Yangın alarmı canhıraş bağırıyordu. Ofisin içinde herkes oraya buraya koşturuyor, birbirine çarpıyor, bir yerlere takılıp düşüyordu. Tavandan sarkan kopuk elektrik kabloları, yangın söndürücü fıskiyelerden püsküren su yüzünden kısa devre yapıyor etrafa kıvılcımlar saçıyordu. Sandalyeler devrilmiş, masalar yerinden oynamış, üstlerindeki evraklar, bilgisayarlar, yazıcılar su içinde kalmıştı. Manzara karmakarışıktı. Alarm, asansörleri devre dışı bıraktığı için, ıslak insanlar korku ve telaşla merdivenlere hücum ediyor, bazılarının ayağı kayıp düşüyor, düşenler eziliyordu. Bir yerini çarpıp yaralananlar başlarını, kollarını tutuyor ya da topallayarak çıkışa ulaşmaya çalışıyordu. Bütün bu dehşetin içinde, iki kadın ve bir ataş çocuğun oluşturduğu daha da tuhaf bir grup, kaçışıp duran insanlardan, asma tavandan fışkıran sulardan, yanıp sönen floresanlardan bihabermiş gibi tam ortada öylece duruyordu. Kadınların saçlarından ve ceketlerinden sular akıyordu. Susan şaşkın ve üzgün, Ataş Çocuk ise gözleri dehşetle büyümüş, kollarını bir şeyi kucaklamak istercesine iki yanına açmış vaziyette yere bakıyordu. Helen’se deli bakışlarını aynı noktaya dikmiş çılgınca gülüyordu.
Bir süre önce…
Dünya bambaşka bir yer olmuştu. Birkaç yıl önce peş peşe
yaşanan tuhaflıklar ve felaketler çok şeyi değiştirmişti. Akla gelebilecek her
türlü sistem alt üst olmuş, bugüne kadar bilinen ve işleyen düzenler büyük
değişiklikler geçirmişti. Bu alt üst oluş öyle köklüydü ki, geçmişi hatırlamak
imkânsızdı. İnsanlar yeni düzenlere uyum sağlayabilmek için muazzam bir çaba
sarf ediyordu. Eskisi gibi aile dayanışması, mahalle kaynaşması, arkadaş
desteği gibi güzellikler birkaç inatçı yaşlı insanın sürdürmeye çalıştığı
ilginçlikler olarak görülüyordu. Herkes tek başına hareket ediyor, hayatta
kalmak için yeteneklerini geliştirip uyum sağlamaya çalışıyordu. Kimsenin başka
bir insana yardım ederek onun sorumluluğunu geçici de olsa yüklenecek hali
kalmamıştı. Zaten çalışma hayatının temposu öyle artmıştı ki buna zaman yoktu.
Şehirlerin çalışma alanları genellikle ofisler olmuştu.
Sürekli ışıkları yanan, klimaları çalışan, asansörleri bir aşağı bir yukarı
insan taşıyan ofisler… Fotokopiler çekiliyor, kâğıtlar zımbalanıyor, çıktılar
alınıyor, poşet dosyalara evraklar konup klasörlere takılıyor, çekmeceler
açılıp kapanıyordu. Buradan bakınca dünya büyük bir ofise dönüşmüş gibiydi. Asansörler,
yürüyen merdivenler, yorgunluktan gözlerinin altı siyah halkalarla dolmuş,
benizleri solmuş, gülümsemeyi unutmuş, gözlerinin feri çoktan sönmüş insanlarla
doluydu. Bu insanların birbirine hâl hatır soracak mecali yoktu. Çoğu
“günaydın” bile dememek için gözlerini yerden kaldırmıyordu. İnsanlarla ilgili
dikkati çeken en önemli nokta ise hepsinin kadın olmasıydı. Genellikle giydikleri
siyah takımları, beyaz gömlekleri, sıkı sıkı topuz yaptıkları saçlarıyla
kadınlar, bulundukları her yerde harıl harıl çalışıyordu. Sokaklarda,
işyerlerinde, okullarda, parklarda erkek yok denecek kadar azdı. Olanların çoğu
da çocuktu. Peki neredeydi erkekler?
Erkeklere ne oldu?
