13 Haziran 2021

BİR AVUÇ ÇEKİRDEK

Bir varmış, ondan gayrısı yokmuş. Çok uzak olmayan topraklarda hatta burada, bir hikâye yaşanmış zamanında. Zaman ki ölümün silahı daha çokmuş, ortalama insan ömrü en fazla kırkbuçukmuş. İnsanlar dedelerini ebelerini değil, analarını babalarını bile görmezmiş bazen. Ölüm o zamanlar, sıtma, dizanteri, kızamık, çiçek, difteri, kıtlık, yokluk diye gelirmiş. Adı değişikmiş ama izlediği yol aynıymış. Askere gidenden beş yıl umut kesilir, gurbete gidenden bir daha haber beklenmezmiş. Gelinler sadece kocalarından değil, kayınbabalarından, kayınvalidelerinden hatta kayınbiraderlerinden dayak yermiş (aslında buna bakınca pek bir şey değişmemiş). O yıllar miladi takvimde Birinci Dünya Savaşına, Kurtuluş Savaşına denk gelirmiş. Düşman ve savaş oralara girmemiş ama savaşın sefaleti, yoksulluğu insanların içlerine, tenlerine işlemiş.   

Bu hikâye, buralarda büyüyen çocuklar için çok yabancı değilmiş. Çünkü buralarda, ne Zoro gelir ağanın yüzüne Z çizermiş ne Candy Antonhy’yi severmiş ne Heidi gibi dağlarda huzur içinde Peter’le gezermiş. Öyle değilmiş işte! Buraların Heidileri “analık” elinde büyür, gün doğmadan tarlaya gider, analığın hışmına uğrayınca aç acına uyurmuş. Bu hikâyenin kahramanlarının adı Candy, Heidi, Peter değil Ayşe ile Abdurrahman’mış.

Üç kardeşten ikisi Ayşe ile Abdurrahman’ın babaları varlıklıymış. Sevilir sayılırmış yaşadıkları yerde. Bir şatoları, boy boy atları, katları, yatları yokmuş ama itibarları çokmuş. Ayşe ile Abdurrahman kardeş kardeş oynar, gezermiş. Çocukmuşlar, dünyadan habersizmişler, onun için de mutluymuşlar, bir daha olamayacakları kadar… Henüz ihraç malı olmayan kayısılarından istedikleri kadar yer, çekirdeklerini kırıp kuruyemiş yaparlarmış.

Bir gün savaş onların hayatlarına da değmiş, dokunmuş. Babaları askere gitmiş o zamanların en ünlü cephesi Yemen’e mi, nereye? Yaşasaydı bu hikâyenin kahramanı Ayşe bilirdi. Yıllarca babadan haber alamamışlar. Köy yeri işte, tarla tapan, çocuklar fark etmeden zaman geçmiş. Bir gün iki kardeş evlerinin önünde oynarken esmer, kara kuru bir adamın geldiğini görmüşler. Adamdan korkmuşlar. İki kafadar yerden topladıkları taşları adamın kafasına, gözüne atmışlar. Adam ne kadar konuşmak istese de dinlememişler, anneleri evden çıkıp yetişene kadar taş yağmuru devam etmiş. Çocukların hırsız sanıp taşladıkları adam, meğer aylardır yolunu gözledikleri babalarıymış.

Baba gelmiş, hayat yeniden mecrasında akmaya başlamış. Fakat saadet çok uzun sürmemiş (ne kadar saadetti meçhul ya!). Ayşe ile Abdurrahman’ın anneleri ölüvermiş. Çocukların biri beş, biri yedi biri on yaşında. Baba baksa nasıl bakacak? Gitmiş başka bir kadınla evlenmiş.

Analığın gelişi Ayşe ile Abdurrahman’ın hayatına ikinci bir darbe indirmiş. Abdurrahman sık sık anasının mezarının başında ağlar olmuş. Ayşe öz annesiyle daha çok zaman geçirmesine rağmen daha az ağlarmış. Çünkü o zamandan dayanmayı, dayanıklı olmayı öğrensin diye hayat onu pişiriyor, duygularını saklamayı öğretiyormuş. İki kardeş el ele tutuşur mezarlığa gider, orada saatlerce otururmuş. Kardeşlerin paylarına düşen kayısılar, çekirdekler, ekmekler, katıklar üvey annenin gelişiyle birlikte azalmış. Babanın tembihlerine ve tehditlerine rağmen üvey anne umursamamış çocukları çoğu zaman aç bırakmış. Hâlbuki baba tahmin mi etmiş yoksa bilmiş mi, kadına çocuklarını aç bırakırsa onu boşayacağını söylemiş. Ama o gündüz zaten yok, tarlada, işte güçte, belki de kahvede, çocukların ne kadar aç kaldıklarını bilmemiş. Çocuklar aç kaldıkça mezarlık ziyaretleri artmış. Abdurrahman’la Ayşe mutlu oyunlara harcadıkları vakti analarının mezarının başında geçirir olmuşlar. Analığın başından uzak olsunlar, nerede oldukları zaten önemli değilmiş.

Bir gün babaları yokken karınları öyle acıkmış öyle acıkmış ki, ne yapacaklarını bilememişler. Üstelik bu çocuklarınki varlık içinde yoklukmuş. Eller bulamadığı için aç kalırken, bunlar analık vermediği için açmış. Çözümü Abdurrahman bulmuş. Gidip analığın sakladığı yerden kayısı çekirdeği alacaklarmış. Kendilerine uygulanan bu insafsız ambargoyu kıracaklarmış. Abdurrahman çekirdeklerin koyulduğu yeri zaten biliyormuş. Ayşe kapıda beklemiş, öbürü küçücük elleriyle ceplerini doldurmuş. Aldıklarını ablasıyla yiyecek, bir güzel keyif edeceklermiş. Tam odadan çıkarken analık Abdurrahman’ı yakalamış. Ceplerindeki ve minik avucundaki kayısı çekirdeklerini görmüş. Abdurrahmancığı ve suç ortağı Ayşe’yi oracıkta kıstırmış, belki dövmüş, belki dövmemiş, ama Abdurrahman’ı havaya kaldırmış şöyle sertçe yere “çakmış”. Küçük çocuğun cebinde, avucunda ne varsa onları da almış. İki kardeş, üzüntüleri, hiç görmedikleri okyanuslardan büyük, tek sığınaklarına, annelerinin mezarına koşmuşlar. Akşama kadar orada ağlamışlar. Akşam babaları gelmeden eve dönmüşler ama baba bu işin içinde bir iş olduğunu anlamış. Çünkü çocuklar her zamankinden daha sessiz ve mahzunmuş. Sormuş, öğrenmiş, üzüntüden kahrolmuş. Ama bu saatten sonra nafile…

O gece Abdurrahmancığın ateşi yükselmiş, adı difteri mi, dizanteri mi, yoksa üzüntü mü keder mi bilinmez. Birkaç gün içinde çökmüş minik bedeni, annesini sayıklaya sayıklaya ölüvermiş. Ayşecik de annesiz, kardeşsiz kalıvermiş. Baba ise sözünü yerine getirmiş, analığa kapıyı göstermiş. Abdurrahman gidince Ayşe’nin içindeki çocuk da gitmiş. Sonra yeni analıklar, yeni kederler…

Ayşe…

Şimdi Abdurrahman’la birlikte. Çok kereler anlattığı bu hikâyeyi vaktinde hafızamıza kaydetmedik. Birbirimizden yardım almasak parçaları birleştiremezdik. Hâlbuki Ayşe’nin yılların kuruttuğu gözpınarlarını ıslatan tek hikâye buydu. Yokluklarla yoğrulmuş hayatının en acı hatırası… Çocuğumuzu azarladığımızda bizi “çakma çocuğu yere” diye sertçe uyarmasının sebebi…

Abdurrahman…

Ayşe’nin kardeşi, oyun arkadaşı, annesini paylaştığı, acısını bölüştüğü…

Çocukluk…

Abdurrahman’ın cebinde kalan üç beş kayısı çekirdeği…

Esra Özer Duru, Ankara, Haziran 2008, Turuncu Dergisi. Gözden geçirme 29.5.2021.

06 Haziran 2021

DOKUNSALAR AĞLAYACAKTIN AMA HİÇ DOKUNMADILAR

Geçen gün mutfakta yemek yaparken radyonun düğmesine dokunduğumda bir sürprizle karşılaştım. Daha ilk notalarıyla beni içine alan bir şarkı doldu mutfağa. Şarkının adı başka çağrışımlar yapıyordu ama pilav pişirip puding karıştırırken bana bir masal yazdırdı. Bilmem, bu şarkı[1] beni etkilediği gibi sizi de etkiler mi? Bir arkadaşın söylediği gibi “her dinleyen başka bir yerinden isabet alır” mı?

Üç genç kızın masalı…

Dokunsalar

Ağlayacaksın,

Ama hiç dokunmuyorlar.

Biçare bakan gözlerin bırak kanasın,

Gücüne gitsin şarkılar…

Yıllar yıllar önceymiş. İletişim Fakültesinin ikinci katına çıkan merdivenlerinin köşesinde şimdi isimlerini hatırlayamadığım üç kız öğrenci, hayata karşı bütün acemilikleri, bütün kırılganlıkları, bütün naiflikleriyle, on dakikalık ders aralarında dikilir, gülüşerek sohbet ederlermiş. Öyle incinebilir, öyle hassas, öyle kelebek kanadı imişler de hiç bilmezlermiş.

