Telaşla gözlerini açtı. Alarm çalmamıştı herhalde. Çocukları okula göndermesi gerekirken uyuyakalmıştı. Yerinden fırladı. Ama kalkmasını engelleyen bir şey vardı. Sanki her yeri tutulmuştu. Kolları açılmadı, beli doğrulmadı. Çocuklar, ev, yatak, yastık, saat, alarm? Hiçbiri görünürde yoktu. Tarla gibi bir yerde, gri gökyüzünün altındaydı. Tekrar “okula geç kalacaklar!” diye düşündü. “Kim okula geç kalacak?” “Çocuklar!” “Neredeler?” “??” Hafızasını sondaj yaparcasına kurcaladı. Çocukların nerede olduğunu, kendisinin buraya nasıl geldiğini, dün ne yaptığını, en son ne yediğini hatırlamaya çalıştı. Başının içi de gökyüzü gibi sisli ve griydi.
Kalkmaya bir kez daha yeltenince ellerinin yerinde patiler olduğunu ve sadece emekler pozisyona geçebildiğini gördü. Bu, sandığı gibi bir tutulma değil, ne yazık ki doğal duruştu. Rüyada olup olmadığını anlamak için başını iki yana sallayınca kulakları gözlerine çarptı. Şimdi telaşı çocukların servisi kaçırmasından başka bir şeye dönüşüyordu. Suratına dokununca burnunun, ağzının ve çenesinin farklı olduğunu anladı. Yüzü tüylü, burnu ıslak, kalkık ve yuvarlak, ağzı bütün çenesine yayılacak kadar geniş, dişleri çok sayıda ve sivriydi. El yordamıyla kendisini tanımaya çalışırken ait olduğu yerde pek durmadığı anlaşılan dili ağzından çıkıp burnuyla birlikte geniş bir bölgeyi yalayıverdi. İçindeki bu karmaşanın aksine arkasında neşeyle hareket eden kuyruğa ne demeliydi? Kuyruğun kendi aklı olmalıydı. Aslında tüm bedeni hareket halindeydi. Kuyruğu, salyası, dili… Sallanıyor, akıyor, yalanıyordu.
Dört ayağının üzerine doğrulunca tüylerinin toz ve ot
dolduğunu fark etti. Tamamen doğal bir şekilde silkinirken, “Bu hareketler ne
ya?” diye düşündü. Kırk yıllık köpek gibiydi. Acaba gerçekten kırk yıllık bir
köpek miydi? Ne oluyordu? Kafka’nın Samsası ile aynı kaderi mi paylaşıyordu? Yoksa
hep köpekti de yediği bir ot dokunmuş veya ne bileyim bunama nedeniyle hafıza kaybına
falan mı uğramıştı? Aklında köpekliğine ya da insanlığına dair herhangi bir ipucu
ararken tanıdık bir görüntü bulmak umuduyla sağına soluna baktı. Üstünde uyuyup
uyandığı yer boş bir arsaydı. Arsanın çevresinde evler görünüyordu, pek kimse
yoktu. Biraz uzakta, birkaç köpeğin daha uyku mahmurluğuyla esneyip gerindiğini
fark etti. Belki onlar kendisini tanırlar, neden burada uyandığını, hafızasını
bu kadar silen şeyin ne olduğunu bilirlerdi. Yanlarına gitti. Sabah sabah
ortalarına aldıkları bir kemiği kemirmeye başlamışlardı bile. Anlam veremediği
bakışlarla şöyle bir baktılar. “Günaydın Samsa!” dedi biri. Selam veren köpek üzerinden
kışlık postunu atamamıştı. Orasından burasından tiftiklenmiş tüy yumakları sarkıyor,
pasaklı görünmesine sebep oluyordu. Öbür ikisi daha kısa tüylüydüler, kış
postlarından çabuk kurtulmuşlardı. Söze nasıl başlayacağını bilmediği için
selamı başıyla aldı. Kemiğe pati atsın diye halkalarında biraz yer açtılar. Oynamaya
niyeti olmamasına rağmen oturdu. Anlaşılan köpekler sözlü iletişime fazla
ihtiyaç duymuyordu belki de Samsa konuşmayı pek sevmiyordu. Arkadaşları
olduğunu varsaydığı bu köpekler, ona fazla yüz vermemişti. Nedense
hareketlerinde kendisine karşı bir bıkkınlık, bezginlik sezdi. Hatta yaklaştığı
sırada içlerinden birinin diğerinin kulağına “her gün aynı terane!” dediğini
sandı ama emin olamadı. Kendisine ismiyle hitap eden köpeğe, “Ben kimim, neden
buradayım? Neden köpek olduğum halde sabah çocuklarımı okula yetiştirmeye
kalkıştım? Köpek işleri bana niye anlamsız görünüyor?” diye sormayı düşündü. Konuşacak
takati olmadığını fark etti.