Bundan bir süre önce bilim insanları bir virüsün ortaya çıkacağını
ve dünya nüfusunun neredeyse yarısını yok edeceğini öngörmüşlerdi. Virüsün
kaynağının ne olduğu, tedavisi, virüsten korunma yolları bilinmiyordu. Sorun, insanlığın
önünde büyük bir bilinmezlik olarak duruyordu ve insanlık bilinmezleri pek
sevmiyordu. Büyük fonlar ayrılmasına, günlerce değişik ülkelerin, değişik
üniversite laboratuvarlarında, sayısız bilim insanınca, araştırmalar yapılmasına
rağmen herhangi bir sonuca ulaşılamıyordu. İnsan hayatı büyük tehdit altındaydı
ve sığınılacak liman görünmüyordu.
Tam da aynı günlerde, şehirlerde moralleri yüksek tutmak
için birtakım organizasyonlar düzenlenmeye başlandı. Virüs egemenliğini ilan
etmeden önce büyük maçlar, konserler ayarlanıyor, toplum kitleler halinde
bunlara katılıyordu. Dünyanın her tarafında yaşanan tuhaf felaketler bu sırada
oldu. Bir el tarafından ayarlanmışçasına erkeklerin yoğun olarak katıldığı maç
organizasyonlarında stadyumlar çöktü, seyirci tribünlerinde yangınlar, kavgalar
çıktı. Maçları, konserleri izlemeye gelenlerin çoğu çökme sırasında, yangında, çıkan
izdihamda hayatını kaybetti. Av kazaları, trafik kazaları, cinnet geçirip
bölüğün yemekhanesini akşam yemeğinde havaya uçuran erler… Peş peşe yaşanan
garip olayların hepsinde kayıplar genellikle erkekler oldu.
İnsanlar panik halindeyken bilimin kehaneti kendini
göstermeye başladı. Bilim insanları yanılmamıştı. Virüs gerçekten dünya
nüfusunun yarısını yok edecekti. Herkes hasta oluyordu ancak hastalık, erkek DNA’sında
daha etkili oluyordu. Bir aşı bulunana kadar dünya büyük kayıp verdi. Aileler,
babalarını, dedelerini, oğullarını kaybetti. Yaşananlar akla, hayale sığacak
şeyler değildi. Hayat nasıl devam edecek kimse bilmiyordu. Kadınlar, Dünya
Savaşlarından sonra olduğu gibi erkeklerden boşalan iş sahalarını doldurmaya
başlarken, her krizden sağ çıkan yönetici elitler, sistemin devamı için
çözümler bulmakta gecikmedi.
Teknoloji kadınların emrine verildi. Zaman zaman yetersiz
kalabilen kas gücünü dengelemek için her iş kolunun kendi malzemesinden suni
işçiler üretildi. Mesela inşaatlarda kürek çocuklar, el arabası çocuklar, ofislerde
kâğıt çocuklar, ataş çocuklar işbaşı yaptı. Bu yorulmak bilmez yeni elemanlar
kadınların işini kolaylaştırıyordu. İtiraz etmiyor, dinlenmek istemiyor, hasta
olmuyorlardı. Büyük bir kürek, el arabası, kâğıt ya da dev bir ataş gibi
görünmeleri önemli değildi. İlgili eşyalardan yapıldıkları için bu yardımcı
elemanların duyguları olmadığı varsayılıyordu. Böyle olunca kimse onlara nazik
davranmıyordu.