Onlara göre güçlü, benzersiz, çetin ceviz, idealist, azimliymişler, çok büyük işler yapacaklarmış. Daha bir sürü kitap okuyacak, bir sürü şiir, yazı yazacak, fotoğraf çekeceklermiş. Önlerinde açılmayı bekleyen bir sürü kapı varmış. Hayatın eşiğindeymişler daha. Anahtarlar da paspasın altındaymış. Yani akıllarında ne varsa gerçekleştirmek kolaymış. Her gün, her on dakikalık arada bambaşka bir hayal kurulurmuş bu üç kişilik dünyada. Dünyayı değiştirebilir, hiç yara almadan rüzgâra karşı yürüyebilirlermiş. Yağmurun altından ıslanmadan geçebilirlermiş. Görünmez çatıları Ankara’nın dolusundan hasar almazmış. Kavgalar hep mertçe yapılırmış. İnsan sırtından vurulamazmış. O yaşlarda herkesin kendileri gibi olduğunu nereden bilirlermiş… Sonra, hemen sonra, hayatın sert rüzgârlarının o en ince, en zayıf yerlerinden nasıl da estiğini/eseceğini… Tam da oradan nasıl güç kaybedeceklerini…

Aklın ilk göz ağrısında,

Hatırlıyor mu seni hala

Dikiş tutmayan

Bu büyük yara,

Bazı geceler

Kanıyor hala

Yıllar yıllar önceymiş, henüz kimse ölmemiş, kimse gitmemişmiş. Hatıralardaki sınıf mevcudu henüz tammış. Aynalar kimseye yaşlandığını söylemiyor, geçen yıllar insanın içinde bir şeyleri kırıp dökmüyormuş. Yorgunluklar dinlenince geçiyor, yaralar sanki daha hızlı iyileşiyormuş. Telefonlara, kapılara daha hızlı koşuluyor, şarkılar insana başka duygular hatırlatıyormuş. Daha cesur çıkılıyormuş yola. Islak kibritler daha kolay kuruyormuş ocağın yanında. Yağmurda ıslandığında hemen grip olmuyormuşsun ya da mesela kemiklerin ağrımıyormuş. Sanki insana yaş sınırı nedeniyle gerçek mermiyle ateş etmiyorlarmış.

Nereden bilinecekmiş hiçbir yaranın izinin silinmediği… Nereden bilinecekmiş ıssızlığın keskinliği… Nereden bilinecekmiş akşamüstü çöken sisin bir daha gitmeyeceği… Nereden bilinecekmiş plastik mermilerin de yürekleri delebildiği…

Her geçen yıl birer birer

Masadan eksiliyor dostlar…

Sessizce aktı gitti yıllar

Seni hiç uyandırmadan

Ve bir sabah

Uyandığında

Kalmışsın

Tek başına…

Yıllar yıllar önceymiş. İncitmiş şarkılar. Kırmış dolular. Ayırmış rüzgârlar. Vurulmuş martılar. Tarumar olmuş gelincik dolusu tarlalar. En çok da incinmiş zavallı kırlangıçlar.

Başka masallarda da esmiş rüzgârlar… Küçük Prens’in çiçeğini yine Küçük Prens’in kuzusu yemiş. Annesi Parmak Kız’a büyüme hormonu enjekte ettirmiş. Hansel ile Gretel bir yön bulma cihazı (navigasyon) almışlar. Sinbad uçan halısına overlok yaptırmış. Gülen Ayva ile Ağlayan Nar konservatuarın tiyatro bölümüne yazılmış. Birileri Zümrüd-ü Anka’yı tavuk döner yapmış. Leyla, Facebook’tan bulduğu ilkokul arkadaşıyla Mecnun’u aldatmış. Mecnun önce Leyla’yı öldürmüş sonra Müge Anlı’ya katılıp Leyla’nın katilini aramış. Nasreddin Hoca bir yoğurt makinesi almaya karar vermiş. Keloğlan saç ektirmiş. Çocuklar çıtır pıtır yutup zehirlenmiş. Plastik mermiler masumiyetin zırhını delmiş. Bu masal da böyle bitmiş.


Esra Özer Duru, Ankara, Aralık 2011, Turuncu Dergisi. Gözden geçirme 28.5.2021.  


[1]Zakkum grubunun Anason şarkısı: https://youtu.be/sDF2auWzpmM

30 Mayıs 2021

YALNIZLIĞIN DUVARLARI - KAVAK AĞACINA MEKTUP 1

İlk Not: Merhum Cahit Zarifoğlu’nun eşi Berat hanımla yapılmış bir röportaj okumuştum. Eşinin erken yaşta vefatına işaret ederek, “Aramızda 16 yaş fark vardı. Cahit bey bana takılır ve derdi ki, ‘ben yaşlanacağım sen hep genç kalacaksın.’ Ama öyle olmadı, genç yaşta aramızdan ayrıldı. Bugün gençler geliyor diyorlar ki, ‘Berat teyze bize Cahit abiyi anlat.’ Cahit, gençlerin hep abisi olarak kaldı ben ise gençlerin teyzesi, torunlarımın anneannesi oldum…” [1] Birazdan okuyacağınız yazının başındaki şiiri eskiden -hiçbir arkadaşımı kaybetmeden önce- de severdim. Ama Berat hanımın cümleleri, bu mısraların bende bıraktığı duyguyu tam hissettiğim gibi tarif ediyor. 

Hayatımıza kısacık girip aniden çıkan bir arkadaşımın, Ülkü’nün (Ülkü Odabaş 1976 - 30.5.1996) yasını tutmayı bir türlü tamamlayamamış, arkasından yazılar yazmışım. Yeni yazılarımı bloğa aktarırken, kendi yazma serüvenimi izleyebilmek, paylaşabilmek için, acemiliklerimi gözden geçirip eski yazılarımı da yayınlıyorum. Bunu yaparken Ülkü’yle dostluğumuzun bende bıraktığı izleri görüyorum. Bu yazı onlardan biri. 

Vefatından bu yana geçen süre, onun dünyada kaldığı süreyi çoktan aştı. Bizim dostluğumuzsa sadece üç buçuk yıl sürdü. Ülkü bazen kavak ağacı, bazen sokak lambası, bazen kendisine hitaben mektuplar yazılan hayali bir arkadaş olarak hep hayatımda kaldı. Güzel bir şarkı duyduğumda, güzel bir şiir ya da yazı okuduğumda, iyi bir film izlediğimde, Gökhan Özcan ağabeyin “Bir gölge gibi[2]” yazısında zarafetle ve nezaketle ifade ettiği gibi, hep onunla paylaşmak istedim. Bu yazıyı onuncu yıldönümünde yazmışım, yasımı şiirlere, şarkılara sarmışım. Şimdi yirmi beş yıl oldu. Allah, Ülkü’yü cennetinde gölgelendirsin. Acemiliklerimi hoş görün, yazının -kendince- bütünlüğünü bozmamak için fark ettiklerimin çoğunu düzeltemedim.

“Benim için geçmede yıllar

Senin boyunsa hala pencerenin boyu kadar”


Yalnızlığın duvarları taştan mı, camdan mı acaba? Taştansa Ankara Hukuk’un duvarları gibi midir? Camdansa, duvara her çarptığımızda burnumuzun izi çıkar mı? “Yağmur vururken cama/ Dalarken gece gama” sessiz ayaklar gezinir mi soğuk taşlarda? Issız bir evin soğukluğunda küf birikir mi duvarlarda? Küfte penisilin vardı galiba. Ama iyi gelmiyor yalnızlığın duvarlarında biriken mavi penisilinler insana.

Gece dalarken gama sen de dal tatlı uykulara. “Benim için geçmede yıllar/ Senin boyunsa hala pencerenin boyu kadar[3]. Güzel cümlelerin hepsi kurulmuş daha önce. Kalmamış ilk kez söylenen bir iki kelime. Bir şey söylemek istediğim her seferde, sadece başkalarının sözlerini kendi el yazımla yazıyorum sanki. Okuyan için, o kadar da fark yok. Bütün yazılar ya Arial ya Times New Roman. “Meğer ırmağı severmişim/ İster böyle kımıldanmadan aksın/ Kıvrıla kıvrıla tepelerin eteğinde/ Doruklarına şatolar kondurulmuş/ Avrupa tepelerinin/ İster uzasın göz alabildiğine dümdüz./ Bilirim ırmak yeni ışıklar getirecek,/ Sen göremiyeceksin,/ Bilirim ömrümüz beygirinkinden azıcık uzun,/ Karganınkinden alabildiğine kısa./ Bilirim benden önce duyulmuş bu keder/ Benden sonra da duyulacak./ Benden önce söylenmiş bunların hepsi bin kere,/ Benden sonra da söylenecek.[4]

Galiba yalnızlığın duvarları taştan. Dizlerini kanatıyor çarpınca insan. Silerken gözlerinden yaşı, dizlerinden kanı, kızıyor kendine, “bu duvarı hiç fark edemiyorum, yazık bana” diye. Yazık oluyor sık sık birçok şeye. İnerken gece, biterken gün, duvarlara sinerken yalnızlık, evlere yerleşirken sessizlik, yazık oluyor ömürlere.

