27 Aralık 2024

Cumaya Gittim Geleceğim IV KADINLARIN CUMASI ÜZERİNDEN SOSYAL KİMLİK TEORİSİ

Birkaç yıl önce Ulus’ta Denizciler Caddesinin kenarındaki ahşap bir caminin kadınlar mahfilinde tam namaza durmaya hazırlanırken yerdeki etek ve başörtüsü yığını harekete geçti. Orada uyuyan ve bilmeden uyandırdığımız bir erkek aniden yattığı yerden kalkıp bizi epey korkuttu. Bu olayı geçen hafta sosyal medyada karşılaştığım çirkin bir video yüzünden hatırladım. Aslında şimdi yazacaklarımı yazmayı daha önce düşünmüş ve eşeğin aklına karpuz kabuğu düşürmekten imtina ettiğim için vazgeçmiştim. Belli ki yazmak gerekmiş. Çünkü bahsettiğim videoda, bir caminin kadınlar kısmının ayakkabılığında çekildiği iddia edilen edep dışı, çirkin bazı görüntüler var. Detay vermeyeceğim ama görüntüler, camilerin kadınlar mahfili girişlerinin tehlikeye ne kadar açık olduğunu gösteriyor.

Camilerin ana girişleri genellikle ihtişamlı, çift kanatlı kapılarla inşa edilirken kadınlar kısmının girişi caminin arkasında, bahçesinde, kuytularda, karanlıklarda, gözden ırakta oluyor. Caminin ta planlamasından itibaren söz konusu olan bu en nazik deyimiyle “ihmal” göz yaşartıcı değil göz karartıcı! Kadınların camiye gelmesi genel olarak neden bu kadar rahatsız edici bulunuyor bilemiyorum. Sanki “gözümüzden ne kadar ırak olurlarsa o kadar iyi!” deniyormuş gibi. Daha önceki bir yazıda (https://hertaraf.com/koseyazisi-cuma-ya-gittim-gelecegim-ii-siz-iyiligimizi-istiyorsunuz-ama-sanirim-biz-vermeyecegiz-4393) korumacı cinsiyetçilik (Benevolent Sexism) diye bir kavramdan bahsetmiştim. Doğrusu kadınlar kısmı girişlerine bakınca insan bir korumacılık göremiyor. Zaten böyle korumayı da kimse istemiyor. Günlük hayatın her alanında var olmaya çalışan, varlığı bir ölçüde kabul edilen kadınlar, camide neden bu kadar istenmiyor?

Sosyal Kimlik Teorisi nedir?

Bu soru üstüne kafa yorunca karşımıza sosyolojideki “sosyal kimlik teorisi” çıkıyor. Teori kabaca birbirleriyle ortak özellikleri olduğunu düşünen bir grubun, kendilerini diğer gruplardan farklı, başarılı, değerli vs. addederek diğerlerine uyguladıkları ayrımcı davranışları açıklamakta kullanılıyor. Toplumda genellikle yabancılara yönelik önyargılı davranışları tanımlayıcı bir teori. Kendilerini belli bir gruba ait addeden bireyler; kaydettiklerini düşündükleri başarıda, sahip olduklarını sandıkları ayrıcalıkta, kendilerinin diye kodladıkları mekânda başka ortaklar istemiyor. Cumanın bir erkek namazı, caminin bir erkek mekânı olduğu yönündeki bu teoriyle açıklanabilecek toplumsal algı; kadınlara camilerde istenmediklerini ve güvende olmadıklarını hissettiriyor. Malumun ilamı gibi olacak ama tekrar etmekte fayda var: Camiler, cami derneğine bağış yaptığı için camiyi sahiplenen insanların dışında, camiye gelmek isteyen herkesin gelebildiği, ibadet edebildiği, zaman geçirebildiği, en önemlisi kendini güvende ve ait hissedebildiği mekânlar olmalı. Tabi ki bütün camilere güvenlik görevlisi dikmek, kameraları sürekli izleyip anında müdahale etmek mümkün değil ancak cemaat birbirine göz kulak olursa kadın cemaatin güvenliği büyük ölçüde zaten sağlanır.

Bu haftaki Cuma namazı cami değerlendirmemiz Ankara Gölbaşı Şafak Mahallesi Camii:

Cami, Konya Yolunun kenarında ve ana cadde üstünde olduğu için erkekler kısmı yoğundur diye tahmin ediliyor. Tahmin çünkü kapısından bakmak bile mümkün olmadığı için konuya dair bir bilgi toplanamıyor. Caminin altında çok basamaklı bir merdivenle inilebilen paralı tuvaletler mevcut. Caminin ana girişinde kadınlar kısmını işaret eden bir ok, tabela vs mevcut değil, o nedenle kadınlar kısmını işaretçi amcaların yardımseverliği sayesinde buluyorsunuz. Az ama yine merdivenle çıkılan kadınlar kısmı, camiden tamamen ayrı bir bölüm olarak yapılmış yani aslında kadınlar namazı camide kılamıyorlar. Kadınlar için düzenlenen oda iki kısımdan oluşuyor, sokaktan girilen ilk kısmın kapısında bu bölümün sabah ve yatsı namazlarında açık olduğuna dair bir bilgi var. Burası ayakkabılıkların bulunduğu ve dört beş kişinin rahatça namaz kılabileceği bir oda. Buradan kadınlar kısmı olarak düşünülmüş ikinci bir odaya geçiyorsunuz ki on kişinin rahatlıkla namaz kılabileceği geniş, temiz, aydınlık ve sıcak bir alan. Ses sistemi iyi çalışıyor, hutbe anlaşılıyor. Ancak caminin içi, minber, mihrap, kubbe vs. görünmüyor. Dolayısıyla erkek cemaatle asla muhatap olunmuyor. Elektrik süpürgesi, halı parçası gibi aksesuarlar yok. Namazını oturarak kılmak zorunda kalanlar için tek bir tabure bulunuyor. Cami değerlendirmelerimizde baktığımız kriterler arasında güvende olma hali zaten vardı ama son gelişmeler ışığında bu konuyu daha çok vurgulamak icap ediyor belli ki. Dolayısıyla kadın cemaate “küçük sürprizler” (!) hazırlanmak istenirse gayet elverişli bir mekân.

Sizden gelecek yeni cami notlarını Hertaraf’ın bilgi@hertaraf.com adresine beklemeye devam ediyoruz. (Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş @dibalierbas, Din İşleri Genel Müdürlüğü @dibdhgm, Ankara Müftülüğü @ankaramuftulugu, @golbasimuftulugu.)    

https://hertaraf.com/koseyazisi-esra-duru-kadinlarin-cumasi-uzerinden-sosyal-kimlik-teorisi-4407

Esra Özer Duru, Ankara, 26 Aralık 2024. 

21 Aralık 2024

Cumaya Gittim Geleceğim III SELAMÜN ALEYKÜM CUMA, BİZ GELDİK

Toplum olarak gelişmiş bir “katlanma” kültürümüz var. Sonunda güzel bir şeye sahip olunacaksa mutlaka sıkıntılara, acılara katlanıp bu güzel şeyin bedelini peşin peşin ödememiz gerektiğine inanırız. Herhalde bu kültürden kaynaklanan bir anlayışla namaz kılmak isteyen bireylerin önce sıkıntılara, pisliğe tahammül etmeyi öğrenmesi gerektiğini düşünüyoruz. Hele de bu birey kadınsa… Bunca yıllık cami, mescit, abdesthane, tuvalet tecrübesi bu fikri doğruluyor. Namaz, Yüce Allah’ın inananlara farz kıldığı ibadetlerden biri ve günde beş vakit, işlerin en yoğun, uykunun en tatlı, insanın en aç… olduğu zamanlarda kılınması gerekiyor ve bu yönüyle zaten kişisel bir disiplin meselesi. Her ne kadar Rabbimiz, namazın insanlar tarafından zorlaştırıldığı için zor kılınanına daha çok ecir vereceğine dair bir vaatte bulunmadıysa da toplumumuz bunun böyle olduğunu düşünüyor galiba. Sanki namaz kılan insan bunu kolay yaparsa namazın ecri azalıyor. Kadınların da herhangi bir ecre ulaşmak için erkeklerden daha ağır bedel ödemesi gerektiğine dair bir inanış olsa gerek ki kadınlar namazı evleri dışında herkesten daha zor koşullarda kılıyor.

Üniversite öğrencilik zamanlarımızda, okulda mescit, abdesthane olmadığından evden abdestli çıkar o abdesti eve dönünceye ya da abdest almaya uygun bir yer buluncaya kadar muhafaza ederdik. Arkadaşlarımızla çay, kahve içmekten kaçındığımız çok olurdu. İçinde abdesthanesi ve mescidi olan fakülte binası bizim için hayal gibiydi. Dekanlığa yaptığımız talep ise reddedilmişti. Kısa ders aralarında namaza giden birkaç kişiyle diğer fakülte binasına gider orada namaz kılmaya çalışırdık. Kısa bir süre sonra başka fakülteden geldiğimiz için zorluk çıkartıldı, o mescidi de kullanamaz olduk. Bu sıralarda bir ahbabımızın yakında oturduğunu öğrenince onlardan rica ettim ve uzun bir zaman namazlarımı onların evinde kıldım. Hala duayla anıyorum onları. Namaz kılmak hiç kimse için bu kadar zor olmamalıydı.

Ankara’daki birçok Avm’de mescide gidebilmek için -3. kata falan inmeniz, Avm’den tamamen dışarıda, otoparkın içindeki mescidi bulmanız ve deyim yerindeyse çoğu zaman in cinin top oynadığı bir alandan geçerek namazınızı kılmanız gerekiyor. Mesela Taurus’un mescidine böyle ulaşılıyor maalesef. Mescit tertemiz, hemen karşısında tuvalet ve abdest alma yeri bulunuyor ama vakit namazlardan biri yaklaşmıyorsa oldukça boş ve korkutucu oluyor. Panora’da üçüncü katta bulunan mescit için böyle bir korku ve endişe taşımıyorsunuz çünkü medeniyete yakın bir yerde namazınızı eda edebiliyorsunuz. Birkaç yıl önce Cepa’nın mescidine gittiğimizde abdest alma yerinin giderden taşan suyla dolu olduğunu görmüştük. Yine buraya erişim de Avm’nin en alt otopark katından sağlanıyordu. Ankamall’da mescide ayrı bir asansörle ya da ayrı bir merdivenden gidiliyor. Asansör doluysa birkaç kat merdiven çıkmak ya da inmek gerekiyor.  

Eskişehir Yolundaki Medicana Hastanesinin mescidi de Avm mescitleri gibi -3’te bulunuyor. Mescitle aynı katta tuvalet olmadığını bilmeden indiyseniz bir katı geri çıkıp tuvalete öyle gidebiliyorsunuz. Hazır tuvalete girmişken orada abdest alamazsınız tabi ki. Sizi abdest alırken görenler ne yaptığınızı anlayamadıkları için tuvaletten çığlık çığlığa kaçabilir. Zaten siz de tuvalette abdest almaktan rahatsız olabilirsiniz. O nedenle aşağı inip mescidin girişinde bulunan tek kişilik abdest alma yerini kullanmalısınız. Mescit oldukça küçük, kapısı dışa doğru açılıyor ve bu açılım tek kişilik abdest alma yerinin koridordan geçenler tarafından görülmesine neden oluyor. Üstelik mescidin karşısında (büyük ihtimalle iyi niyetle yerleştirilmiş ancak) mahremiyeti tehlikeye düşüren banklar mevcut. Namaz vakitlerinin ilk ya da son anlarında denk gelinirse yer bulmak için beklemek gerekebiliyor. Namaz sırasında kalabalık olması ve mekânın darlığı nedeniyle sıcak ve boğucu bir ortam oluşuyor. Ama madem namaz kılıyorsunuz o zaman fedakârlığa katlanmak gerekir değil mi? Yani abartmayın, bir süre nefes almasanız ne olur?

Halbuki insan kendisini evinde hissetmeliydi: Ankara Gölbaşı Merkez Camii

Bu haftaki Cuma namazında cami değerlendirmemiz Ebru Uludağ’dan geldi. Uludağ’ın aktardığına göre, kadınlar, Cuma namazına, caminin içine hiç girmeden dışarıya eklenen bir baraka/müştemilattan katılıyor. Dolayısıyla minber, mihrap, kubbeyi falan boş verin cami hiç görünmüyor. Kadınlardan oluşan Cuma cemaati en az on kişi olmasına rağmen şartlar çok zorlayıcı. Bu bölümlerin ayrılmaz dekoru halı parçaları tabi ki bu küçücük bölmede bile kendilerini özletmeyerek bir köşede yığılı duruyor. Yerdeki halı insana kirli olduğu hissini veriyor, üzeri ipliklerle, kırıntılarla vs. kaplı. Mekân oldukça soğuk, kalorifer peteği yanmıyor, namaz kılınırken montla dahi üşünüyor. Neyse ki hoparlör sistemi iyi, hutbe rahatlıkla duyuluyor ve anlaşılıyor. Ayakkabılık yeterli, tabure mevcut. Caminin tuvalet ve abdesthanesi ise camiden bağımsız bahçedeki bir evin alt katında ve ücretli. Bizimle cami notlarını paylaşan Ebru hanım, camideki en büyük eksikliğin “insanın kendisini camide hissedememesi” olduğunu ifade ediyor.

(Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş @dibalierbas, Din İşleri Genel Müdürlüğü @dibdhgm, Ankara Müftülüğü @ankaramuftulugu, @golbasimuftulugu.) Yeni cami notlarınızı Hertaraf’ın bilgi@hertaraf.com adresine bekliyoruz.   

https://www.hertaraf.com/koseyazisi-esra-duru-selamun-aleykum-cuma-biz-geldik-4401  

Esra Özer Duru, Ankara, 19 Aralık 2024.   

13 Aralık 2024

Cuma’ya Gittim Geleceğim II SİZ “İYİLİĞİMİZİ” İSTİYORSUNUZ AMA SANIRIM BİZ VERMEYECEĞİZ!

Kadınların uğradıkları ayrımcılıklar arasında insana en ilginç gelen korumacı cinsiyetçilik olarak Türkçeye çevrilen Benevolent Sexism. Korumacı cinsiyetçilik; genellikle kadınların bir şeyi beceremeyeceği, gücünün yetmeyeceği, üstesinden gelemeyeceği, sakar, unutkan, zor anlayan, korunmaya muhtaç, kendi iyiliği için yapılması gereken şeyleri anlayıp düşünemeyen bir varlık olduğu gibi kadını küçümseyen inançlardan yola çıkarak yapılan ayrımcılıklara deniyor. Nedense bu kadın imajı film, dizi sektörü başta olmak üzere birçok kesim tarafından “sevimli” bulunuyor, yeniden yeniden üretiliyor.

Ünlü bir kadın oyuncu katıldığı bir ödül töreninde, kadın oyunculara yazılan “Şimdi ne yapacağız?” repliğinin neredeyse bütün filmlerde tekrarlandığını belirterek bunu eleştirdi. Bu durum azımsanacak gibi değil ve insana kadınların camide yaşadığı zorlukları hatırlatıyor. Nasıl mı? Mesela kıyafetlerinin düğmelerini kendilerinin ilikleyebileceği yönün tersine dikerseniz kadınlar üstlerini giyerken yardım almak zorunda kalır. Ya da kadın kıyafetlerine cep dikmezseniz, küçücük veya dev tek gözlü çantalar üretirseniz elindeki anahtarı, cep telefonunu, mendili, çocuğun emziğini nereye koyacağını bilemeyen kadın illa ki bir şeyleri düşürür, çantanın içinde kaybedebilir ya da çantaya sığdıramayabilir. Siz de bu “tatlı şey”in “iyiliğini” düşünerek üstelik ayrımcı, yasakçı görünmek tehlikesini de kıvrak bir manevrayla savuşturup ona evden çıkmamasını, şuraya buraya gitmemesini ya da cemaatle yapılması farz olan bir namazı evde kılmasını tavsiye edebilirsiniz. “Korkuyorsan, zorlanıyorsan, abdest alamıyorsan, erkek cemaat garip davranıyorsa, namazını da geçirmek istemiyorsan evinde kıl.” Böylece bir sürü pürüz kendiliğinden hallolur. Kadın da “ne kadar sevildiğini, önemsendiğini” falan hisseder. Ama bilin bakalım kim “iyilik”ten anlamıyordur? Yeni cami incelememiz işte burada devreye giriyor.

Ankara Gölbaşı Karşıyaka Güzelyalı Camii

En sık ve severek gittiğimiz cami. Hatları, süslemeleri pek güzel, zarif. Kadınlar mahfiline caminin arkasından açılmış bir girişten doğrudan kadınlar kısmına çıkılan bir merdivenle giriliyor. Camide asansör bulunmuyor. Girişte yeterli sayıda ayakkabılık mevcut ama teravih namazlarında büyük ihtimalle yetmiyordur. Ayakkabıların konduğu alanda, kadınlar kısmının değişmez dekoru halı parçaları merdiven altındaki geleneksel yerini almış. Merdivenler geniş ve aydınlık, duvarda tutunarak çıkılabilmesi için trabzan mevcut. Üst kat geniş, ferah, aydınlık. Mekân alt kattan, üst katın yarım kat yapılması marifetiyle ayrıldığı için kubbe, minber ve mihrap rahatlıkla görünüyor.

Bir süredir kadınlar mahfilini ortadan ikiye bölecek şekilde paravanlar konmuş bu bölümün bir kısmı da erkeklere tahsis edilmişti. Namaza gittiğimiz ilk zamanlarda namazlarının kabul olmayacağı endişesiyle biraz geri çekilmemiz için yukarı haber gönderen erkekler, ne değiştiyse, yaz boyu paravanla ayrılmış da olsa bizimle aynı safta namaz kıldı. Geçen hafta paravanlarımız kaldırıldı, bize de nereye götürüldüklerine dair herhangi bir not bırakılmadı.😊

Üst katta hiç pencere açılmadığı ve klimanın üstünde kocaman harflerle DOKUNMAYIN yazdığından yazın 40 derecenin üstünde sıcakta, kışın üst katı bir vakit için ısıtmak gerçekten büyük israf olacağı için soğukta namaz kılınıyor. Geçmiş yıllarda cemaat az olduğunda kullanılan pvc ile yapılmış odada kadınların Cuma kılmasına imkân tanınmıştı. Kovid salgını sırasında bu ilerlemelerin hepsi yok oldu. Sağlık sıkıntıları olduğu halde merdiveni çıkabilen ama oturarak namaz kılmak zorunda olanlar için üst katta uzun zamandır hiç tabure yoktu. Annem hutbeyi yan duvara dayalı duran inşaat kalaslarının çakılması suretiyle yapılmış bankta dinliyordu. Bu hafta kırık da olsa bir taburemiz oldu.

Ses sisteminde, basların artıp tizlerin yok olması ve söylenenlerin bir homurtuya dönüşmesine sebep olan sorun nedeniyle hutbe anlaşılmıyor. İmam, müezzin ya da erkek cemaatin, kadın cemaate nasıl davrandığına dair bir gözlem yapmaya yetecek karşılaşma yaşanmıyor. Erkekler için bir tuvalet bir de bahçede şadırvan var. Kadınlar tuvaleti işareti, tuvaletin caminin altındaki Kur’an kursunun içinde yer aldığını gösteriyor. Ancak kursun kapısı kapalı, zile bastığımız halde açan olmadığı için camide hali hazırda işlevsel bir kadınlar tuvaleti ve abdest alma alanı bulunmuyor. (Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş @dibalierbas, Din İşleri Genel Müdürlüğü @dibdhgm, Ankara Müftülüğü @ankaramuftulugu, @golbasimuftulugu.) İlki elimize ulaşan yeni cami notlarınızı Hertaraf’ın bilgi@hertaraf.com adresine bekliyoruz.    

https://hertaraf.com/koseyazisi-esra-duru-cuma-ya-gittim-gelecegim-2-siz-iyiligimizi-istiyorsunuz-ama-sanirim-biz-vermeyecegiz-4393

Esra Özer Duru, Ankara, 12 Aralık 2024.

10 Aralık 2024

TAŞLI TARLA

Ankara’dan görevlendirilen Kültür Bakanlığına bağlı Kültür Varlıklarını Koruma Kurulu yetkilisi resmi arabanın camından hızla geçip gittikleri tarlalara bakıyordu. Sabahın erken saatinde çıktıkları yolda arabaya önden vuran güneşin de etkisiyle mayışmıştı. Görevli şoförle yaptıkları günlük hoşbeş çabuk bitmiş, yeni açılan Niğde Otobanı’nın düzgün asfaltının sağladığı sarsıntısız yolculuk ninni etkisi yapmıştı. Şoförün Tuz Gölü’nün yakınından geçtikleri uyarısıyla teslim olmak üzere olduğu tatlı uykunun kollarından sıyrıldı. Emniyet kemerini eliyle esnetip yeniden bırakırken oturduğu yerde doğruldu. Pantolonunun ütüsü bir miktar bozulmuştu. Kılık kıyafet konusunda birtakım zorunluluklar esnetilmiş olmasına rağmen o eskisi gibi devam ediyordu. Şu araba yolculuğu için spor bir kıyafet giyip rahat edeceğine lacivert takım elbisesini giymiş ayakkabı olarak da pırıl pırıl deri, kösele tabanlı ayakkabılarını seçmişti. Birkaç ayakkabıyı arazilerin çamurlarına sapladıktan, birkaç pantolonu dikenlere feda ettikten sonra öğrendiği üzere yanına bir çift çizme almıştı. Çizmeleri bagajdan çıkarıp ayağına giyerken çevredekilerin “Maşallah pek tedbirlisiniz” yollu cümlelerini duymak hoşuna giderdi.   

Tuz Gölü’nün etkisiyle toprak kireç gibi beyaz, haliyle çoraktı. Göl havzasının kirlilik ve yanlış sulama yüzünden sürekli küçüldüğünü, zarar gördüğünü hem görev icabı hem de haberlerden bildiği için yoldan gölü görmeyi beklemedi. Aslında bozkır manzarasının tuz eklenmiş haliydi. Şoför, göl manzarasını izlemek için kurulmuş gibi duran mola istasyonuna sakin bir manevrayla girdi. Hiç itirazsız hatta mutlulukla arabadan inip serin sabah havasını içine çekti. İhtiyaç gidermek üzere benzin istasyonuna yönelen şoför biraz sonra çift kâğıt bardağa koyduğu nasılsa her zaman aşırı kaynar olduğu için hem ağzı hem de eli yakan iki çayla döndü. Arabadan yeni inmelerine rağmen sabah serinliğinde üşüyen elleriyle bardakları kavramakta bir sakınca görmediler. Otobandan hızla geçen araçların vınlamaları dışında pek ses yoktu. Ara ara bozkır kuşlarından birkaçı küçük bir konser bahşediyor, bazıları da keskin bir ötüşle konserin ortasından geçiyordu. Çay bitince yeniden yola çıktılar.

Tuz Gölü’nün tuzladığı toprakları geride bırakınca tarla renkleri çeşitlenmeye başladı. Tarlalar, aynı çocukken çizdikleri resimlere benzer kadastrolanmış, tuhaf geometrik şekiller halinde sıralanıyordu. Sonbahar olduğu için çoğunda ekin yoktu. Kimi taşsız, kimi de sanki bir yanardağ hapşırmış da her tarafa saçılmış gibi taş doluydu. Bazısı anızı yakıldığı için siyah, bazısı daha sürülmediği için otlu çöplü saman sarısı, bazısı da sürüldüğü için ince çekilmiş kahve gibi koyu kahverengiydi. Yan yana iki tarlanın renklerinin bu kadar farklı olması ne tuhaftı. Sanki renkleri sınırlar belirlemiş gibiydi. Halbuki insan toprak cinsinin aynı olmasını bekliyordu. Neyse bu çiftçilik işlerinden çok anlamazdı. Toprakla neredeyse tek temasları böyle bir müracaat ya da şikâyet için bakanlıktan çıktıkları zamanlarda oluyordu.

Otobanın Mucur çıkışına az kalmıştı. Şikâyete konu tarla çıkıştan çok uzakta değildi. Bunun gibi her görevde gerilir, öfkelenirdi. İnsanların cahilliğini anlamak çok zordu. Kendisini öfkeyle doldurmamaya karar verdi. Neticede devletin bir görevlisi olarak orada bulunacak, kasıt var mı, tahribat ne boyutta rapor edecekti. Bond çantasını dizinin üstüne aldı, açtı. Bakanlığa gelen ihbar mektubunu, koyduğu poşet dosyadan çıkarmadan yeniden okudu. Mektupta, söz konusu arazinin yüzlerce yıllık bir mezar alanı hatta kraliyet ailesinin gömüldüğü bir mezar alanı olduğu ancak tahrip edildiği iddia ediliyordu. Gidecek, arazide fotoğraf çekecek, tespit yapacaktı. Doldurması gereken evrağı hazırlayıp en üste koydu. Çantasını şöyle bir düzeltti. Kapaktaki küçük cepten çıkardığı tarakla saçlarını taradı. Araba yolculuğunun mahmurluğunu üstünden atmaya çalıştı. İşlerini hızlıca hallederlerse saat on olmadan bir köy kahvaltısı yaparlar, Kaymakamlığa uğrayıp gerekli yerlere bilgi verir, dönüş yoluna çıkarlardı.