Susan ofisteki herkesle asgari de olsa iletişimi sürdürmeye,
eski gelenekleri devam
ettirmeye çalışıyordu. Şefi Helen’in ofis kuralları
konusundaki katı yaklaşımına ve kimse talep etmemesine rağmen nezaketi elden
bırakmıyordu. Samimi bir sohbete o kadar ihtiyaç duyuyordu ki ofiste çalışan
yardımcı elemanlara dahi nazik davranıyor onlarla kısa sohbetler ediyordu. Kâğıt
Çocuk’un bir ismi yoktu. Ama Ataş Çocuk “insan gibi hissedebilmek için” kendisine
Jerry denmesini istiyordu. Bu istisnai bir durumdu. Ofis elemanları böyle
kişisel taleplerde bulunmazdı. Jerry, Susan’ı taklit ettiği için mi nedir, arkadaşı
Kâğıt Çocuk’u önemsiyor, onun işlerini kolaylaştırmak için çabalıyordu. Kâğıt
çocuğa ağır gelen şeyleri taşır, yapması gerekenleri yetiştiremediğinde
fotokopi makinesinin başında ona yardım ederdi. Hatta onu birkaç kere üzerine
çay, kahve dökülecekken kurtarmış böylece geri dönüşüme gönderilmesini
engellemişti. Galiba bu, herkesin sandığının aksine onların, en azından
Jerry’nin duyguları olduğunu gösteriyordu. Bir ataş ve kâğıtla arkadaşlık ne
kadar derinleşebilirse Susan’ın çocuklarla iletişimi o kadar derindi. Kendilerini
küçük bir aile olarak görüyordu. Dostlukları çevre kabinlerin ve Şef Helen’in
dikkatini çekiyor, ofis elemanlarıyla aralarındaki iletişim gereksiz görüldüğü için
rahatsızlığa yol açıyordu. Ataş Çocuk Jerry ve Kâğıt Çocuk sevginin ne olduğunu
bilmiyorlardı ama Susan biliyordu hem de çok iyi...
Susan’ın büyük bir ailesi vardı. Büyükanne, büyükbaba,
dayılar, amcalar, teyzeler, halalar, kuzenler… Bunca kalabalıkta kavga,
tartışma, karmaşa eksik olmazdı ama bolca sevgi de vardı. Her fırsatta bir
araya gelir, hep birlikte yemekler yer, sohbetler ederlerdi. Tatile birlikte
çıkarlar, kalabalık yüzünden yatacak yer bulamayanların arabada ya da bahçedeki
salıncakta bile yattığı olurdu. Yaşarlarken sıkıntı çektikleri aynı anda kıymetli
anılar biriktirdikleri güzel günlerdi. Susan ve kuzenleri abuk subuk işler yaptıklarında
ceza alıp bedel de ödeseler aralarında müthiş bir sevgi ve iletişim vardı.
Sonra tuhaf olaylar ve salgın üstlerinden bir kasırga gibi geçti. Aile
paramparça oldu. Kayıplar, göçler, bunalımlar, Susan’ın muhteşem ailesini
albümlere gömdü. Susan bütün sevgisini yeni ailesine Jerry ve Kâğıt Çocuk’a
veriyordu. Molalarda onlara kuzenleriyle yaptıkları yaramazlıkları buruk bir
gülümsemeyle anlatırdı. Jerry, Susan’ın yüzündeki ifadeye anlam veremese de onu
tatlı tatlı dinlerdi. Susan bu ikisini öyle
seviyordu ki, sevgisi mümkün olmayan bir şeyi başarıyor sanki Jerry’yi
insanlaştırıyordu. Tıpkı Geppetto ustanın Pinokyo’ya yaptığı gibi.
Helen
Bütün kadınlarda, hayatın sorumluluklarını yalnız yürütmeye
çalışmak yüzünden büyük bir yorgunluk vardı. Bezginlik neredeyse fiziksel bir
varlığa dönüşmüştü. Ailesinde sağ kalan erkek birey olanlar şanslı
addediliyordu. Şef Helen bu bunalımı, şeflik sorumluluğu da üstüne eklenince
daha fazla hissediyordu. Bir yandan hayatındaki zorlukları, sorumluluklarını
paylaşabileceği bir erkek olsa daha kolay atlatabileceğine inanırken diğer
yandan erkeklerin sorumluluklardan kaçmak için her türlü numaraya
başvurabileceğini düşünüyordu. Erkeklerin bir yerlerde saklandığı, kılık
değiştirdiği gibi takıntılı teorilerini her yerde anlatıyordu. Helen gibi
hisseden başka kadınlar da vardı. İşin kötüsü erkeklerin genel tavrı bu
teorileri doğruluyor gibiydi. Felaketlerden sonra sağ ve az kalan erkekler
günlük hayata karışmaktan, kendilerini yorup sorumluluk almaktan kaçınıyordu. Toplumun
geneli bunu destekliyor, nüfus oranı düzelene kadar erkeklerin korunup
kollanması ve onlardan çok şey beklenmemesi gerektiği düşünülüyordu.
