Ankara etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Ankara etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

15 Şubat 2023

“RÜYALARIN YAPILDIĞI MADDEDEN YAPILMAYIZ BİZ, RUHUMUZ OLMADAN SADECE BİRER MAKİNEYİZ[i]”

Bu cümleler yıllar önce lüks bir otomobilin yeni çıkan modelinin reklam sloganıydı. Reklam metni, oldukça etkileyici ve epey tarihî cümlelerle Shakespeare’in Fırtına isimli oyunundan ilhamla kaleme alınmıştı. Bana göre oldukça iz bırakan bir metin çıkmıştı. Bir arabanın ruhu olsa ona bakışın nasıl değişeceğini tahayyül eden reklam yazarları, bu cümleyi soğuk görünümüyle meşhur bir oyuncunun ağzından söyletiyorlardı. Reklam yazarlarının isabet kaydettiği üzere gerçekten ruh kavramı ne kadar anlam yüklüydü. Zamanın ruhu, eşyanın ruhu, şehrin ruhu… Hatta ben de bir yazımda “evin ruhu” diye bir kavram icat etmiştim. Ruh mühimdi yani hepimiz için.

Kızım ve oğlum yazma merakımı bildiklerinden bana güzel bir antika daktilo hediye ettiler. Daktilonun markası Julietta. Yukarıda bahsi geçen otomobil modeliyle aynı. Reklam sloganındaki cümlelerin aklımda nasıl yer ettiğini bilen çocuklar için bir işaret fişeği olmuş bu isim. Hediyemi alınca, “daktiloma bir bakım yaptırayım, temizlensin, gözümün önünde temiz temiz dursun” diye düşündüm. Ankara’da antika daktilo tamiratı yapan yerleri aramaya koyuldum. İnternete yazıp aratınca birkaç isim buldum ve tahmin ettiğim gibi bu isimlerin tamamı Ulus’taydı. Listedeki ilk isme bulduğum numaraların hiçbirinden maalesef ulaşamadım. Diğer usta ise ilk aramamda tık diye telefonu açıverdi. Hayatta ve işinin başında olması beni çok sevindirdi. Ama adres kısmında Uçar Han’ı görünce gelen ağlama hissine bir anlam veremedim. Üstünde düşününce bu his beni çocukluğumun Ulus’una ve “dönemin ruhu”na götürdü.

Muhammed Esed, Mekke’ye Giden Yol isimli eserinde; batıda bulamadığı için doğuda aradığı ve bulduğu, kendini ait hissettiği, değer verdiği bir şeyden bahseder. O adını koymaz ama biz onun ne olduğunu anlarız. Esed’in doğuda sevdiği şey, ruhsuz seri üretimin girmediği, suni sınırların bölmediği, vefanın, nezaketin, doğallığın, doğrudanlığın geçer akçe olduğu bütünlüklü günlük hayattır. Kapitalist karmaşa, acele yoktur orada ve Esed buna vurulur. Batının doğuya en son ve en büyük sızma girişimleri olan Dünya Savaşları başlamadan, son nefesinde yetişir o dünyaya. Kendisini, o bütüne ait hisseder, yarıda kalmışlığı sonlanır, bütün olur, bütüne eklenir. Doğu o sırada, sakin, yavaş, mütevekkil ritminde daha bütündür bugün olduğundan, daha tamdır. İşte Ulus da şimdi bana böyle bir dünyadan kalmış gibi geliyor. Bu arada belirtmek gerek, Altındağ Belediyesi Ulus’a pırıl pırıl bakıyor.