Evlerin ışıkları yanarken, sen onları dışarıdan huzur dolu görürken, hiçbir şey sandığın gibi değilken... Işıklı masalarda karşılıklı yemekler yenirken, birbirinin hayatıyla nezaketen ilgilenirken, insan el yordamıyla yokluyor yalnızlığın duvarlarını. Bazen ne kadar uzun olduğunu fark ediyor korkuyla, bazen hızla çarpıyor duvara, orada olmayacağının umudu ve olduğunun hayal kırıklığıyla. Her ev yazık olan ömürlerle dolu, her masada kendi ömrünü yiyor insan.

Hayatı okumak daha mı kolay olurdu birkaç dil daha bilseydik? Daha mı kolay olurdu yaşamak, hayatla uzlaşabilseydik? Yaşarken hep mi acıtır insan başkalarını? Var mıydı bizim hayatlarımızın “Hani herkes arkadaş/ Hani oyunlar sürerken/ Kimse bize ihanet etmemiş/ Biz kimseyi aldatmamışken/ Hani biz kimseye küsmemiş/ Hani hiç kimse ölmemişken[5]” zamanları? Ya da hep mi kırar yaramaz çocukların topları kalbin camlarını?

Sen ey karşıdaki kavak ağacı! Sen, hiç kimsenin kalbini kırdın mı? Kimse seni incitti mi bu hayatta? Rahat mı böyle yaşamak kökün toprakta? Kolay mı yaprak çıkartmak baharda, dökmek sonbaharda? Üşür mü senin gibi bir kavak ağacı Ankara’da ayazda? Alınır mı polenleri yüzünden suçlanınca? Gitmek ister mi uzaklara, çooook uzaklara? Düşer mi bir kavak ağacı sık sık dipsiz kuyulara? Kavak ağacı cevap versene sorduğum sorulara? Veremez misin, senin de mi duvarların var yoksa? Zorlamaz mısın duvarlarını hiç? Bazen bir delik bulup nefes alırsın duvarda, bazen sağlam örüldüğünü yeniden anlarsın bir kez daha. Zoru zorlamadın mı zorda kalınca? Kolaya mı kaçtın hep kolayca? Kendini kedi yutmuş gibi hissettin mi acaba?

Bu saatten sonra kim anlar beni?[6]” diye bir şarkı dolanıyor mu diline sıkça? Mırıldanıyor mu içindeki pikap, hüzünlü şarkıları? Bu rüzgârlar beni yıkar mı diye korkuyor musun zaman zaman? Çok mu güveniyorsun köklerine bazen? Güvenme! Hiçbir kök yok topraktan çıkmayan ya da en azından kurumayan. Ama hiçbir bulut da yok rüzgârla dağılmayan...

Ne kaldı aklında benden sonra? Yarım kalan cümlelerden, birkaç şiir ve şarkıdan başka? Ne kaldı sahildeki batıklardan başka? “Sen geçerken sahilden sessizce, gemiler kalkar yüreğimden gizlice[7]”...

Bak kavak ağacı, senin var mı bilmiyorum ama benim var yaralarım. Bazen sertleşiyor kabukları bazen sızlıyor tatlı tatlı. Ne demiştik, taştan mıydı yalnızlığın duvarları ya da camdan? Çarpınca burnunun izi mi çıkıyordu bir de? Mavi penisilinler yenmiyor acı acı bunu bil, sakın toplayıp köklerini, kalkışma gitmeye. Gidemiyor insan hiçbir yere... 

Esra Özer Duru, Ankara, Ocak 2006, Turuncu Dergisi. Gözden geçirme 28.5.2021.

[3] Ay Işığı Sonatı, İlhan Demiraslan  

[4] Severmişim Meğer, Nazım Hikmet.

[5] Eskidendi Çok Eskiden, Murathan Mungan.

[6] Demet şarkısı, söz: Şehrazat: https://youtu.be/jQFV9TQ8PgA

[7] Teoman şarkısı, söz: Orhan Atasoy: https://youtu.be/JSKc-Y0UPvo 

26 Nisan 2021

HAYAT EKTEDİR

Yangın alarmı canhıraş bağırıyordu. Ofisin içinde herkes oraya buraya koşturuyor, birbirine çarpıyor, bir yerlere takılıp düşüyordu. Tavandan sarkan kopuk elektrik kabloları, yangın söndürücü fıskiyelerden püsküren su yüzünden kısa devre yapıyor etrafa kıvılcımlar saçıyordu. Sandalyeler devrilmiş, masalar yerinden oynamış, üstlerindeki evraklar, bilgisayarlar, yazıcılar su içinde kalmıştı. Manzara karmakarışıktı. Alarm, asansörleri devre dışı bıraktığı için, ıslak insanlar korku ve telaşla merdivenlere hücum ediyor, bazılarının ayağı kayıp düşüyor, düşenler eziliyordu. Bir yerini çarpıp yaralananlar başlarını, kollarını tutuyor ya da topallayarak çıkışa ulaşmaya çalışıyordu. Bütün bu dehşetin içinde, iki kadın ve bir ataş çocuğun oluşturduğu daha da tuhaf bir grup, kaçışıp duran insanlardan, asma tavandan fışkıran sulardan, yanıp sönen floresanlardan bihabermiş gibi tam ortada öylece duruyordu. Kadınların saçlarından ve ceketlerinden sular akıyordu. Susan şaşkın ve üzgün, Ataş Çocuk ise gözleri dehşetle büyümüş, kollarını bir şeyi kucaklamak istercesine iki yanına açmış vaziyette yere bakıyordu. Helen’se deli bakışlarını aynı noktaya dikmiş çılgınca gülüyordu.

Bir süre önce…

Dünya bambaşka bir yer olmuştu. Birkaç yıl önce peş peşe yaşanan tuhaflıklar ve felaketler çok şeyi değiştirmişti. Akla gelebilecek her türlü sistem alt üst olmuş, bugüne kadar bilinen ve işleyen düzenler büyük değişiklikler geçirmişti. Bu alt üst oluş öyle köklüydü ki, geçmişi hatırlamak imkânsızdı. İnsanlar yeni düzenlere uyum sağlayabilmek için muazzam bir çaba sarf ediyordu. Eskisi gibi aile dayanışması, mahalle kaynaşması, arkadaş desteği gibi güzellikler birkaç inatçı yaşlı insanın sürdürmeye çalıştığı ilginçlikler olarak görülüyordu. Herkes tek başına hareket ediyor, hayatta kalmak için yeteneklerini geliştirip uyum sağlamaya çalışıyordu. Kimsenin başka bir insana yardım ederek onun sorumluluğunu geçici de olsa yüklenecek hali kalmamıştı. Zaten çalışma hayatının temposu öyle artmıştı ki buna zaman yoktu.

Şehirlerin çalışma alanları genellikle ofisler olmuştu. Sürekli ışıkları yanan, klimaları çalışan, asansörleri bir aşağı bir yukarı insan taşıyan ofisler… Fotokopiler çekiliyor, kâğıtlar zımbalanıyor, çıktılar alınıyor, poşet dosyalara evraklar konup klasörlere takılıyor, çekmeceler açılıp kapanıyordu. Buradan bakınca dünya büyük bir ofise dönüşmüş gibiydi. Asansörler, yürüyen merdivenler, yorgunluktan gözlerinin altı siyah halkalarla dolmuş, benizleri solmuş, gülümsemeyi unutmuş, gözlerinin feri çoktan sönmüş insanlarla doluydu. Bu insanların birbirine hâl hatır soracak mecali yoktu. Çoğu “günaydın” bile dememek için gözlerini yerden kaldırmıyordu. İnsanlarla ilgili dikkati çeken en önemli nokta ise hepsinin kadın olmasıydı. Genellikle giydikleri siyah takımları, beyaz gömlekleri, sıkı sıkı topuz yaptıkları saçlarıyla kadınlar, bulundukları her yerde harıl harıl çalışıyordu. Sokaklarda, işyerlerinde, okullarda, parklarda erkek yok denecek kadar azdı. Olanların çoğu da çocuktu. Peki neredeydi erkekler?

Erkeklere ne oldu?

Bundan bir süre önce bilim insanları bir virüsün ortaya çıkacağını ve dünya nüfusunun neredeyse yarısını yok edeceğini öngörmüşlerdi. Virüsün kaynağının ne olduğu, tedavisi, virüsten korunma yolları bilinmiyordu. Sorun, insanlığın önünde büyük bir bilinmezlik olarak duruyordu ve insanlık bilinmezleri pek sevmiyordu. Büyük fonlar ayrılmasına, günlerce değişik ülkelerin, değişik üniversite laboratuvarlarında, sayısız bilim insanınca, araştırmalar yapılmasına rağmen herhangi bir sonuca ulaşılamıyordu. İnsan hayatı büyük tehdit altındaydı ve sığınılacak liman görünmüyordu.