Aslında Helen’in komplo teorilerinin ardında gizlenen bir
gerçek vardı. Virüs gelmeden önce nüfus dengelerini değiştirmeye başlayan
olaylar sırasında Helen babası ve erkek kardeşini kaybetmişti. Bir sabah
kardeşiyle odalarında, anne babalarının bağrışmalarına uyanmışlardı.
Annelerinin, “Bu tuhaf zamanda maça gitmeseniz olmaz mı? Ya size bir şey olursa?”
sözlerine babaları, “Saçmalama, oğlumla salgın başlamadan önce son bir maça gitmek
istiyorum. Ne var bunda?” diyerek itiraz ediyordu. Gergin bir kahvaltının
ardından baba, oğluna gidip hazırlanmasını söyledi. Anne gözleriyle sitem
ediyordu ama başka bir cümle sarf edecek gücü kalmamıştı. Baba oğul hazırlanıp
çıktılar ve bir daha dönmediler. O gün stadyumda bir sosisli tezgahındaki
tüpler patladı. Çok sayıda insan hayatını kaybetti. Helen’in annesi oğlunun
bedenini teşhis etti ama iyi durumda olmayan cesetler arasında eşini bulamadı.
Anne kızın hayatları alt üst oldu. Helen kardeşinin son bakışını aklından
çıkaramazken anne de eş ve evlat acısının yanında eşiyle aralarında geçen son
konuşmanın kavga cümleleri olmasını hazmedemiyordu. Kayıpları ortak olmasına
rağmen akıl sınırlarını zorlayan acılarını tek başlarına yaşıyorlardı. Herkes kabuğuna
çekilmişti. Helen sık sık ağlama krizleri geçiriyor, anne kendi kendine
konuşurken dalıp gidiyordu. Helen’le arasına bir duvar örmüş, onunla hiç
iletişim kurmaz olmuştu. Üstüne virüs dönemindeki yalıtılmışlık, acılarını daha
da sert ve uzun yaşamalarına sebep oldu. Hayatın ve annesinin sorumluluğu
Helen’in genç omuzlarına kalmıştı. Bu ağır sorumluluk Helen’i yıpratıyordu.
Virüsten sonra birçok ailenin Helenlerinkine benzer kayıplar
yaşamış olması -garip ama- anne kızı rahatlattı. Belki de birileriyle birlikte
matem tutmak iyi gelmişti. En azından hayatın rutinlerini sürdürebilir hale
geldiler. Ama etraflarındaki tuhaflıklar bitmemişti. Bazı sabahlar evlerine
birinin girip çıktığından şüpheleniyorlar, annesi Helen’e kendisini uyurken birinin
izlediğini hissettiğinden bahsediyordu. Bir gece Helen uyumaya çalışırken
susadığını fark etti. Odasından çıkıp mutfağa giderken karanlıkta bir gölge
gördü. Bütün cesaretini toplayıp ışığı yaktığında babasıyla yüz yüze geldi ve
küçük bir çığlık attı. Helen’in sesine annesi uyanmış, kocasını karşısında
bulunca bir çığlık da o atmıştı. Babası stadyumdaki felaketten kurtulmuş,
karısı ve kızıyla yüzleşmeye cesaret edememişti. Evden ayrı giriş çıkışı olan
bodrum katına sığınmış orada sessizce yaşamaya başlamıştı. Zaman zaman yukarı
geliyor ihtiyacı olan erzakı alıyordu. Matemlerine gömülen Helen ve annesi
bodrum kata inmeyi zaten akıllarından bile geçirmemişlerdi. Helen daha fazla
dinlemek istemiyordu. “Bu zaman boyunca sağ, iyi ve aşağıda mıydın?
İnanamıyorum!” diye bağırarak tuhaf tuhaf gülmeye başladı.
Helen’in Teorisi
Bir sabah Susan, ince yüz hatlarına rağmen Jerry’nin ve
Kâğıt Çocuk’un üzgün ve telaşlı göründüklerini fark etti. Jerry birkaç gündür
konuşmaları gerektiğini söyleyip duruyordu. İlk molasında Kâğıt Çocuk’la bir
masaya yaslanmış duran Jerry’ye sıkıntısını sordu. Ataş Çocuk dertlerini nasıl
anlatacağını soran gözlerini önce Kâğıt Çocuk’a sonra Susan’a dikti. Ayak
yerine kullandığı ataş uçlarına doğru bakarken durumu en iyi nasıl
anlatabileceğini düşünüyordu. Kâğıt Çocuk da pek yardımcı olmuyordu. Susan
konuşmasını teşvik etmek için, “Ofiste sizi üzen biri mi var?” diye sordu.