Her ne kadar endüstriyel üretimin, modern dünyanın satış dükkanlarıyla dolu olsa da Özler Han, Uçar Hanıyla Rüzgârlı Sokak, köşede Bosna İşkembecisi, babamı 1987’de hacca uğurladığımız Hacı Bayram Camii önü, benim baca zannettiğim; önünden annemin elinde uçuşa uçuşa geçip dolmuşa yetiştiğimiz daimi leylek yuvalı Julien Sütunu, Ankara Kalesinin soluk kesen yokuşu, Kalenin kocaman taşlarla örülü kaporta düşmanı kapısı, restore edildiği halde hayatla bağını ikinci kata çıkan ahşap merdivenleri gibi yitirmiş kale evleri, namaz kılarken Nuh’un Gemisinde Büyük Tufan’dan kurtulanlardan olduğunuz hissini veren oraya buraya serpilmiş minik ahşap camiler, adet olduğu üzere çocukken kocaman, şimdi daracık görünen sokaklar, mimarileriyle dikkati çeken terk edilmiş binalar, hala hayatın devam ettiği evlerin bahçelerinden sokağa akıp giden sular, zamanın tanığı olmuş kalın gövdeli ağaçlar, öğrenciyken çektiğimiz, basarken üstüne acemi parmak izlerimizi bıraktığımız  siyah beyaz fotoğraflar, Samanpazarı’nda, Çıkrıkçılar Yokuşu’nda antikacılarda satılan Allah bilir ne zaman, kimin baktığı, hangi başların uzandığı unutulup gitmiş kapı, pencere pervazları… 

Eskiden insan kaynarken şimdi boş kalan, yıkılmaya yüz tutmuş, tekinsiz bulunan Ulus sokaklarında kaybettiğimizi anladığımız şey bir tılsım, hiçbir restorasyonun, temizliğin geri getiremediği kayıp bir nota! Bazı meslek erbabı bana o kayıp notayı hatırlatıyor; içimdeki radyoda çalan ama devamını bir türlü getiremediğim şarkının kayıp notasını… Saat, daktilo, şemsiye, ayakkabı, halı/kilim, bakır, ahşap… tamircileri, hayatta kaldıkları, mesleklerini çıraklarına öğrettikleri sürece o şarkının bir gün yeniden tamamlanıp çalınacağına dair umut taşıyabiliyoruz. Belli ki bizim ruhumuz artık o kaba uymuyor, oranın ruhu da artık bizim kabımızı doldurmuyor. Ama daktilo tamircisinin bir antika daktiloya dokunan parmakları o ruhun eski kalıbını bulamasa da yeni bir kalıp çiziveriyor boşluğa.

Yani diyeceğim, insan bir bilgisayar klavyesiyle duygusal bir bağ geliştirmiyor da köstekli bir saate veya antika bir daktiloya vurulabiliyor. O eşyadaki ruhu görüp onun ritmine ayak uydurmak isteyebiliyor. Mesele yıllarca aynı saati, aynı daktiloyu kullanmak değil, o saatin, daktilonun ilk üretiminde harcanan emeğe bir saygı duruşu. Tıpkı reklam metninde Shakespeare’in dizelerine yer verilmesi gibi…      

Rüyaların yapıldığı maddeden yapılmayız biz[ii]

Ruhumuz olmadan sadece birer makineyiz…

(We are such stuff as dreams are made on…

Without heart we would be mere machines…)

https://www.hertaraf.com/koseyazisi-ruyalarin-yapildigi-maddeden-yapilmayiz-biz-ruhumuz-olmadan-sadece-birer-makineyiz-3483

Esra Özer Duru, Ankara, 29 Ocak 2023.


[i] Reklamda yer verilen cümlelerden alıntı. İlki Shakespeare’den. 

[ii] William Shakespeare’in Fırtına oyununda kahramanımız Prospero’nun orijinal cümlesi.

19 Haziran 2021

SEN UNUTSAN…

“Sis, bir efsun gibi koca şehri enlemesine bölüyordu” diye başlasa hikâye… Sisin efsun olduğunu sen unuttun, sis unutmadı. 

Bir zamanlar bu şehrin neresinde duruyorduk, şimdi neresindeyiz? Sen unuttun, şehir unutmadı.

Kulakların eskiden hangi ezgilere alışıktı, şimdi neler duyuyor? Sen unuttun, kulakların unutmadı.

Konuştuklarınız bir kış günü ağızlarınızdan çıkan buharda mı saklı? Yoksa gözlerinizde mi? Buhar unuttu, gözlerin unutmadı.

Çok düştünüz bu şehrin sokaklarında, dizleriniz kanadı. Sokaklar unuttu, dizlerin unutmadı.

Sonbahar yapraklarını az ezmediniz Kurtuluş Parkı’nda. Park unuttu, ayaklarınız unutmadı.

Bir yarayı, başka bir yarayla çok sardınız beraber. Ellerin unuttu, kalbin unutmadı.

