çekirdek etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
çekirdek etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

22 Aralık 2023

SİYONİST İSRAİL KENDİ YARATTIĞI EFSANEYİ YIKARKEN

Siyonizm, “katledilen masum halk” rütbesini kimseyle paylaşmak istemediği için Nazi Almanyasında Yahudilerden başka insan topluluklarının da öldürüldüğünün konuşulmasını istemez. Halbuki Naziler; Yahudilerin yanında Romanları, Polonyalıları, çeşitli Slav halklarını, ırkı fark etmeksizin engellileri de ortadan kaldırmayı denedi. Siyonistlerin en önemli silahı olan Hollywood yapımı filmlerde, kamplarda ölen diğer halkların ismi bu nedenle neredeyse hiç geçmez. Yıllardır esaslı Siyonist bir eğitimden geçiyor olmasına rağmen dünya halklarının geldiği İsrail’in meşruiyetini ve zulümlerini sorgulayan nokta o yüzden takdire şayan.

Kıyamet filmleri (apokaliptik) denilen bir kategori vardır, meraklısı seyreder. Hollywood, bu filmlerde dünyanın bir felakete gidişini ya da bir felaketten nasıl toparlandığını anlatır. Bu filmler, komplo teorisyenleri için bolca malzeme içerir. Diğer yandan anlatılan hikâyede, izleyeni, mantıkla, gerçekle bağdaştığı için rahatsız eden yönler vardır. 2013 yılında Dünya Savaşı Z isimli bir film gösterime girdi. Senaryonun kaydettiği isabet filmin, Covid salgını sırasında bol bol haber olmasını sağladı. Film, laboratuvarda üretilen bir salgın hastalık virüsünün kontrolden çıkarak dünyaya yayılması ve cengâver bir grup insanın bununla mücadelesini anlatıyordu. Ekip, mücadelelerine destek ararken çeşitli ülkelere gidiyor ancak hiçbirinden umdukları yardımı alamıyordu. Duraklardan biri de İsrail’di. İsrailliler virüsün ülkelerine girmeyeceğinden çok eminlerdi çünkü ülkelerinin etrafı kalın ve yüksek duvarlarla çevriliydi. Zaten bu duvarları ileri görüşlülükleriyle (!) Filistinliler ve onlardan gelecek böyle tehlikelerden korunmak için örmüşlerdi. Burada senaryonun ironisi devreye girdi, beklenmeyen gerçekleşti, hastalıktan deliren İsrailliler, o duvarların içini birbirlerinin mezarına çevirdi.

Hz. İbrahim, oğlu İsmail, kurbanlıktan azat edildiğinde; başka bir oğlunun soyundan gelen torunlarının, insan kardeşlerini kıyıma uğratacağını hiç düşünmüş müdür? Kendilerine onun ve oğullarının adını ata adı olarak seçen İbraniler/İsrailoğulları/Museviler/Yahudiler -bunların hepsi bir peygambere dayanan isimlendirmeler- yazdıkları efsanevi öykülerden devşirdiklerini sandıkları meşruiyetle, akraba bir kavmi yok edebilmeyi mi hedefliyor? Torah’ta Hz. Adem’in oğullarından Kabil, Habil’i öldürdüğünde, Tanrı’nın Kabil’e sorduğu “Kardeşine ne yaptın?” sorusundan kaçabileceklerini mi düşünüyor? Kur’an-ı Kerim’de aynı kıssa anlatıldıktan sonra yapılan “İşte bundan dolayı İsrailoğulları için şu hükmü koyduk: ‘Bir cana kıymanın veya yeryüzünde bozgunculuk çıkarmanın cezası olmaksızın kim bir kimseyi öldürürse sanki bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim de bir canı kurtarırsa sanki bütün insanların hayatını kurtarmış gibi olur.’ Şüphesiz peygamberlerimiz onlara apaçık deliller, mucizeler getirdiler. Ne var ki, bütün bunlardan sonra onların pek çoğu hâlâ yeryüzünde taşkınlık yapıp durmaktadırlar” ilahi ikazından kurtulabileceklerini mi hayal ediyor?

