03 Eylül 2022

KİNTSUGİ GİBİ HELALLEŞEBİLİR MİYDİK?

Japonların kırılan porselen ya da seramik eşyalarını altın, gümüş ya da platinle birleştirmeye dayanan Kintsugi isimli bir sanatı var. Bu sanata göre, yıllarca kullanılmış; bilgi, tecrübe, anı biriktirmiş eşyalar, yeni eşyalardan daha değerli. Dolayısıyla kırık ve çatlakları görünmez bir şekilde yapıştırmak yerine yapıştırma yerlerini altın, gümüş, platin gibi maddelerle kaplamak, onların kıymetini arttırıyor. Böylece o eşyaya her baktığınızda anılarını, değerini hatırlayabiliyorsunuz. Kintsuginin felsefesi ise, “insan yaşadığı iyi ya da kötü olayların bir bütünüdür. Onun için her tecrübe değerlidir ve hatırlanmalıdır”.

Helalleşme kavramı son günlerde oldukça gündemde. Bu kavram düşünüldüğünde özür, tövbe, telafi de akla gelen diğer kavramlar. Millet olarak helalleşmeyi önemseriz hatta bazılarımız için helalleşme alışkanlıktır. Yola gideceğimiz zaman gidip aile büyüklerinden, komşulardan, akrabadan helallik alır, yolculuğumuza öyle başlarız. Helalliğin gönül rızasıyla olmasını isteriz. Öyle ki hak kavramını ilk öğrendiğimizde arkadaşımızın aleyhinde konuştuğumuz her sefer hakkını helal etmesini isteriz saf saf. Yani bizim helalleşmelerimiz genellikle yanlışlıkla yapılan ya da istemeden sebep olunan zahmete, verilen üzüntüye dair olur.

Diğer yandan kavram olarak helalleşme bana hep ilginç gelir. Özellikle “bilinçli kötülük” olduğunu düşündüğüm durumlarda helallik istenmesini manasız bulurum. Çünkü böyle durumlarda, bir kurnazlık hissederim. Bu kurnazlık, Allah kandırılamayacağına göre, muhataba karşı olur. “Ben senin haklarını ihlal ettim. Bunun için çok da pişman değilim ama bu arada ölürsek falan bir helallik almış olalım. Sonrasına bakarız” dermiş gibi… Kayınvalidenin gelininden, gelinin kayınvalidesinden, komşuların, eşlerin, arkadaşların birbirinden helallik istemesi eğer kalıcı bir değişim yoksa “top çevirmek”ten öte gitmez. Hakkını gasp ettiğimizi düşündüğümüz kişinin iyi niyetinden faydalanıp hangi haklarını ihlal ettiğimizi telaffuz dahi etmeden yapılan bu eylem göstermeliktir sadece. O yüzden ben “kamu davası”na inanırım. Hakkı yenen kişi yüzüne yüzüne hakkının yendiği ima edilerek helal etmesi talep edilince genellikle şaşkın şaşkın helal eder. Helalleşmeye sebep olunan eylemlerin kendisinden neler götürdüğünü, uzun vadede ne bedeller ödediğini bilmez bile. Allah’ın “el Adl” (mutlak adil, çok adaletli) oluşu hem önemli bir kontrol mekanizması hem de ne büyük ferahlıktır bu durumlarda.  

Çocukken bir kabahat işlediğimizde, kötü bir söz söylediğimizde annemizden, babamızdan özür dilerdik. Anneler babalar bu özrün kalıcı değişimi getirmeyeceğini bilirlerdi. Anneannemin böyle durumlar için bir yedek planı vardı. Suçumuz yakalanınca ve biz özür kıvamında yalvar yakar olurken, “Tövbe de!” derdi. Biz “tövbe!” deyince “Tövbeler tövbesi de!” diyerek bombayı patlatırdı. Yani tövbe edip yine bozduğumuz tövbeler için daha büyük bir tövbe ederdik. Bu anneannemin İslam’daki “nasuh tövbe” kavramına yakın bir uygulamasıydı sanırım. Helalleşmenin çocukluk versiyonuydu. Yetişkinliğin kişiye karşı işlenmiş suçlardaki özrü, Allah’a edilen tövbesi ise beraberinde helalleşme getirmeli.

Helalleşme; bir devletin, elitin, zümrenin ya da hareketin, kendi vatandaşlarına veya sömürdüğü halklara karşı yürüttüğü politikalar neticesinde verdiği acıların affını dilemek istediğinde doğru bir kavram mı emin değilim. Çünkü onlarca yıl önce çekilen acının bugünkü değer kuru üzerinden bir bedeli yok. Kaybedilmiş hayatlar, yok olmuş milletler, diller, çalınmış kültürel hazineler, topraklar için kim, hangi hakkı, nasıl helal edebilir? Özür mutlaka dilenmeli ve bunun doğal bir sonucu olarak telafi için de çaba gösterilmeli ama helalleşme nasıl olacak bilmiyorum. Üstelik bizdeki sınırlı helalleşme önerisi bile bu haliyle tepkiye sebep oluyor. Bu da önerinin genel bir toplumsal değişimin sonucu olmadığına işaret ediyor.   

Keşke Kintsugi sanatında olduğu gibi, kırılıp incindiğimiz yerleri altın, gümüş, platinle onarabilseydik. Kırgınlıklarımızı hatırlardık ama helalleşmeler, özürler onları daha kıymetli hale getirir, daha adil, saygılı ve mutlu bir toplum olma yolunda aldığımız mesafeyi hatırlatırdı.

Esra Özer Duru, 20.11.2021, Ankara. 

https://hertaraf.com/haber-kintsugi-gibi-helallesebilir-miydik-esra-duru-7999

01 Temmuz 2022

KÖPEĞİ KAYBOLAN HAFIZA

Telaşla gözlerini açtı. Alarm çalmamıştı herhalde. Çocukları okula göndermesi gerekirken uyuyakalmıştı. Yerinden fırladı. Ama kalkmasını engelleyen bir şey vardı. Sanki her yeri tutulmuştu. Kolları açılmadı, beli doğrulmadı. Çocuklar, ev, yatak, yastık, saat, alarm? Hiçbiri görünürde yoktu. Tarla gibi bir yerde, gri gökyüzünün altındaydı. Tekrar “okula geç kalacaklar!” diye düşündü. “Kim okula geç kalacak?” “Çocuklar!” “Neredeler?” “??” Hafızasını sondaj yaparcasına kurcaladı. Çocukların nerede olduğunu, kendisinin buraya nasıl geldiğini, dün ne yaptığını, en son ne yediğini hatırlamaya çalıştı. Başının içi de gökyüzü gibi sisli ve griydi.

Kalkmaya bir kez daha yeltenince ellerinin yerinde patiler olduğunu ve sadece emekler pozisyona geçebildiğini gördü. Bu, sandığı gibi bir tutulma değil, ne yazık ki doğal duruştu. Rüyada olup olmadığını anlamak için başını iki yana sallayınca kulakları gözlerine çarptı. Şimdi telaşı çocukların servisi kaçırmasından başka bir şeye dönüşüyordu. Suratına dokununca burnunun, ağzının ve çenesinin farklı olduğunu anladı. Yüzü tüylü, burnu ıslak, kalkık ve yuvarlak, ağzı bütün çenesine yayılacak kadar geniş, dişleri çok sayıda ve sivriydi. El yordamıyla kendisini tanımaya çalışırken ait olduğu yerde pek durmadığı anlaşılan dili ağzından çıkıp burnuyla birlikte geniş bir bölgeyi yalayıverdi. İçindeki bu karmaşanın aksine arkasında neşeyle hareket eden kuyruğa ne demeliydi? Kuyruğun kendi aklı olmalıydı. Aslında tüm bedeni hareket halindeydi. Kuyruğu, salyası, dili… Sallanıyor, akıyor, yalanıyordu.

Dört ayağının üzerine doğrulunca tüylerinin toz ve ot dolduğunu fark etti. Tamamen doğal bir şekilde silkinirken, “Bu hareketler ne ya?” diye düşündü. Kırk yıllık köpek gibiydi. Acaba gerçekten kırk yıllık bir köpek miydi? Ne oluyordu? Kafka’nın Samsası ile aynı kaderi mi paylaşıyordu? Yoksa hep köpekti de yediği bir ot dokunmuş veya ne bileyim bunama nedeniyle hafıza kaybına falan mı uğramıştı? Aklında köpekliğine ya da insanlığına dair herhangi bir ipucu ararken tanıdık bir görüntü bulmak umuduyla sağına soluna baktı. Üstünde uyuyup uyandığı yer boş bir arsaydı. Arsanın çevresinde evler görünüyordu, pek kimse yoktu. Biraz uzakta, birkaç köpeğin daha uyku mahmurluğuyla esneyip gerindiğini fark etti. Belki onlar kendisini tanırlar, neden burada uyandığını, hafızasını bu kadar silen şeyin ne olduğunu bilirlerdi. Yanlarına gitti. Sabah sabah ortalarına aldıkları bir kemiği kemirmeye başlamışlardı bile. Anlam veremediği bakışlarla şöyle bir baktılar. “Günaydın Samsa!” dedi biri. Selam veren köpek üzerinden kışlık postunu atamamıştı. Orasından burasından tiftiklenmiş tüy yumakları sarkıyor, pasaklı görünmesine sebep oluyordu. Öbür ikisi daha kısa tüylüydüler, kış postlarından çabuk kurtulmuşlardı. Söze nasıl başlayacağını bilmediği için selamı başıyla aldı. Kemiğe pati atsın diye halkalarında biraz yer açtılar. Oynamaya niyeti olmamasına rağmen oturdu. Anlaşılan köpekler sözlü iletişime fazla ihtiyaç duymuyordu belki de Samsa konuşmayı pek sevmiyordu. Arkadaşları olduğunu varsaydığı bu köpekler, ona fazla yüz vermemişti. Nedense hareketlerinde kendisine karşı bir bıkkınlık, bezginlik sezdi. Hatta yaklaştığı sırada içlerinden birinin diğerinin kulağına “her gün aynı terane!” dediğini sandı ama emin olamadı. Kendisine ismiyle hitap eden köpeğe, “Ben kimim, neden buradayım? Neden köpek olduğum halde sabah çocuklarımı okula yetiştirmeye kalkıştım? Köpek işleri bana niye anlamsız görünüyor?” diye sormayı düşündü. Konuşacak takati olmadığını fark etti.