Tam da aynı günlerde, şehirlerde moralleri yüksek tutmak için birtakım organizasyonlar düzenlenmeye başlandı. Virüs egemenliğini ilan etmeden önce büyük maçlar, konserler ayarlanıyor, toplum kitleler halinde bunlara katılıyordu. Dünyanın her tarafında yaşanan tuhaf felaketler bu sırada oldu. Bir el tarafından ayarlanmışçasına erkeklerin yoğun olarak katıldığı maç organizasyonlarında stadyumlar çöktü, seyirci tribünlerinde yangınlar, kavgalar çıktı. Maçları, konserleri izlemeye gelenlerin çoğu çökme sırasında, yangında, çıkan izdihamda hayatını kaybetti. Av kazaları, trafik kazaları, cinnet geçirip bölüğün yemekhanesini akşam yemeğinde havaya uçuran erler… Peş peşe yaşanan garip olayların hepsinde kayıplar genellikle erkekler oldu.

İnsanlar panik halindeyken bilimin kehaneti kendini göstermeye başladı. Bilim insanları yanılmamıştı. Virüs gerçekten dünya nüfusunun yarısını yok edecekti. Herkes hasta oluyordu ancak hastalık, erkek DNA’sında daha etkili oluyordu. Bir aşı bulunana kadar dünya büyük kayıp verdi. Aileler, babalarını, dedelerini, oğullarını kaybetti. Yaşananlar akla, hayale sığacak şeyler değildi. Hayat nasıl devam edecek kimse bilmiyordu. Kadınlar, Dünya Savaşlarından sonra olduğu gibi erkeklerden boşalan iş sahalarını doldurmaya başlarken, her krizden sağ çıkan yönetici elitler, sistemin devamı için çözümler bulmakta gecikmedi.

Teknoloji kadınların emrine verildi. Zaman zaman yetersiz kalabilen kas gücünü dengelemek için her iş kolunun kendi malzemesinden suni işçiler üretildi. Mesela inşaatlarda kürek çocuklar, el arabası çocuklar, ofislerde kâğıt çocuklar, ataş çocuklar işbaşı yaptı. Bu yorulmak bilmez yeni elemanlar kadınların işini kolaylaştırıyordu. İtiraz etmiyor, dinlenmek istemiyor, hasta olmuyorlardı. Büyük bir kürek, el arabası, kâğıt ya da dev bir ataş gibi görünmeleri önemli değildi. İlgili eşyalardan yapıldıkları için bu yardımcı elemanların duyguları olmadığı varsayılıyordu. Böyle olunca kimse onlara nazik davranmıyordu.

Susan ve Jerry

Susan ofisteki herkesle asgari de olsa iletişimi sürdürmeye, eski gelenekleri devam
ettirmeye çalışıyordu. Şefi Helen’in ofis kuralları konusundaki katı yaklaşımına ve kimse talep etmemesine rağmen nezaketi elden bırakmıyordu. Samimi bir sohbete o kadar ihtiyaç duyuyordu ki ofiste çalışan yardımcı elemanlara dahi nazik davranıyor onlarla kısa sohbetler ediyordu. Kâğıt Çocuk’un bir ismi yoktu. Ama Ataş Çocuk “insan gibi hissedebilmek için” kendisine Jerry denmesini istiyordu. Bu istisnai bir durumdu. Ofis elemanları böyle kişisel taleplerde bulunmazdı. Jerry, Susan’ı taklit ettiği için mi nedir, arkadaşı Kâğıt Çocuk’u önemsiyor, onun işlerini kolaylaştırmak için çabalıyordu. Kâğıt çocuğa ağır gelen şeyleri taşır, yapması gerekenleri yetiştiremediğinde fotokopi makinesinin başında ona yardım ederdi. Hatta onu birkaç kere üzerine çay, kahve dökülecekken kurtarmış böylece geri dönüşüme gönderilmesini engellemişti. Galiba bu, herkesin sandığının aksine onların, en azından Jerry’nin duyguları olduğunu gösteriyordu. Bir ataş ve kâğıtla arkadaşlık ne kadar derinleşebilirse Susan’ın çocuklarla iletişimi o kadar derindi. Kendilerini küçük bir aile olarak görüyordu. Dostlukları çevre kabinlerin ve Şef Helen’in dikkatini çekiyor, ofis elemanlarıyla aralarındaki iletişim gereksiz görüldüğü için rahatsızlığa yol açıyordu. Ataş Çocuk Jerry ve Kâğıt Çocuk sevginin ne olduğunu bilmiyorlardı ama Susan biliyordu hem de çok iyi...

Susan’ın büyük bir ailesi vardı. Büyükanne, büyükbaba, dayılar, amcalar, teyzeler, halalar, kuzenler… Bunca kalabalıkta kavga, tartışma, karmaşa eksik olmazdı ama bolca sevgi de vardı. Her fırsatta bir araya gelir, hep birlikte yemekler yer, sohbetler ederlerdi. Tatile birlikte çıkarlar, kalabalık yüzünden yatacak yer bulamayanların arabada ya da bahçedeki salıncakta bile yattığı olurdu. Yaşarlarken sıkıntı çektikleri aynı anda kıymetli anılar biriktirdikleri güzel günlerdi. Susan ve kuzenleri abuk subuk işler yaptıklarında ceza alıp bedel de ödeseler aralarında müthiş bir sevgi ve iletişim vardı. Sonra tuhaf olaylar ve salgın üstlerinden bir kasırga gibi geçti. Aile paramparça oldu. Kayıplar, göçler, bunalımlar, Susan’ın muhteşem ailesini albümlere gömdü. Susan bütün sevgisini yeni ailesine Jerry ve Kâğıt Çocuk’a veriyordu. Molalarda onlara kuzenleriyle yaptıkları yaramazlıkları buruk bir gülümsemeyle anlatırdı. Jerry, Susan’ın yüzündeki ifadeye anlam veremese de onu tatlı tatlı dinlerdi.  Susan bu ikisini öyle seviyordu ki, sevgisi mümkün olmayan bir şeyi başarıyor sanki Jerry’yi insanlaştırıyordu. Tıpkı Geppetto ustanın Pinokyo’ya yaptığı gibi. 

Helen

Bütün kadınlarda, hayatın sorumluluklarını yalnız yürütmeye çalışmak yüzünden büyük bir yorgunluk vardı. Bezginlik neredeyse fiziksel bir varlığa dönüşmüştü. Ailesinde sağ kalan erkek birey olanlar şanslı addediliyordu. Şef Helen bu bunalımı, şeflik sorumluluğu da üstüne eklenince daha fazla hissediyordu. Bir yandan hayatındaki zorlukları, sorumluluklarını paylaşabileceği bir erkek olsa daha kolay atlatabileceğine inanırken diğer yandan erkeklerin sorumluluklardan kaçmak için her türlü numaraya başvurabileceğini düşünüyordu. Erkeklerin bir yerlerde saklandığı, kılık değiştirdiği gibi takıntılı teorilerini her yerde anlatıyordu. Helen gibi hisseden başka kadınlar da vardı. İşin kötüsü erkeklerin genel tavrı bu teorileri doğruluyor gibiydi. Felaketlerden sonra sağ ve az kalan erkekler günlük hayata karışmaktan, kendilerini yorup sorumluluk almaktan kaçınıyordu. Toplumun geneli bunu destekliyor, nüfus oranı düzelene kadar erkeklerin korunup kollanması ve onlardan çok şey beklenmemesi gerektiği düşünülüyordu.    

Aslında Helen’in komplo teorilerinin ardında gizlenen bir gerçek vardı. Virüs gelmeden önce nüfus dengelerini değiştirmeye başlayan olaylar sırasında Helen babası ve erkek kardeşini kaybetmişti. Bir sabah kardeşiyle odalarında, anne babalarının bağrışmalarına uyanmışlardı. Annelerinin, “Bu tuhaf zamanda maça gitmeseniz olmaz mı? Ya size bir şey olursa?” sözlerine babaları, “Saçmalama, oğlumla salgın başlamadan önce son bir maça gitmek istiyorum. Ne var bunda?” diyerek itiraz ediyordu. Gergin bir kahvaltının ardından baba, oğluna gidip hazırlanmasını söyledi. Anne gözleriyle sitem ediyordu ama başka bir cümle sarf edecek gücü kalmamıştı. Baba oğul hazırlanıp çıktılar ve bir daha dönmediler. O gün stadyumda bir sosisli tezgahındaki tüpler patladı. Çok sayıda insan hayatını kaybetti. Helen’in annesi oğlunun bedenini teşhis etti ama iyi durumda olmayan cesetler arasında eşini bulamadı. Anne kızın hayatları alt üst oldu. Helen kardeşinin son bakışını aklından çıkaramazken anne de eş ve evlat acısının yanında eşiyle aralarında geçen son konuşmanın kavga cümleleri olmasını hazmedemiyordu. Kayıpları ortak olmasına rağmen akıl sınırlarını zorlayan acılarını tek başlarına yaşıyorlardı. Herkes kabuğuna çekilmişti. Helen sık sık ağlama krizleri geçiriyor, anne kendi kendine konuşurken dalıp gidiyordu. Helen’le arasına bir duvar örmüş, onunla hiç iletişim kurmaz olmuştu. Üstüne virüs dönemindeki yalıtılmışlık, acılarını daha da sert ve uzun yaşamalarına sebep oldu. Hayatın ve annesinin sorumluluğu Helen’in genç omuzlarına kalmıştı. Bu ağır sorumluluk Helen’i yıpratıyordu.