Bu kadar kan, acı, gözyaşı üstüne bir şehir, bir ülke nasıl kurulabilir?

Hangi dinin kutsal kitabı, peygamberi, böyle bir soykırımı emredebilir ve meşru bulabilir?

Ölü bedenler üzerine bir medeniyet inşa edemezsiniz!

O kan sizi tutar!

Siyonistler, yıllardır kendilerine Nazi Almanyasında maruz kaldıkları zulümleri istismar ederek sanal bir güçlülük dünyası inşa ettiler. “Yenilmez”, “güçlü”, “Ortadoğu’nun tek demokrasisi”, “dünyanın mazlumu” gibi sıfatlarla zalim, katliamcı, gayrimeşru, haysiyetten yoksun, canavar Siyonist işgallerinin üstünü örtebileceklerini zannettiler. Ancak çok yanıldılar. Dünya halkları uyandı. İsrail’in ne kadar düşebileceğini gördü. Tıpkı Dünya Savaşı Z filmindeki gibi İsrail, kendisini, inşa ettiği o duvarlar arasında yok edecek. Dünya halkları, İsrail’in kibirden aynasını paramparça edecek ve zafer mazlum Gazzelilerin olacak! 

BİSAN’IN SAÇLARI[1]

Çerçeve Hikâye, içinde başka öykü ya da öyküler barındıran iç içe geçmiş hikâyelerdir. Anlatılan ilk hikâye ya da tüm hikâyelerin yanında sürüp giden hikâye ana hikâyedir, dış çerçeveyi oluşturur. Bu teknik sayesinde yazar okuyucusuna bir metinde birkaç hikâyeyi, mesajı birlikte ve kolayca verebilir. Başka bir deyişle “öykü içinde öykü” veya “öyküler dizisi” barındırır.

“Gülüşleri ve öpüşleri çalınmış çocuğun gidişler uğruna uzattığı saçları için…”[2]

Bisan’ın kıvır kıvır çok güzel saçları vardı. Örmezdi ama bazen başının üstünde bazen de kulaklarının arkasında topuzlar yapardı. Bisan’ın kıvırcık saçlarından başka içleri gülen gözleri, cıvıl cıvıl bir gülüşü vardı. Bisan Gazzeliydi[3].

1983’te babam yeni kurulmuş bir yayınevinin (Çekirdek Yayınları) bastığı “İslam Ülkelerinden Hikâyeler Dizisi[4]”nden üç kitap getirdi. Kitaplar geldiğinde okuma yazmam yoktu, çizimleriyle dost olduk. Yalçın Turgut’un çizdiği iri gözlü, kıvırcık saçlı, hüzünlü çocuklarla yarenlik ettik uzun süre. Onlara kafamda birer hikâye yazmıştım ama hikâyeleri başkaydı.

Filistin’de Bir Çocuk’un hüzünlü kahramanı 10 yaşında, kıvırcık saçları iki örgülü Ayşe Sevra, bir mülteci kampında doğmuştu. Bütün Filistinli çocuklar gibi büyük hayalleri vardı. Dalgın gözlerinde hep bir damla yaşı olurdu. Gerçek bir olayın kahramanı 9 yaşındaki Mehtike Libyalıydı. İki yandan ördüğü koyu renkli, kıvırcık saçlarını hoplata hoplata kuzularının peşinden koşardı. Kısacık ömrü, kuzularını otlatırken ABD üssünden kalkan bir helikopterden açılan ateşle bitiverdi. Küçük Tuba Büyük Yolda’da Tuba ailesi ile birlikte karayoluyla hac yolcusu bir Türk kızıydı. Tabi ki kıvırcık, iki yanından örgülü saçları vardı.