Yara, yarayla kapanmaz diye düşündün. Sen unuttun, yaran unutmadı.  

Bu eşyalar, bu oda sana hep eskiye dair bir şeyler hatırlatıyordu. Sen unuttun, oda unutmadı.

Çocukken ya da gençken yaşadığın şeyleri “unuttum” sanıyorsun. Aslında hepsi hafızana, vücuduna kazınıyor. Seslerin bir gün atmosferden bize geri döneceğini düşünmek gibi, “unuttum” sandığın her şeyi bir gün hatırlayacaksın.

Hani insanın bedeninde yaşlandıkça ağrılar oluyor ya, aslında onların hepsi eskiye dayanıyor. Sık sık belin ağrıyor ya sen ağaçta sallanırken biri gelip seni hızlandırmıştı da düşmüştün. Sen unuttun, belin unutmadı.

Bazen dizlerin ağrıyor ya çocukken ne çok düşerdin. Sen unuttun, dizlerin unutmadı.

Ellerin titriyor ara sıra. Geçmişte bir telefonu kapatırken ellerin bir de sesin titremişti. Sen unuttun, ellerin unutmadı.

Hep aynı şarkıyı dinlerken gözlerin doluyor, şimdi bir başına dinlerken bile. Çünkü sen unuttun, gözlerin unutmadı.

Kalemi eline her aldığında aynı hikâyeye başlıyorsun. Sen unuttun, parmakların unutmadı.

Bir sonbahar günü saçlarının arasından rüzgârlar geçmişti. Sen unuttun, saçların unutmadı.

Yüksekteki şeyleri almak için parmak uçlarında yükselemiyorsun ya…. Bir kere uzanmayı denemiştin… Sen unuttun, parmakların unutmadı.

Soğuk günlerde ellerin çatlar, kanardı. Annen vazelin sürerdi. Sen unuttun, annen unutmadı.

Babanın omuzlarına binip, bakkala kaymaklı bisküvi almaya giderdin. Sen unuttun, babanın omuzları unutmadı.

Dişçiye gittiğiniz bir gün, senin dişin çekileceği halde teyzenin kızı çok ağlamıştı. Sen unuttun, onun gözleri unutmadı.

Ağlaya ağlaya, koşarak gelip bahçedeki kiraz ağacına sarılmıştın. Sonra da sırtını ona yaslayıp sakinleşmeye çalışmıştın. Sırtın unuttu, ağaç unutmadı.

Bir bayram günü çorabım yok diye kapris yapıp bayram ziyaretine gitmemiştin. Evde yalnız kalınca da kendine kızarak ağlamıştın. Sen unuttun, çorapların unutmadı.

 Kardeşini korkuturdun, “ben uzaylıyım” diye, çocuğu ağlatırdın. Sen unuttun, kardeşin unutmadı.

 Toplarken yarıştığınız akşamsefası tohumlarını kibrit kutularında biriktirir, sonra anneannenle bahçeye dikerdin. Sen unuttun, toprak unutmadı.

 Her akşam akşamsefalarının açacağı anı kaçırmamak için başlarını beklerdin, yine de göremezdin. Sen unuttun, zaman unutmadı.

 Hayatını kendine göre şeylerle doldurup hatırlayıp hatırlayamadıklarınla, bir gün ölüp gittin. Dünya unuttu, bu sefer sen unutmadın.

Esra Özer Duru, Ankara, Ocak 2008, Turuncu Dergisi. Gözden geçirme 28.5.2021.

                                                                   

30 Mayıs 2021

YALNIZLIĞIN DUVARLARI - KAVAK AĞACINA MEKTUP 1

İlk Not: Merhum Cahit Zarifoğlu’nun eşi Berat hanımla yapılmış bir röportaj okumuştum. Eşinin erken yaşta vefatına işaret ederek, “Aramızda 16 yaş fark vardı. Cahit bey bana takılır ve derdi ki, ‘ben yaşlanacağım sen hep genç kalacaksın.’ Ama öyle olmadı, genç yaşta aramızdan ayrıldı. Bugün gençler geliyor diyorlar ki, ‘Berat teyze bize Cahit abiyi anlat.’ Cahit, gençlerin hep abisi olarak kaldı ben ise gençlerin teyzesi, torunlarımın anneannesi oldum…” [1] Birazdan okuyacağınız yazının başındaki şiiri eskiden -hiçbir arkadaşımı kaybetmeden önce- de severdim. Ama Berat hanımın cümleleri, bu mısraların bende bıraktığı duyguyu tam hissettiğim gibi tarif ediyor. 