Bunun üzerine Susan’ın kendisini sandığından kolay anlayacağını gören Jerry,
“Helen, ofis şefimiz, benim gerçek bir ataş çocuk, Kâğıt Çocuk’un da kâğıt
çocuk olmadığını düşünüyor” dedi. Susan, “Nasıl yani? Bu çok aptalca… Kâğıt
Çocuk gerçek bir kâğıt çocuk, Jerry sen de gerçek bir ataş çocuksun” diye
gereksiz yere itiraz etti. Jerry, çaresizce tekrarladı “ben biliyorum o
bilmiyor”. Helen’in takıntılı ruh halini hatırlayınca siniri bozulan Susan
gülüyor gibi bir ses çıkarttı. Onun kendisine inanmadığı için güldüğünü düşünen
Jerry, daha da irileşen gözlerini devirerek tekrar denedi: “Helen galiba bizim
kemer takan erkekler olduğumuzu zannediyor. Herkesten saklanmak için ataş çocuk
ve kâğıt çocuk gibi davrandığımızı söyledi. Bundan çok emin.” Susan,
kulaklarına inanamayarak, “Bunu nereden çıkarttın?” diye sordu. Jerry, Helen’in
kendisini sorguladığı ana dönmüştü. Titreyerek, “Bana pantolonum, kemerim olup
olmadığını sordu. Olmadığını söyledim. Verdiğim her cevaptan sonra gülerek
kafasını salladı. Sonra ‘Yeter! Saf numarası yapma, aslında ikinizin de erkek
olduğunu biliyorum’ diyerek kötü bir kahkaha attı” dedi. Sonra koca gözlerini
Susan’ınkilere dikip “Susan, bizim hiç pantolonumuz yok. Ben Helen’e doğru
söyledim” diye ekledi.
Helen’in kendisini teorilerine nasıl adadığını bilen Susan,
Jerry’ye bir çözüm bulacakları sözünü verse de çözüme dair hiçbir fikri yoktu. Önce
Helen’in ağzını yoklayıp onu teorisinin en azından Jerry ve Kâğıt Çocuk için
doğru olmadığına ikna etmeyi deneyecekti. Eğer bunu başaramazsa son çare onları
ofisten, Helen’den kaçırmak olacaktı. Ama nasıl?
Susan sonraki molasında Helen’in yanına gitti. Helen
molalarında bile meşgul olurdu. Neyle uğraştığını kimse bilmiyordu. En meşgul
anlarında bile ofisteki kontrolünü kaybetmemek için gözlerini sürekli
çalışanların üstünde gezdirirdi. Susan’ın kendisine yaklaştığını görünce
kötücül bir şekilde sırıttı. Susan, Jerry’nin şefle konuştukları anı
hatırladığında neden titrediğini anlamıştı. Helen, soğuk bir sesle, “O geri
zekâlı ataş bozuntusunun sana geleceğini biliyordum. Direnmeyin, onu bana ver.
Hepimiz için en iyisi bu!” diye tısladı. Susan, arkasını dönüp kaçmamak için
kendini zor tutuyordu. Zaman kazanmaya çalışarak anlamamış gibi yapınca Helen,
“Numara yapma boş yere! Jerry dediğiniz uyanığın da arkadaşının da gerçekte
erkek olduğunu biliyorum. İki erkeğin birden böyle bayat bir taktikle
sorumluluklarından kaçmalarına göz yummayacağım. Kâğıt olandan çok emin
değildim ama ataş olan, gerçekten erkek olmasa ona Jerry demeniz için bu kadar
ısrar eder miydi? Onları yarın akşama kadar bana ver yoksa raporumda geri
dönüşüme gönderilmelerini tavsiye edeceğim. Hadi işinin başına dön!” Geri
dönüşüm sözünü duyan Susan, Helen’i ikna edemeyeceğini anladı.