Bisan, Filistinli bir sosyal medya içerik üreticisi, kendi hikâyesinin başrolünde. Dünya, Gazzeli kadınların acılarını, ihtiyaçlarını onun objektifinden ve anlatımından öğreniyor. Bisan, birkaç gün önce uzun ve kıvırcık saçlarını, İsrail’in Gazze’deki zulümlerinden biri olan susuzluk nedeniyle kesmek zorunda kaldığını açıkladı. Paylaştığı fotoğrafta, avucunda güzelim kıvırcık saçlarından kesilmiş bir tutam vardı.

Bisan’ın saçlarını görünce aklıma kendi çocukluğum geldi. Biraz komik biraz talihsiz bir sebeple o güne kadar sımsıkı ördüğüm kıvırcık saçlarımı kısacık kestirmek zorunda kalmıştık. Bazı arkadaşlarım o sırada popüler olan bir köle dizisindeki çocuk köleden ilhamla bana isim takmıştı. Küçük Sebastio özgürlüğü için mücadele ediyordu.      

Yerli kadınları da saçlarını iki yanlarından örerlerdi. Gazzeli kadınlarla kendi ülkelerinde dayanışan yerli kadınlar (sömürgecilerin adlandırmasıyla Kızılderililer) örgülü saçlarıyla dans edip şarkı söylüyorlar. Yani Bisan’ın saçları çerçeve hikâyemiz. Bizi, yeryüzünün özgür kadınlarını, birbirimize bağlıyor. Ayşe Sevra’nın, Mehtike’nin, Tuba’nın, Esra’nın, Mahsa’nın, Rachel’ın, Bisan’ın kıvırcık, düz, uzun, kısa, sarı, siyah, örgülü, örtülü, örtüsüz saçları… Sevgili Bisan’ın saçları; özgür Filistin’in özgür rüzgarlarında çok yakında uçuşur inşallah[5].

Esra Özer Duru, Ankara, 20.12.2023.


[1] Yazıyı okurken dinleme önerisi: Savage Daughter https://youtu.be/tegev08KyHY?si=WlcSskV532iTffM0

[2] Bu mısranın şairini hatırlayamadım ve internet taramalarında da bulamadım. Özür ve saygıyla…

[3] Bisan, Gazze’de ve şimdilik iyi. -di’li geçmiş zamanı, hikâye zamanı olduğu için kullandım.

[4] Çekirdek Yayınevi, 1982’de ORBAY Ortadoğu Basın Yayın A.Ş tarafından çocuklara İslam coğrafyasında yaşananları anlatabilmek amacıyla kitaplar yayınlamak için kuruldu. İdare Meclisi Başkanı Hasan Aksay’dı. Filistin’de Bir Çocuk ve Mehtike’nin yazarı Abdurrahman Dilipak, çizeri ise Yalçın Turgut Balaban’dı. Balaban, 2021’de vefat etti. Hasan Aksay, (Aralık 2023 itibariyle) rahatsızlığı nedeniyle hastanede tedavi görüyor. Küçük Tuba Büyük Yolda’nın yazarı Hasan Fettahoğlu ile ilgili bilgi bulunamadı.

[5] https://www.hertaraf.com/koseyazisi-siyonist-israil-kendi-yarattigi-efsaneyi-yikarken-3981 

13 Haziran 2021

BİR AVUÇ ÇEKİRDEK

Bir varmış, ondan gayrısı yokmuş. Çok uzak olmayan topraklarda hatta burada, bir hikâye yaşanmış zamanında. Zaman ki ölümün silahı daha çokmuş, ortalama insan ömrü en fazla kırkbuçukmuş. İnsanlar dedelerini ebelerini değil, analarını babalarını bile görmezmiş bazen. Ölüm o zamanlar, sıtma, dizanteri, kızamık, çiçek, difteri, kıtlık, yokluk diye gelirmiş. Adı değişikmiş ama izlediği yol aynıymış. Askere gidenden beş yıl umut kesilir, gurbete gidenden bir daha haber beklenmezmiş. Gelinler sadece kocalarından değil, kayınbabalarından, kayınvalidelerinden hatta kayınbiraderlerinden dayak yermiş (aslında buna bakınca pek bir şey değişmemiş). O yıllar miladi takvimde Birinci Dünya Savaşına, Kurtuluş Savaşına denk gelirmiş. Düşman ve savaş oralara girmemiş ama savaşın sefaleti, yoksulluğu insanların içlerine, tenlerine işlemiş.   