Sağa doğru tatlı bir kıvrımla otobandan ayrılıp Mucur sapağına yöneldiler. Beş dakika sonra şikâyete konu tarlanın bulunduğu yolun kenarında arabayı park edecek bir cep arıyorlardı. Şoför güvenli bir yerde durunca arabadan inip çizmelerini giymek için bagaja yöneldi. Artık hazırdı. Takım elbisenin altında bir tuhaf duran çizmelerinden başını kaldırdığında gördüğü manzara muhteşemdi. Fırından yeni çıkmış bir ekmek gibi koyu kahverengi uzun çizgiler halinde sürülmüş topraktan buhar tütüyordu. Toprak, saksı toprağı gibi yumuşak ve verimli görünüyordu. Güneş ışığının vurduğu noktalarda tozlar dans ediyor, küçüklü büyüklü sinekler uçuyordu. Ankaralıların iyi bildiği yüksek çözünürlüklü görüntü veren ayaz keskinliği değil de manzarayı bir miktar yumuşatan sis hissediliyordu.  

Tarlanın sahibinin geleceklerinden haberi vardı, aydınlık bir yüzle onları bekliyordu. Başında kasketi, üstünde sabah soğuğuna rağmen yıllardır Kırşehir’de bir işi olduğunda ya da düğünlerde, bayramlarda giydiği, dirseklerinin, omuzlarının rengi solmuş ve yıpranmış, tombul göbeğin üstünde iliklenmekten iliği esnemiş, iri düğmeli, beyaz çizgili yalınkat kahverengi ceketi vardı. Ayağına bayramlık ayakkabılarını giydiğine pişman, yumuşak toprağa saplanmadan yürüyebilmek için evlek aralarına basarak koşturdu. Yüzünde misafirperver ama kabahatli yakalanmış birinin mahcup gülümsemesi vardı. “Buyrun beyim, hoş geldiniz, önce eve geleydiniz bi sofra kuraydık, sabah sabah zahmet ettiniz buralara” dedi soluk soluğa. Bakanlık yetkilisi, bu karşılamanın altında ezilmemek için göz temasından kaçınarak sadece “hoş bulduk” diyebildi.

Tarlanın ortasında dört küme halinde duran taş yığınlarını gördü. O da çiftçi gibi keseklere basarak buraya gelme sebepleri olan yığınlardan birine doğru yürüdü. “Olan olmuş” diye düşünerek masa gibi duran bir taşın üstüne çantasını koydu. Yığınları gözden geçirirken hepsinin etrafında şöyle bir döndü, taşların yüzeylerine dik dik baktı. Cep telefonuyla önce genel olarak yığınların sonra da tek tek taşların fotoğraflarını çekerken, “Tarlanın sahibi siz misiniz?” diye sordu. “Benim” diye kekeledi çiftçi, aynı anda genişlemiş ilikten kurtulan ceketini yeniden iliklemeye çalışıyordu. “Bana babamdan kaldı, ona da babasından kalmış. Köyde Taşlı Tarla derlerdi buraya. Başka malımız yoktu. Burası verimli değil diye askerden döndükten sonra kimse bana kız vermek istemedi, ağız birliği etmişler gibi civar köylerden de kimseyle evlenemedim. Sonra baktım olmuyor ahdettim, ben bu tarlanın taşını ayıklarım dedim, başladım çalışmaya. Tarlaya taş ekilmiş gibiydi, tarlayı sürerken sabanlar kırılırdı. Yıllarca yaz demedim kış demedim, gece demedim gündüz demedim çalıştım. Tarlanın taşlarını böyle dört büyük yığın halinde toparladım. Gücüm anca buna yetti. Taşları tarladan çıkaramadım.” Çiftçi konuşurken bir an yetkilinin göz devirdiğini sandı, yanlışa yordu, hikâyesini anlatmaya devam etti. “Tarlayı temizlemeye başlayınca toprak taşların altından böyle kahverengi, yumuşacık çıkıverdi. Bu arada yaptığım iş sağda solda duyuldu. ‘Bu adam ince işten, sabırdan anlıyor, kızımıza güzel davranır’ diye düşünmüşler, istediğimiz kızlardan birini verdiler. Allah’ın emri Peygamberin kavliyle evlendik. Tarla emeğimi boşa çıkarmadı, yurt yuva sahibi olduk. O zamandan beri hanımla eker, dikeriz, neredeyse otuz yıl oldu. Herkes de bilir bizim tarlanın hikâyesini. Şimdi kim, niye şikâyet etti, anlamadım beyim!” dedi.

Yetkili, adamın anlattıklarını dinledi. Çantasının kapağını açarak içinden evrakları çıkardı. Kapaktaki gözden artık pek kimsenin kullanmadığı ama kendisinin ısrarla senelerdir taşıdığı dolma kalemini aldı. Çantanın üstüne koyduğu formlarda birkaç yeri doldurup işaretledi. Noktalı boşluğa anlatılan hikâyeyi kendince özetleyerek not etti. Sonra ellerini önünde kavuşturmuş işini bitirmesini bekleyen, abisi yaşındaki güneş yanığı tenli adama dönüp “Amca” dedi. Der demez pişman oldu düzelterek, “Beyefendi, şimdi şöyle; sizin bu tarla vakti zamanında burada hüküm sürmüş medeniyetlerden birinin mezar alanıymış. Hatta kral mezarıymış. Sizin bu topladığınız taşlar da mezarların taşları işte. Anlayacağınız size gönderilen yazıda da bildirdiğimiz gibi tarihi eser. Yani biraz önce kendiniz itiraf ettiniz ya arkeolojik alanda tahribat yapmışsınız, senelerdir de ekip dikmeye devam etmişsiniz.” Çiftçinin yüzü değişti. “İtiraf” kelimesini sevmemişti. Zaten bir şeyi inkâr ettiği yoktu ki. Bu işin altından nasıl çıkacaklarını bilmiyordu, yetkili sözüne devam etsin diye bir şey söylemedi.

Kültür Bakanlığı yetkilisi, çiftçinin manasız bakışlarını görünce onun söylediklerini anlamadığını düşünüp ses tonunu yükselterek devam etti. “Kime sordunuz da topladınız taşları? Böyle şey mi olur? Bölgenin yanı başı Kapadokya. Hiç mi aklınıza gelmedi bu taşların bir anlamı vardır, boşa konmamıştır buraya! Bir kemik bir şey de gelmedi mi elinize? Herkes her önüne gelen taşı alsın bir kenara atsın, arkadaş bu memleket tabi gelişmez, insanlar tarihin, coğrafyanın kıymetini mi biliyor? Tutturmuşlar bir coğrafya kaderdir! Tabi kader olur, öğrenmezsen, çalışmazsan…” Arabada verdiği kararı unutmuş, hiçbir itiraz gelmediği halde kendi kendine yükselip nutuk çekmeye başlamıştı. Çiftçinin bakışları manasızlıktan şaşkınlığa dönmüştü. Sanki beti benzi de soluyor gibiydi. Biraz ötede gezinip duran şoför kavga çıkıp çıkmadığını kontrol etmek için yaklaşmıştı. Kültür Bakanlığı yetkilisi soluklanmak için durunca, çiftçi ağzını açacak oldu. Yetkili, itiraza pabuç bırakmadı, “Bu araziye el konacak” dedi. “Ankara’dan gelip bakacaklar, kurtarılacak ya da kurtarılmaya değecek bir şey varsa arkeolojik kazı alanı ilan edilecek. Dua edin de bir şeyler kalmış olsun”.        

Derin bir iç çeken çiftçi, tarlasına hem de temizlemek için bu kadar uğraştığı tarlasına el konulacağını duyduğu halde gülümsedi. Yetkili, “Niye sırıtıyor acaba?” diye düşünerek dişlerini sıktı. “Beyim” dedi çiftçi, “Sen bize kızdın ama dedem de babam da ben de okul falan okumadık. Bu taşlar bizim gözümüzde yanlış yerdeydi. Onlar, tarlayı taşıyla ekmeye çalıştılar ben uğraştım didindim temizledim. Onlara da çok kızdım. Bunca yıl birer taş alıp kenara atsalar ben daha az çalışırdım dedim. Şu bana gönderdiğin yazıda yazmışsın. Benim yaptığım suçmuş, onların yaptığı doğruymuş.” Yetkili buraya gelirken çiftçiyle kavga edeceklerine hatta bu işin polislik, mahkemelik olacağına adı gibi emindi. Yanlış anlamıyorsa adam, kuşaklardır ailesinin malı olan tarladan vazgeçmeye dünden razıydı. “Sen konuşurken nasıl çıkacağız bu işin içinden diye düşündüm. Tarlaya el konmasını hak etmişiz beyim. Meğer yıllardır yatır üstünü tarla tutmuşuz. Yatırın ekmeği elbet bir yerden çıkacaktı. Benim babam başkasının malına çökenlere çok kızardı. Emeğim de bugüne kadar yediğimiz ekmeğin bedeli olur inşallah. Gerçi kimse bize demedi bunlar yatır, toplamayın taşları diye. Neyse artık olan olmuş! Hanım telefona mesaj göndermiş, sofra hazırmış, hadi bize gidelim, bu işin gereğini sıcacık tarhana çorbamızı içerken konuşalım” diye bitirdi cümlesini. Kültür Bakanlığı yetkilisinin dili tutulmuştu. Aklından bin tane cümle geçti, “Yatır değil kral mezarı!”, “Sen de haklısın, bir vatandaş ihbar etmese yüzlerce yıllık mezar alanından kimsenin haberi olmamış!”, “Tarhana acılı mı?”… Hiçbirini söyleyemedi. Şoförün şaşkın bakışları altında çiftçiyle kol kola girip arabaya doğru yürüdüler, mis gibi bir sonbahar sabahında mis gibi bir tarhana içeceklerdi. Şoför son anda akıl edip yumuşak tümseklerden atlaya atlaya yetkilinin çantasını alıp arabaya koştu.[1]

Esra Özer Duru, Ankara, 30 Kasım 2024.  

 

 

    



[1] Taşlı Tarla hikâyesine eklediğim fotoğraflardan ilki, Panoramio isimli bir internet sayfasına “mhasras” isimli bir kullanıcının yüklediği Iğdır’ın Harmandöven Köyünden bir tarlanın fotoğrafı.  https://web.archive.org/web/20161029124503/http://www.panoramio.com/photo/92693736

Diğer fotoğraf ise https://unsplash.com/photos/a-plowed-field-is-shown-with-a-zebra-in-the-distance-TR9cC8OLK5M?utm_content=creditShareLink&utm_medium=referral&utm_source=unsplash sitesinden alındı.

06 Aralık 2024

CUMAYA GİTTİM GELECEĞİM

Eskiden mahalle kahvelerine, kadınlar asla yaklaşmaz, önünden bile geçmek istemezlerdi. “Kahvenin önünden geçmişsin” kavgalarını duymuşluğumuz çoktu. Çocukluğumuzda bir komşumuz, işten çıkınca bir türlü eve gelmeyen kocasının “oturduğunu” bildiği kahveye çocuklarını yollayıp babalarını çağırttı diye büyük olay yaşanmıştı. Kahvedeki erkekler ve kahveler için birçok insanın şimdi anlayamayacağı, saçma bulacağı bir dokunulmazlık, korku kültürü geliştirilmişti. Her nasılsa toplumsal hayatta camiler de erkeklere has bir mekân gibi kodlanmış ve korku değilse de bir dokunulmazlık inşası hissediliyor. Gidip bir köşede namazınızı kılsanız kimse size müdahale etmez ama cemaate katılma talebinizin sıkıntıya yol açacağını bilirsiniz. Mesela vakit namazlarında bütün camiyi ısıtmak israf olacağından cami içinde oluşturulmuş ve ısıtılmış küçük odada az miktardaki erkek cemaatin arkasında namaz kılmayı asla düşünemezsiniz. Kadınlar çarşıda, pazarda, ezan okunurken abdestli bir şekilde caminin önünden geçiyor dahi olsalar vakit namazlarını cemaatle kılmak için camiye gitmezler. Namazı eve yetiştirmeye çalışır, evdelerse zaten evde kılarlar. İşin özeti camiye girdiğinizde o mekânda çok hoş karşılanmadığınızı hissettiren birtakım sorunlar var.