Hayatımıza kısacık girip aniden çıkan bir arkadaşımın, Ülkü’nün (Ülkü Odabaş 1976 - 30.5.1996) yasını tutmayı bir türlü tamamlayamamış, arkasından yazılar yazmışım. Yeni yazılarımı bloğa aktarırken, kendi yazma serüvenimi izleyebilmek, paylaşabilmek için, acemiliklerimi gözden geçirip eski yazılarımı da yayınlıyorum. Bunu yaparken Ülkü’yle dostluğumuzun bende bıraktığı izleri görüyorum. Bu yazı onlardan biri. 

Vefatından bu yana geçen süre, onun dünyada kaldığı süreyi çoktan aştı. Bizim dostluğumuzsa sadece üç buçuk yıl sürdü. Ülkü bazen kavak ağacı, bazen sokak lambası, bazen kendisine hitaben mektuplar yazılan hayali bir arkadaş olarak hep hayatımda kaldı. Güzel bir şarkı duyduğumda, güzel bir şiir ya da yazı okuduğumda, iyi bir film izlediğimde, Gökhan Özcan ağabeyin “Bir gölge gibi[2]” yazısında zarafetle ve nezaketle ifade ettiği gibi, hep onunla paylaşmak istedim. Bu yazıyı onuncu yıldönümünde yazmışım, yasımı şiirlere, şarkılara sarmışım. Şimdi yirmi beş yıl oldu. Allah, Ülkü’yü cennetinde gölgelendirsin. Acemiliklerimi hoş görün, yazının -kendince- bütünlüğünü bozmamak için fark ettiklerimin çoğunu düzeltemedim.

“Benim için geçmede yıllar

Senin boyunsa hala pencerenin boyu kadar”


Yalnızlığın duvarları taştan mı, camdan mı acaba? Taştansa Ankara Hukuk’un duvarları gibi midir? Camdansa, duvara her çarptığımızda burnumuzun izi çıkar mı? “Yağmur vururken cama/ Dalarken gece gama” sessiz ayaklar gezinir mi soğuk taşlarda? Issız bir evin soğukluğunda küf birikir mi duvarlarda? Küfte penisilin vardı galiba. Ama iyi gelmiyor yalnızlığın duvarlarında biriken mavi penisilinler insana.

Gece dalarken gama sen de dal tatlı uykulara. “Benim için geçmede yıllar/ Senin boyunsa hala pencerenin boyu kadar[3]. Güzel cümlelerin hepsi kurulmuş daha önce. Kalmamış ilk kez söylenen bir iki kelime. Bir şey söylemek istediğim her seferde, sadece başkalarının sözlerini kendi el yazımla yazıyorum sanki. Okuyan için, o kadar da fark yok. Bütün yazılar ya Arial ya Times New Roman. “Meğer ırmağı severmişim/ İster böyle kımıldanmadan aksın/ Kıvrıla kıvrıla tepelerin eteğinde/ Doruklarına şatolar kondurulmuş/ Avrupa tepelerinin/ İster uzasın göz alabildiğine dümdüz./ Bilirim ırmak yeni ışıklar getirecek,/ Sen göremiyeceksin,/ Bilirim ömrümüz beygirinkinden azıcık uzun,/ Karganınkinden alabildiğine kısa./ Bilirim benden önce duyulmuş bu keder/ Benden sonra da duyulacak./ Benden önce söylenmiş bunların hepsi bin kere,/ Benden sonra da söylenecek.[4]

Galiba yalnızlığın duvarları taştan. Dizlerini kanatıyor çarpınca insan. Silerken gözlerinden yaşı, dizlerinden kanı, kızıyor kendine, “bu duvarı hiç fark edemiyorum, yazık bana” diye. Yazık oluyor sık sık birçok şeye. İnerken gece, biterken gün, duvarlara sinerken yalnızlık, evlere yerleşirken sessizlik, yazık oluyor ömürlere.