Aklına gelen tek planı -plan sayılmazdı ama- uygulamaktan
başka çaresi yoktu. Ofisten bir şekilde kaçacaklardı. Jerry ve Kâğıt Çocuk’u
fotokopi çektirmek bahanesiyle yanına çağırdı. Kısık sesle anlattığı kaçış
planı Jerry’yi yine titretirken Kâğıt Çocuk’un solan rengi anlaşılmadı bile.
Hiçbir şeyi hesaplamamıştı. Helen’i nasıl atlatacaklar, ofisten çıkınca ne
olacak, çocukları nerede saklayacak, sonra kendisi ne yapacak? Tek hedefi Jerry
ve Kâğıt Çocuk’u buradan çıkarmaktı. Helen’i gözleyecekler arkasını döndüğü ilk
fırsatta yangın çıkışından kaçacaklardı. Helen sanki beklendiğini biliyormuş
gibi çok geçmeden bir şeylerle meşgul olmaya daldı. Susan bunun bekledikleri an
olduğunu düşündü. Arkadaşlarına işaret verdi. Hep birlikte kimseye belli
etmeden yangın çıkışına doğru yavaş yavaş ilerlediler. Hedeflerine
yaklaşmışlardı ki tok bir cam kırılma sesinin ardından yangın alarmı çalmaya
başladı. Hepsinin başları alarmın bulunduğu yöne döndü. Helen’i elinde küçük
kırmızı çekiçle alarmın camını kırmış ve kolu aşağı indirmiş halde gördüler.
Yüzünde o tuhaf, deli sırıtış vardı.
Susan, alarmın yine de kaçmalarına yarayabileceğini düşündü.
Sonuçta bu kadar kâğıt işi yapılan ofisin hayati bir yangın protokolü vardı ve
bunun uygulanmasına Helen bile engel olamazdı. Kısa sürede ofisin içine bir
telaş hâkim oldu. Herkes oraya buraya koşturuyor, birbirine çarpıyor, bir
yerlere takılıp düşüyordu. Islanan asma tavan parçaları yerinden düşmeye,
gizledikleri kablolar ortalığa dökülmeye başladı. Sarkıp kopan kablolar, yangın
söndürücülerden püsküren su yüzünden kısa devre yapıyor, etrafa kıvılcımlar
saçıyordu. Sandalyeler devriliyor, masalar yerinden oynuyor, üstlerindeki
evraklar, bilgisayarlar, yazıcılar su içinde kalıyordu. Yangın alarmındaki
elini hala orada tutan Helen, “Bu alarmdan korkmanıza gerek yok. Erkek olun, kurtulun!”
diye bağırıyor, Susan’ın ani gelişen planı yerine her adımı hesaplanmış asıl
planı kendisinin yaptığını gösteriyordu.
Ofiste manzara karmakarışıktı. Alarm, asansörleri devre dışı
bıraktığı için, ıslak insanlar korku ve telaşla merdivenlere hücum ediyor,
bazılarının ayağı kayıp düşüyor, düşenler eziliyordu. Bir yerini çarpıp
yaralananlar başlarını, kollarını tutuyor ya da topallayarak çıkışa ulaşmaya
çalışıyordu. Bütün bu dehşetin içinde, iki kadın ve bir ataş çocuğun
oluşturduğu daha da tuhaf bir grup, kaçışıp duran insanlardan, asma tavandan
fışkıran sulardan, yanıp sönen floresanlardan bihabermiş gibi tam ortada öylece
duruyordu. Susan şaşkın ve üzgün, Ataş Çocuk ise gözleri dehşetle büyümüş,
kollarını bir şeyi kucaklamak istercesine iki yanına açmış vaziyette yere
bakıyordu. Helen’se deli bakışlarını aynı noktaya dikmiş çılgınca gülüyordu. Tuhaf
grubun baktığı yerde, suların içinde, artık ne olduğu anlaşılmayan, çektiği su
yüzünden şeklini kaybetmiş bir hamur yığını vardı. Kâğıt Çocuk’a boş gözlerle
bakan Jerry, bunun ağlanması gereken bir durum olduğunu biliyor ama
ağlayamıyordu. O sadece kendisine Jerry denmesinden hoşlanan sıradan bir ataş çocuktu.
Esra Özer Duru, Ankara, 20.04.2021.