Şu anda okuduğunuz yazı, kadınlar ve camilerde yaşadıkları sorunlarla ilgili bir kaçıncı yazı. Genç bir kadınsanız aksayan bir şeylere müdahale etme cesareti bulmak zor olabiliyor. Ama belli bir yaştan sonra nispi bir dokunulmazlık kazanıyor, söz söyleyecek bir alan açmayı ya da tepkilerle baş etmeyi öğreniyorsunuz. Hele ki konu dinin toplumsal yönü ile ilgili olunca bu cesareti gençken kazansak ne güzel olurdu. Bundan hareketle düşündük ki böyle bir alanımız varsa (yoksa da olsun) biz de bunu bir sorunu düzeltmek için sorumluluk almak ve aksayan yönleri göstermek için kullanalım. Bundan sonra bir yazı formatı olarak imkân buldukça farklı bir camide Cuma namazına (vakit namazı da olur) katılıp o caminin kadınlar kısmı hakkında tespitler yapalım, ilgililerin dikkatine sunalım ve aksaklıkların düzeltilmesi konusunda bize yardımcı olmalarını beklediğimizi söyleyelim. (Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş @dibalierbas, Din İşleri Genel Müdürlüğü @dibdhgm, Ankara Müftülüğü @ankaramuftulugu)

Bu format, Hertaraf internet sitesinin izni ve iş birliğiyle camilerde, mescitlerde kadınların varlığının kabullenilmesi, şartlarının düzeltilmesinde rol almak isteyen bütün kadınlara açık olsun. İster notlarını, çektikleri fotoğrafları göndererek isterlerse kendileri birkaç satır kaleme alarak sorunları dile getirsinler, Hertaraf’ın bilgi@hertaraf.com adresine göndersinler. Formatımızda, caminin adı, hangi vakit için cemaate katılındığı, caminin kadınlar tuvaleti/abdesthanesinin şartları, kadınlar kısmının giriş çıkışı (merdiven durumu), aydınlatması, güvende hissedilip edilmeyişi, sıcak/soğuk oluşu, tabure, asansör vs. bulunup bulunmayışı, akustiği, hutbenin anlaşılır şekilde duyulup duyulmadığı, imam/müezzin ve cemaatin kadın cemaate yaklaşımı, kadınlar kısmında elektrik süpürgesi, artık halı ruloları tutulup tutulmadığı gibi tespitler bulunsun. Şikâyet etmekten sıkıldık, bu konu artık tarih olsun, kadınların çözdüğü sorunlardan biri olarak geçmişte kalsın.     

İlk değerlendirme: Ahmet Hamdi Akseki Camii

Cami, Ankara’da son yıllarda inşa edilmiş en büyük ve projesine en çok emek verilmiş camilerden biri. Aydınlık, ferah. Mihrabı, minberi, kubbesi, hat ve süslemeleri sanat eseri. Camiye erişim sıkıntısını ortadan kaldırmak için aşağı yukarı her şey düşünülmüş. Geniş merdivenleri, bir değil birkaç asansörü var. Asansörler abdesthanelerden kadınlar mahfiline kadar her yere kolayca ulaşmayı sağlıyor. Tuvaletler çok sayıda, tertemiz ve ferah. Yalnız artık günlük hayatın bir gerekliliği olan alafranga tuvalet sayısı çok az. Camiye girdiğimizde kadınlar mahfilinin yön tabelasını göremedik, sormak zorunda kaldık. Girişteki ayakkabılıkta yer kalmamıştı. Yukarıda kadınlar kısmında ayakkabılık olduğuna dair bir bilgi tabelası da mevcut değildi. Çantamızdaki poşetlere güvenerek ayakkabılarımız elimizde olduğu halde yukarı çıktık. Cuma vakti erkek cemaatin fazlalığı nedeniyle üst katın büyük bir kısmı yine erkeklere tahsis edilmişti. Kadınlar kısmından caminin mihrabını, minberini, kubbesini, hatlarını ve süslemelerini görebilmemiz gayet güzel bir özellik olarak kayda geçti. Kadınlar kısmında bizim bulunduğumuz alanda hiç tabure kalmamış, dizlerinde sağlık sorunları olan kadınlar rahlelere vs. oturmaya çalışıyorlardı. Bu yüzden namaza birlikte gittiğimiz annem, hutbeyi ayakta dinlemek zorunda kaldı. Ses sistemlerinin genel bir sorunu mu var yoksa zaten akustik olan mekânda mikrofon yankı mı yapıyor bilemediğimiz şekilde hutbe anlaşılmıyordu. Kadın cemaatin, varlığının yadırgandığını hissedeceği herhangi bir olumsuzluk yoktu. 

https://hertaraf.com/koseyazisi-esra-duru-cumaya-gittim-gelecegim-4389 

Esra Özer Duru, Ankara, Aralık 2024.


03 Kasım 2024

GAZZE’NİN KELİMELERİ

(İsrail’in Gazze’de anlamını değiştirdiği kelimeler üzerine alfabetik olmayan bir sözlük denemesi)

UN: Yıllardan beri İsrail’in haklarını korumak için kurulmuş gibi duran, kifayetsizliğiyle ezilen ülkeleri öfkelendiren ancak İsrail edepsizliği karşısında onun bile hakkını savunmanın bize düştüğü uluslararası organizasyon.

UNRWA: Pek bir işlevi yokmuş gibi görünen ama İsrail hedefe koyup faaliyetlerini imkânsız hale getirince aslında Gazze’de epey yük kaldırdığı anlaşılan UN organizasyonu.

Holokost: Yahudilerin geçmişte mağduru, İsrail’in şimdide zalimi olduğu; bir halkı yok etmek için uygulanmış ve yeniden uygulanmakta olan soykırım yöntemi.

Kendini Savunma Hakkı: Sürekli, yoldan çıkmış bir şekilde etrafına saldıran İsrail’in bu çirkef eylemleri yaparken sahip olduğunu iddia ettiği hak.

Yerleşim: İsrail’in, Filistin topraklarını işgal ederken kullandığı ahlaksız yöntem.

Yerleşimci: Bir Filistinlinin evine, toprağına yıllardan beri çirkef biçimde el koyan siyonistlerin arsızlıklarını örten sıfat.

Kınama: Birçok dünya ülkesinin BM toplantılarında hiçbir yaptırımı olmadığı halde veto ettiği, en hafif eleştiri biçimi. Aynı zamanda İsrail’in, yaptığı akıl almaz zulümlere rağmen; insanlar, ülkeler tarafından hala desteklenip desteklenmediğini anlamak için ileri sürdüğü şantaj kartı.

Yer Değiştirme: (Sürgün etme fiili için ne kadar da nazik bir tabir değil mi?) İsrail’in Gazzelileri, burada değil de şurada öldürmek için kendi kendine oynadığı çirkin, acımasız, şerefsiz oyun.

Güvenli Bölge: Yer değiştirmeler sırasında İsrail’in saldırmayacağını, oraya gidenlerin güvende olacağını iddia ederek toplanma sağlamak ve katliam yapmak için söylediği yalan. 

Okul: İsrail hepsini yıktığı için çadırlarda drone gürültüleri ve ölüm tehdidi altında gönüllü öğretmenler tarafından çocukları hayata bağlayabilmek için kurulmaya çalışılan eğitim yeri.

Mezun: Gazze’deki okulların, hiçbir seviyesinden bir yıldır veremediği okul bitirme durumu.

Çocuk Felci: Çocukları bizzat öldürmek isteyen İsrail’in aşı kampanyasını kabul ettiği, korkunç hayat şartları nedeniyle ortaya çıkan ve yayılan bulaşıcı bir hastalık.

Aşı: İsrail’in; küvözlerde, sokaklarda, sığındıkları BM binalarında, mülteci kamplarında, camilerde, kiliselerde, sokaklarda, yardım sıralarında her gün onlarca çocuğu öldürürken, kudurgunluğuna, nedeni anlaşılamayan üç günlük ara vermesine sebep olan yaygın bir hastalık önleme uygulaması.

Karpuz: İsrail’in sadece insanları, hayvanları değil doğayı da düşman bellediğinin kanıtı, direnişin sembolü haline gelen bir meyve.

Zeytin: Gazzeliler yiyemesin, üretemesin diye İsrail’in Filistin’i yok ederken yüzlercesini katlettiği barışın sembolü, kadim bir ağaç.

Zahter: İsrail’in Filistinlilerin temel baharatlarından olduğu için toplanmasını yasakladığı, bulunmasını zorlaştırdığı, Filistin’le özdeşleşmiş bir çeşit dağ kekiği.

Meyve: Bütün çocukların yemeyi çok sevdiği, Gazze’dekilerin bir yıldır bulamadığı yiyecek. Dedesinin “ruhunun ruhu” Rim’in ya da İsrail’den kaçmaya çalıştıkları arabada yardım beklerken İsrailli katiller tarafından katledilen Hind Recep’in inci beyazı küçük dişlerinin iz bırakamayacağı elma da bir meyve.

Ekmek (KHubz): İsrail’in yıktığı Gazze’de, üretimi yapılamayan, yardım kuruluşları tarafından dağıtılmaya çalışılırken sıradaki insanlara ateş açılması nedeniyle kana bulanan temel gıda maddesi.

Açlık: Hz. Ömer’in halifeliği döneminde, yaşlı bir kadının torunlarına taş kaynattığını görüp kendisini sorgulamasına sebep olan, Gazze’de küçücük çocuklar bir lokma ekmek için gözyaşı dökerken, metrelerce yürümek zorunda kalırken, saatlerce sıra beklerken İslam ülkelerinin çözüm üretmediği bir yokluk hali.

Ambulans: Trafikteki geçiş önceliğine benzer şekilde İsrail’in bombalamalarında hedef önceliği olan, saldırılardan yaralı kurtulanların hastane yolunda İsrail ordusu tarafından içinde öldürüldüğü araç.

Hastane: Gönüllü birkaç doktorun çeşit çeşit dram ve imkânsızlık içinde, bazılarının kendi yakınlarını ölü ve yaralılar arasında bulduğu halde sağlık hizmeti vermeye çalıştığı, İsrail nezdinde hiçbir dokunulmazlığı olmayan sağlık kuruluşu.

Küvöz: Bir nedenle erken doğmuş bebeklere hastane ortamında anne karnı güvenliğini sunması için tasarlanan ancak İsrail’in enerjisini kestiği, konumlandırıldıkları hastaneleri bombaladığı için mezar olan tıbbi alet.   

Şok: Gazzelilerin normal hayata dönemedikleri için atlatamadıkları, hayat tarzı olarak bir yıldır içinde bulundukları duygu durumu.

Ölüm: Gazzelilerin bir kurtuluş olarak Allah’tan diledikleri dünya hayatının son bulması hali.

Boykot: Gazze’nin hatırına yapılabilecek en hafif, en küçük kişisel eylemken birçok insanın dikkate almaya, hatırlamaya dahi üşendiği tavır.

Ticaret: İsrail’le yapılmasına bir türlü engel olunamayan aşağı yukarı bütün İslam ülkelerinin dünya imtihanı.

Cesaret: İslam ümmetinin uzun yıllardır ara ara bulup hemen kaybettiği, Filistinlilerin ve Gazzelilerin sadece İslam ülkelerine değil, dünya halklarına hatırlattığı duygu.

Filistin Kefiyesi: Bütün dünyada direnişin, onurun, cesaretin deseni, rengi, sembolü, bayrağı.

https://www.hertaraf.com/koseyazisi-esra-duru-gazze-nin-kelimeleri-4360 

Esra Özer Duru, Ankara, 2.11.2024 

11 Ekim 2024

SOLUK

Bir sonbahar günüydü

Geride kaldı hayat

Bir kaldırım taşına sırtını yaslayınca

Soluverdi ardında...


Esra Özer Duru, Ankara, 11 Ekim 2024





27 Eylül 2024

CAMİSİZ KADINLAR, KADINSIZ CAMİLER

Hayırlı Cumalar!

Camiye her gittiğimizde yeni bir anımız oluyor ne yazık ki! Hepimizin en rahat hissetmesi gereken yerde, kadınların rahat edememesi ve bu yönde anılar biriktirmesi üzücü! Halbuki erkekler camide oldukça rahatlar, orası birçok mekân gibi onların mekânı. Camilerde var olmaya, camiyi hayatının içine almaya çalışan kadınlarsa sürekli olumsuz karşılaşmalar yaşıyor ve neredeyse tamamen geri çekilmiş durumda. Bu konuyu mutlaka çözmeliyiz[1] çünkü camilerin günlük hayatımızdaki yeri gittikçe azalıyor, cami cemaatinin yaş ortalaması artıyor ve cinsiyet profili de büyük oranda erkeklerden oluşuyor.