Bir süre daha oyalandıktan sonra arkadaşlarından ayrıldı. Tam “Bütün gün oturarak sorularıma cevap bulamam. Ne yapsam?” diye düşünüyordu ki kendisini köpek işleriyle meşgul buldu. Hareketlenen sokakta çocukları izledi. Geçen arabalara yanlarında koşarak eşlik etti. Yorulunca durduğu yerden havladı. Üst sokaktaki arabaların lastiklerini koklayıp imzasını attı. Parkın kenarına dökülmüş kuru mamalarla yemek artıklarını didikledi. Arkadaşlarının sabah oynadığı kemiğe benzer bir kemik bulup onu toprağa gömdü. İstemeye istemeye bir iki kedi kovalayıp tırmandıkları ağacın dibinde biraz bekledi. Bu işleri yaparken bir yandan da düşündü. Belli ki bir süredir devam eden bir döngüsü vardı. Aklında hayatına, kim olduğuna dair bilgiye benzer hiçbir şey olmamasına rağmen iç güdüleri tamdı. Belki hafızasını kaybetmemişti. Bu düşünce içini rahatlattı. Yine de sanki çok önemli bir şey unutuyordu.

Sırdaş

İnsanı sağken duymayan bir kedi olması hiç sorun değildi. Bembeyaz tüyleri ve mavi gözlerinin bir bedeli olan işitme kaybını sevgisiyle dengelemişti o. Aralarında özel bir işaret dili bile gelişmişti yıllar içinde. İnsanı ona ya gelip tatlı tatlı dokunur ya da titreşimleri hissedebileceği şekilde yere vururdu. Sessizliğini “iyi sır tutması”na yorar, ona “Sırdaşım!” derdi. Sırdaş kimseye duyduklarını anlatmaz, insanını ele vermezdi. İnsanı gittikten sonra bakımını devralan hayırsız yeğen itip kakmıştı onu. Duymayınca üstüne bir şey fırlatıyor, daha olmazsa gelip ayağıyla dürtüyordu. Sırdaş en çok, yattığı şeyi ileri geri çekiştirmesinden korkuyordu. Deprem oluyor gibi paniğe kapılıyordu. Bu şartlar altında evden kaçmaktan başka çare kalmamıştı. Yine de çok uzaklaşamadı. İnsanının hatıralarından ayrılmaya içi elvermedi. Onun bahçesi, pencere önü, eliyle çiçekler diktiği saksıların arkaları, yeğen evde yokken dinlendiği mekânlar oluyordu. Arada rastlaşırlarsa, hayırsız, sanki birileri onu izliyormuş gibi abartılı hareketlerle mama veriyor, vicdanını rahatlatıyordu. Halbuki Sırdaş’ın karnı nerede olsa doyardı. Kalmasının diğer sebebi insanından sonraki sevgili arkadaşı Samsa’ydı. İnsanıyla yaşadıkları sitenin yakınlarındaki boş arsada yatıp kalkan Samsa’yı küçüklüğünden beri tanırdı. Samsa ona yarenlik eder, konuşmadan anlaşırlardı. Ne demişti şair: “Yan yana duruşumuz bile bahar gibidir!” Beraber yolun kenarına uzanır saatlerce manzara izlerlerdi. Herkes bir kedi ile köpeğin böyle iyi anlaşabilmesine şaşardı. Samsa arabalara havlayıp bazılarının peşinden koşarken Sırdaş gevşemiş vaziyette yatar, bazen de tüylerini temizlerdi. Arkadaşı onu defalarca çılgınlar gibi peşinden gelen köpeklerden ya da hızla geçen arabaların altında ezilmekten kurtarmıştı. Samsa etraftaysa Sırdaş güvende olduğunu bilirdi.

Samsa’nın gıcık olduğu bir okul servisi vardı ki yaklaşırken köpekleri ayaklandırmak için kornaya basar, hepsinin havlayarak peşine düşmesini sağlardı. Şoför tuhaf bir zevk alıyordu bu durumdan. Samsa o çılgın şoförün bir nevi alarm olan kornalarını duyunca Sırdaş’ı patisiyle dürtüp uyarır, dikkatli olmasını sağlar sonra da çılgınlar gibi minibüsü kovalardı.

Bu sefer öyle olmadı. Bir kemikle oyuna dalan Samsa kornaları son anda duydu. Sırdaş’ı uyarmaya koşarken servisçinin direksiyon hakimiyetini bir an için kaybettiğini, Sırdaş’ın içlerinde uyukladığı otların üstünden geçtiğini gördü. Alarm çalmış, Samsa duymamış, Sırdaş geç kalmıştı…

Samsa

Akşama doğru aniden acı başladı. Kalbi parçalanıyordu. Dayanılır gibi değildi. İçinden yükselen acı çığlıklar boğazına sıra sıra düğümlendi. Gırtlağı taş gibi oldu. Yutkunamıyordu. Kim olduğunu unutturacak kadar şiddetli bir acı boğazına doğru tırmanıyordu sanki. Kusacak gibi, kalbini ve bütün organlarını tersine çalışmaya zorlar gibi. O anda bir köpek için doğal olan başka bir davranışı keşfetti. Acı içinde uludu. Durup dururken öylesine… Ağzını havaya dikip uzun uzuuun uludu. Diğer köpekler acıyarak ama biraz bıkkın ona bakıp kuyruklarını düşürdüler. Aralarında gizli bir sözleşme varmış gibi ağızlarını havaya dikip ahenksiz bir orkestraymışçasına uludular. Samsa ulurken hatırladı her şeyi. İçindeki acıyı hatırladı. Biricik arkadaşı Sırdaş’ı, Sırdaş’ın sessizliğini, yalnızlığını onun yalnızlığına katışını, yapması gereken tek şeyi ve sevgili Sırdaş’ın gidişini… Sahne sahne fotoğraflar, kısa filmler belirdi kafasında. Her şey öyle net; renkler, anlar o kadar canlıydı ki patisini uzatıp arkadaşına dokunmak istedi. Karşısında biraz kirli beyaz tüyleriyle, boncuk boncuk mavi gözleriyle duruyormuş, orada kendisini bekliyormuş, arkasını dönüp baksa görebilecekmiş gibi…

Hafızasının karanlık koridorları aydınlanmış, yapbozunun kayıp parçaları bulunmuştu. Samsa neden her gün, her şeyi unuttuğunu anladı. Sırdaşsız bir güne her uyandığında içinin nasıl acıdığını, günlerce “çok üzgünüm” diye nasıl dolanıp durduğunu, arkadaşlarının bir süre sonra ondan ve acısından nasıl bıktığını, Sırdaş’ın yokluğuna alışmaktan nasıl korktuğunu… Hepsini hatırladı. Bu acı ancak uykuya dalarsa dururdu. Sırdaş’ı bulduğu yere geldi. Yarın bu acıyı hatırlamayacağı birkaç saati olacaktı en azından. Önce sesli hıçkırıklarla ardından bebek gibi içini çeke çeke uyuyakaldı. Sonra… Telaşla gözlerini açtı. Alarm çalmamıştı herhalde. Çocukları okula göndermesi gerekirken uyuyakalmıştı. Yerinden fırladı. Alarmı mı duymamıştı acaba?

Esra Özer Duru, Ankara, 27.06.2022. 

22 Aralık 2021

SEVGİLİ GÖRÜNMEZ EMEĞİM!

Ünlü Japon yönetmen Hayao Miyazaki, daha önce ilan ettiği emekliliğini son bir animasyon yapmak için ertelediğini açıklamış. Miyazaki, animasyonlarında geleneksel Japon kültürünün unsurları vasıtasıyla modern hayatın sorunlarına eleştiriler yöneltiyor. Anladığımız kadarıyla özetlersek her şeyin (eşyaların, ağaçların, hayvanların…) bir ruhu olduğuna inanıyor ve mevcut sorunların insanın bu ruhla barışık yaşamamasından, dengeyi bozmasından kaynaklandığını, eninde sonunda sulh yapması gerektiğini savunuyor. Ben de bir süredir Miyazaki’nin yaklaşımından hareketle, Türkiye’de kadınlar dışında kalan hane bireylerinin “evin ruhu[1]” diye bir şeye inandığını düşünmeye başladım. Şöyle ki; aile bireyleri, “evin ruhu”nun evdeki bütün işlerin yanı sıra kendilerinin tek tek ve toplum içindeki hayatını kolaylaştıracak tüm organizasyonları yapmasını ama hallettiği işleri sayarak, göstererek onlar için yardım ya da karşılık bekleyerek kimseyi rahatsız etmemesini umuyor. Bu beklentilerin evin ruhunun fiziksel ve psikolojik sınırlarını zorladığını görmezden geliyor. Biraz filmin sonunu söylemek (spoiler) gibi olacak ama Miyazaki animasyonlarına baktığımızda “evin ruhu” kendisiyle uzlaşmaya gidilmezse bir noktada işleri tamamen içinden çıkılmaz hale getirebiliyor.

Evin Ruhunun Görünmeyen Emeği/İşleri

Öncelikle şunları belirtmekte fayda var; bu yazı kadınlar lehine ayrımcılık yapıldığı için değil, kaydı tutulmaya değecek oranda “ev erkeği/evde erkek emeği” ya da onlara dair yeterli veri olmadığından kadınlar üzerinden yazıldı. Şikâyet konusu haline gelen unsurlarda bahsi geçen erkekler tabii ki bütün erkekler değil, mutlaka istisnalar var ama istisnaların sayısı şimdilik genel tabloyu değiştirecek kadar göze çarpmıyor.

İkinci önemli konuysa evdeki haksızlıkları sadece feministlerin dile getirmiş olması nedeniyle yazının ekseninin de o yöne kaymış gibi görünmesi. Feministlerin bir kısmı, Marks’ı bütün ilişki biçimlerindeki doğallaştırıcılığı sorgulayıp onunla mücadele ederken, sıra görünmeyen emeğe geldiğinde bunu doğallık alanı olarak görüp kabullendiği için eleştiriyor. Doğallık alanından kasıt mesela hukuk stajyerinin yanında staj yaptığı avukatın kahvesini almasının, ofisteki bulaşıkları yıkamasının beklenmesi. Bu işler stajın parçası gibi algılanıyor ve yapılmadığında stajyerden hesap sorulabiliyor. Ev işlerini yapmanın kadınların doğasından kaynaklandığının düşünülmesi de böyle. En iyi aşçıların erkeklerden çıktığı fikri yaygınken evde yemek pişirmenin kadınların görev tanımında yer alması başka bir örnek olarak verilebilir. Diğer kesimlerin bu konuda söz söylemesini de yine bu doğallık tanımı güçleştiriyor. Evdeki adaletsiz iş bölümünü “aileye saldırı” değil, özel alandaki haksızlıklar çerçevesinde gören bir bakış açısı gelişebilseydi konu en azından bir yönüyle sadece feministlerin konuştuğu bir konu olmazdı. Belki böyle bırakılarak mücadele marjinalleştirmek isteniyordur.

