucu mücadelesi ses getirmiş, kotlar kum püskürtülerek beyazlatılmaktan vazgeçilmişti. Şimdi kimi mağdur eden bir işlem uygulanıyordu acaba? “Belki de üstünde eşofman vardır” dedi. Eşofman en rahat ev giysisiydi. Korona yüzünden evden çıkmayı unuttuklarından beri eşofman herkesin asli kıyafeti olmuştu. Diz verince güzel görünmüyordu ama sıcak ve rahattı. Şimdi eşofmanlara cep dikmiyorlardı. Ne saçma, cebi olmayan eşofman mı olur? İçinden, “Hırsızın eşofmanı ceplidir herhalde” diye geçirdi. Korona deyince aklına gündüz okuduğu haber geldi. Danimarka’da kürkleri için beslenen bir sürü vizon koronaya yakalandıkları için itlaf edilmiş. Zavallı hayvanlar itlaf edilmeseler kürk olacaklarmış zaten.

Adam uzun zamandır odada olmalıydı, kulak kabarttı ama sesi çıkmıyordu. Kımıldamadan yatayım derken omzu ağrıdı. Yastıktan oluyordu biraz. Kendine uygun bir yastık arıyordu ne zamandır. Sosyal medyadan önüne değişik değişik yastık reklamları geliyordu. Bırak girdiği siteleri, gittiği yerleri takip etmeyi, zihin okuyordu bunlar. “Aklından geçir, önüne getirsinler. Yastıkla ilgili bir arama falan yaptım mı acaba?” diye düşündü. Çoğu zaman insan kendisi ekmek kırıntıları bırakıyordu. Onlara sadece takip etmek düşüyordu. Bir keresinde vişne/kiraz çekirdeklerinden doldurulmuş bir yastık görmüştü. Çekirdekler, omuzlara, boyna masaj yapıyor, hatta yastık ısıtılırsa sıcak su torbası işlevi görüyordu. Bir dizide adli tıp doktoru, otopsi yaptığı ölülerin boyunlarından çıkardığı kalıplarla çok iyi bir yastık yapıyor, patentiyle milyoner oluyordu. Daha önce birileri kaz tüyünden yastık önermişti. Ama yastık, yorgan ya da mont dikmek için kullanılan tüylerin kazlardan diri diri yolunduğuna dair bir video görüp vazgeçmişti. İyi yastık önemliydi. Herkes bunu önemsiyor olacak ki, yatınca başının, yüzünün şeklini alan çok pahalı bir yastık tanıtımı görmüştü, yastık yaşlandırmıyordu. Aklından, “Aslında sekiz saat uyunduğu düşünülürse mantıklı” cümlesi geçti.

Olmaz ya, yeni hikâyesi için bir fikir geldi. Tam elini yorganın altından çıkarıp komodinin üstünde duran not defteriyle kalemine uzanıyordu ki adamı hatırladı. Bunu yaparsa uyuyor numarasına devam edemezdi. Defteri de bitmek üzereydi. Yazarken ışık yanan kalemler var mıydı? Çünkü karanlıkta not almak çok zor oluyordu. Genellikle ışığı yakmaya üşenmek, fikrin kaçmasını göze almaya galip geliyordu. Nasıl formüle etseydi de sabah olunca hatırlasaydı. Bir keresinde kuzeniyle çok komik bir fıkrayı anahtar kelimelerle hatırlama denemesi yapmışlardı. Sonra fıkrayı unutmuşlar anahtar kelimeler kalmıştı. Fıkra hala kayıptı. Bu arada fikir tuhaf bir şeydi zaten. Sabaha aynı fikri hatırlasan bile aklına geldiği ilk anki kadar güzel olmuyordu. Belki zaten güzel değildi de uyku sersemi mi güzel geliyordu?

Saat kaç olmuştu? Adam aradığını bulmuş muydu? Odanın hangi köşesinde, uyandığına dair bir ipucu bekliyordu? Saatin kırmızı ışıklı ekranını görebilmek için gözünü açması ve başını yastıktan biraz kaldırması gerekiyordu. Adam uyandığını kesinlikle anlardı o zaman. Uyurken en ufak bir ışığa dahi tahammülü yoktu. Bir yerden bir ışık sızdı mı uyku kalitesi düşüyordu. Ama saatin göstergesindeki kırmızı ışıktan rahatsız olmuyordu. Film yıkarken bir aşamadan sonra karanlık odada kırmızı ışık yakılabildiğini hatırladı. Belki bu renk ışık, filme zarar vermediği gibi göz kapaklarından içeri sızmıyordu. Karanlık odada çalıştıkları zaman ne kadar gençtiler. En ufak bir aksaklık dünyanın sonu gibi görünürdü gözlerine. Kötü geçen finaller, açıklanmayan vizeler, zorunlu derslerle aynı saate konduğu için seçemedikleri “seçmeli” dersler… Şimdiyi düşündü. Dünya, salgın bir hastalığın elinde kırılıp dökülüyordu. Çok sayıda insan hastalıktan ya da yan etkileri yüzünden hayatını kaybetmiş, milyonlar eve hapsolmuş, çocuklar evden eğitim görmeye başlamış, insanlar evden çalışır olmuştu. Neyse her şeyde bir şükür vesilesi bulunabilmeliydi.