Annemle her hafta Cuma namazına gitmeye çalışıyoruz. Her Cuma ayrı bir camiye gitmek mümkün olmuyor ama kendi mahallemizin camisinde bile her hafta bir anı yapabiliyoruz. Mesela yaz boyu 40 derecenin üstünde sıcakta, camları açılmayan, kliması çalışmayan, yarısının erkeklere paravanla tahsis edildiği bir kadınlar kısmında Cuma namazlarımızı eda etmeye çalıştık. Başlarda farklı katlarda olmamıza rağmen bizimle aynı hizada namaz kılmamak için bize geri çekilmemizi söyleyen erkekler; şimdi paravanla ayrılmış da olsa aynı safta namaza duruyorlar. Alt kat bile dolmazken kadınlar kısmının yarısı neden erkeklere tahsis edildi anlamak zor.    

Sorun sosyolojik

Kısa bir internet taramasında dahi kadınların, camilerdeki varlıklarını kabul ettirebilmek ve rahat hissedebilmek yolunda mücadele verdiğini görüyoruz. Covid salgınından önce İstanbul’da Kadınlar Camide isimli bir hareket başlatıldı. Kadınlar sosyal medyadan, her hafta belli bir camide Cuma namazına katılmak için sözleşip hem namazlarını kılıyor hem de o caminin kadınlar kısmı ya da o camide kadınlara yönelik muamele ile ilgili tespitler yapıyorlardı. Araya salgın girince hareket sekteye uğradı. KADEM de bir süre önce başlattığı “Camiler Hepimizin” projesi kapsamında 17 camide, camilerin fiziksel şartlarını, erişilebilirliğini ve etkinlik alanlarındaki durumları tespit ettiği bir saha çalışması yaptı. Sonuç çalıştayında[2], kadınların camilerde yaşadığı fiziksel sorunlar, fırsat eşitliğini ihlal eden uygulamalar, kadınları ve çocukları camiden uzaklaştıran zihinsel kodlar başta olmak üzere pek çok sorun ve çözüm önerileri tartışıldı, bunların kaynağının dini değil sosyolojik temelli olduğuna dikkat çekildi. 

Kadınların camilere gelmeyişinin en önemli sebebi, yıllardır inşa edilen toplumsal yargılar. Anlaşılan, bu yargıları içselleştiren kadınlar, zaman içerisinde camilere gelmeyi denemekten vazgeçmiş, ibadetlerini evde yapmayı tercih eder hale gelmiş. Geçen Kurban Bayramında Gazze’de savaş şartlarında Gazzeli kadınların erkeklerle birlikte bayram namazı kıldığı görüntüler düştü önümüze. Buna bakıldığında ülkemizde kadınların öğrenilmiş bir çaresizlik durumu olduğu, camide istenmeyişlerinden deyim yerindeyse zamanla bazı “yan kazançlar” elde ettiği akla geliyor. Ezan okunmadan işi gücü bırakıp namaza hazırlanmak ve en yakın camiye gitmek, kadınlara yüklenen günlük sorumluluklar açısından kolay organize edilebilecek bir durum değil. Dahası o hafta Cuma vaktinde erkek cemaatin artması nedeniyle kadınlar kısmının erkeklere tahsis edilme ihtimali de durumu pek parlak kılmıyor. Halbuki Gazze örneğinde ya da hac ve umrede gördüğümüz kadarıyla kadınlar vakit namazlarına iştirak ediyor ve bu durumdan mutlu oluyorlar.

Cuma namazının kadınlara farz olup olmadığı, kadınların namazı evde kılmalarının cemaatle namaz kılmalarından daha efdal olduğu gibi tartışmalar bu yazının zaten kapsamı dışında. Çünkü muhtelif kaynaklarda herkes kendi düşüncesine mesnet teşkil edebilecek yorumu bulabiliyor. Diğer yandan bazıları kadınların haklarını talep ettikleri her alanda bir mevzi kaybetme hüznü yaşıyor. Yani bu konuda değişim sağlayabilmek ancak yeni bir zihniyet inşa edebilmekle mümkün. O nedenle camide bulunmak, ibadet etmek isteyen kadınlarla ilgili durumu tespit etmek beklenen sonuç açısından daha verimli olabilir.

Kadınlar camilerde neden rahat değil?

Camilerde kadınlara ayrılan alanlar genellikle fiziksel açıdan yeterli değil. Hatta bazı camilere kadınların yeri olduğunu varsayarak gitmek riskli. Çünkü erkek cemaatin sayısında artış olursa önce de söylediğimiz gibi kadınlar kısmı erkeklere tahsis edilebilir yani kadınların elinden gidebilir. Bu durumda namazınızı tuhaf gecekondumsu bölümlerde kılmak zorunda kalırsınız. Kadınlar kısmı; caminin tamamen dışında alet edevat koymak için inşa edilmiş küçük bir odaysa ya da caminin içinde ama mahzen gibi alt kattaysa genellikle havasız, ışıksız, küçük, kokulu, çok soğuk ya da çok sıcak. Üst kattaysa erişimi zor veya zorlaştırılmış olabilir. Kadınlar kısmına gitmek için erkek cemaatin arasından geçerken dahi işaretçi amcalar geçişinize sabredemeyebilir.  

Camiye sürekli giden nüfusun yaş ortalaması maalesef oldukça yüksek. Bu insanların bir kısmı namaza ayakta başlayıp oturarak devam ediyor. Dolayısıyla merdiven çıkmakta zorlanıyorlar. Ancak kadınlar kısmının üst katta olduğu pek çok camide asansör bulunmuyor. Buna ek olarak kadınlar kısmında namazı oturarak kılmak için tabure de bırakılmıyor çünkü tabureler erkeklere daha çok lazım oluyor(!).  

Kadın abdesthaneleri hem temizlik hem de erişim bakımından oldukça sıkıntılı. Kadınların çoğunun camiye abdestli gelmesi ve abdestinin sıkışmaması için dua ediyor olması kuvvetle muhtemel. Ezan okunacağında en yakın camide abdest alıp cemaate katılmak imkânsıza yakın bir durum. Hele çocuklarla camiye gelmek en akıldışı işler listesinde üst sıralarda.

Kadınların camilerde yaşadıkları zorlukları çözebilecekleri halde bazı imam ve müezzinlerin gereken adımları atmaması başka bir üzücü durum. Camilerin birincil sorumlusu onlar ve isterlerse cemaati yönlendirebilecekleri gibi birtakım teknik sorunları ortadan kaldırabilirler. Camilerde çocuk ve kadınların daha çok bulunması ve daha fazla zaman geçirmesi onlara temizlik, güvenlik ve düzen bakımından birçok ek sorumluluk getirebilir, bu da onları çözümün parçası olmaktan alıkoyuyor olabilir.

Aslında Ankara’daki Ahmet Hamdi Akseki Camii gibi yeni ve büyük camilerde sayılan sorunlarla neredeyse hiç karşılaşılmıyor. Bu da yetkililerin çözümleri bildiğini ve gerekli adımların atılması halinde sorunların çözülebileceğini gösteriyor. Belki de ilk olarak kadınlara konulan bazı kısıtlamaların “bir hak mahrumiyeti olarak değil, onların iyiliği için” olduğu takdiminden vazgeçilmesi gerekiyor. Çünkü ibadetini camide yapmak ya da camide zaman geçirmek isteyen bir kadını bundan alıkoymanın iyi niyetlerle izahı mümkün görünmüyor. Kadınların camilerde yaşadığı sıkıntıların genel durum olmaktan çıkarılıp istisna kılınması zorunluluk arz ediyor. Sadece Cuma namazlarında değil, vakit ve bayram namazlarında da kadınların camideki varlığına alışılması, herkesin birbirine uygun, birbirinin varlığının bilincinde ve varlığına saygılı davranmayı öğrenmesi icap ediyor. Bunun çözümü de akıl vermekten değil, kadınlara camilerde erkek cemaatin sahip olduğu şartları sağlayabilmekten geçiyor.
Esra Özer Duru, Ankara, 26 Eylül 2024.

21 Eylül 2024

EL YAZISINDAKİ E

I-

Epeydir banyonun sert zemininde yatıyordu. Bedeni el yazısındaki E harfi gibi tuhaf bir şekil almıştı. Başı biraz geriye yaslı, yüzü yukarı dönük duruyor, bedeniyle bacakları tuhaf birer kavis yapıyordu. Yüksekten düşmüş olmalıydı. Ne kadar zamandır burada yattığını kestirmesi mümkün değildi. Bedeninin uyuşukluğuna ve hareketsizliğine bakılırsa birkaç saatten daha uzun süredir burada olmalıydı. Hiç acı duymuyor ama hiçbir yerini hareket ettiremiyordu. Sırtıyla bacaklarının aynı eksende durmadığı hissi içini bulandırdı. Acaba omurgası hasar görmüş, felç falan mı olmuştu? Ellerini, ayaklarını, en azından parmaklarını hareket ettirmeye çalıştı. Bana mısın demediler? Hiçbirinde en ufak hareket yoktu.

Yukarıdan bakıldığında yattığı yer, -nedense- bir suç mahalli izlenimi uyandırıyor olmalıydı. Çünkü başkaları gibi sıradan bir şekilde düşemez, düştüğü yer sıradan bir manzara arz edemezdi. Düşerken -tabi düştüyse, bir yerlere çarpmış olabilir miydi? Neden düşmüştü? Gözü falan kararmış, hareket etmeye çalışırken ayağı bir yere takılmış, tökezlemiş miydi? Belki biri arkasından başına vurmuş ya da onu itmişti. Gerçi neden biri böyle bir şey yapsındı bilmiyordu. Böyle bir hareket ancak düşmanlıkla açıklanabilirdi. Düşmanı var mıydı ki acaba? Herkesin düşmanı olabilirdi de arkadan yaklaşıp başına vuracak, onu bir yerden itecek daha önemlisi ölümünü isteyecek kadar kimin düşmanlığını çekmiş olabilirdi üstüne?

Hayatında düşmanlar kazanmamak için elinden geleni yapmış, kimsenin etlisine sütlüsüne karışmamaya gayret etmişti. Dost neyse de düşman; kazanmayı isteyeceği en son şeydi. İşine gücüne bakar, yanlışa yanlış, doğruya doğru demezdi. Kimsenin tepkisini çekmemek için bugüne kadar neredeyse hiçbir konuda fikrini açık etmemiş, hele inandıklarını savunması gerekecek ortamlarda bir kelime dahi ettiğini duyan olmamıştı. Kavga çıkmasın diye tuttuğu takımı bile söylemez, futbol muhabbeti açıldığında sessizce dinlerdi. Biraz üstüne gelen olsa insanların hayatı kendilerine ne kadar zorlaştırdıklarından dem vurup boş vermenin önemini anlatırdı. Kimseye yer vermesi gerekmesin diye otobüste en arkaya yürür, minibüste uyuyor numarası yapardı. Sırf şoförlerle, yolcularla tartışmaya girmemek, önünde duran insanlardan izin istemeyip muhatap olmamak için kendi durağında inemediği bile olurdu. Öğrenciyken yüz alması gereken kâğıtlara verilen düşük notlara bile kibrinden itiraz etmemişti. Değerinin kendiliğinden anlaşılmasını bekliyordu. Böyle tuhaf biriydi işte. Varlığı, yokluğu; yeryüzü ve insanlık alemi için hiçbir fark teşkil etmese de kendini pek değerli bulurdu. Bir şeyi düzeltmek için zahmete girmek, terlemek, üzülmek, konuşmak, dilekçe falan yazmak onun işi değildi. Kendini hiçbir şeyle üzemez, yoramaz, incitemezdi. İkram gelecekse, varoluşuyla hak ettiği için gelivermeliydi. Ha yine kimse onu aksaklıklardan şikâyet etmekten alıkoyamazdı. Her şey başkalarının suçuydu, neden düzeltmek için bir şey yapmıyorlardı? Tabi bu kadar kamufle olmanın, hiçbir şekilde rengini belli etmemenin yan etkisi yalnızlık olmuştu. Halbuki kendisine benzeyenler vardı, en azından onların dostluğunu kazanacağını sanmıştı, öyle olmadı.  

Yattığı yerde yüzüne banyo kapısının altından gelen hafif esinti vuruyordu. Canlılığını korumasını bu esinti sağlıyordu. Bedenindeki tek hayat emaresi belli belirsiz nefes alıp verişiydi. Hani o nefes almıyor da nefes ona geliyordu sanki, tıpkı hayattaki duruşunun gerektirdiği gibi. Bu sefer işler kötü, durum, hayat memat meselesiydi. Başının tuhaf, geriye yaslı duruşunun sebebi içgüdüsel olarak hava akımını yakalama ihtiyacı olabilirdi. Birinin gelmesini ve kendisini fark etmesini beklemekten başka çare yoktu. Biri mutlaka gelirdi. Burada böylece ölmesine izin vermezlerdi, veremezlerdi. Bugüne kadar kimse için “orada” olmamıştı ama şimdi birinin gelip kendisini kurtarmasını umuyordu.