İşler, cinsiyet temelinde oluşmuş toplumsal iş bölümünün iki temel düzenleyicisi olan ayrılma ve hiyerarşi ilkeleri doğrultusunda önce kadın ve erkek işleri diye ayrılıyor, sonra da hiyerarşik olarak kadın işleri daha az değerli görülüyor. Geleneksel anlamda zaten erkek işi olarak kodlanan inşaat şantiyelerinde, maden ocaklarında, ameliyathanelerde, görkemli ofislerde masa başında vs. yapılan işler daha değerli addedilirken, aile işinde, alışveriş merkezlerinde çalışanların, evlerinden ya da sağlıksız atölyelerden parça başı iş üretenlerin, bütün gün kimyasala maruz kalan kuaförlerin, temizlik işçilerinin, gün boyu ayakta duran tezgahtarların, çağrı merkezi çalışanlarının yaptıkları işler değersiz işler olarak nitelendirilip görünmez kılınıyor. Bunların bir kısmı, kendilerine atfedilen düşük statüye rağmen ekonomide ücret, sigorta, emeklilik gibi verilerle kayıt altına alındığı için tam olarak görünmez sayılmıyor. Asıl “görünmeyen emek”, dışarıda değil evde üretildiği için herhangi bir ekonomik girdiye/çıktıya tekabül ettirilmeyen, bu nedenle daha da değersiz görülen, aynı zamanda kadın işi olarak tarif edilen ev işleri oluyor.

Daha detaylı bir şekilde açıklamak gerekirse, çalışan insanların kendilerini her gün yeniden üretebilmesi ve ertesi gün işinin başına yenilenmiş olarak geçebilmesi için ayrı bir emek harcanması gerekiyor. Bu emeğin kapsamına, çalışan kişinin çamaşırlarının yıkanması, yaşadığı alanın temizlenmesi, nevresimlerinin değiştirilmesi, yemeğinin pişirilmesi, derdinin dinlenmesi gibi işler giriyor. Bu hizmetlerin üretiminde bir işçi istihdam edildiğinde farklı bir durum ortaya çıksa da bunlar genellikle eş, anne, kız kardeş, kız evlat gibi ailenin kadın üyeleri tarafından karşılıksız yapılıyor. Bu durum toplum tarafından “doğal, kutsal” gibi tanımlarla meşrulaştırılarak kadınların doğasının bir parçası kılınıyor. Böylece bu işleri aile içinde başka kimse üstlenmek gereği hissetmiyor. Üstlenilirse, o bireyden o sorumluluğu bir kadının yaptığı gibi detaylı, sürekli ve en iyi şekilde yerine getirmesi beklenmediği gibi, bu yürütülen geçici göreve “yüce gönüllülükle yapılmış iyiliklerden” gözüyle bakılıyor; ilk fırsatta da asıl sahibine iade ediliyor. Bu doğallaştırma kendi içinde birtakım çelişkileri barındırıyor. Mesela evdeki herkes kendisinin kullanıp kirlettiği tuvaleti “doğallıkla” temizleyip, biten tuvalet kağıdının yerine yenisini takabilecekken bu, kadının, genellikle annenin görevi oluyor. Nasılsa yine aynı doğallık tanımıyla cam silmek de kadına kalıyor. Öyle ki “toplumun bekası, ahlakı…” kadınların bu işlevleri kutsal aile yapısı çerçevesinde “sevgiyle, doğası gereği” yerine getirip herhangi bir talepte bulunmamasına dayanıyor. İşin tuhafı bu kadar önemli işlevler, toplumda hep ikincil bireyler olarak görülen kadınların sırtına yükleniyor. Kadınlar örgütlü ya da bireysel herhangi bir sorgulama içine girer, hak talep ederse bu arayışları; “ailenin çöküşü”, “ahlaki bozulma” gibi büyük başlıklarla boğuluyor. Dahası talepte bulunan, arayış içinde olan kadınlar, bir takım fikir akımlarının küfürmüş, hakaretmiş gibi kullanımıyla toplum gözünde mahkûm ediliyor. Kadınların talep ettikleri hakların meşruluğu ile ilgili muteber kaynaklardan referanslar getirmesi beklenirken, konfor alanının zarar görmesini istemediği için bu haksızlık silsilesinin sürmesine ses çıkarmayanlardan hiçbir referans sorulmuyor. Yani uzun yıllardır her türlü kendini geliştirme imkânından bir şekilde mahrum bırakılan kadınların (ahlaklı, tahsilli, saygılı bireylerden müteşekkil) ailenin dolayısıyla toplumun teminatı olması en büyük çelişki olarak önümüzde duruyor.

Evin ruhunun (görünmez emeğin) özgeçmişi

Evin ruhunun mücadelesine genel olarak baktığımızda, kadınların hep görünmez kalan günlük yorgunluklarının, bezginliklerinin, hapsoldukları kısır döngünün, siyasi, akademik literatürde farklı isimler altında ve küçük de olsa yer bulması sevindirici. Uğradığı haksızlıkları düzeltmek, haksızlık yapmamak ya da haksızlığa uğradığında birlikte düzeltmek kimsenin aklına, işine gelmediği için evin ruhunun yani kendilerinin hakkını aramak kadınlara kalıyor. Evin ruhu evdeki sorunlardan önce kamusal alanda birtakım hak talepleriyle yola çıkıyor. Belki evi düzeltmenin, hapsolduğu sorumluluklar döngüsünden çıkmanın yolunun devletin haklar tanımasından geçtiğini ya da muhatap olunan ortak haksızlıklarla mücadelenin kolektif bir güç ortaya çıkarabileceğini ve hakkını arayamayacak kadar zayıf olan bireyleri birlikte koruyabileceklerini düşünmüşlerdir. Böylece ortaya çıkan birinci dalga feminizm (biraz da hareketi aşağılamak amacıyla konulan isimleriyle süfrajetler) kadınların seçme ve seçilme talebiyle işe başlıyor.

Dünya kadınlarının kamusal alandaki yasal haklarının teminat altına alınması özel alanda neler olup bittiğini sorgulayan ikinci dalga feminizmi doğuruyor. Charlotte Perkins Gilmann ta 1900lerde ev işlerinin kolektifleştirilmesi gerektiğini ifade ederken, yıllar sonra Christine Delpy “Baş Düşman” adlı makalesinde, kapitalist ve sosyalist toplumlar da dahil olmak üzere mevcut tüm toplumların kadınların karşılıksız emeğine dayandığını söylüyor. 1972 yılında başlatılan uluslararası “Ev İçi Emek İçin Ücret” kampanyasında, ücrete tabi olsa ev işlerinin kapitalizme maliyetinin ne kadar yüksek olacağı vurgulanıyor. “Görünmez” de olsa kadın emeğinin, kendisinin yeniden üretimi için gerekli olandan daha fazlasını ürettiğine, bu fazlalığın kapitaliste kâr olarak geri döndüğüne dikkat çekiliyor. Günümüzde ise Oxfam’ın Ocak 2020 verilerine göre dünyadaki kadınların tümü yaptıkları işi tek bir şirket için yapıyor olsaydı bu şirketin yıllık cirosu Apple’ın 43 katı olurken, en büyük ilk 50 şirketin toplam cirosunu geride bırakırdı. Yani kadınlar, kimsenin görmek istemediği evin ruhu vasıtasıyla dünyanın en büyük ekonomik verisini üretiyorlar ve buna rağmen sistemin dışında bırakılıyorlar.

Bitmeyen mesai yapmışlar!

Konu dünyada 1960-70lerde gündeme gelirken, Türkiye’de birkaç yıldır sınırlı bir şekilde konuşuluyor. Çünkü her tartışma ailenin kutsallığına çarpıyor. Aslında itirazlar aileden çok, aile kavramıyla örtülmek istenen adaletsiz iş bölümüne yönelik. Ama talepler kadınlar dışındaki aile bireylerinin konfor alanını büyük ölçüde bozacağı için değişik adlandırmalarla yaftalanarak baskı altında tutuluyor.

Çalışan kadınların işyerindeki mesailerinin ardından evde yemek, sofra, bulaşık, çocuk bakımı, ödevlere refakat, çay servisi gibi işleri kapsayan ikinci mesaisi başlıyor. Yani çalışma saatleri 16-17 saati bulabiliyor. Görünmez emeğin (diğer bir adıyla bakım emeğinin) kadınlara ait bir alan olarak görülmesi çalışan kadınların emek piyasasında var olma biçimini de belirliyor. Hemşirelik, okul öncesi öğretmenliği gibi mesleklere yönelimde kadınlık belirleyici olabilirken, özellikle çocuklu kadınlar esnek istihdam biçimlerine, erkeklere oranla sınırlı kariyer olanaklarına, yer yer yoksulluk ve aileye bağımlılığa mahkûm ediliyor. Kadın çalışanların ücretinin düşüklüğü aile işleri, çocuk bakımı gibi konularda izin alacak tarafı otomatik olarak belirliyor. Bütün bu sorunlu çalışma alanına rağmen çalışan kadınlar en azından işyerinde geçirdikleri zaman için sigorta, maaş, emeklilik, terfi gibi haklara kavuşabilirken, tüm zamanını evle geçiren kadın için böyle bir durum söz konusu olamıyor. Gün içinde “ne yaptığı” sorulan kadın, bazen emeğinin yok sayılmasına alıştığından, bazen başka bir var olma biçimi bilmediğinden, bazen de kendisi için normal gördüğünden “küçük” bulduğu işleri sıralamıyor bile. 

Evin Ruhu nerede?

Evin ruhu, temizlik, yemek, çamaşır, alışveriş gibi ev işlerinin yanı sıra kendine bakamayacak durumda olan aile üyeleri, yakınlar (çocuklar, yaşlılar, hastalar ve engelliler) ile kendine bakabilecek durumda olan eşler, yetişkin çocuklar için bakım hizmeti sağlıyor. Ondan evle ve içinde yaşayan herkesle ilgili bütün detaylara hâkim olması, sonsuz bir adanmışlık, şefkat ve bitmeyen enerji ile sürekli, hem de tatlı dil, güler yüz göstererek, aynı işleri yeniden üretmesi bekleniyor. Çalışan bir kadının ev ve hane bakımına ayırdığı süre 3.5 saati, çalışmayan kadınlar için 5 saati bulurken, erkeklerin aynı alana ayırdığı süre 45 dakikayla sınırlı kalıyor. Üstelik bu işler boşanma sırasında da kadınlara herhangi bir avantaj sağlamıyor. Mesela yıllar boyunca yıkanan çamaşır, bulaşık için bir fon birikmiyor. Aslında bu işlerin çoğunu, özellikle bir kadının yapması gerekmiyor. Herkes, yapabildiği ölçüde yapsa zaten böyle bir “yük” ortaya çıkmayabilir. Gerçekten bir annenin ya da kadının bizzat çözmesi gereken sorunları ise kadın/anne daha iyi durumda olan enerjisi ile rahatça ve severek çözebilir.

Evin Ruhu nelerle meşgul olmalı?

Her gün en erken kalkıp en geç yatan kişi olmasına rağmen aile bireylerine, günün evden ilk çıkanı dahil olmak üzere beş yıldızlı otel konforunda taze çay, sıcak kahvaltı menüsü hazırlamalı. Menüleri ayarlarken kendini tekrar etmemeli, akşam yemeğine ne pişeceğini düşündüğü yetmezmiş gibi kahvaltı için de zengin seçenekler sunmalı.