Bu hikâye, buralarda büyüyen çocuklar için çok yabancı değilmiş. Çünkü buralarda, ne Zoro gelir ağanın yüzüne Z çizermiş ne Candy Antonhy’yi severmiş ne Heidi gibi dağlarda huzur içinde Peter’le gezermiş. Öyle değilmiş işte! Buraların Heidileri “analık” elinde büyür, gün doğmadan tarlaya gider, analığın hışmına uğrayınca aç acına uyurmuş. Bu hikâyenin kahramanlarının adı Candy, Heidi, Peter değil Ayşe ile Abdurrahman’mış.

Üç kardeşten ikisi Ayşe ile Abdurrahman’ın babaları varlıklıymış. Sevilir sayılırmış yaşadıkları yerde. Bir şatoları, boy boy atları, katları, yatları yokmuş ama itibarları çokmuş. Ayşe ile Abdurrahman kardeş kardeş oynar, gezermiş. Çocukmuşlar, dünyadan habersizmişler, onun için de mutluymuşlar, bir daha olamayacakları kadar… Henüz ihraç malı olmayan kayısılarından istedikleri kadar yer, çekirdeklerini kırıp kuruyemiş yaparlarmış.

Bir gün savaş onların hayatlarına da değmiş, dokunmuş. Babaları askere gitmiş o zamanların en ünlü cephesi Yemen’e mi, nereye? Yaşasaydı bu hikâyenin kahramanı Ayşe bilirdi. Yıllarca babadan haber alamamışlar. Köy yeri işte, tarla tapan, çocuklar fark etmeden zaman geçmiş. Bir gün iki kardeş evlerinin önünde oynarken esmer, kara kuru bir adamın geldiğini görmüşler. Adamdan korkmuşlar. İki kafadar yerden topladıkları taşları adamın kafasına, gözüne atmışlar. Adam ne kadar konuşmak istese de dinlememişler, anneleri evden çıkıp yetişene kadar taş yağmuru devam etmiş. Çocukların hırsız sanıp taşladıkları adam, meğer aylardır yolunu gözledikleri babalarıymış.

Baba gelmiş, hayat yeniden mecrasında akmaya başlamış. Fakat saadet çok uzun sürmemiş (ne kadar saadetti meçhul ya!). Ayşe ile Abdurrahman’ın anneleri ölüvermiş. Çocukların biri beş, biri yedi biri on yaşında. Baba baksa nasıl bakacak? Gitmiş başka bir kadınla evlenmiş.

Analığın gelişi Ayşe ile Abdurrahman’ın hayatına ikinci bir darbe indirmiş. Abdurrahman sık sık anasının mezarının başında ağlar olmuş. Ayşe öz annesiyle daha çok zaman geçirmesine rağmen daha az ağlarmış. Çünkü o zamandan dayanmayı, dayanıklı olmayı öğrensin diye hayat onu pişiriyor, duygularını saklamayı öğretiyormuş. İki kardeş el ele tutuşur mezarlığa gider, orada saatlerce otururmuş. Kardeşlerin paylarına düşen kayısılar, çekirdekler, ekmekler, katıklar üvey annenin gelişiyle birlikte azalmış. Babanın tembihlerine ve tehditlerine rağmen üvey anne umursamamış çocukları çoğu zaman aç bırakmış. Hâlbuki baba tahmin mi etmiş yoksa bilmiş mi, kadına çocuklarını aç bırakırsa onu boşayacağını söylemiş. Ama o gündüz zaten yok, tarlada, işte güçte, belki de kahvede, çocukların ne kadar aç kaldıklarını bilmemiş. Çocuklar aç kaldıkça mezarlık ziyaretleri artmış. Abdurrahman’la Ayşe mutlu oyunlara harcadıkları vakti analarının mezarının başında geçirir olmuşlar. Analığın başından uzak olsunlar, nerede oldukları zaten önemli değilmiş.