Virüsten sonra birçok ailenin Helenlerinkine benzer kayıplar yaşamış olması -garip ama- anne kızı rahatlattı. Belki de birileriyle birlikte matem tutmak iyi gelmişti. En azından hayatın rutinlerini sürdürebilir hale geldiler. Ama etraflarındaki tuhaflıklar bitmemişti. Bazı sabahlar evlerine birinin girip çıktığından şüpheleniyorlar, annesi Helen’e kendisini uyurken birinin izlediğini hissettiğinden bahsediyordu. Bir gece Helen uyumaya çalışırken susadığını fark etti. Odasından çıkıp mutfağa giderken karanlıkta bir gölge gördü. Bütün cesaretini toplayıp ışığı yaktığında babasıyla yüz yüze geldi ve küçük bir çığlık attı. Helen’in sesine annesi uyanmış, kocasını karşısında bulunca bir çığlık da o atmıştı. Babası stadyumdaki felaketten kurtulmuş, karısı ve kızıyla yüzleşmeye cesaret edememişti. Evden ayrı giriş çıkışı olan bodrum katına sığınmış orada sessizce yaşamaya başlamıştı. Zaman zaman yukarı geliyor ihtiyacı olan erzakı alıyordu. Matemlerine gömülen Helen ve annesi bodrum kata inmeyi zaten akıllarından bile geçirmemişlerdi. Helen daha fazla dinlemek istemiyordu. “Bu zaman boyunca sağ, iyi ve aşağıda mıydın? İnanamıyorum!” diye bağırarak tuhaf tuhaf gülmeye başladı.

Helen’in Teorisi

Bir sabah Susan, ince yüz hatlarına rağmen Jerry’nin ve Kâğıt Çocuk’un üzgün ve telaşlı göründüklerini fark etti. Jerry birkaç gündür konuşmaları gerektiğini söyleyip duruyordu. İlk molasında Kâğıt Çocuk’la bir masaya yaslanmış duran Jerry’ye sıkıntısını sordu. Ataş Çocuk dertlerini nasıl anlatacağını soran gözlerini önce Kâğıt Çocuk’a sonra Susan’a dikti. Ayak yerine kullandığı ataş uçlarına doğru bakarken durumu en iyi nasıl anlatabileceğini düşünüyordu. Kâğıt Çocuk da pek yardımcı olmuyordu. Susan konuşmasını teşvik etmek için, “Ofiste sizi üzen biri mi var?” diye sordu. Bunun üzerine Susan’ın kendisini sandığından kolay anlayacağını gören Jerry, “Helen, ofis şefimiz, benim gerçek bir ataş çocuk, Kâğıt Çocuk’un da kâğıt çocuk olmadığını düşünüyor” dedi. Susan, “Nasıl yani? Bu çok aptalca… Kâğıt Çocuk gerçek bir kâğıt çocuk, Jerry sen de gerçek bir ataş çocuksun” diye gereksiz yere itiraz etti. Jerry, çaresizce tekrarladı “ben biliyorum o bilmiyor”. Helen’in takıntılı ruh halini hatırlayınca siniri bozulan Susan gülüyor gibi bir ses çıkarttı. Onun kendisine inanmadığı için güldüğünü düşünen Jerry, daha da irileşen gözlerini devirerek tekrar denedi: “Helen galiba bizim kemer takan erkekler olduğumuzu zannediyor. Herkesten saklanmak için ataş çocuk ve kâğıt çocuk gibi davrandığımızı söyledi. Bundan çok emin.” Susan, kulaklarına inanamayarak, “Bunu nereden çıkarttın?” diye sordu. Jerry, Helen’in kendisini sorguladığı ana dönmüştü. Titreyerek, “Bana pantolonum, kemerim olup olmadığını sordu. Olmadığını söyledim. Verdiğim her cevaptan sonra gülerek kafasını salladı. Sonra ‘Yeter! Saf numarası yapma, aslında ikinizin de erkek olduğunu biliyorum’ diyerek kötü bir kahkaha attı” dedi. Sonra koca gözlerini Susan’ınkilere dikip “Susan, bizim hiç pantolonumuz yok. Ben Helen’e doğru söyledim” diye ekledi.

Helen’in kendisini teorilerine nasıl adadığını bilen Susan, Jerry’ye bir çözüm bulacakları sözünü verse de çözüme dair hiçbir fikri yoktu. Önce Helen’in ağzını yoklayıp onu teorisinin en azından Jerry ve Kâğıt Çocuk için doğru olmadığına ikna etmeyi deneyecekti. Eğer bunu başaramazsa son çare onları ofisten, Helen’den kaçırmak olacaktı. Ama nasıl?

Susan sonraki molasında Helen’in yanına gitti. Helen molalarında bile meşgul olurdu. Neyle uğraştığını kimse bilmiyordu. En meşgul anlarında bile ofisteki kontrolünü kaybetmemek için gözlerini sürekli çalışanların üstünde gezdirirdi. Susan’ın kendisine yaklaştığını görünce kötücül bir şekilde sırıttı. Susan, Jerry’nin şefle konuştukları anı hatırladığında neden titrediğini anlamıştı. Helen, soğuk bir sesle, “O geri zekâlı ataş bozuntusunun sana geleceğini biliyordum. Direnmeyin, onu bana ver. Hepimiz için en iyisi bu!” diye tısladı. Susan, arkasını dönüp kaçmamak için kendini zor tutuyordu. Zaman kazanmaya çalışarak anlamamış gibi yapınca Helen, “Numara yapma boş yere! Jerry dediğiniz uyanığın da arkadaşının da gerçekte erkek olduğunu biliyorum. İki erkeğin birden böyle bayat bir taktikle sorumluluklarından kaçmalarına göz yummayacağım. Kâğıt olandan çok emin değildim ama ataş olan, gerçekten erkek olmasa ona Jerry demeniz için bu kadar ısrar eder miydi? Onları yarın akşama kadar bana ver yoksa raporumda geri dönüşüme gönderilmelerini tavsiye edeceğim. Hadi işinin başına dön!” Geri dönüşüm sözünü duyan Susan, Helen’i ikna edemeyeceğini anladı.

Aklına gelen tek planı -plan sayılmazdı ama- uygulamaktan başka çaresi yoktu. Ofisten bir şekilde kaçacaklardı. Jerry ve Kâğıt Çocuk’u fotokopi çektirmek bahanesiyle yanına çağırdı. Kısık sesle anlattığı kaçış planı Jerry’yi yine titretirken Kâğıt Çocuk’un solan rengi anlaşılmadı bile. Hiçbir şeyi hesaplamamıştı. Helen’i nasıl atlatacaklar, ofisten çıkınca ne olacak, çocukları nerede saklayacak, sonra kendisi ne yapacak? Tek hedefi Jerry ve Kâğıt Çocuk’u buradan çıkarmaktı. Helen’i gözleyecekler arkasını döndüğü ilk fırsatta yangın çıkışından kaçacaklardı. Helen sanki beklendiğini biliyormuş gibi çok geçmeden bir şeylerle meşgul olmaya daldı. Susan bunun bekledikleri an olduğunu düşündü. Arkadaşlarına işaret verdi. Hep birlikte kimseye belli etmeden yangın çıkışına doğru yavaş yavaş ilerlediler. Hedeflerine yaklaşmışlardı ki tok bir cam kırılma sesinin ardından yangın alarmı çalmaya başladı. Hepsinin başları alarmın bulunduğu yöne döndü. Helen’i elinde küçük kırmızı çekiçle alarmın camını kırmış ve kolu aşağı indirmiş halde gördüler. Yüzünde o tuhaf, deli sırıtış vardı.

Susan, alarmın yine de kaçmalarına yarayabileceğini düşündü. Sonuçta bu kadar kâğıt işi yapılan ofisin hayati bir yangın protokolü vardı ve bunun uygulanmasına Helen bile engel olamazdı. Kısa sürede ofisin içine bir telaş hâkim oldu. Herkes oraya buraya koşturuyor, birbirine çarpıyor, bir yerlere takılıp düşüyordu. Islanan asma tavan parçaları yerinden düşmeye, gizledikleri kablolar ortalığa dökülmeye başladı. Sarkıp kopan kablolar, yangın söndürücülerden püsküren su yüzünden kısa devre yapıyor, etrafa kıvılcımlar saçıyordu. Sandalyeler devriliyor, masalar yerinden oynuyor, üstlerindeki evraklar, bilgisayarlar, yazıcılar su içinde kalıyordu. Yangın alarmındaki elini hala orada tutan Helen, “Bu alarmdan korkmanıza gerek yok. Erkek olun, kurtulun!” diye bağırıyor, Susan’ın ani gelişen planı yerine her adımı hesaplanmış asıl planı kendisinin yaptığını gösteriyordu.      