Aile bireylerinin kıyafetlerinin envanterini düzenli olarak tutmalı, çekmecelerdeki çamaşır stoku azaldığında kirlileri yıkamalı, kuruyanları hızlıca yerine yerleştirmeli, ütü isteyenleri ütüleyip askılara takmalı. Gecikmelerden kaynaklanan tavırlara asla karşılık vermemeli. Kabahati kendinden bilmeli.

Vefat eden komşuya, akrabaya başsağlığına gitmeli, giderken halden anlayıp yanında ev ekonomisini sarsmaması için evde pişirilmiş sıcak bir kap yemek, bir tepsi börek götürmeli. Bunu da ev halkının akşam yemeği konforunu bozmayacak şekilde zamanlamalı, eve vaktinde dönmeli, akşam için gereken hazırlığı tamamlamalı.

Yazın sebze meyvenin en bol olduğu dönemde (ev halkından çok kendisinin “ne pişireyim?” krizlerine çare olsun diye!) domates, biberden menemenlik, erikten, vişneden kompostoluk, çilekten, kayısıdan reçellik, biberden, patlıcandan dolmalık, bamyadan, bezelyeden, yapraktan derin donduruculuk erzak depolamalı, tatlı ev halkının seçici damak zevkine uygun menüleri en azından zihnen hazırlamalı. Çalışan bir kadınsa ve bu mevsimleri gözetemiyorsa başka bir evin ruhunu bulup bazen anne-kız, gelin-kayınvalide ilişkilerine dayanarak bilâ bedel, bazen pazara getiren teyzeden ücreti mukabilinde bu nevaleyi temin etmeli, ev halkını bu lezzetlerden mahrum bırakmamalı.

Kendi kırgınlıklarını bir kenara bırakmalı, aile bireylerinin akşamın dar saatinde geçirmeye karar verdiği sinir buhranlarıyla meşgul olmalı.

Eve yalvar yakar alınan evcil hayvanların bakım ve temizliklerini ihmal etmemeli, tüylerini yemeklerin içinden çıkmaması için gerektiği şekilde izole etmeli. Ayrıca mekânı çiçeklerle güzelleştirmeli, evi düzenli olarak havalandırarak pişirdiği şeylerin kokularıyla kimseyi rahatsız etmemeli.

Evde herhangi bir şey üretmeye karar verirse, onun başından elli defa kalkmayı göze almalı, çalıştığı alanı ve zamanı bakmakla yükümlü olduğu bebek, yaşlı ya da hastayla paylaşmaya alışmalı, bu üretime ayırdığı enerjinin, zamanın hesabını değişik aile bireylerine, komşulara, akrabalara farklı zamanlarda defalarca verebilmeli. Hatta doktora tezi, kitap/yazı yazımı gibi faaliyetler yapacaksa bunlar için herkesin uyuduğu zamanlarda çalışmalı, ev sakinlerinin günlük hayat akışını asla bozmamalı. Virginia Woolf’un Kendine Ait Bir Oda kitabında önerdiği gibi kendisi için özerk bir çalışma zamanı ve alanı hayalini asla kurmamalı.

Bir şekilde biriktirdiği paraları kendisiyle ilgili bir alanda değerlendirmek yerine (zaten nereye harcayabilir ki?), evin ortak ihtiyaçlarına; çocuklara baza alımı ya da ailenin arabasının yenilenmesi gibi projelere kendi rızasıyla sunmalı, bu paranın kendisine geri verilmesini beklememeli.

Teknolojinin gelişmesi, sosyal medya kullanımının artmasıyla birlikte hiç bitmez hale gelen velilik işlerini telefonuyla takip etmeli, oradan çocuklarına yeni ders programlarını, ödevleri düzgünce haber vermeli. Bir mesajı kaçırırsa gruptaki velilere mutlaka geçerli bir mazeret gösterebilmeli.

Çocukların, evde bakıma muhtaç yaşlıların, engellilerin sağlıklarının takibini titizlikle yapmalı, ilaç dozlarının, tedavilerinin asla aksamamasını sağlamalı. Çocuklar düşerse, dişlerinde bir çürüğü, gözlerinde bir kaymayı, ayaklarında bir eğri basmayı zamanında teşhis edip eylem planını uygulamaya koymazsa her türlü suçluluk duygusunu üstlenmeye meyilli olmalı.

Eve alınan nevalenin vaktinde ayıklanıp pişirilmesini, yıkanıp yenmesini mükemmel şekilde organize etmeli, hiçbir ürünün bozulmasına, küflenmesine ya da son kullanma tarihinin geçmesine sebep olmamalı. Aile bireylerinin kişisel damak tatlarıyla ilgili geliştirdikleri ya da geliştirmedikleri, kalıcı ya da geçici her türlü hassasiyeti dikkate almalı, bunlara uygun çoklu menüler sunmalı.

Tuvaletlerde, banyolarda biten tuvalet kâğıdı, kâğıt havlu, diş macunu, sıvı sabun, şampuan gibi malzemelerin yerine, kimsenin elinin boşa gelmesine izin vermeden, yenisini koymalı, bittiği halde çöpe değil yerlere atılan ruloları, şişeleri toparlayıp geri dönüşüme atmalı.

Yılların birikimiyle ortaya çıkan bel, boyun fıtığı, sırt, diz ağrısı, omurgada düzleşme, karpal tünel sendromu[2]  gibi rahatsızlıkların vücudunda ortaya çıkarttığı iş göremezlik halini en fazla 24 saatle sınırlamalı, uzasa da ev halkına yansıtmamalı, onlardan herhangi bir günlük görevin geçici olarak yürütülmesini istememeli. Bu tür rahatsızlıklar uzun ve istirahat içeren tedaviler gerektirdiğinden bunları artık işe yaramayacakları zamana kadar ertelemeli, acısını değişik ilaç kombinasyonları ile bastırmalı.

Arkadaşlarıyla bir araya gelip çay içtiği zamanlar için suçluluk hissini daima canlı tutmalı, şu hayatta ancak işlevsel olursa var olabileceğini aklından çıkarmamalı. Başka insanlar bir araya geldiğinde daima dünyayı kurtardıkları için “kadın günleri”nde çok kilo alındığı, “anca dedikodu yapıldığı” şeklindeki bezdirici yorumlara tahammül etmeli. Müze dolaşmaya, seçkin sinema, tiyatro örnekleri izlemeye, kitap okumaya her zaman bol vakti ve nakti olduğu halde bunları kendi seçimiyle (!) yapmadığını aklında tutmalı, beynini uyuşturmak için takip ettiği gündüz kuşağı programları ile ilgili her türlü negatif yargıya katlanmalı.

Özetle doğduğundan beri birilerinin ablası, kızı, karısı, gelini, annesi olduğundan ve başka bir var olma biçimi tanımadığından doğal olanın dışına çıkacak hareketler yapmamalı, kimsenin rahatını kaçırmamalı. Belki de bulabileceği bütüncül bir kendi olma tarzını aramaktan toplumu tehdit ettiği gerekçesiyle uzak durmalı. 

Evin ruhunu huzura kavuşturmak

Evin ruhunun emeklilik, maaş, sigorta gibi hakları bir nebze kazanması büyük ölçüde mücadelenin başındaki gibi kamusal haklar verilmesine dayanıyor. Bu alandaki mağduriyetlerin çözümünde “isteğe bağlı sigortalılık”, “bireysel emeklilik”, “doğum borçlanması” gibi uygulamalarla kamu nezdinde küçük ilerlemeler sağlanabiliyor. Ancak bu sistemlere katılım kadınların düşük de olsa primleri ödeyebilecek bir kaynağa sahip olduğu varsayımından geçiyor. Son zamanlarda gündeme getirilen ev kadınlarına evliliklerinin belli bir süreye ulaşmasından sonra emeklilik hakkı sağlanması gibi tartışmalarsa yarım kalmışa benziyor. Bu tür kamusal iyileşmeler, kadının kamusal durumunu bir ölçüde düzeltirken evdeki fiziksel ve psikolojik iş yükünü azaltmıyor. Bu yükü azaltmanın yolu ise aile bireyleriyle adil iş bölümünden geçiyor. Evdeki diğer yetişkin, erkek/baba/eş olduğu için onun çözüme aktif ve eşit katılımı gerekiyor. Bunu gören çocuklar da daha doğal bir biçimde evin ruhunun sürekli emek vererek ayakta tuttuğu sistemin yükünü paylaşabilir. 

Yazıyı yazarken faydalanılan kaynaklar:

- Bora, Aksu, “Hepimiz Ev Kadınıyız”, Birikim Dergisi, 4.3.2020, son erişim: 11.11.2021,  https://birikimdergisi.com/haftalik/9960/hepimiz-ev-kadiniyiz 

- Bora, Aksu, “Metafor olarak Ev”, Birikim Dergisi, 25.10.2021, son erişim: 13.11.2021, https://birikimdergisi.com/haftalik/10761/metafor-olarak-ev

- Dinçer, Yeşim, “Görünmeyen Emek”, 5.1.2021, son erişim: 16.11.2021, https://feministbellek.org/gorunmeyen-emek/

- Erdoğan, Necmi, “Gündelikçi Kadınlar, Emir Erleri ve Benzerlerine Dair Aşağı Sınıflar, Yüksek Tahayyüller”, Birikim Dergisi, Sayı 132, Nisan 2000, son erişim: 11.11.2021,  https://birikimdergisi.com/dergiler/birikim/1/sayi-132-nisan-2000/2325/gundelikci-kadinlar-emir-erleri-ve-benzerlerine-dair-asagi-siniflar-yuksek-tahayyuller/3271

- Gürcanlı, Emre, “Az görünen, pek görünmeyen ve hiç görünmeyen işler: Kadınlar evde de ‘iş kazası’ kurbanları!”, İSİG Meclisi, 17.03.2019, son erişim: 11.11.2021, http://isigmeclisi.org/19920-az-gorunen-pek-gorunmeyen-ve-hic-gorunmeyen-isler-kadinlar-evde-de-i

- Savran, Gülnur Acar, Ekin Funda (söyleşi), “Feminizm Bütün Kadınların İsyanı”, Birikim Dergisi, 5.4. 2006, son erişim: 14.12.2021, https://birikimdergisi.com/guncel/89/feminizm-butun-kadinlarin-isyani

Esra Özer Duru, Ankara, 15.12.2021.

 https://hertaraf.com/haber-sevgili-gorunmez-emegim-esra-duru-8159



[1] Evin ruhu” tamlamasını, kadınların evdeki her türlü işi ve organizasyonu yapması ama yaptığını diğer aile bireylerini rahatsız, mutsuz edecek, suçlu hissettirecek şekilde belli etmemesini talep eden ev halkından hareketle düşündüm. Benden önce bulan olmuş mu diye Google’da bir araştırma yaptım. Aramaların kısa özetlerinde Marks’ın adını görünce, önce “tabii ya” dedim. Sonra feministlerin Marks’ın tüm ilişki biçimlerindeki doğallaştırıcılığı sorgular ve bunları doğallıklarından arındırırken, sıra görünmeyen emek alanına geldiğinde bu alana doğallık alanı olarak bakmasına dair eleştirisini hatırladım. Tamlama, Ukraynalı yazar Galina Serebryakova’nın Ateşi Çalmak isimli roman serisinde, Marks’ın iç sesinden eşi Jenny’yi tarif ederken kullanılıyor. Kitap serisini okumadım, tanımlama Marks’a mı, Serebryakova’ya mı ait bilmiyorum. Ama feminist eleştiriyi dikkate alınca tamlama bana ait değilse de içini ben doldurdum sanırım. 😊 Her ihtimale karşı, Nazım Hikmet de demiyor mu, “Benden önce söylenmiş bunların hepsi bin kere, benden sonra da söylenecek.” 