Bir süre daha oyalandıktan sonra arkadaşlarından ayrıldı. Tam
“Bütün gün oturarak sorularıma cevap bulamam. Ne yapsam?” diye düşünüyordu ki
kendisini köpek işleriyle meşgul buldu. Hareketlenen sokakta çocukları izledi. Geçen
arabalara yanlarında koşarak eşlik etti. Yorulunca durduğu yerden havladı. Üst
sokaktaki arabaların lastiklerini koklayıp imzasını attı. Parkın kenarına
dökülmüş kuru mamalarla yemek artıklarını didikledi. Arkadaşlarının sabah
oynadığı kemiğe benzer bir kemik bulup onu toprağa gömdü. İstemeye istemeye bir
iki kedi kovalayıp tırmandıkları ağacın dibinde biraz bekledi. Bu işleri
yaparken bir yandan da düşündü. Belli ki bir süredir devam eden bir döngüsü
vardı. Aklında hayatına, kim olduğuna dair bilgiye benzer hiçbir şey olmamasına
rağmen iç güdüleri tamdı. Belki hafızasını kaybetmemişti. Bu düşünce içini
rahatlattı. Yine de sanki çok önemli bir şey unutuyordu.
Sırdaş
İnsanı sağken duymayan bir kedi olması hiç sorun değildi. Bembeyaz tüyleri ve mavi gözlerinin bir bedeli olan işitme kaybını sevgisiyle dengelemişti o. Aralarında özel bir işaret dili bile gelişmişti yıllar içinde. İnsanı ona ya gelip tatlı tatlı dokunur ya da titreşimleri hissedebileceği şekilde yere vururdu. Sessizliğini “iyi sır tutması”na yorar, ona “Sırdaşım!” derdi. Sırdaş kimseye duyduklarını anlatmaz, insanını ele vermezdi. İnsanı gittikten sonra bakımını devralan hayırsız yeğen itip kakmıştı onu. Duymayınca üstüne bir şey fırlatıyor, daha olmazsa gelip ayağıyla dürtüyordu. Sırdaş en çok, yattığı şeyi ileri geri çekiştirmesinden korkuyordu. Deprem oluyor gibi paniğe kapılıyordu. Bu şartlar altında evden kaçmaktan başka çare kalmamıştı. Yine de çok uzaklaşamadı. İnsanının hatıralarından ayrılmaya içi elvermedi. Onun bahçesi, pencere önü, eliyle çiçekler diktiği saksıların arkaları, yeğen evde yokken dinlendiği mekânlar oluyordu. Arada rastlaşırlarsa, hayırsız, sanki birileri onu izliyormuş gibi abartılı hareketlerle mama veriyor, vicdanını rahatlatıyordu. Halbuki Sırdaş’ın karnı nerede olsa doyardı. Kalmasının diğer sebebi insanından sonraki sevgili arkadaşı Samsa’ydı. İnsanıyla yaşadıkları sitenin yakınlarındaki boş arsada yatıp kalkan Samsa’yı küçüklüğünden beri tanırdı. Samsa ona yarenlik eder, konuşmadan anlaşırlardı. Ne demişti şair: “Yan yana duruşumuz bile bahar gibidir!” Beraber yolun kenarına uzanır saatlerce manzara izlerlerdi. Herkes bir kedi ile köpeğin böyle iyi anlaşabilmesine şaşardı. Samsa arabalara havlayıp bazılarının peşinden koşarken Sırdaş gevşemiş vaziyette yatar, bazen de tüylerini temizlerdi. Arkadaşı onu defalarca çılgınlar gibi peşinden gelen köpeklerden ya da hızla geçen arabaların altında ezilmekten kurtarmıştı. Samsa etraftaysa Sırdaş güvende olduğunu bilirdi.