II-

Banyoya dişlerini fırçalamak için girdi. Fırçasına macundan bir miktar sıkarken aklında dünya kadar mesele vardı. Bu macun ne kadar sürülüyordu fırçaya? Mercimek kadar mı, nohut kadar mı? Tam iki dakika mı? Dipten uca mı, sağdan sola mı? Neyse neydi? Fırçayı ağzına soktu ve dişlerini fırçalamaya başladı. Ferah köpük ağzına yayılmaya başlayınca süre meselesi yeniden geldi aklına. İki dakika bazen çok kısaydı da diş fırçalarken uzun geliyordu nedense? Yukarıdan aşağı, içten dışa, dıştan içe, sağdan sola, soldan sağa, aşağıdan yukarı… Bu havluları değiştirmek lazım. Tuvalet kâğıdının yedeğini getirmek gerek. Şu kremlerin son kullanma tarihlerine bakılsa keşke. Bu diş fırçasını yenileme zamanı gelmiş midir? Onlar fırça tüketimini arttırmak için firmaların uydurduğu şeyler… Midir? Klozetin dibi yine kireç bağlamış onu bir ovmak lazım. Bu eskiyen fırçayla… Yok artık! Bas çamaşır suyunu! Bak nasıl temizleniyor! Ama çamaşır suyu herkese, her şeye zarar. Ne yazıyordu çamaşır suyunun üstünde? Sucul canlılar için ölümcül olabilirmiş? Sucul canlı nedir? Hepimiz sudan yaratılmamış mıydık? Öyleyse bu çamaşır suyu sucullar için ölümcül de karacıllar için ölümcül değil mi? Sucullar ölüyorsa karacıllar nasıl sağ kalır ki? Birileri ölürken birileri “sağ” kalabilir mi? Kalsa ona sağ denebilir mi? Karacıl canlılar karada mı yaşar? Kara ne zaman görünür? Kara görünmezse sudakiler ne yapar? Daha ne kadar yüzebilirler? Yorulmazlar mı, pes etmek istemezler mi? Sudakilere bir el uzatmayan bundan sonra kendine ne der? Nasıl nefes alır, adını ne koyar?

Ağzının içi köpüklü tükürük dolmuştu. Tükürüklü macun sıvısı dudağının kenarından akmaya başlayınca midesi bulandı. Öğürerek lavaboya tükürdü. Tükürüğü kanlıydı. Fırçayı ağzında birkaç kere daha gezdirdi, iki dakika dolmuştur herhalde diye düşünerek suya tutup yerine koydu. Ağzını çalkalayıp lavaboya birkaç kez daha tükürdü. Ellerini, değiştirmeye karar verdiği havluyla kurularken yerde temizlikten kalmış tuhaf şekilli bir toz iplikçiği fark etti. Ne garip! Tozun şekli el yazısıyla yazılmış E harfini hatırlatıyordu. Eğilirken bazı insanların hayattaki duruşunun bu iplikçiğe benzediğini düşündü. Böyleleri mesela sadece sucul canlıları değil, hiçbir canlıyı önemsemezdi. Hayatta hiçbir şeyi düzeltmek için bir çabaya girmez, her türlü ayrıcalığı, ikramı doğal olarak hak ettiklerini düşünürlerdi. Eğilip nemli parmaklarıyla aldı onu ve klozete bıraktı. Havlular birkaç gün daha idare ederdi ama tuvalet kâğıdını yedeklese iyi olurdu. Banyodan çıkıp ışığı kapattı. 

https://hertaraf.com/koseyazisi-esra-duru-el-yazisindaki-e-4311

Esra Özer Duru, Ankara, 4 Eylül 2024.

12 Eylül 2024

SEVGİLİ AYŞENUR MÜSAADEN OLURSA…

İsrail, yıllardır Filistin’i, Gazze’yi ölümle soldurmaya çalışıyor. Neredeyse bir yılını dolduran bugüne kadarkilerin en ağır Gazze’yi yok etme harekâtı; kadın, erkek, çocuk, genç, yaşlı demeden bütün çiçekleri eziyor, solduruyor. Her gün onlarca ölüme şahit oluyoruz. Aileler, insanlar parçalanıyor; çocuklar annesiz babasız, anne babalar çocuksuz kalıyor. Gazze’de en az bir uzvunu kaybeden yüzlerce insan var. Sadece insanlar değil; mahalleler, sokaklar, hayvanlar, doğa da İsrail’in merhametsiz, kuralsız, insanlıktan uzak bombardımanlarıyla can veriyor. Camiler, kiliseler, hastaneler, okullar, yardım kuruluşları, zeytin bahçeleri… hepsi soluyor. Ama Gazze ve Filistin, kadim Filistin topraklarına defnettiği her bir evladıyla dünyayı diriltiyor. İşte Ayşenur Ezgi de o evlatlardan biri. Dünyanın dirilişinin bedeli bu kadar ağır olmasaydı keşke…

Ayşenur Ezgi Eygi, daha küçükken ailesiyle birlikte ABD’ye yerleşti. Şimdilerde birçok insanın düşlediği “Amerikan rüyası” ebeveyni tarafından sağlandı ona. Seçkin bir üniversiteden mezun oldu, çift anadal yaptı. Yaşadığı hayat itibarıyla İsrail kurşununa hedef olması çok düşük ihtimaldi. Hani mezuniyet törenlerinde diplomasını almaya Filistin bayrağıyla, kefiyeyle çıktığı için alkışladığımız gençler var ya Ayşenur onlardan biriydi. Daha 26 yaşındaydı, hayatının baharındaydı.

Birçok insanın kaybetmekten korktuğu imkânları kenara itti ve seçimini insanlıktan yana yaptı. Vatandaşlığına sahip olduğu ABD’nin baş sponsorluğunda İsrail’in bugüne kadar gelmiş geçmiş bütün zalimleri geride bırakan zulümlerini protesto etmek için Filistin’e gelerek tamamen sivil bir eylemde bulundu. Rachel Corrie gibi Uluslararası Dayanışma Hareketi’nin (ISM) mensubuydu. Rachel, bundan tam 21 yıl önce İsrail buldozeri tarafından ezilerek katledilirken Ayşenur’u oturduğu zeytin ağacının altında, başına nişan alan bir İsrail keskin nişancısı öldürdü. Keskin nişancı mutluluktan yerinde zıpladı. Son 21 yılında İsrail’in zalimliğinden hiçbir şey kaybetmemesini kutladı. Corrie’nin ailesi, ABD’de ve İsrail’de açtıkları davaları kaybetti çünkü “Corrie tehlikeden kaçınabilirdi”. Ayşenur da Rachel gibi kalbinin sesini dinlemiş Filistin’e gitmişti. İstese o da ölümden kaçınabilirdi. Halbuki Filistin’de ölümden kaçınılabilir ama kaçılamaz! Ayağında pembe patenleri olan çocuklar bile vurulurken… Filistin’de yaşamanın tabiatı böyle. Ayşenur’un ölümünü farklı kılan, “beyazlar”ın yüksek standartlarında yaşarken insanlık onuru daha fazla ayaklar altına alınmasın diye yaptığı seçim! 

Sevgili Ayşenur, sen bizim Doğu’ya dair kaybetmeye başladığımız inancımızı tazeliyorsun. Sen insanlığımızın oraya buraya sapa sapa ama eninde sonunda menzile doğru ilerleyen yolculuğunun sembolüsün. Sen insanın, içine doğarak değil, seçerek de doğruyu bulabileceğinin en güzel göstergesisin. Sen insanın içindeki “doğu”nun o batıda da yetişse eninde sonunda açığa çıktığının ve güneşi doğurmaya muktedir olduğunun ispatısın. Sen, başka başka mıknatıslar yüzünden doğusunu batısını şaşıran kalplerin doğruyu gösteren sağlam pusulasısın. Eğer iznin olursa arkandan hiç olmazsa bir gıyabi cenaze namazı kılalım. Sen kalbindeki doğudan güneşi doğurarak Rabbine giderken biz senin bu kutlu yolculuğuna yüreklerimizden mahcup bir dua bırakalım.

https://hertaraf.com/koseyazisi-esra-duru-sevgili-aysenur-musaaden-olursa-4302

Esra Özer Duru, Ankara, 11 Eylül 2024. 

30 Ağustos 2024

SADECE DİKKATİMİZİ Mİ ÇALIYORLAR?

Dikkatini genellikle istediği gibi, istediği kadar, istediği noktaya yoğunlaştırabilen bir kuşağın çocukları olarak son yıllarda bir panik hissediyoruz. Dikkatimiz toplanmıyor, çabuk dağılıyor, okuduğumuz metni anlayamıyor, yaptığımız işi gerektiği sürede tamamlayamıyoruz. Bunun bir sorun olduğunu fark eden ve üstüne düşünen bizden başka insanlar var, dikkatimizi gerektiği gibi odaklayabilmemiz için uygulamalar tasarlıyor, tavsiyeler veriyorlar. İşte Yazar Johann Hari’nin Çalınan Dikkat kitabı da bu endişelerle kaleme alınmış. Hari, kitap boyunca dikkat sorunlarımız üzerine düşünüyor, araştırmalar, görüşmeler yapıyor. Dikkatimizin dağılmasındaki unsurları önemli önemsiz demeden tek tek inceliyor.

Yazar, kitabın daha başında sorunun ortaya yeni çıkmadığını, Orta Çağda keşişlerin benzer sıkıntılardan muzdarip olduğunu ama şu an insanlığın 1930’lardan beri karşılaştığı en büyük dikkat krizini yaşadığını anlatıyor. Hari, dikkatimizin odaklanmaması ile ilgili kendimizi suçlama eğilimimize işaret ediyor. Bu suçluluk, bizim asıl sebepleri gözden kaçırmamıza ve çözüm noktasından uzaklaşmamıza neden olduğu için “Doğru teşhis, tedavinin yarısıdır” fikri uyarınca asıl sorumluları da araştırıyor.

Hari, dikkatimize zarar verici unsurların birçoğunun kökenini sosyal medya uygulamalarının özelliklerinde ve bunların yol açtığı kısır döngülerde buluyor. Bunları; hızlanma, yorum/beğeni alma ihtiyacı, sayfaların/içeriklerin sürekli kaydırılarak yenilenmesi (sonsuz kaydırma), doğru ya da yanlış daimi bir bilgi akışının olması, içeriklerin sürekli değişmesi nedeniyle kaçırma endişesi, zihnimizin akış halinin engellenmesi, fiziksel ve zihinsel bitkinliğin artışı, sorunun kökenini göremeyip bireysel davranış değişikliğiyle çözebileceğini sanma, stresi tetikleyen bir teyakkuz hali, beslenme düzeninin bozulması, kirliliğin artması, DEHB’nin (Dikkat Eksikliği ve Hiperaktivite Bozukluğu) artışı ve buna karşı alınan tedbirler, çocuklarımızı maruz bıraktığımız fiziksel ve psikolojik kapatılma olarak özetleyebiliriz.

Dikkat yoğunlaştırma sürelerinin ne kadar düştüğünü anlayabilmek için, öğrencilerin 65 saniyede bir meşgul oldukları şeyi bırakıp başka şeylere geçtiğini, ofiste çalışanların, tek bir işle ortalama üç dakika meşgul olabildiğini bilmek bir fikir verebilir. Üstelik bir işe odaklanmışken dikkatiniz başka bir yere kaydığında yeniden aynı odaklanma yoğunluğuna ulaşmak 23 dakika sürüyor. Bilgisayar üreticilerinin icat ettikleri “çoklu görev” de az zamanda çok iş yapmamıza değil kapasitemizi düzgün kullanamamamıza hizmet ediyor. İki görev arasında gidip gelirken en az 20 dakika kaybediyoruz. Normalde hiç yapmayacağımız hatalar yapıyoruz. Beynimizin serbest gezinirken kendiliğinden kurduğu bağlantılar, bulduğu yeni fikirler kayboluveriyor. Aynı anda iki iş yapalım derken neyi, nereye, koyduğumuzu ya da nasıl yaptığımızı hatırlamadığımızı fark ediyoruz. Çünkü beynin meşgul tutulması anı oluşumunu engelliyor, hafıza daralıyor. Uzun metinler, kitaplar okuyabilme yeteneğimiz azalıyor. En basiti satır takip etme alışkanlığımızı kaybediyor, gözlerimizi ekrandaki metnin üzerinde oradan oraya gezdiriyor, metne göz atıyoruz. Bu durum da okuduğumuzu anlama oranımızı da düşürüyor.