[2] Karpal tünel sendromu, ellerle yapılan ince işler nedeniyle zamanla avuçların bileğe yakın kısmında bulunan bağlar ve kemiklerin el sinirlerine baskı yapması sonucu ortaya çıkan uyuşukluk, ağrı, his kaybı. Bu sendromu ilk kez bir ilaç fabrikasında çalışan kadın işçilerin yaşadığı sağlık sorunu olarak öğrendim. Daha sonra dantel, lif, patik örerek ya da temizlik yaparak ev geçindiren kadınların da aynı rahatsızlığı yaşadığını gözledim. 

18 Kasım 2021

BASRİ GÖRÜR NEDEN GÖRMÜYOR? (Basri Görür 2)

Basri bey, hastaneden eve döndükten sonra komşusu onu pek yalnız bırakmadı. Alçısı çıkana kadar yemek getirdi, çaya çağırdı, alışverişinde yardımcı oldu. Koltuk değnekleriyle iş yapmak zor olduğu için kendi gündelikçilerini ona günlük işleri halletsin diye yolladı. Arabasıyla işe bıraktı, akşamları aldı. Arada hamama götürdü. Basri beyin karısı ise intihar girişimine ve kırık bacağa rağmen dönmedi. Sadece birkaç kere uğrayıp yaptığı yemeklerden, kekten, börekten bıraktı. Bir de boşanma davasını açmayı geciktirdi. Oğlanlar arada babalarını ziyaret edip evi şenlendirdiler ama eski enerji hiç dönmedi.

Basri ilk uğradığında büyük bir umutla karısına hastanedeki polisin söylediklerini anlattı ama onun üzerinde herhangi bir etkisi olmadı. Yüzünde buruk bir gülümsemeyle getirdiği yemeklerin kaplarını boşalttı, bir poşete koydu ve gitti. Halbuki Basri yeni keşfinin kendisindeki aydınlanmayı karısında da yapacağını umuyordu. Bu yüzden aklından Ferdi’nin intiharı, kendisinin başarısız girişimi, basiretinin bağlı oluşu hiç çıkmıyordu. Basireti neden, ne zaman bağlanmıştı Basri’nin? Bunu bulabilir miydi? Bulsa geri çözebilir miydi? Yoksa her şey için çok mu geçti? Basiretini çözebilirse ailesini geri alabilirdi. Alçı dönemi boyunca fikirler geliştirdi. Bu sefer her şeyi doğru yapmak istiyordu. Basiretini çözme projesinin bütün detaylarını not alıyordu. Notlarının başına büyük harflerle ve en özenli yazısıyla BASİRET ÇÖZME YA DA TAMAMEN BAĞLAMA OPERASYONU yazmıştı.

İki ay sonra alçısı çıkarıldı. Alçıyla birlikte koltuk değneklerinin birinden de kurtulup daha rahat hareket edebilmeye başladı. Nalburdan aldığı çimento ve kumla bir harç hazırladı. Sandık odasındaki işe yaramaz küçük camı birkaç tuğlayla kapattı. Elinde kalan harçla ördüğü minik duvarın iç yüzünü güzelce sıvadı. Bayağı düzgün bir iş çıkarmıştı. Karısı görse onunla gurur duyardı ya da defalarca rica ettiği şeyler yerine “böyle lüzumsuzluklarla” uğraştığı için kızardı. Düşününce bu daha yüksek bir ihtimaldi. Getirdiği mutfak tüpünü dışarı koyup tüpün hortumunu kapının altından geçirdi. İşlem başladıktan sonra içgüdüsel olarak kapıyı açmak ya da tüpü kapatmak istemiyordu. O yüzden anahtarı da kapıyı kilitleyince dışarı itti. Hava girmesini engellemek için rulo yaptığı eski bir battaniyeyi kapının altına tıkadı. Kendi mutlak karanlığında yalnızdı artık. Bu operasyondan sağ çıkarsa basiretinin çözüleceğinden emindi. Diğer yandan sağ çıkmayacağından da emindi. Çünkü müthiş bir plan yapmıştı.

Tüpün ağırlaştırdığı odanın havasından derin nefesler çekti, tatlı bir mahmurluk kapladı içini. Zaten bunu bekliyordu. Naif kişiliğine uyumlu, öyle kansız, şiddetsiz, yumuşak biçimde uyuyarak ruhunu teslim edecekti. Uykunun kollarına kendini bıraktı. Bir ihtimal Basri hayatına dair elde ettiği yeni ipucunun ışığında bilincinin derinlerine gömülmüş anıları kazıp çıkarır ya da son zamanlarda pek sefil bulduğu hayat yolculuğunu sona erdirmeyi bu sefer başarırdı. Hafızası oradan oraya atlamaya, Basri’yi hayatının farklı zamanlarında dolaştırmaya başladı.

Basri’nin Durakları

Evde kavga çıkıyo, sınıfta kavga çıkıyo, sokakta kavga çıkıyo… Basri öfkenin geldiği anı

göremiyo. Hangi işaretlerin öfkeye dalalet ettiğini bir türlü anlamıyo. Çünkü bazen kızılan şeye bazen kızılmıyo, bazılarının kızdıklarına bazıları kızmıyo. Yüzünü hatırlamadığı bir ses kulağına, üstüne vazife olmayan işlere karışıp başını derde sokmasını istemediği için, “baktıklarını görme, gördüklerine baksan yeter” diye fısıldıyo. Hayatı boyunca ne zaman kafası karışsa bu ses ona “bakma, görme” diyo. Basri sanki daha az üzülüyo.

Fıkra anlatmayı hiç beceremiyo. Okulun ilk günü “kim fıkra anlatmak ister ya da kim şarkı söylemek ister?” diye sorulduğunda görünmez olmayı diliyo. Tüm cesaretini toplayıp anlatmaya başlarsa kelimenin ortasında nefesi kesiliyo, yutkunmak zorunda kalıyo, herkes tuhaf tuhaf bakıyo. Basri utanıyo, ses fısıldıyo: Anlatma!

Mahallede her oyunun mevsimi oluyo. Basri annesini o oyunun malzemesini almaya ikna edene kadar arkadaşları başka oyuna geçiyo. Boru alınana kadar onlar “çamura çivi saplıyo”. Basri elinde borusu ve külah kâğıtları kenarda bekliyo. Kimse Basri’ye külah nasıl yapılır, nasıl ıslatmadan yalanır öğretmiyo. Basri çamur oyununa da geç kalıyo. Kuzeninden bir torba dolusu misket geliyo. Gıcır gıcır, renk renk cam misketler… Basri misket oynamayı bilmiyo. Annesi bir torba dolusu misketi komşunun oğluna veriyo. Basri’nin torba dolusu ışıltısı gidiyo. Basri ağlıyo, ses fısıldıyo: Hissetme!

Sınıf arkadaşının ailesi aynı köylü, onlara çaya gidiyolar. Herkes salonda oturuyo, bunlara camsız sandık odası düşüyo. Arkadaşı övünüyo, “bizim ev dört odalı, onun için daha çok kira veriyoruz” Basri bakıyo, onların evi üç oda, pek güneş almıyo ama odalar büyük, kira da vermiyolar üstelik. Annesi evde, “bizim de küçük bile olsa sandık odamız olsa, kuruları, bulguru, pirinci koysak, Kalbiye ablanın evi gibi azıcık güneş alsa” diye hayıflanıp duruyo. Basri biliyo, Kalbiye ablalar da kirada oturuyo. Ses fısıldıyo: Kıyaslama!

Okulda öğretmen, arkadaşlarını seviyo, Basri’yi daha az seviyo. Bu nasıl sevgiyse? Arkadaşlarından biri çok akıllı, soru okunurken cevabı söylüyo, tam da bu yüzden dayak yiyo. Öğretmen çocuğun başını tahtaya yaklaştırıyo, gözünü nişan alır gibi kapatıp tahtayla arasını ölçüyo. Sonra çocuğun yanağına tokadı patlatıyo. Çocuk hem tahtadan hem öğretmenden dayak yiyo. Okul çıkışında anneler konuşuyo, “öğretmenin çocuğu olmuyo!” Merhamet için baba olmak mı gerekiyo? Trenci amcanın beş çocuğu var. Hepsini ayrı ayrı, üstüne karısını dövüyo. Yan apartmandaki Adile Naşit’e benzeyen teyzenin hiç çocuğu yok. Üstelik kocasının kaşları da çok çatık ama karısı susayıp camın önüne gelen çocuklara bardak bardak su verince bir şey demiyo. Çaktırmadan gülüyo. Basri görüyo, ses fısıldıyo: Bilme!

Yan komşunun karısı çok para istiyo. Adam da bunalıyo, içip içip silahını masaya koyuyo. “Ya seni vuracağım ya kendimi” diyo. Komşunun çocuğu kapıya geliyo, Basri’nin babası gidiyo, adama sade kahve içiriyo, tabancayı kendi evlerine gönderiyo. Anne büfenin üstüne koyuyo. Adam ertesi gün kapıya geliyo gözleri bir tavanda, bir yerde, “Yenge bizim emanet sizdeymiş. Bana zimmetli de o! Bir kaza çıkmadan…” apartmanın mozaik zemininde sesi kayboluyo. Basri, “Akşam ya onu ya karısını götürüyodu emanet! Emanet kötü bir şey mi? Zimmetlenince bir şey korunuyosa karısını adama, öğrencilerini öğretmene zimmetleseler ya!” diye düşünüyo, ses fısıldıyo: Anlama!

Basri karıştırıyo, zimmet kim, okulu paspaslayan amca mı? O Himmet, Okan’ın babası. Kalbiye ablaların eve fare giriyo. Üç gün Basrilere yemeğe geliyolar. Okanların evine kanalizasyondan hep fare giriyo. Okan’ın kafası kadar. Okan öyle diyo. Gerçi Okan’ın kafası küçük ama fareler büyükmüş, kimin kafası kadarsa artık? Himmet amca yakalamaya çalışıyo. Onları, evlerinde fare varken kimse yemeğe çağırmıyo… Ses fısıldıyo: Düşünme!