Evlerin ışıkları yanarken, sen onları dışarıdan huzur dolu görürken, hiçbir şey sandığın gibi değilken... Işıklı masalarda karşılıklı yemekler yenirken, birbirinin hayatıyla nezaketen ilgilenirken, insan el yordamıyla yokluyor yalnızlığın duvarlarını. Bazen ne kadar uzun olduğunu fark ediyor korkuyla, bazen hızla çarpıyor duvara, orada olmayacağının umudu ve olduğunun hayal kırıklığıyla. Her ev yazık olan ömürlerle dolu, her masada kendi ömrünü yiyor insan.

Hayatı okumak daha mı kolay olurdu birkaç dil daha bilseydik? Daha mı kolay olurdu yaşamak, hayatla uzlaşabilseydik? Yaşarken hep mi acıtır insan başkalarını? Var mıydı bizim hayatlarımızın “Hani herkes arkadaş/ Hani oyunlar sürerken/ Kimse bize ihanet etmemiş/ Biz kimseyi aldatmamışken/ Hani biz kimseye küsmemiş/ Hani hiç kimse ölmemişken[5]” zamanları? Ya da hep mi kırar yaramaz çocukların topları kalbin camlarını?

Sen ey karşıdaki kavak ağacı! Sen, hiç kimsenin kalbini kırdın mı? Kimse seni incitti mi bu hayatta? Rahat mı böyle yaşamak kökün toprakta? Kolay mı yaprak çıkartmak baharda, dökmek sonbaharda? Üşür mü senin gibi bir kavak ağacı Ankara’da ayazda? Alınır mı polenleri yüzünden suçlanınca? Gitmek ister mi uzaklara, çooook uzaklara? Düşer mi bir kavak ağacı sık sık dipsiz kuyulara? Kavak ağacı cevap versene sorduğum sorulara? Veremez misin, senin de mi duvarların var yoksa? Zorlamaz mısın duvarlarını hiç? Bazen bir delik bulup nefes alırsın duvarda, bazen sağlam örüldüğünü yeniden anlarsın bir kez daha. Zoru zorlamadın mı zorda kalınca? Kolaya mı kaçtın hep kolayca? Kendini kedi yutmuş gibi hissettin mi acaba?

Bu saatten sonra kim anlar beni?[6]” diye bir şarkı dolanıyor mu diline sıkça? Mırıldanıyor mu içindeki pikap, hüzünlü şarkıları? Bu rüzgârlar beni yıkar mı diye korkuyor musun zaman zaman? Çok mu güveniyorsun köklerine bazen? Güvenme! Hiçbir kök yok topraktan çıkmayan ya da en azından kurumayan. Ama hiçbir bulut da yok rüzgârla dağılmayan...

Ne kaldı aklında benden sonra? Yarım kalan cümlelerden, birkaç şiir ve şarkıdan başka? Ne kaldı sahildeki batıklardan başka? “Sen geçerken sahilden sessizce, gemiler kalkar yüreğimden gizlice[7]”...

Bak kavak ağacı, senin var mı bilmiyorum ama benim var yaralarım. Bazen sertleşiyor kabukları bazen sızlıyor tatlı tatlı. Ne demiştik, taştan mıydı yalnızlığın duvarları ya da camdan? Çarpınca burnunun izi mi çıkıyordu bir de? Mavi penisilinler yenmiyor acı acı bunu bil, sakın toplayıp köklerini, kalkışma gitmeye. Gidemiyor insan hiçbir yere... 

Esra Özer Duru, Ankara, Ocak 2006, Turuncu Dergisi. Gözden geçirme 28.5.2021.

[3] Ay Işığı Sonatı, İlhan Demiraslan  

[4] Severmişim Meğer, Nazım Hikmet.

[5] Eskidendi Çok Eskiden, Murathan Mungan.

[6] Demet şarkısı, söz: Şehrazat: https://youtu.be/jQFV9TQ8PgA

[7] Teoman şarkısı, söz: Orhan Atasoy: https://youtu.be/JSKc-Y0UPvo 

Taze Taze Hikâyeler

BEKLEME ODASI

Mart ayı ortalarıydı. Hava, okullardaki mevsim tablolarında her zaman bahara dahil edilmesine rağmen, yıllardır rolüne direnen bu aya yakışı...

Yeni Yazılardan Haberdar Olun

Kaçırmayın!