Gidişattan kim mutlu?

Hari’nin bulduğu veriler, odaklanamayan insanların, karar alma geriliminden kaçınmak için kendilerinin düşünmesini, karar almasını gerektirmeyen çözümlere yöneldiğini, bunun da otoriterleşme eğilimini arttırdığını gösteriyor. Yazar, “wired” kelimesinin İngilizcede hem “manik, aşırı bir zihin durumu içinde olmak” hem de “çevrimiçi olmak” anlamlarına geldiğine dikkat çekiyor. Aynı kelime Türkçede “kablolu” anlamı da taşıyor. Son yıllarda bazı hayatların prize bağlı geçtiğini düşününce durum daha çarpıcı bir hal alıyor.

Birçoğumuz iletişimlerimizin yüzeyselliğinden, eski vefalı arkadaşlıkların, zevk aldığımız derin sohbetlerin azaldığından şikâyet ediyoruz. Hari, bunun sebebini de içinde bulunduğumuz dikkat depreminde buluyor. Bu depremin en önemli ve kötü sonucu olarak derinliği kaybediyoruz. İnsan ilişkilerinde, hayata bakış açımızda incelikler, derinlikler yok oluyor çünkü bunların hiçbirine vakit ve dikkat kalmıyor. Sosyal medyanın ödül mekanizmaları gerçek hayattan çok daha hızlı çalıştığı ve popülerliği arttırdığı için insanlar iletişimlerini oraya yönlendiriyor. Hayatın akışını kabullenmeyi, ona saygı göstermeyi unutuyoruz. Orada zaman geçirdikten sonra içimiz büyük bir sıkıntı, muğlak bir hüsran duygusuyla kaplanıyor, küçülüyor yüzeyselleşiyoruz.

Ekranların ışığı vücudumuzun biyolojik ritmini bozuyor, her an bir iş geleceği beklentisi rahat bir uyku uyumamızı engelliyor. Yazarın deyimiyle telefonlarımıza “bebek” muamelesi yapıyor, gece boyunca rutin aralıklarla onları kontrol ediyoruz. Bedenimiz ve beynimiz hem fiziksel hem de psikolojik olarak dinlenme/yenilenme moduna bir türlü geçemiyor. Uyumamanın sonu yine aynı kapıya çıkıyor. Dikkat dağınıklığı, gerginlik, sürekli yapacak bir işi varmış gibi hissetmenin huzursuzluğu. Hiçbirimiz işlerimizi tamamlayıp başarıya/sonuca ulaşmanın huzurunu yaşayamıyor, hissedemiyoruz. Sürekli uyanık olmamız hem bize iş paslayan amirlerin hem de şirketlerin işine geliyor. “Kapitalizm daha az uyumamızı istiyor çünkü uykuda olduğumuzda para harcamıyor yani hiçbir şey tüketmiyoruz. Sağlıklı ölçüde uyku uyumaya geri dönmemiz ‘ekonomik sistem için bir deprem etkisi yaratır’. Uykusuzluğumuzun dikkat becerisinde yarattığı arızalar ikincil bir zarar sadece: Ticaretin bedeli. Bu noktanın ne kadar önemli olduğunu bu kitabı yazmayı bitirirken anladım ancak” diyor Hari.

Gözetim Kapitalizmi ya da Algoritma

Bu durumların genel sonucu olarak huysuzluk, obezite, konsantrasyon sorunları, DEHB (Dikkat Eksikliği ve Hiperaktivite Bozukluğu), uyku bozuklukları, kafein bağımlılığı ortaya çıkıyor. Merak etmeyin Meta şirketler, “imdadınıza” koşuyor. Sizi takip eden, ne istediğinizi ya da nelerden şikâyetçi olduğunuzu bulup size uygun ürünleri öneren sistemler geliştiriyor. Yazarın görüştüğü uzmanlardan biri bu takibi şöyle ürkütücü bir örnekle izah ediyor: “Facebook, Google vb. sunucularının içinde bizi temsil eden ufak ‘vudu bebekleri’ olduğunu hayal edin. İlk başta bize pek benzemiyorlar. Genel bir insan tipi daha ziyade. Sonra tıklama izlerimizi (üstüne tıkladığımız her şeyi), kestiğimiz ayak tırnaklarını, dökülen saç tellerimizi (aradığımız her şeyi, çevrimiçi hayatımızın en ufak ayrıntılarını) topluyorlar. Anlamlı olduğunu düşünmediğimiz onca meta-veriyi bir araya getiriyorlar ve bebek bize gitgide daha çok benziyor. Sonra örneğin Youtube’a girdiğimizde bebeği uyandırıp yüz binlerce video deniyorlar üstünde, hangisinin etkili olduğuna, hangisinde kollarının kıpırdadığına bakıyorlar ve sonra bunu bize sunuyorlar.”

Bebeğinizi oluştururken daha önce de söylediğimiz gibi algoritma sizi ödül/ceza sistemiyle deyim yerindeyse terbiye ediyor, evcilleştiriyor. Yazara göre; gerçek dünyada ödül ve cezaların hemen gelmemesi nedeniyle var olmak zaten zorken sanal dünyanın ödüllendirme sistemi yüzünden daha da zorlaşıyor. Çünkü insanlar onaylanmaya duydukları açlık nedeniyle sanal alemde kalmayı ve her paylaşıma yorum yapmayı ya da almayı daha çok istiyor. Algoritmalar sizi neyin harekete geçirdiğini, nelere bakmayı sevdiğinizi, nelere kızdığınızı yani size özgü tetikleyicileri öğreniyorlar. Bunun neticesi olarak bir şeye kızdığınızda daha dikkatsiz, daha az anlayışlı olacağınızı keşfetmiş durumdalar. Seçimlere yön verip marjinal milliyetçi akımları öne çıkararak destekliyorlar. Öfkeleneceğiniz paylaşımları daha çok göstererek kendinizi öfkeyle çevrelenmiş hissetmenizi ve avunmak için daha çok sosyal medyada kalmanızı sağlıyorlar. Ayrıca negatif paylaşımların dolaşımının arttırılması nedeniyle sadece bireyleri değil toplumu da ateşe veriyorlar.

Harcanan en önemli potansiyel: Gençlik

Bütün bunların en değerli kurbanı gençlik oluyor. Kolayca DEHB tanısı konan çocuklar ve gençler, birtakım ilaçların bağımlısı oluyor. Bu bozukluk nedeniyle gerçekten acı çeken insanlar görünmez hale geliyor. Hayattan yalıtılan, sokakta oynayamayan, arkadaş edinemeyen çocuk ve gençlerde bu bozukluğun belirtileri görülüyor. Çocukluk büyük ölçüde kapalı kapılar ardında yaşanıyor; çocuklar serbestçe oyun oynama, keşifler yapma imkânını bulamıyor. Dikkatin hayati biçimleri olan ikna, müzakere, tahammül, sabır, hoşgörü, hüsranla baş etme gibi yeteneklerini geliştiremiyorlar. Oyunun sağladığı canlılığı, neşeyi tadamıyor, kendilerini yeterli görmüyor; büyüklerinin rehberliği olmadan bir şey yapabileceklerine inanmıyorlar. Eğitim sistemlerindeki çıkmazlar da onların bu durumunu körüklüyor. Saatlerce hareket etmeden kapalı bir mekânda ilgi alanlarının çoğu zaman dışında dersler dinlemek onları bir şey öğrenmekten alıkoyuyor. Öğrenmedeki mutluluğu tadamayan, istediği bir hedef belirleyemeyen çok sayıda genç kendisini ifade etmek için başka alanlar arıyor. Gerçek dünyada hüsrana uğradıkça sanal alemlerde yalandan kaleler inşa ediyorlar; öfkeli, saygısız bir o kadar da kırılgan ve dayanıksız hale geliyorlar.

Çözüm Önerileri

Hari, bu bölümde hem kişisel hem de toplumsal olarak bazı çözüm önerileri sıralıyor. Öncelikle istilacı teknolojilerin devletler tarafından denetlenmesi ama bunun sansüre dönüşmemesi için bazı teklifleri var. Ona göre gözetim kapitalizmini doğrudan yasaklayabilir, bu tip şirketlerin çevrimiçi hareketlerimizi takip etmesini, kişisel verilerimize ulaşabilmesini engelleyebiliriz. Bunu sansüre dönüşmeden mesela abonelik modeli ya da bu şirketlerin hükümetten bağımsız kamu mülkiyetindeki şirketlere (BBC örneğindeki gibi) dönüştürülmesi formülüyle yapabiliriz. Bu öneriler oldukça zor, kapsamlı ve şirketlerin, devletlerin işine gelmeyecek öneriler. Üstelik geçtiğimiz birkaç yılda meta şirketlerinin Türkiye’de temsilcilik açmayarak hem yasal hem de mali birtakım yükümlülüklerden kaçmaya çalıştığını gördük. Gelişmiş ülkelerde bazı konular için denetim mekanizmaları üzerinde uzlaşılsa da (çocuk pornosu vs) kendi belirledikleri prensipleri bile istedikleri gibi eğip büktüklerini biliyoruz. Gazze örneğinde, Gazze’de yaşanan soykırımı dünyanın dikkatine sunmaya çalışan birçok hesap sansürlendi, milyonlarca takipçisi olmasına rağmen kapatıldı. Şirketler, yarattıkları sanal dünyalarda demokrasiyi, sansürü bildikleri gibi uyguluyorlar.

Sosyal medya uygulamalarının bildirim sayısına sınır getirilmesi, öneri seçeneğinin kapatılması, sonsuz kaydırmanın kapatılması, kullanıcının sayfanın sonuna geldiğini fark edip devam etmek ya da etmemek arasında bilinçli bir seçim yapabilmesini sağlayacak kısa da olsa bir karar alma süreci gerektirecek bir ayar yapılması da yine meta şirketleri yapmak zorunda bırakabileceğimiz düzenlemeler. İş dünyasına düşen çözümler de var ki bunlar hiçbir işyerinin işine gelmeyecek öneriler. Evden çalışmanın arttırılması, çalışana belli bir saatten sonra bağlantıyı koparma hakkı tanınması gibi.

En önemli ve dönüştürücü çözüm; çocuklara ve eğitime yaklaşımın, eğitim yöntemlerinin değiştirilmesi. Çocuklarımızı sokakta oyun oynamaya teşvik etmek ve bunu kolaylaştırmak, çocukların okulda geçirdiği süreyi sınırlamak, bu zaman zarfında fiziksel aktiviteler yapabilmelerine uygun altyapıyı sağlamak ve bu faaliyetleri teşvik etmek, sınavları kaldırmak, araştırmaya yönelik ödevler vermek, ders sürelerini kısaltmak gibi.  

Hari, kullanıcı odaklı tedbirleri tuzu kurular için olduğunu bilse de sıralıyor. Bunlardan bazıları, telefona bakma isteği geldiğinde geçene kadar on dakika beklemek, her gün ne yapacağına dair ayrıntılı bir program oluşturmak, bildirim ayarlarını kapatmak, telefonunuzu belli bir süre kilitleyebileceğiniz uygulamalar kullanmak, mutlaka sekiz saat uyumak. Hari’nin dönüştürücü kişisel tedbirleri ise odaklanma becerimizin büyüyüp potansiyeline ulaşabilmesi için çocuklarda oyunun, yetişkinlerde akış hallerinin, kitap okumanın, sizin için anlamlı faaliyetler keşfetmenin, egzersiz yapmanın, doğru dürüst uyku uyumanın, sağlıklı bir beynin gelişmesini sağlayan temiz ve besleyici gıdaların ve güvenlik hissinin önemine işaret ediyor. Yazar, korunmamız gereken şeyleri ise, aşırı hız, bir işten öbürüne geçip durmak, çok fazla uyaran, zihninize girip sizi kendine bağlamak için tasarlanmış istilacı teknolojiler, stres, bitkinlik, gerginlik yaratan boyalarla dolu işlenmiş gıdalar, kirli hava olarak sıralıyor. Hari, çözümün çok yönlü olması nedeniyle hep birlikte hareket etmeyi gerektirdiğini vurgulayarak dikkatimizi ateşe veren kuvvetlere karşı mücadele edip onların yerine iyileşmemize yardımcı olacak kuvvetleri geçirmemiz gerektiğini ifade ediyor. 