Basri, komşu abiye bayılıyo. Onun cesaretinden istiyo. Abi pek yüz vermiyo. Basri yine de etrafında dolanıyo, kendisiyle oynasın diye yalvar yakar oluyo. Bir gün kalbine sığmayan bir sırrı ona anlatıyo. “Kimseye söyleme” diye tembihliyo. Ertesi gün sır patlıyo. Akşam annesi “gel bakalım” diyo. Basri anlıyo, ses fısıldıyo: Güvenme!

Alamancı komşular, yaz tatiline geliyo. İkiz çocukları koltuklarının altında monopol kutusu, ellerinde poşetle solucan şeker, dışarı çıkıyo. Kilimin üstünde, birbirine haciz göndermeden önce solucan şekerler pay ediliyo. Basri çekiniyo, tiksinmiş gibi yapıp almıyo. Herkes şekerleri sündürerek yiyip yalanıyo. Basri pişman oluyo, “başka kaldı mı?” diye soruyo. İkizlerin teki kilime yapışmış bir solucanı işaret ediyo, “bu kaldı ister misin?” diye sırıtıyo. Basri kızarıp yutkunuyo. Ses fısıldıyo: İsteme!

Sınıfta Basri’nin kalemi kayboluyo. Arıyo, bulamıyo. Öğretmen kıpırdanıp durmasına kızıyo. Arkasındaki keçi kulaklı kız omuzuna dokunup sarı bir kurşun kalem uzatıyo. Basri can simidi gibi kaleme sarılıyo. Dersten sonra kıza kalemini geri veriyo. Kız gülüyo, “sana hediyem olsun!” diyo. Basri kızın gözlerindeki ışıltıyı, sesindeki cıvıltıyı duyuyo, kendisine kondurmuyo. Ses fısıldıyo: Sevme!

İdrak

Zihinsel yolculuğunun durakları arasında Basri uyumaya çalıştıkça bir şeyler derin uykuya dalmasını engelliyordu. Halbuki ara ara gelen şu müthiş mide bulantısı ve baş dönmesine rağmen sandık odasının zeminindeki halı rahat bile sayılabilirdi. Biraz kıpırdamaya çalışınca kusma hissi arttı. Geçen sefer yerde yatarken kemiğindeki kırık yüzünden midesinin yine bulandığını hatırlıyordu. Bu sefer kalbi de güm güm atıyordu. Basiret Çözme ya da Tamamen Bağlama Operasyonu başarılı olduysa yavaşlaması gerekmez miydi? Gümbürtü sanki içeriden, kalbinden değil de dışarıdan geliyordu. Kulağının dibinde eski sesi yine duydu. Bu sefer -ne tuhaf, alt komşunun sesine benziyordu ve yıllardır söylediklerinin tersini söylüyordu: “Uyan! Bak! Gör! Kendine gel!” Sonra Basri birden idrak etti. Kendisi henüz farkında olmasa da idrak onun için yeniydi! Yine yapacağını yapmış, muhteşem planını evdeki tüp üzerine kurmuştu. Tüp, Basri, nihai uykusuna geçemeden bitmiş, bu sırada Basri’nin sabahtan beri ses soluk çıkarmamasından şüphelenen komşu onu yoklamaya gelmişti. O, “Kendine gel Basri!” diye bağırarak sandık odasının kapısını yumruklarken, Basri kendisine “Basiretsiz Basri! Yine beceremedin! Hadi büyük tüp almayı akıl edemedin bari küçük tüpü dolusuyla değiştirseydin! Kaldın mı yine böyle basiretsiz? Allah seni bildiği gibi yapsın!” diyordu.

Takside giderlerken, Basri’nin hayatını ikinci kez kurtarmanın haklı gururunu yaşayan komşu ise onun elindeki kusmuk poşetiyle “benim film şeridim de ancak böyle olabilirdi!” diye ağlamasına hiç anlam veremedi.

Esra Duru, Ankara, 17.11.2021.

02 Kasım 2021

IŞIKLI HARİTALAR

Aylardır Covid 19’un insanların akciğerlerinde bıraktığı hasarı incelemek için çekilen tomografilerin raporlarını yazıyordu. Meslekte yeni değildi. Ama bu salgın sırasında gördüğü yoğunluğu hiç yaşamamıştı. Çalışma yöntemleri daha önce de aynıydı. Değişen yoğunluk olmuştu. Ekranı daha iyi görebilmeleri için loş aydınlatılmış odada, bedenini hareket ettirememekten sıkılınca sanki işe yarıyormuş gibi sert zeminde sandalyeyle ileri geri dolaşırdı. Bir eli sürekli farenin üstünde, bileği masanın kenarına dayalı, gözleri ekranda, beş altı hastada bir ara verir; sırtını, boynunu esnetirdi. Boyun, bel ve sırtları için ortopedik yastıklar, aparatlar alıyorlardı. Hatta el bilekleri için masaya yaslı durmanın ve sürekli parmakları çalıştırmanın hasarına karşı bilek yastıkları kullanıyorlardı ama gözlerini, zihinlerini dinlendirmek için yapılabilecek çok şey yoktu. Herkes gibi o da kendi yöntemini geliştirmişti. Gözlerini zaman zaman kapatır, hafızasına kaydettiği güzel manzaraları ya da çok sevdiği yağlı boya tabloları aklında canlandırırdı. En çok da Monet’nin eserleri gelirdi gözünün önüne. Birkaç dakika o manzaranın ya da tablonun içine girer, bir süreliğine oranın parçası olurdu. Bu yöntem, gözlerine kum dolmuş gibi hissetmeden, bir süre daha çalışabilmesini sağlardı.

İhtisası gereği hastalarla doğrudan muhatap olmuyordu. Ama tomografilerini incelediği akciğerlerin sahiplerinin nefes almaya çalışırken yaşadıklarını düşünmek onu bunaltmış, sanki kendisi nefessiz kalmıştı. Vakalar biraz düşüp yoğun bakımlardaki hasta sayıları azalmışken buldukları ilk fırsatta annesiyle bir tatile çıkmışlardı. Derin nefesler alıp göğsünü genişletebilmek ve kalabalıktan uzak olmak için bir Anadolu şehrini seçmişlerdi.

Geldikleri bu küçük şehirde hayat, günlük akışında ve güzeldi. Turizmden çok tarımla geçimini temin eden insanlar, mevsimlik döngülere, tabiat olaylarına uygun bir takvimle yaşıyorlardı. Burada tarhana, turşu, kurutmalık yapmak için hala ayın evrelerine bakılıyor, çocukların doğum tarihleri akılda tutulurken; çiçeklerin meyveye durma, meyvelerin olgunlaşma, toplanma zamanları esas alınıyordu. Tevekkül etmek sanki daha kolaydı. Tatil, günlük akışını programlamaya alışan şehir insanının sınırlarını bir miktar esnetebiliyordu. O da bu esnekliğin tadını çıkarmaya, salgında iyice artan kontrol merakını azaltmaya karar vermişti.

Bir sabah kahvaltıdan sonra annesiyle etraftaki küçük tepelerde yürüyüşe çıktılar. Güzel bir Mayıs günüydü. Börtü böcek uçuşuyor, bozkırın baharında tam bir şölen yapan kokulu minik kır çiçekleri her yeri güzelleştiriyordu. Havada her bir çiçeğin kendine özgü kokusunun karıştığı, esinti gibi hafif bir rayiha vardı. Tatlı ve sallapati bir köpek peşlerine takıldı. Kuyruğunu keyifle salladıkça poposu çarpılıyor, sakar ve komik görünüyordu. Biraz soluklanmak için gördükleri beyaz kayanın üstüne oturdular. Tam tepeye ulaşmadıkları halde manzara açık ve güzeldi. Baktıkları her yer çalışırken gözünün önüne getirdiği yağlı boya tabloları hatırlatıyordu. Annesiyle yaptıkları bu yürüyüş ellerinde şemsiye olmasa da Monet’nin meşhur Gelincikler tablosunu andırıyordu.

Durdukları yerin az ilerisinde mevsimlik işçilerin ailelerinin oluşturduğu küçük topluluğu gördüler. Çadırlarının önündeki otların üstüne kilimler, minderler sermişler, ağaç dallarının arasına çamaşır ipi germişler, küçük düzlüğü sofalı bir eve dönüştürmüşlerdi. Okul çağına ulaşmamış birkaç çocuk etrafta, el dokuması bir halı gibi görünen otların üstünde koşturuyor, kilimlerin üstünde ise emekleyen ya da yeni yeni yürüyen küçükler yanlarında el işi yapan ablaların gözetiminde oynuyordu. Birkaç kadın büyük kara taşların arasına kurdukları ocağın etrafında, hayali mutfaklarında çalışıyorlardı. Ocağın üstünde dışı isten kararmış geniş tencerede bir şey pişiyor, bir kadın ayran yapıyor, bir diğeri daha önce ıslattıkları yufka ekmekleri katlayıp bir bezin arasına sarıyordu. Acıktıkları belli olan çocuklar, olmayan mutfak duvarının dışında oynuyor, hazırlanmakta olan sofraya kaçamak bakışlar atıyorlardı. Peşlerindeki köpeğin çocuklara katılmasıyla neşeli bir koşuşma oldu. Kilimin üstünde el işlerine dalıp gitmiş ablaların arkasındaki bir ufaklıksa kopan gürültüye hiç aldırmadı. Bütün dikkatini elinde tuttuğu şeye yoğunlaştırmıştı. Uğraştığı her neyse öyle çok enerjisini alıyordu ki yanakları ıkınır gibi kızarmıştı.

Anne kız selam verip yaklaştılar. Annesi mutfakta iş yapan kadınların yanına yaklaşırken o tıpkı çocukluğundaki gibi kilimin üstünde oturanlara yöneldi. Çocuğun elindekini merak ediyordu. İşleriyle ilgilenen büyüklere selam verip gönüllerini aldı. Sonra küçük çocuğun yanına çömeldi. Ancak o zaman onun neden ıkındığını görebildi. Küçüğün elinde nereden bulduysa plastik bir su şişesi vardı. Belli ki bir süredir şişenin kapağını açmaya çalışıyor ama başaramıyordu. Küçük avucu kapağın desenleri şeklinde kızarmıştı. Kapağı çekiyor, çevirmeye çalışıyor, ama yöntemi bilmeden çabaladığı için muvaffak olamıyordu. Belli ki susamıştı da… Bu iş tüm enerjisini aldığından başka yaramazlıklar yapamıyordu. Ona ve diğer ufaklıklara göz kulak olmakla görevli ablalar bu durumdan memnun oldukları için kapağı açıvermiyorlardı.