“Gözümü açsam adamla burun buruna gelsem!” diye geçti yeniden aklından. Pijaması usturupluydu da başı açıktı, o ne olacaktı? Başörtüsü ayak ucundaki pufun üstünde duruyordu. Yastığın altına mı koysaydı acaba bundan sonra? Deprem olduğu zaman bir süre öyle yapmışlardı. Herkes pijamasını aniden dışarı kaçmaya uygun hale getirmiş; başörtüler, pardösüler bir süre ayak ucunda baş ucunda gecelemişti. Anneannesini hatırladı. Yatarken ince, beyaz bir tülbentle başını kundak yapardı. Bundan sonra öyle mi yapsaydı acaba? Deprem olur, eve hırsız girer falan, tedbirli olmak lazım. Gerçi anneannesi melekleri düşünerek kapatırdı başını ya… Neyse! Melekler niye durmuyordu acaba? Normalde eğer evlerimize falan geliyorlarsa, ki günahımızı, sevabımızı yazmak için sağ ve sol omuzlarımızda duranlardan pay biçersek, en az iki melek bütün gün bize eşlik ediyordu; o zaman başımızın açık olmasının bir önemi yoktu. Ne diyordu ya? Adam evine girmiş, mahremiyetini ihlal etmiş, başına daha ne gelebilir belli değildi… “Tövbe tövbe!”

Bir hışırtı duymuştu sanki! Adamın ayak sesi miydi, pantolon hışırtısı mı? Acaba içeri çorapla mı girmişti? “Hırsız ayakkabısını niye çıkarsın? Adam hırsız! Evi kirletmeyeyim der mi?” diye düşündü. Evden biri uyansa çorapla nasıl kaçacak? Bir de DNA bırakacak üstelik ayakkabıyı çıkarırsa. Çok ilerledi adli tıp. Geçenlerde, neredeyse zaman aşımına uğrayacak bir davada katil bulundu ailenin içi rahat etti. 

“Nerede bu adam, başka odaya mı gitti?” Burada gözünün önünde kalsa iyiydi. Yani gözü açık olmasa da… Çocukların odalarına gitmesindense… Evden çıkmış olabilir miydi acaba? Uyuyamayınca tuvalet ihtiyacı ortaya çıkıyordu. Uyurken fark etmiyordu insan çişinin geldiğini, gözünü açınca hemen tuvalete gitmek gerekiyordu. E nasıl gidecekti şimdi tuvalete? Biraz daha dişini sıkarsa belki adam giderdi. Klozetin sifonu da su kaçırıyordu sürekli. En gıcık olduğu şey! Su en kıymetli hazine! “Usta getirirsin, ‘sifon bozuk’ dersin, ‘sifon değil rezervuar o’ der. ‘İyi rezervuar bozuk’ dersin, dünyanın parasını ister, bir de onca alet edevatı sökmeye üşenir. Bir kere de ben baktım, sanki uzay üssü yapmış adamlar. Su tasarrufu yapayım diye pet şişe sokarken mi bozuldu acaba?”

Hırsızın maskesi var mıydı ki? Hani filmlerde başlarına çorap takıyorlar falan, o da maske yerine geçer miydi? “Sonra da uğraş dezenfeksiyonla… Oldu, adam sana korona bulaştırmayayım diye maskeli girmiş eve!” Eve biri girdiyse zaten mecbur temizlik yapılacaktı. Maskeli-maskesiz fark etmezdi. Hayvanların bölgelerini işeyerek, koku bırakarak işaretlediği gibi insanlar da temizleyerek işaretlemiyor muydu? “Polis gelsin gitsin sonra yaparız temizliği” dedi. Parmak izi ararken her tarafa o tozdan sürüyorlardı. Onlar da temizlenir bir kerede çıkardı.

Kulaklarına uzaktan bir ses gelmeye başladı. Sabah ezanı okunuyordu. Mecbur namaza kalkacaktı. Adam uyandığını anlasa da yapacak bir şey yoktu. Hem girdiği her evde bu kadar duruyorsa, böyle hırsızlık mı yapılırdı? Korkuyla, ürpertiyle kalktı. Kendi yatak odasının güvenli ortamında biriyle karşılaşmak fikrinin dehşeti bütün benliğini sarmıştı. Yine de abdest almak için tuvaletin ışığını yaktı. Düşen ışıkta odaya şöyle bir göz attı. Adam madam yoktu. Aslında bunca zamandır güvende olduğunu bildiği için yatakta kalabilmişti. Ne olacaktı bu huyu? Uçuk adam Osho’nun Korku kitabında geçen hafta bir Zen hikayesi okumuştu: Adam karanlıkta taşlı bir yolda yürürken düşer. Düşerken bir dalı yakalar ve kendini kurtarır. Karanlıkta etrafını görmeye çalışır ama görebildiği tek şey dipsiz bir uçurumdur. Etrafa seslenir ve hiçbir karşılık alamaz. Bütün gece dalda asılı, korkular içinde, kolları uyuşmuş, üşümüş halde sabah olmasını bekler. Günün ilk ışıklarıyla aşağı bakar ve gülmeye başlar. Uçurum falan yoktur. On beş santim altında bir düzlük vardır. “Korku on beş santimden daha derin değildir. Şimdi ister bir dala tutunup tüm yaşamını kabusa çevir, istersen o dalı bırak ve ayaklarının üzerine bas. Sana kalmış!”

Esra Özer Duru, Ankara, Aralık 2020.

Taze Taze Hikâyeler

BEKLEME ODASI

Mart ayı ortalarıydı. Hava, okullardaki mevsim tablolarında her zaman bahara dahil edilmesine rağmen, yıllardır rolüne direnen bu aya yakışı...

Yeni Yazılardan Haberdar Olun

Kaçırmayın!