Samsa’nın gıcık olduğu bir okul servisi vardı ki yaklaşırken
köpekleri ayaklandırmak için kornaya basar, hepsinin havlayarak peşine
düşmesini sağlardı. Şoför tuhaf bir zevk alıyordu bu durumdan. Samsa o çılgın
şoförün bir nevi alarm olan kornalarını duyunca Sırdaş’ı patisiyle dürtüp
uyarır, dikkatli olmasını sağlar sonra da çılgınlar gibi minibüsü kovalardı.
Bu sefer öyle olmadı. Bir kemikle oyuna dalan Samsa
kornaları son anda duydu. Sırdaş’ı uyarmaya koşarken servisçinin direksiyon
hakimiyetini bir an için kaybettiğini, Sırdaş’ın içlerinde uyukladığı otların
üstünden geçtiğini gördü. Alarm çalmış, Samsa duymamış, Sırdaş geç kalmıştı…
Samsa
Akşama doğru aniden acı başladı. Kalbi parçalanıyordu. Dayanılır
gibi değildi. İçinden yükselen acı çığlıklar boğazına sıra sıra düğümlendi.
Gırtlağı taş gibi oldu. Yutkunamıyordu. Kim olduğunu unutturacak kadar şiddetli
bir acı boğazına doğru tırmanıyordu sanki. Kusacak gibi, kalbini ve bütün
organlarını tersine çalışmaya zorlar gibi. O anda bir köpek için doğal olan
başka bir davranışı keşfetti. Acı içinde uludu. Durup dururken öylesine… Ağzını
havaya dikip uzun uzuuun uludu. Diğer köpekler acıyarak ama biraz bıkkın ona bakıp
kuyruklarını düşürdüler. Aralarında gizli bir sözleşme varmış gibi ağızlarını
havaya dikip ahenksiz bir orkestraymışçasına uludular. Samsa ulurken hatırladı
her şeyi. İçindeki acıyı hatırladı. Biricik arkadaşı Sırdaş’ı, Sırdaş’ın
sessizliğini, yalnızlığını onun yalnızlığına katışını, yapması gereken tek şeyi
ve sevgili Sırdaş’ın gidişini… Sahne sahne fotoğraflar, kısa filmler belirdi
kafasında. Her şey öyle net; renkler, anlar o kadar canlıydı ki patisini uzatıp
arkadaşına dokunmak istedi. Karşısında biraz kirli beyaz tüyleriyle, boncuk
boncuk mavi gözleriyle duruyormuş, orada kendisini bekliyormuş, arkasını dönüp
baksa görebilecekmiş gibi…
Hafızasının karanlık koridorları aydınlanmış, yapbozunun kayıp parçaları bulunmuştu. Samsa neden her gün, her şeyi unuttuğunu anladı. Sırdaşsız bir güne her uyandığında içinin nasıl acıdığını, günlerce “çok üzgünüm” diye nasıl dolanıp durduğunu, arkadaşlarının bir süre sonra ondan ve acısından nasıl bıktığını, Sırdaş’ın yokluğuna alışmaktan nasıl korktuğunu… Hepsini hatırladı. Bu acı ancak uykuya dalarsa dururdu. Sırdaş’ı bulduğu yere geldi. Yarın bu acıyı hatırlamayacağı birkaç saati olacaktı en azından. Önce sesli hıçkırıklarla ardından bebek gibi içini çeke çeke uyuyakaldı. Sonra… Telaşla gözlerini açtı. Alarm çalmamıştı herhalde. Çocukları okula göndermesi gerekirken uyuyakalmıştı. Yerinden fırladı. Alarmı mı duymamıştı acaba?
Esra Özer Duru, Ankara, 27.06.2022.
Kaleminize, yüreğinize sağlık.
YanıtlaSilTeşekkür ederim. :)
Sil