Yanındaki gölgeden rahatsız olan çocuk kaşlarının altından dik dik bakıp şişesini arkasına kaçırdı. Gölgenin sahibi onu elinden alabilirdi. Zaten şu ilerdeki gürültücü düşmanlar sık sık sataşıyorlardı. Şişeyi korumalıydı. Çocuklar tatlı bir sesle konuşmaya başladı. Bizimki çok hızlı yumuşadı. Yeni ablaya gülücükler atarken ondan yardım isteyebileceğine karar verdi. Hazinesini çekingen ama umut dolu gözlerle uzattı. Yarım yamalak kelimeleriyle şişeyi açmasını istedi. Şişeyi açıp çocuğun eline vermek kolaydı. Nasıl yapılacağını öğretmekse daha kalıcı bir sonuçtu. Bu sonuç pek çok kişiyi memnun etmeyecekti ama zavallı küçük, suyunu kendisi içebilecekti. Pek kafa yormadı. Çocuğun elini kavrayıp şişeyi uygun açma pozisyonunda tutturdu. Diğer elini kapağın üstüne yerleştirdi. Küçük avuca kapak tam oturdu. O da dışından kavrayıp kapağı çocuğa çevirtti. Kapağın açılışı sırasında çocuğun yüzündeki aydınlanma her şeye değerdi. Muzaffer komutan edasıyla şişeden koca bir yudum aldı. Ablasının rehberliğinde şişeyi yeniden kapatmayı da öğrendi. İşlem tamamdı.   

Onlar uğraşırken ocak başındaki kadınların yemek davetini iletmeye yanlarına gelen annesi, bir bakışta durumu anlayıp, “Beğendin mi yaptığını? Şimdi annesi uğraşsın dursun. Böyle muzır işler hep senin başının altından çıkar” diye söylendi. Aklına birkaç ay önce hastaneye alınan FMRI cihazının kaydettiği beyin görüntüleri gelirken annesinin sesi kulaklarından silindi. Hastanenin radyoloji bölümünün katıldığı toplantıda, nadir bir görüntüleme teknolojisi olan FMRI anlatılmış, aletin beyni nasıl görüntülediği hakkında slaytlar eşliğinde detaylı bir sunum yapılmıştı. Cihaz, insan konuşurken, yazarken, bir anıyı düşünürken beyninin hangi bölgelerinin çalıştığını görüntüleyebiliyor, böylece faal hale geldiği için renklenen beyin bölgelerinden bir nevi ışık haritası elde edilebiliyordu. İnsan yeni bir şey öğrendiğinde daha önce siyah beyaz görünen bir beyin kesiti, şehrin o kısmına elektrik gelmiş gibi sinyallerle aydınlanıyor, renkleniyordu. Yeni becerisinin tadını çıkartmak için ha bire kapağı açıp bir yudum alan sonra mutlulukla geri kapatan çocuğu izledi. Gerçekten bu kadar su içmenin sonu çocuğa bolca çiş hatta altına kaçırma vakası olarak dönecekti. Sanki çocuğun annesiymiş gibi sitemli sitemli söylenip duran annesine, “Düşünsene anne! Onun henüz çocuk olduğu için karanlık görünen genç beyninde minik bir ışık yaktım. Biraz çişe değer bence” demedi. Rengarenk çiçeklerle dolu kırları ya da yıldızlarla dolu gökyüzünü gösteren yağlı boya bir tablonun tadını çıkarmakla meşguldü.

Esra Özer Duru, Ankara, 19.10.2021.

15 Ekim 2021

SEN GİTSEN DE GİTMEZMİŞ İÇİNDEKİLER SENDEN!

Bütün anneler birilerini avutmak gerekince masal anlatırlar. Belki kalın keder sislerinin arasındaki kalplere uzanmak isterler. Belki bu acı denizi, onları tamamen ıslatmadan önce alıvermek isterler. Daha kaç kere bu siyah sularda, onun için sandal olmak isteyeceklerini bilmeden ellerini uzatıverirler. Ha bir de bir kere anne olunca kadın, hep annedir artık. Yani bir meslek gibi bırakamaz bir kenara anneliğini. Avunmak isterse biri, bir anneye gitmeli.

O gün çocuk üzgündü, tarifsiz kederleri vardı. İçi bir yangın yeriydi. Kedi yutmuş gibiydi. Kalbi paramparça, gözleri ıslaktı. Çünkü balığı ölmüştü. Kimsenin bilmediği, Allah bilir, kaç balık daha ölecek, hayatının ilk kederi…

“Sana bir masal anlatayım” dedi kadın. Dizlerine dayanmış, karışık saçlarının arasında parmaklarını gezdirdiği küçük kafanın sahibine.

Şehrin birinde bir kadın yaşarmış. Kadının her şeyi varmış. Yazlığı kışlığı, atı arabası,

çoluğu çocuğu, tası tarağı… Yani “mutlu”ymuş. Ya da aslında mutlu olması gerekiyormuş. Ama bir yanı hep eksikmiş. Nankörlük etmek istemese de içindeki eksikliği gideremiyormuş. Bazen gözleri, neyin eksik olduğunu arar gibi uzaklara dalarmış. Bu öyle çekmecede aradığını bulmaya çalışmak gibi bir şey değilmiş. Ya da evi huzurlu bir ev yapmak için yemek kokuları üretmeye, çoraplardaki küçük delikleri dikmeye, balkondaki saksıya, çıkmayacağını bile bile fesleğen tohumları ekmeye, bir gün önceden nohut ıslatmaya benzemiyormuş. Kolay değilmiş işte.

Bazen tası tarağı alıp şöyle uzak bir yere gitsem diye düşünüyormuş. “Hep bahar olan bir memlekete gideyim. Hiçbir şey eskimesin, heyecanını yitirmesin. İlk kez seyrettiğin film gibi seni içine çeksin. Sürekli seyrettiğin filmdeki bir sahne gibi ağzını kulaklarına fiyonk etsin. Kendimi koyayım valizime ve gideyim hep bahar olan bir memlekete…”

Böyle dese bile gidemiyormuş. Çünkü gideyim deyince gidilmiyormuş. Ve sen gitsen de içindekiler senden gitmiyormuş. Hele en derinden sarıp sarmaladıysa seni hayat, gidemezmişsin ne kadar istesen.

Yine de kadın hazırlanmış bir gün. Dediği gibi valizine bir tek kendisini koymaya çalışmış. Arkasına dönüp bakmayacakmış. Çünkü eğer bakarsa, masal bu ya, toprağa dönüşecekmiş. Karlı bir kış sabahıymış, valizini eline almış. Son bir kere düşünmüş: “Eğer gidersem ne değişir benden sonra buralarda, ne kalır arkamda? Eğer gidersem kavak ağacıyla kim konuşur? Huzurlu bir ev yapmak için bu evi, kim azıcık çorba karıştırır?  Kim yaralı çocuklara masal anlatır? Herkes yattıktan sonra kim söndürür ışıkları? Telefona bir daha çalmadan açmak için kim koşar? Şehriyeleri pilava kim koyar? Kim boş saksıları sular?”

Bunları düşündükçe valiz ağırlaşıyor, ağırlaşıyormuş. Sonunda kadının kolu bu yükü taşıyamaz olmuş. Valizi yavaşça yere koymuş. Olanlar o an olmuş. Kuralı unutan kadın geride bıraktıklarına son bir kez bakmak için arkasını dönmüş… ve toprağa dönüşmüş…

Sabah ev halkı uyanınca kapının arkasında duran valiz ve yerdeki küçük toprak yığını onlara hiçbir anlam ifade etmemiş. Temizlikçi kadın gelmiş, bu küçük yığını küreğe süpürmüş, boş bir saksıya eklemiş. Masal burada bitmiş.

Masalın sonunda anne, elleri hala minik kafanın üzerinde, toprağa dönüşmemek için hiç hazırlamadığı valizi düşünmüş. Çünkü zamanın birinde bambaşka bir şehirde onun balığı ölmüş de bir masal anlatmış annesi yatırıp onu dizlerine… Dolaştırmış parmaklarını karışık saçların içinde, sahibinin yerine acı çekebilmeyi dileyerek gizlice…

Esra Duru, Ankara, Mart 2008, Turuncu Dergisi, gözden geçirme 14.6.2021.

04 Ekim 2021

HEP GİTMEK İSTEYEN KAVAK AĞACI İLE HEP KALMAK İSTEYEN ÇOCUĞUN HİKÂYESİ (KAVAK AĞACINA MEKTUP 3)

Sen ve ben… “Biz”den uzak, kelimelerden tuzak… 

Sen ve ben…

Yola çıkan iki ayrı tren

İki ayrı şehirden

Bir problem, matematikte bile çözülemeyen

Tik tak/ tak tik

Ben hiç anlamam taktikten.

Sezilmeyen stratejiden.

Ayrı zamanlarda yola çıkılan A ve B şehirlerinden

Matematikte bile gidilemeyen…

Coğrafyada bilinmeyen…

 

Kimsenin haberi yok ne A’dan ne de B’den.

İlk kez duyuyor çocuklar bu şehirleri matematik öğretmenlerinden.

Öğretmenlerin kendisi de habersiz şehirlerden.

Çünkü anlamazlar tek kelime, bu iki şehirde konuşulan dilden.

Sen de anlamazsın benim halimden.

Anlamazsın, birine bir kere bile “kal” demeden.

Hâlbuki gitmez, sen kal desen…


Ben ve sen

İki bulut, yağmurunu hiç dökmeyen

Esen rüzgârla uçup yer değiştiren

Ku – Kor/ Kor – Ku…

Gözlerinde hiç görünmeyen

Hava durumunda gösterilmeyen

Ama hep sezilen

“Sibirya Yüksek Basıncı” gibi üzerimizden geçen

Radara hiç girmeyen…

Sen ve ben… “Biz”den uzak, kelimelerden tuzak…

Çocuk ağaca doğru koşarak geldi, biraz önce düşüp kanattığı dizlerini “avut beni” dercesine gösterdi. “Bir hikâye” dedi kavak ağacına yaslanıp, “Bana bir hikâye anlat ağaç. İçinde sen ol, ben olayım, kalmak olsun, gitmek olsun, bir de yalnızlık”.

Kavak Ağacı güldü. “Düşüneyim biraz” diye süre istedi. “Acele et” dedi çocuk. “Benim fazla vaktim yok. Daha eve gidip kendime kalmak için sebepler üreteceğim.”

Kavak Ağacı boğazını temizleyerek “tamam” dedi. “Sana bir hikâye anlatacağım. İçinde sen, ben, kalmak, gitmek ve yalnızlık bulunacak. Bu belki yazarın hep yazmak istediği hikâye olacak”.

Ağaç, “Bir varmış dahası yokmuş” derken çocuk, “Hikâyeye öyle başlanmaz, o masal” diye düzeltti. “Tamam, öyleyse” dedi ağaç, “hikâyenin birinde diye başlayalım, bu olur mu?” Çocuk başıyla onayladı ve Kavak Ağacı, aslında kendi hikâyesini, anlatmaya başladı.