Bir gün babaları yokken karınları öyle acıkmış öyle acıkmış ki, ne yapacaklarını bilememişler. Üstelik bu çocuklarınki varlık içinde yoklukmuş. Eller bulamadığı için aç kalırken, bunlar analık vermediği için açmış. Çözümü Abdurrahman bulmuş. Gidip analığın sakladığı yerden kayısı çekirdeği alacaklarmış. Kendilerine uygulanan bu insafsız ambargoyu kıracaklarmış. Abdurrahman çekirdeklerin koyulduğu yeri zaten biliyormuş. Ayşe kapıda beklemiş, öbürü küçücük elleriyle ceplerini doldurmuş. Aldıklarını ablasıyla yiyecek, bir güzel keyif edeceklermiş. Tam odadan çıkarken analık Abdurrahman’ı yakalamış. Ceplerindeki ve minik avucundaki kayısı çekirdeklerini görmüş. Abdurrahmancığı ve suç ortağı Ayşe’yi oracıkta kıstırmış, belki dövmüş, belki dövmemiş, ama Abdurrahman’ı havaya kaldırmış şöyle sertçe yere “çakmış”. Küçük çocuğun cebinde, avucunda ne varsa onları da almış. İki kardeş, üzüntüleri, hiç görmedikleri okyanuslardan büyük, tek sığınaklarına, annelerinin mezarına koşmuşlar. Akşama kadar orada ağlamışlar. Akşam babaları gelmeden eve dönmüşler ama baba bu işin içinde bir iş olduğunu anlamış. Çünkü çocuklar her zamankinden daha sessiz ve mahzunmuş. Sormuş, öğrenmiş, üzüntüden kahrolmuş. Ama bu saatten sonra nafile…

O gece Abdurrahmancığın ateşi yükselmiş, adı difteri mi, dizanteri mi, yoksa üzüntü mü keder mi bilinmez. Birkaç gün içinde çökmüş minik bedeni, annesini sayıklaya sayıklaya ölüvermiş. Ayşecik de annesiz, kardeşsiz kalıvermiş. Baba ise sözünü yerine getirmiş, analığa kapıyı göstermiş. Abdurrahman gidince Ayşe’nin içindeki çocuk da gitmiş. Sonra yeni analıklar, yeni kederler…

Ayşe…

Şimdi Abdurrahman’la birlikte. Çok kereler anlattığı bu hikâyeyi vaktinde hafızamıza kaydetmedik. Birbirimizden yardım almasak parçaları birleştiremezdik. Hâlbuki Ayşe’nin yılların kuruttuğu gözpınarlarını ıslatan tek hikâye buydu. Yokluklarla yoğrulmuş hayatının en acı hatırası… Çocuğumuzu azarladığımızda bizi “çakma çocuğu yere” diye sertçe uyarmasının sebebi…

Abdurrahman…

Ayşe’nin kardeşi, oyun arkadaşı, annesini paylaştığı, acısını bölüştüğü…

Çocukluk…

Abdurrahman’ın cebinde kalan üç beş kayısı çekirdeği…

Esra Özer Duru, Ankara, Haziran 2008, Turuncu Dergisi. Gözden geçirme 29.5.2021.

Taze Taze Hikâyeler

BEKLEME ODASI

Mart ayı ortalarıydı. Hava, okullardaki mevsim tablolarında her zaman bahara dahil edilmesine rağmen, yıllardır rolüne direnen bu aya yakışı...

Yeni Yazılardan Haberdar Olun

Kaçırmayın!