Ofiste manzara karmakarışıktı. Alarm, asansörleri devre dışı bıraktığı için, ıslak insanlar korku ve telaşla merdivenlere hücum ediyor, bazılarının ayağı kayıp düşüyor, düşenler eziliyordu. Bir yerini çarpıp yaralananlar başlarını, kollarını tutuyor ya da topallayarak çıkışa ulaşmaya çalışıyordu. Bütün bu dehşetin içinde, iki kadın ve bir ataş çocuğun oluşturduğu daha da tuhaf bir grup, kaçışıp duran insanlardan, asma tavandan fışkıran sulardan, yanıp sönen floresanlardan bihabermiş gibi tam ortada öylece duruyordu. Susan şaşkın ve üzgün, Ataş Çocuk ise gözleri dehşetle büyümüş, kollarını bir şeyi kucaklamak istercesine iki yanına açmış vaziyette yere bakıyordu. Helen’se deli bakışlarını aynı noktaya dikmiş çılgınca gülüyordu. Tuhaf grubun baktığı yerde, suların içinde, artık ne olduğu anlaşılmayan, çektiği su yüzünden şeklini kaybetmiş bir hamur yığını vardı. Kâğıt Çocuk’a boş gözlerle bakan Jerry, bunun ağlanması gereken bir durum olduğunu biliyor ama ağlayamıyordu. O sadece kendisine Jerry denmesinden hoşlanan sıradan bir ataş çocuktu.

Esra Özer Duru, Ankara, 20.04.2021. 

16 Mart 2021

BANA UYGUN BİR ÇEKMECE

“İki kent arasındayım. Biri bilmiyor beni, öteki artık tanımıyor.”                                      Jean Paul Sartre

Yosun kokulu bir sabaha uyandı. Pencerenin önüne gidip rutubeti içine çekti. Bazen kötü koksa da şimdi burnuna güzel geldi. Çoğu zaman kendini, hayatta ait olduğu yeri bulamamış hissediyordu. Bir koku aldığında, bir işaret gördüğünde geçmişe dönmek, geçmişin izlerini bugünde sürmek çok daha kolay geliyordu. Alışılmışın rahatlığı… Bir şarkının nakaratı, eskiden beri var olan bir bisküvi, geçmişten kalmış anılı bir eşya, bir meyve, bir şeker, bir kelime, bir çiçek, bir kumaş deseni, bir marka… Bu yüzden gençken bile yaşlanmış hissederdi. O, kendisi çocukken yeni moda olan şarkıları, filmleri eski zannederdi. Hayat hep eskiydi, daha önce yaşanmıştı sanki, ikinci el gibi…  

Mektup zarfı da kalmamıştı, üstüne adres yazacak. Kırtasiyeden zarf alırken sanki biraz tuhaf bakmıştı yandaki kadın. “Üstüne adres yazacağım” diyemedi. “Kendimi ait hissetmek için kendi evime mektuplar gönderiyorum” cümlesini hiç söylemedi. Zarf almak neyse, kendine mektup göndermek bir tuhaflık belirtisiydi. İyi ki posta teşkilatı vardı ve gözlerini insanın üstüne “Tuhaf mısınız?” der gibi dikmiyordu. Ev telefonunun hala durduğunu, günlük gazete aboneliği bulunduğunu duysalar, daha neler söylerlerdi Allah bilir! Bu evrende bir yer bulmaya çalışıyordu kendine. Üstünde adı yazan bir kapı, içinde ıvır zıvırı olan bir çekmece… Ama bu kadar çabaya rağmen ait olamamıştı.

Ait olamamıştı işte. Bu evde bez torbalar nerede tutulur? Yarısı işlenmiş etamin seccade, şişe takılı tuhaf örgü parçası, ipi sararmış dantel örneği hangi kanepe altına sokuşturulur? Bir gün bir işe yarar diye tutulan çaputlar hangi dolabın dibine saklanır? Eski kadifeler, hacdan hediye gelen kınalar, seccadeler, misvaklar, takkeler nereye konur? Tarhana kokulu bir sandık köşesi, çocuklar için hazine sandığı, anılar kutusu, ceviz kabuğu kokulu bir çekmece dibi nereden bulunur? Üstüne tüyler yapışmış bir şeker parçası nereden çıkarılır? Birbirine yapışmış paket lastikleri hangi diplere, kuytulara kaçışır? Yamuk bir çengel iğne nerede bekler sırasını? Kim bilir kim tarafından hediye getirilen kuru incirlere kaçıncı bekleme siner? İçine çekilen at kestanesi kaç güveye daha bekçilik eder?

Kök salamamıştı sanki derinlere… Yanmış kibritleri dolduramamıştı bir kibrit kutusuna. Vitrindeki kulpu kırık fincanın içine kedi ballarını koyamamıştı. Bez mendillerin arasına çikolata kutuları saklayamamıştı. Hayata çaya batırılmak için yarısı kırılan pötibör bisküvinin çay bardağına uyduğu gibi uyamamıştı. Orada durmuştu zaman. Kahverengi örgü seccadenin kaçan ve bir türlü tutulmayan ilmeğine takılıp kalmıştı. Sobanın üstüne ekmek, ortasına kömür, küllüğüne patates, borusuna çamaşır, arkasına bohçalı bir tencere bırakamamıştı. Ekmeği sabah, çamaşırı öğlen, sarılı tencereyi ikindi, patatesi akşam; yerli yerine, vakti geldiğinde koyamamıştı. Soba arkasına mayaya bırakılan yoğurt kadar, sarma kadar yeri belli bir şey var mıydı hayatta? Ne mutluydu onlar, yerlerini hep bilmişlerdi…

Altı sandıklı kanepe lazım, cevizden bir sandık, bunların hepsini doldurmak için dibi kırık
bir çekmece lazım, kapağı zor açılan bir dolap… Batmış güneşin son ışıkları tüllerden çekilirken, kılınan bir akşam namazı lazım. Çivit mavisi pencere demirlerinden görünen ceviz yaprakları lazım. Soğuk kış günlerinde diplerinden buz tutmaya duran camlar lazım. Buzlar eriyince, beton denizlikleri ıslatan toz kokulu sular lazım. Suları silmek için eline tutuşturulan yine toz kokulu bezler lazım… Uyuyakalan çocuğun üstüne örtmek için hep askıda duran manto lazım.

Bir el lazım, başını okşayınca kırışıklarına saçlarının takıldığı. Portmantoda unutulmuş bir fötr lazım. Balkon kenarına terk edilmiş naylon terlik. Kopmuş çamaşır ipinde sallanan bir mandal lazım. Köşesinden bahçe hortumu takılıp çıkarılan yırtık bir sineklik lazım. Sıcak su tesisatı olmayan musluk lazım titreyen sarı ampul ışıklarında. Duvarda yalnızlıktan kaşı çatılmış portreler lazım, kim olduklarını çocukların bilmediği.

Nereye saklanır mahzun bir sonbahar anı, güneşe verince sırtını, tahta sedir üstünde otururken ısındığın akşam üstlerinde? İçi doldurulup yanmaya hazırlanan ama yeteri kadar soğuk olması beklenen sobalar gibi. Yer kaplayan ama işlevsiz ve soğuk… Başka nereye sürülür o soba kahverengisi? Kadife bir kumaş için güzel, duvar için karanlık… Gıcırdayan bir somyada radyo eşliğinde dalınan öğlen uykusu kadar yalnız… Bilmediğin bir ülkenin, bilmediğin bir şehrinde, tanımadığın insanların şarkısı… İstanbul, Zürih, Varşova, Berlin, Prag arasında gidip gelen istasyon ibresi… Bilmediği onlarca şehir arasında dilini arayan kırmızı çizgi… Bir kule inşa et ya da düğmeyi çevir…

Şekerli çaya batırılan ekmekler, melekler yorulmasın diye ucu katlanan seccade, anahtarı üstünde duran kapı, yeni yıkanmış bahçede güneşin çekilmesini bekleyen akşam sefaları… Boya tenekelerindeki suda ölümü bekleyen siyah noktalı beyaz güve kelebekleri… yağmurlu ikindilerde içilen çaylar… orada herkes biliyor ait olduğu yeri. Misafir odasına yatacak kişi belli, somya kimin yeri?

Ayazdan çatlayan elin için vazelini nereden bulacağını bilirsin. Hangi pencerenin şiştiğini, hangisinin güneşliğinin hiç açılmadığını bilirsin. Balkonun hangi köşesinin çatladığını, aşağı sarktığını bilirsin. Anahtarın her zaman dış kapının dışında sallandığını bilirsin. Muşambanın hangi köşesinin ters alıştığını bilirsin. Bahçeye yaldızlar bırakan sümüklü böceğin su saatinde yaşadığını bilirsin. Güvercinlerin hangi camın önüne yumurta bıraktığını bilirsin. Kendini, bu dünyadaki yerini, bilir gibi bilirsin… Elinle koymuş, ezberlemiş, sen yazmış gibi bilirsin…

Eski gardırobun hangi çekmecesinde kaldın onu da bilirsin…

Esra Özer Duru, Ankara, Aralık 2020. 