Sonuç

Dünya hızlanıyor. Bu süreç kolektif dikkat aralığımızı daraltıyor. Ekonomik büyüme toplumu düzenleyen merkezî ilke konumunda. Bunun sürekliliğini sağlamanın ilk yolu bir şirketin yeni pazarlar bulması. İkincisi ise mevcut tüketicilerini daha fazla tüketmeye ikna etmesi. Tıpkı Orta Çağ’dan Yeni Çağ’a geçişteki sömürge yarışında olduğu gibi. Sömürgecilerin gemilerle, el değmemiş, kaynaklarına dokunulmamış yeni karalar bulmak için yaptığı yolculuklar; yerini hükmedilecek yeni zihinler bulmak için üretilen uygulamalara bırakmış durumda. Başka hedefleri var mı bilinmez ama zihinlerimize hükmetmeyi sadece daha fazla para kazanmak için yapıyor olmaları da kötülük olarak yeterli. Bu uğurda her şeyimizi bize yeniden satabilmek için çeşit çeşit tuzaklar kurabilirler. Bildiğiniz emperyalizm yani! O zaman yerlilere kızamıklı battaniyeleri hediye eden sömürgeciler, şimdi de Facebooku, İnstagramı, TikToku, YouTubeu… diğerlerini “sunuyorlar”. Kendi halinde bir insanı elbette sevmezler. Çünkü böyle bir insan sistemi tehdit ediyor. Bu tabloya bakınca aslında bizim onlardan değil, onların bizden korkması gerekiyor. Ama en büyük avantajları, insanların ortak potansiyel gücünün farkında olmayışı. Yan hasarlar zaten çok da umurlarında değil. Şişmanlamış mıyız, dikkatimiz mi dağılıyor, kalp krizinden gencecik ölüp gidiyor muyuz, uykusuz muyuz, sürekli depresif miyiz? Mevzu değil. Hepsinin “çaresi”ni üretir, yeni yarattıkları iş alanlarından yeniden para kazanırlar.

Peki bunları öğrendiğimiz ya da tekrar hatırladığımız bu noktada; kaybettiklerimiz uğruna, büyük meta şirketlerinin kendilerine atfettikleri “dünya üstündeki herkesi birbirine bağlamak” gibi “büyük, yüce bir amaç”la kurdukları ağda bulunmayı tercih edip etmeyeceğimiz sorulsa ne cevap verirdik?

https://hertaraf.com/koseyazisi-esra-duru-sadece-dikkatimizi-mi-caliyorlar-4287 

Esra Özer Duru, Ankara, 28.8.2024. 

09 Ağustos 2024

AYNALARA BAKABİLMEK

Sosyal medyada karşımıza sık sık “ahlaki ikilem” testleri çıkıyor. Testlerin ana prensibi; çoğunluğun iyiliği için azınlığı feda edip etmeyeceğimiz. “Yokuştan hızla inerken arabanızın freni patladı. Bir tarafta tek bir çocuk öbür tarafta onlarca insanın alışveriş yaptığı bir pazar yeri var, direksiyonu hangi tarafa kırarsınız?” Bu testleri hazırlarken hikâyenin içine mutlaka bir çıkmaz yerleştirilerek seçim daha zor, daha karmaşık hale getiriliyor. Biraz komplo teorisi olmakla birlikte bu testler algoritmaların insanlığımızı test etme biçimleri sanki. Çünkü böyle durumlar; kahramanlarını ya da kötülerini farazi düşünülürken değil gerçekten yaşanırken ortaya çıkarıyor. Testi çözerken doğru seçimi yapmak basitse de hayatı yaşarken tarihin doğru tarafında yer almak çok zor olabiliyor. İşte Filistin de 1948’den beri dünyanın turnusol kâğıdı.

Netanyahu, ABD kongresinde onlarca kez ayakta alkışlanırken akla ünlü Yahudi yazar Hannah Arendt geldi. Arendt, 1948’de ABD’yi ziyaret eden İsrailli aşırı sağcı ve bugün Netanyahu’nun başkanlığındaki Likud’un kurucu babası Menachem Begin’i ve liderliğindeki İrkud’u terör örgütü olarak tanımlamıştı. Einstein’ın da aralarında olduğu 30 liberal sol Amerikalı Yahudiyle New York Times’e bir ilan vermiş ve bu Yahudi örgütünü Holokost’tan sadece 3 yıl sonra Nazilere benzetmişti. Tarihin doğru yerinde durmak böyle bir şey olsa gerek.

Kötülük sıradan mıdır?

Aynı Arendt, 1961 yılında İsrail’in Arjantin’den büyük ve zorlu operasyonlarla kaçırıp İsrail’e getirdiği ve neredeyse soykırımın tek suçlusu gibi yargıladığı Adolf Eichmann’ın duruşmalarını izledi. Bu süreç ona önce bir makale sonra da Kötülüğün Sıradanlığı isimli en tartışmalı eserini yazdırdı. Yargılanma sırasında Eichmann’ın mahkeme ve mahkemeyi izleyenler tarafından baştan mahkûm edildiğini, kendi avukatının bile müvekkilini savunmak için en gerekli, en temel delilleri mahkemeye sunmadığını gören Arendt, sözünü esirgemedi.

Kitabında, aşağı yukarı bütün Avrupa’yı soykırıma ortak eden süreci ve aktörleri özetleyen Arendt, Hitler’in ya da onun emir erlerinin katliamın tek sorumlusu olmadığını savunarak, Nazilerle iş birliği yapan Yahudiler başta olmak üzere bu kötülükteki pay sahiplerini gözler önüne serdi. Eichmann’ın “aslında Yahudileri öldürmeye değil, kurtarmaya çalıştığını” samimi bir şekilde anlattığını gören Arendt, onun, kötünün kendisi değil, sadece verilen emirleri uygulamış “dürüst ve sıradan” bir asker olduğunu fark etti. Hatta Eichmann, tıpkı Yahudi Jon ve David Kimche, Macar-İsrailli Avukat Gazeteci Rudolf İsrael Kastner gibi “uygun malzemenin” kurtulmasını sağlamak için elinden geleni yapmıştı.

İşbirlikçi Yahudilerin varlığından bahsederken de amacı kurbanı suçlamak değil, kötülüğün sıradanlığına; Yahudi soykırımı sürecinde ve Eichmann’ın yargılanmasında suçluları, sorumluları net bir şekilde ayırt etmenin imkansızlığına dikkat çekmekti. Arendt, kötülüğün, belli bir insanın içsel kötülüğüne atfedilerek çözülemeyeceğini savunurken bu yargısına birtakım örnekler verdi. Hitler’in savaştan önce kendi vatandaşı 50 bin akıl hastası Almanın öldürülmesine yol açan emrini; tüm Avrupa’da Yahudilerin takibi, tespiti, yakalanması, trenlere bindirilmesi hatta gaz odalarına gaz verilerek öldürülmesi, cesetlerinden altın dişlerinin sökülmesi, saçlarının kesilmesi, kıymetli mallarına el konması, Yahudi yıldızlarının satışı gibi işlerde yine Yahudilerin Nazilerle iş birliğini, alacağı tepkileri bilmesine rağmen sayıp döktü. “Yahudilerin yaşadığı her yerde tanınmış Yahudi liderleri vardı ve bu liderler neredeyse istisnasız olarak öyle veya böyle, şu veya bu nedenle Nazilerle iş birliği yapıyordu. … Yahudi Konseylerinin talimatlarına uymasalardı, bu insanların yarısı kurtulabilirdi. … Nazilerden -dolayısıyla Yahudi Konseyinden de- kaçıp saklanan yirmi ila yirmi beş bin kadar Yahudinin onbini yani yüzde kırk ila ellisi hayatta kalabildi” diyerek durumun çarpıcılığını gözler önüne serdi.   

Arendt, İsrail’deki mahkemede, sanık Eichmann’ın Yahudilerin öldürülmesinden sorumlu tutulmasına şiddetle karşı çıkarken Çingenelerin, Klavların, Romanların öldürülmesindeki payını kabul ettiğine ama mahkemenin ısrarla bu kayıpları anmadığına da dikkat etti. İsrail, Holokost efsanesini gölgeleyecek başka bir kitlesel ölümün anılmasını istemiyordu. Eichmann’ın, sadece Yahudilerin ölümüne yol açtığı eylemlerinden sorumlu tutularak, idamına karar verildi. Üstelik itiraz, temyiz gibi hiçbir hakkı tanınmadı. Karar çıktıktan sonra üç gün içinde idam edilip cesedi yakılarak külleri Akdeniz’in sularına döküldü. Arendt, bütün detaylarıyla izlediği bu mahkeme sürecinden sonra, BM’de İsrail kullansın diye icat edilen hukuki ilkelerin bizzat İsrail tarafından nasıl çiğnendiğini ve gelecekte de Gazze özelinde nasıl çiğneneceğini 63 yıl önceden görmüştü.

İfade özgürlüğü kime kadar?

Alman Yeşiller Partisinin desteklediği Heinrich Böll Vakfı, Rus Yahudisi Masha Gessen’e Putin’i sert bir şekilde eleştirdiği, Rusya ve dünyada yaşanan otoriterleşme sürecini çarpıcı bir şekilde anlattığı için Hannah Arendt 2023 ödülünü layık gördü. Derken Gessen, ödülünü alma zamanı gelmeden önce İsrail’in Gazze’deki işgaline tepki göstererek Gazze’yi Nazi işgali altındaki bir Yahudi gettosuna benzettiği bir yazı yazdı. Yazı tabii ki Siyonistlerden tepki gördü. Gessen ne cüretle Holokost’un biricikliğine gölge düşüren ifadeler kullanırdı? Böll Vakfı önceden açıkladığı ödülü ne yapıp da iptal edeceğini bilemedi. Tuhaf durumlar yaratarak ödülü neredeyse bir ev partisinde Gessen’e takdim etti. Gessen bu yazısından sonra “İkinci Arendt” olarak adlandırıldı. Dünyanın kalanıysa; bir yanda hâkim güçlerin sevmediği birine yapılan eleştirilerin “fikir özgürlüğü” olarak ödüllendirildiğini; diğer yanda Holokost edepsizliğiyle o hâkim güçleri zapturapt altına alanlara toz kondurulmadığını bir kez daha gördü. Sosyal medyada Gazze paylaşımlarına uygulanan sansür de işin tuzu biberi.

Gazze’de olanı biteni anlayabilmek hala mümkün değil. Arendt’in kötülüğün sıradan bir şey olduğu tespiti isabetli olduğu kadar iç yakıcı. Bir zamanlar Nazilerin mazlum ettiği bir halkın mensupları, kendilerine uygulanan zulmün aynısını, o zulümde hiç dahli olmayan bir halka uyguluyor. Yarı insan yarı robot cyborglar gibi duygusuz, sıradan bir şekilde kendilerine verilen katliam emrini yerine getiriyor. Tıpkı “propagandayla inşa edilmiş vatan-millet toplumu, Nazi Almanyası”nda olduğu gibi bir Nazi İsraili var. 

Gelelim bu yazının ahlaki ikilem sorusuna: II. Dünya Savaşı sırasında hayatta olsaydınız, birlikte yiyip içtiğiniz, çocuklarınızın birlikte oynadığı, kimin kimden hangi yemek tarifini aldığının unutulduğu, anahtarınızı bıraktığınız, balkonunda çamaşır kuruttuğunuz Yahudi komşunuzu mu kurtarırdınız yoksa sadık bir Alman vatandaşı gibi komşunuzun aralarında olduğu yüz binlerce Yahudinin, kadın, çocuk demeden kamplara gönderilmesine seyirci mi kalırdınız? Yani kötülüğün sıradanlığı mı cezbederdi sizi? Ya da bu uğurda adınızın hiç anılmayacağını bile bile aynaya ölene kadar rahat bakabilmek adına kendi çapınızda kahraman olmayı mı seçerdiniz?

Not: Bu yazıyı yazmaya çalışırken Hamas’ın Lideri İsmail Heniyye şehadete erdi, Rabbine kavuştu. Oğlunun deyimiyle; onun kanı Gazzeli çocukların veya kişilerin kanından daha kıymetli değildi. Biz yine üzüntümüzü dile getirecek kelime bulamadık. Şüphesiz Allah merhamet edenlerin en merhametlisidir. İnna Lillahi ve İnna İleyhi Raciun. 

https://hertaraf.com/koseyazisi-esra-duru-aynalara-bakabilmek-4262 

Esra Özer Duru, Ankara. 8.8.2024. 

Taze Taze Hikâyeler

BEKLEME ODASI

Mart ayı ortalarıydı. Hava, okullardaki mevsim tablolarında her zaman bahara dahil edilmesine rağmen, yıllardır rolüne direnen bu aya yakışı...

Yeni Yazılardan Haberdar Olun

Kaçırmayın!