Hikâyenin birinde bir kavak ağacı vardı. Aslında hikâyeler hep başka ağaçlar üzerine yazılırdı. Çünkü kavak ağacı pek estetik, aranan ve sevilen bir ağaç sayılmazdı. Hele baharda polenlerini bırakınca hakkında söylenmedik söz kalmazdı. İşte bu az sevilirliği kavak ağacını bizim hikâyemizin başkahramanı yaptı.

Bir kavak ağacı vardı ülkenin birinde. Hep çocukken annesinin ona anlattığı bir masalı düşünür dururdu. Annesi ona suyun kenarına dizi dizi dizildikleri ve büyümeyi bekledikleri günlerde, “Yurdunu Terk Eden Ağaç” diye bir masal anlatmıştı. Aslında anne bu masalı küçük ağaççığına, hep yanında kalsın, gitmeye heves etmesin, uzaklar içinde yer etmesin diye anlatmıştı. “Elimizdekilerle yetinmeyi bilmeliyiz. Ya fuzuli heveslerle onları da kaybedersek! İyisi mi hiçbir yerden gitmemek...” Biliyordu bu haksızlık ama o anneydi, anneler çocuklarını hep dizlerinin dibinde isterdi.

Fakat Kavak Ağacı, işte tam da annesinin o masalı yüzünden gitmek isterdi. Yurdunu Terk Eden Ağaç, elindekileri kaybetmeyi göze almış ve gitmişti, riske girmişti. İçinde bir yerlerin hep sızlamasındansa denemişti. Masal gitmek isteyenlere ders verir nitelikteydi. Çünkü masaldaki ağaç burnunu sürte sürte eski yerine dönüyordu. Ama Kavak Ağacı uzak tepelerde neler olduğunu bilmek istiyordu.

Kalınca sahip olacağı mutluluktan daha çok mutluluk verecek bir hayat olup olmadığını kendisi görmeliydi. Sonra neler kaçırdığını düşünüp elindeki tek hayatı zindan etmemeliydi. Belirsizliği görmeden ölüvermek istemiyordu. Keman çalmak isteyince “ince hastalıktan ölürsün” diye kemanı kırılan çocuğun ciğerlerindeki değil, kalbindeki ince hastalığa… Balıkçı olmak isteyince “deniz yutar her şeyi” diye engel olunan çocuğun burnundaki tuz kokusuna… Gurbeti görmek isteyince “gurbete giden dönmez” diye durdurulan çocuğun içindeki gurbete kabuğu dayanmazdı. Onun için gitmeliydi, içindeki gitmek hikâyesini kendi kalemiyle bitirmeliydi… 

İçini ve günlerini bu düşünceler dolduruyordu. Gitmek o kadar fazlaydı ki içinde, başka bir şey düşünemez olmuştu.

Bir yanı da kalmak istiyordu -tuhaf şey- insan (pardon ağaç), gitmekle bu kadar meşgulken nasıl kalmak isterdi? Yaşadığı yerde kayısı ağaçları çiçek açmaya başlamıştı. Belli belirsiz kokuları burnuna kadar geliyordu. Kendisi çiçek açan bir ağaç olmadığı için hayıflanır dururdu. Ama bu kadar ağaç, bu kadar koku nasıl arkada bırakılırdı? Hele buradan görebildiği şu evdeki küçük kız… Arada küçük elleriyle ona su taşıyan, solan güneşin altında oturup dizlerindeki yaraları sayan/saran, hüzünlü küçük kız… Baharın doluya çalan yağmurları başlayınca anneannesi küçük torununun elinden tutar, balkon kapısını açar, “annesinin ilk kızı”na üç Kulhü bir Elham okutur, balkona ateş küreği attırırdı. “Sitte-i Sevir küreği çevir de kızım, dolu durur” derdi. Küçük kız burnunu cama yapıştırır dolunun durup durmadığını kontrol eder, dolu durunca kendi marifeti sanıp sevinirdi. Ağaç, küçük kızı bırakıp nasıl giderdi? Her ağacın içinde dizindeki yaraları temizleyen küçük bir kız gizli değil miydi?

Kal De, Kalayım…

Ağaç her şeye rağmen gitmeye hazırlandı. Yüreğinde belirsizliğe adım atanların büyük korkusu, bir yanıyla birilerinin ona engel olmasını istedi. “Ben karar vermek zorunda kalmasam, benim yerime başkası verse. Durdursa beni.” Ama kimse bir şey yapmadı, herkes Kavak Ağacı’na saygı gösterdi…

Ağaç hikâyenin burasında farkında olmadan kendisini ele vererek “Dur der zannetmiştim” dedi. “Biri çıkar ve dur der. Yalnızca bir kişi bile olsa, tutup da dallarımdan, dur demedi bana. O zaman bana düşen gitmekti. Benden çoktan giden bu yerden gitmek ve bir daha geri dönmemek… Bazen toplanır gidersin, bazen toplar gidersin. Evden çıkarken insanlar, en çok kadınlar, yarım kalmasın hiçbir şey diye son kez bakarlar arkalarında bıraktıkları eve. Camlar kapalı mı, ocak sönük mü, ütü fişte mi, çocuk düşte mi? Sen de perdeleri çek, güneş içeri girmesin. Işık girince acıtıcı gerçeğin bütün detayları görünür oluyor.”

Çocuk, “Gerçek ne?” dedi. Ağaç, “Gerçek yalnızlıktır, hiç dinmeyen kalp sızısıdır. Güneş girince odaya, halının üstüne düşen tül kırışığıdır. Gerçek ele geçmeyen bir fırsattır ve yaptığın her seçim. Seçmediklerin için döktüğün gözyaşıdır, bir de yapmadıklarındır. Giderken arkanda bıraktıklarındır. Arkanda bırakmamak için gidemediklerindir. Gerçek, yılları görmemek için bakmadığın aynadır, hayallerini doldurduğun ceviz oymalı sandıktır. Gerçek, o sandıkta açmadığın bohçadır. Gerçek dikmediğin bir avuç akşamsefası, oynamadığın oyundur. Kurtlu çıkan elma şekeridir, yalayacakken düşürdüğün dondurma…”

Çocuk bu sefer “Nereye gittin?” diye sordu. Ağacın gözlerinin önüne evdeki/içindeki küçük kız geldi. “Hiçbir yere. Anladım ki gitmek istesen de kendinden çok uzak bir yere gidemiyorsun. Bir zamanlar birisi bana kendisini bir elbise gibi çıkarıp gitmek istediğini söylemişti de neyi kastettiğini anlamamıştım.”

Çocuk, “Ama sen neden bu kadar gitmek istiyorsun?” dedi. Ağaç “Basit şeyler yüzünden! Damlayan musluk kadar basit, yazılmamış mektup kadar, okunmamış yazı kadar basit. Kapı koluna takılı askı kadar, akşam olunca çekilmemiş perde kadar basit. Tek başına içilmiş çay kadar basit. Söylenmemiş, söylenmeyince de unutulmuş söz kadar basit. Ütülenmeden bekleyen sepet dolusu çamaşır kadar, teki bulunmayan çorap kadar, aralık bırakılan çekmece kadar basit. Her akşam fişe taktığın gece lambası kadar, kilitli mi diye kontrol ettiğin kapı kadar, kapının önünde unuttuğun ayakkabılar kadar basit” diye cevapladı.

Çocuğun gözleri iyi bir itiraz gerekçesi bulduğu için parladı. “Bunlar yani basit şeyler, kalmak için de yeterli değil mi? Radyoda çalan bir şarkı kadar, yorgana takılmış bir çengelli iğne kadar, seyredilmiş bir film kadar basit. Tarakta kalan saçlar kadar basit. Biraz önce çay içilmiş bir akşamüstü balkonu kadar basit. Tekini ummadığın bir yerden buluverdiğin terlik kadar, ihtiyacın olduğunda çalıveren telefon kadar basit. Yalanmış bir pul kadar basit. Gerçi artık kimse pul yalamıyor ama. İşte asıl bunun için kalacak kadar basit.”

Ağaç çocuğun itirazına alınmış gibi “Hayır kalmak için yetmez bunlar” diyecek oldu. Çocuk, şevkle “Öyleyse gitmek için de yetmez” cevabını yapıştırdı. “Kavak Ağacı bırakıp da gidilmez bunlar. Basit şeyler ve küçük kız, sonra o küçük kızın burnunun camda bıraktığı iz. Kayısı ağacının çiçeklerinin hafif kokusunu ya da köklerine kadar hissettiğin dolu yağarsa korkusunu, balkona atılmış küreği, havada asılı duran üç Kulhü bir Elhamı bırakıp gidemezsin. Yağar ağaç, dolu da yağar, kar da. Biliyorsun bunu. Ama sen gidemezsin, tarladaki buğday başaklarının arasından geçer gibi içindekilerden geçemezsin. Aslında kimsenin sana kal demesine gerek yok. Sen kendine zaten kal demişsin. Pişman gibi görünürsün ama kalmayı da seversin. Bir ipte takılı, çamaşır bekleyen mandal gibisin, çamaşır toplanırken bahçeye düşebilirsin ama çok uzaklara gidemezsin. Çünkü ağaç, bir elbise gibi kendini çıkarıp gitmeyi ne kadar istesen de insan tam olarak gidemez bir yerden.”

Hep gitmek isteyen kavak ağacı ile hep kalmak isteyen çocuğun hikâyesi burada bitti. Ağacın ve çocuğun içinde bir kadın gizli…

Mutlu Son

Hikâye bu ya, akşam eve gitti çocuk. Kendine kalmaya yetecek kadar neden yaptı. Onları desteleyip iki kez saydı, sonra bir kez daha saydı. Büyük beyaz bir kâğıda artılar ile eksileri yazdı, topladı çıkardı. Sonucu buldu: Kalacaktı!

Ağaç akşam olup yalnız kalınca, çocukla konuştuklarını bir kez daha düşündü. Yeni bir sürgünün hayatını nasıl değiştireceğini kestirmeye çalıştı. Karar verdi, sürgün verecekti ve gitmeyecekti. Yalnızlığını yeni sürgünüyle bölüşecekti.

Acıtan gerçek ise merhamete gelmişti. Bundan sonra perdeler açılsa bile kimsenin içini acıtmayacaktı.

En güzel son henüz yazılmayandır…

Sen ve ben…

Yola çıkan iki ayrı tren

İki ayrı şehirden

Bir problem, matematikte bile çözülemeyen

Sen ve ben

“Biz”den uzak, kelimelerden tuzak…

Esra Özer Duru, Ankara, 14.03.2008, Turuncu Dergisi, Gözden Geçirme Eylül 2021.

Taze Taze Hikâyeler

BEKLEME ODASI

Mart ayı ortalarıydı. Hava, okullardaki mevsim tablolarında her zaman bahara dahil edilmesine rağmen, yıllardır rolüne direnen bu aya yakışı...

Yeni Yazılardan Haberdar Olun

Kaçırmayın!