11 Mart 2021

SİSİFOS’UN EVSEL EMEĞİ

Yunan mitolojisinden Sisifos, Zeus’u bir şekilde kızdırdığı için (uzun hikâye), bir kayayı her gün dağın tepesine iteklemeye, tam doruğa ulaşacakken kayanın aşağı yuvarlanmasını izlemeye ve ertesi gün aynı işi yeniden yapmaya mahkûm edilen bir karakterdir. İşte ev kadınları da her sabah kayayı tepeye çıkarmak üzere yuvarlamaya başlarlar. Fakat gün batarken, tepeye ne kadar az kalmış olursa olsun, kaya aşağı yuvarlanır. Her gün yeni bir dünya inşa eden kadın, akşama o dünyayı dağılmış, tozlanmış, kirlenmiş, aç ve memnuniyetsiz bulur. Ertesi gün kalkıp aynı işleri yeniden yapan kadının ruh halini ise yine Yunanca “merakı” (okunuşu may-rah-kee) kelimesi çok güzel tanımlar. Bu kelime, “bir işi tüm ruhunuz, hayal gücünüz ve sevginizle, içine kendinizden bir parça katarak yapmak” anlamına gelir. Ama kadınların böyle yaptıkları günlük işlerden hiçbirinin istatistiki verisini bulamazsınız.

Çok klişe: Neden 8 Mart?     

Artık birçok insan 8 Mart’ın Dünya Kadınlar Günü ilan edilme sebebini biliyor. Yine de kısaca hatırlamakta fayda var. 8 Mart 1857’de New York’ta bir tekstil fabrikasında çalışan kadın işçiler, daha iyi çalışma koşulları için greve başlarlar. Grev sırasında çıkan yangında, fabrikanın kapısına kurulan barikatlar nedeniyle dışarı çıkamayan -çoğu kadın- 129 işçi hayatını kaybeder. Bu olaydan 52 yıl sonra II. Sosyalist Nasyonal toplantısında Clara Zetkin’in önerisiyle bu tarih, kadın haklarının kazanılması ve kadınların birlikte mücadele vermesinin anısına kutlanmaya başlanır. Daha sonra 1977’de Birleşmiş Milletler Genel Kurulunda 8 Mart’ın “kadın hakları, uluslararası barış günü” olarak kutlanması daha doğrusu anılması kabul edilir.

Böyle bir günün ihdas edilmesi ile ilgili tartışmalar o zamandan beri devam ediyor. “Bir gün değil, her gün” diyenler olduğu gibi “neden erkekler günü yok” diye itiraz edenler de mevcut. Televizyonlarda ve sosyal medya araçlarında birçok marka, şirket, kadın çalışanlarının bütün çalışanlarına oranını, kadın işçi çalıştırmaktan ne büyük mutluluk duyduklarını, kadın sporcuların, spor takımlarının nasıl her şeye meydan okurcasına var olduğunu ve destek gördüğünü duygusal, etkileyici, çarpıcı biçimlerde anlatmaya, güne özel kadın paylaşımları yarışında yerini almaya çalışıyor. Bir yandan bu durumu takdir etmek gerekiyor. Çünkü öyle ya da böyle bu paylaşımlar, kadınların hak mücadelesinde mesafe alabildiklerini gösteriyor. Diğer yandan sanki temel bir şey eksik kalıyor. O da reklamlara konu olan kadınların; ekonominin üretim faaliyetlerine ne kadar dahil olurlarsa o kadar saygıya, konuşulmaya değer bulunuşları. Yani kadınların emeği, üretime yaptıkları katkı ölçüsünde takdir görüyor… Toplumun söz söyleyenleri nezdinde ekonomik açıdan “değer”li bir ürünleri yoksa başarılarının da bir değeri yok. Kimse, herhangi bir kadının günlük hayatında verdiği var olma/kendi olma mücadelesini reklam filmlerine layık bulmuyor. Çünkü insanların zihninde bu kadınların “ne ürettiğine”, “ekonomiye hangi değeri” kattığına dair somut bir veri yok.

Sisifos’un kayası kaç tondur?

Bir öğretmen mesela 25 yıllık meslek hayatında kaç çocuk yetiştirir? Bir doktor 25 yılda kaç bin hastaya bakar? Bir son ütücü 25 yılda kaç parça ütüler? Bir telekom işçisi kaç km kablo döşer? Bir kuaför 25 yılda kaç kişiyi tıraş eder? Bir yemek fabrikasındaki aşçı 25 yılda kaç ton yemek pişirir? 25 yıl çalışan bir işçi ne zaman emekli olur, kaç lira emekli maaşı alır? Bir hava filtresi 25 yılda kaç bin metreküp ev tozunu filtreler? Bir temizlik işçisi 25 yılda kaç bin kilometrekarelik alanı süpürür? Bir çaycı ocağında 25 yılda kaç bin litre çay demler? Bir bulaşıkçı 25 yılda kaç bin parça yıkar? Bir demiryolu işçisi 25 yıl boyunca ortalama kaç km ray döşer? Bir akademisyen 25 yılda kaç sayfa okur, kaç sayfa yazar? Bir manikürcü 25 yılda kaç tırnağa bakım yapar? Bir triko işçisi 25 yılda kaç milyon metre ipi kıyafete dönüştürür? Bir twitter fenomeni 25 yılda kaç km ekranı aşağı kaydırır? Bir youtuber 25 yılda kaç günlük video kaydeder?

Bu rakamların hepsi ve daha fazlası, biraz araştırma yapıp kafa yorarak bulunabilir. Saint Exupery’nin Küçük Prens’te, “Bu gezegenle ilgili bütün ayrıntıları size anlatıyorsam, üstelik numarasını da veriyorsam, bunun nedeni yine büyükler. Büyükler sayılara bayılırlar. Tutalım, onlara yeni edindiğiniz bir arkadaştan söz açtınız, asıl sorulacak şeyleri sormazlar bile. ‘Kaç yaşında?’ derler, ‘Kaç kardeşi var? Kaç kilo? Babası kaç para kazanıyor?’ bu türlü bilgilerle tanıdıklarını sanırlar. Deseniz ki: ‘Kırmızı kiremitli güzel bir ev gördüm. Pencerelerde saksılar, çatısında kumrular vardı.’ Bir türlü gözlerinin önüne getiremezler bu evi. Ama ‘Yüz bin liralık bir ev gördüm’ deyin, bakın nasıl: ‘Aman ne güzel ev!’ diye haykıracaklardırcümleleriyle işaret ettiği gibi insanlar rakamları çok sever.

Anlaşıldığı üzere bu rakamların hesaplanması için üretimi, ekonomiyi ilgilendirmesi gerekir. Aksi takdirde kimsenin umurunda olmaz. Herkes yıllık enflasyon oranlarını, aylık/yıllık tüketici fiyat endeksini, Dolar/Euro kurunu, işsizlik oranlarını, asgari ücretteki artışı… büyük bir iştah ve ilgiyle takip eder. Ama mesela bir kadının/annenin 25 yıllık “ev kadınlığı/annelik” hayatında kaç kafa taradığı, kaç metre saç ördüğü, kaç bin tencere yemek pişirdiği, kaç bin çocuğa banyo yaptırdığı, kaç metre halı süpürdüğü, kaç bin metreküp toz aldığı, kaç bardak su verdiği, kaç bin parça bulaşık yıkadığı, çamaşır ütülediği, kaç kere hobilerinden, kendisinin yapmak istediği işlerden vazgeçtiği, kaç litre göz yaşı ve sümük kuruladığı, kaç kişisel gelişim kitabına yetecek kadar öğüt verdiği, bu öğütleri kaleme alıp bastırsa kaç bin baskı yapacağı, dinlediği dertlerin kaç terapi seansı edeceği istatistiklere dökülmez. Çünkü “ürettiği işin” değerini diploma ya da sertifikalarla resmileştirememiş bu kadının emeğini hiçleştirmek kolaydır ve onu hiçbir şey üretmediğine ikna etmek sistemin sürmesi için gereklidir.

Eğer bir kadının kendisi dahil olmak üzere herkesi, “hiçbir üretimi” olmadığına inandırırsanız, o kadını evden çıkarıp aslında başka herhangi bir insanın üretebileceği, herhangi bir ürün için üretim bandının önüne getirmek kolaylaşır. Çünkü oradaki ürünün maddi karşılığı vardır. Orada harcayacağı vakit; sigorta, emeklilik ya da statü olarak geri döner. Bu yüzden kadın, benzersiz emeğiyle ürettiği paha biçilemez ürününü bir kenara bırakıp işyerine doğru yola çıkar. Üretim çarkındaki yerini alır ve kişisel olarak üretebileceği farklılıkları, seri üretim bandına, işyerinin koridoruna gömer. Buna rağmen yönetici kadrosuna yükselebilen kadın sayısı oldukça düşük, kadınların emeğinin karşılığı adil ücretleri alabilmesi de zordur.

Ekonomik verilerle takibi yapılan bir işte çalışan başkaları bu kadar uzun yıllar ve çok sayıda ürettikleri şeyler için plaketlerle onurlandırılıp alkışlanabilirken, kadın/anne, “görevi” ve “üretim” olarak tanımlanmamış yüzbinlerce ürün üretir ve takdir beklerse kınanır. Kimse evde kaç bin tabak yemek çıktığını hesaplamaz, kaç yüz yatak yapıldığını saymaz. Kadınların ürettiği işin birbirlerinin gözünde bile değeri yoktur. Bu kadınlar sistem açısından da sadece “tüketici” oldukları ölçüde değerlidirler. Sabahtan akşama kayıt dışı olarak yapacakları “üretim”de hangi deterjan, un, yağ, makarna, diş macunu… markasını seçecekleri önemlidir. Satın alma davranışına etki edebilmek birçok açıdan yeterlidir. Bu da bizi yeniden ev kadınları/anneleri kendisine benzettiğimiz Sisifos’a getirir. Onun da kayasını kaç yıldır doruğa taşımaya çalıştığının, kaç kilometre yol kat ettiğinin, kaç ton yük taşıdığının verisi yoktur. Sisifos, akşam başına ne geleceğini bilmesine rağmen, her gün kayayı dağın tepesine doğru iter, her günün sonunda kayanın aşağı yuvarlanışını izler, ertesi gün yeniden işe başlar. İşte bir ev kadını da her türlü takdir, teşekkür ve tespit yokluğuna rağmen, hayatın bilincinde olarak bu işi sürdürmeye devam eder. Bir kadına kendini Sisifos gibi beyhude bir işe “mahkûm” olmadığını hissettirmek ve yükünü paylaşmak çok zor değildir. Ama binlerce yıllık bir düzeni sorgulamayı gerektirir. Bu da kolay göze alınacak bir şey olmasa gerek. Kimse yapmadığına göre…

https://www.hertaraf.com/haber-sisifos-un-evsel-emegi-esra-duru-6509#.YEnMSG633yQ.whatsapp

Esra Özer Duru, Ankara, 8 Mart 2021. 

04 Mart 2021

HUMPTY DUMPTYLER VE DUVARLARI

Hepiniz bilirsiniz sanırım, çocuk edebiyatında Alice Harikalar Diyarı’nda diye bir roman vardır. Yazar (Lewis Carroll), bu romanda Humpty Dumpty isimli bir karaktere yer verir. Öyküsü “oldukça” acıklı olan Humpty Dumpty, aslında İngiltere’de bilinen eski bir tekerlemenin kahramanıdır. Duvarın üstünde yürümekte olan bir yumurtadır. Kırılmamak için hiç durmaması ve oturmaması gerekmektedir. Sonra duvardan düşüp kırılır, kral ve bütün adamları onu bir araya getirmeye çalışırlar ama başaramazlar.

Hiçbirimiz Humpty Dumpty değiliz ve hiçbirimiz duvardan düşünce yumurta gibi kırılmayacağız. Bizi asıl kıran, ayıran, acıtan, kanatan, üstünde yürüdüğümüz, etrafımıza inşa ettiğimiz duvarlar. Her bir tuğlasını tek tek bulup, özenle dizdiğimiz, bazen hayatımızın sınırlarını belirlemek için, bazen kişisel alanlarımızı korumak için, bazen karşımızdakini duymamak için ördüğümüz duvarlar…

Duvarın üzerinde bir yumurta

Duvarın üzerinde biraz ileri, biraz geri, yürüyüp duruyordu Humpty Dumpty. Düşünce kırılma ve dağılma riski taşıyan bir yumurtaya göre oldukça hızlıydı. Bu duvarı kimin yaptığını ve onu yıllar yıllar önce duvarın üzerine kimin koyduğunu bile hatırlamıyordu. Düşünürken biraz yavaşlar gibi olmuştu. Duvarın üzerinde yapacak, şu sıkıntısını giderecek çok fazla şey yoktu aslında. Mesela internete giremezdi. Duvara henüz kablosuz internet bağlatamamıştı. Zaten böyle yürürken bir laptopu elinde nasıl tutabilirdi ki? Yine de zaman zaman saçmalamaktan alıkoyamıyordu kendini.

Onu bu duvarın üstüne yerleştirenin, diğer duvarlarla arasında bulunan görünmez duvarlardan bahsettiğini hayal meyal hatırlıyordu. Başka duvarlar varsa, başka Humpty Dumptyler de olmalıydı. Keşke birini bari görebilse, konuşabilseydi. Zaman zaman yeni duvarlar inşa edildiğini, yeni Humpty Dumptylerin o duvarlara çıkarıldığını düşünüyordu. Kendisi bilmiyordu ama bu düşüncesi doğruydu. Bilmediği diğer şey ise kardeşlerini kendi zihnindeki duvar yüzünden göremediğiydi.

Öyle çok duvar…

Öyle çok Humpty Dumpty…

Gerçekten öyle çok duvar vardı ki, Humpty Dumptylerin hayatlarında ve etraflarında. Duvarların üstünde acı çeken kardeşlerini görmek yerine sadece duvarlara bakıyorlardı. Başkalarının duvarlarıyla meşgul olurken, kendi duvarlarını hep görmezden geliyorlardı. Hâlbuki sık sık ya kendilerinin ya da diğerlerinin duvarlarına çarpar, burunlarını kanatırlardı. Kaç Humpty Dumptynin kabuğu çatlamıştı duvarlara çarptığı için, kaçınınki de kırılmıştı tam ortasından.

Önyargı duvarlarından çok ayrılamayan ama insanları sözüm ona bir şeylerden “korumak için” yapılan duvarlar da vardı mesela. En eskisine “Çin Seddi” denirdi. Sonra halkları birbirinden ayırmak için duvarlar inşa edilmişti. Aynı ülkenin insanlarını ikiye bölen. En bilinenine “Berlin Duvarı” diyorlardı, Humpty Dumptyler geçmeyi çok denemişti onu. Çoğu kırılmıştı çabalarken. Şimdilerde İsrail, Kudüs’ü, koskoca kadim Kudüs’ü ikiye ayırıyordu kilometrelerce uzunlukta bir duvarla. Irak’ta, Şii ve Sünni bölgeleri arasına duvar çekiliyordu büyük bir gayretle, aynı dine inanan çocukları birbirinden ayırmak için bir “Mezhep Duvarı” inşa ediliyordu zihinlerde de.

Çocukken aşılmaz duvar mı vardı?

Çocukken böyle miydi hâlbuki? Çocuk Humpty Dumptyler için duvarlar hep aşılması gereken, gizli meyve hazinelerine ulaşmalarını engelleyen sınırlardan ibaret değil miydi? En güzel meyveler, en yüksek duvarların arkasında olmaz mıydı hep? Çocuk Humpty Dumptyler bulmaz mıydı aşmanın bir yolunu o yüksek duvarları? Kabukları da hemen kırılmazdı yetişkinlerinki gibi. Ama eskiden duvarın bile bir namusu vardı (şimdilerde etik diyorlar gerçi). Dikenli tel çıktı mertlik bozuldu. Duvarı aşmaya çalışırken düşmeyi göze alan Humpty Dumptyler, büyüdükçe dikenli tellere takıldı, makinelilerle vuruldu. Kabukları kırıldı hep, kabukları kanadı.

Aşmaya çalışmaya değerdi yine de. Duvarlardı çünkü Humpty Dumptyleri birbirinden ayıran, birbirlerini tanımaktan, sevmekten alıkoyan. Duvarlardı çünkü ortak geçmişleri, acıları yok sayan. Duvarlardı çünkü her bir zihni, her bir kalbi tek kişilik bir hücreye koyan. Duvarlardı çünkü Humpty Dumptylerin yaralarını birbirine sardırmayan. Duvarlardı çünkü düşsün diye onları, dostlarını itmeye zorlayan. Duvarlardı çünkü gökkuşağını göremesinler diye gözlerini kamaştıran. Duvarlardı çünkü kalplerini tam ortasından ikiye ayıran. Duvarlardı çünkü her bir tuğlası “el emeği, göz nuru” olan, onun için daha pahalı satılan. Duvarlardı çünkü Humpty Dumptyleri birbirine kırdıran ve gözlerinin yaşına hiç bakmayan.

Durdu birden Humpty Dumpty. Yine alıkoyamamıştı kendini saçma sapan düşüncelerden. Üzerinde yürüdüğü duvarına baktı. “İyi ki dikenli tel yok duvarımın üstünde. Yoksa nasıl yürürdüm ben, bir ileri bir geri, yıllardır böyle” dedi. Ve duvarını bir kez daha sevdi. Sevmeseydi eğer, belki aşmayı denerdi…

En çok da son bakışın yaralıyor kalpleri,

Duvarın üstünde oturmuş, saçların rüzgârda savrulurken,

Atlayınca kırılacağını bile bile kabuğunun,

Hiç kırpmadan baktığın gözlerin,

Ve havada sallanan elin.

Olsun, sen kırarken kabuğunu,

Belki anlar başka bir Humpty Dumpty, duvarların aşılabilir olduğunu.

Hadi atla!

Duvar çekecek kadar büyük bir tehlike yok bu duvarın ardında.

İçimizdeki sevgiden başkası değil, bizi duvarımıza bağlayan da.

Duyduğumuz sevgi; ayrılıklara, kana ve acıya…    

Esra Özer Duru, Ankara, Temmuz 2007, Turuncu, gözden geçirme Mart 2021.

Taze Taze Hikâyeler

BEKLEME ODASI

Mart ayı ortalarıydı. Hava, okullardaki mevsim tablolarında her zaman bahara dahil edilmesine rağmen, yıllardır rolüne direnen bu aya yakışı...

Yeni Yazılardan Haberdar Olun

Kaçırmayın!