Sosyal medyada karşımıza sık sık “ahlaki ikilem” testleri çıkıyor. Testlerin ana prensibi; çoğunluğun iyiliği için azınlığı feda edip etmeyeceğimiz. “Yokuştan hızla inerken arabanızın freni patladı. Bir tarafta tek bir çocuk öbür tarafta onlarca insanın alışveriş yaptığı bir pazar yeri var, direksiyonu hangi tarafa kırarsınız?” Bu testleri hazırlarken hikâyenin içine mutlaka bir çıkmaz yerleştirilerek seçim daha zor, daha karmaşık hale getiriliyor. Biraz komplo teorisi olmakla birlikte bu testler algoritmaların insanlığımızı test etme biçimleri sanki. Çünkü böyle durumlar; kahramanlarını ya da kötülerini farazi düşünülürken değil gerçekten yaşanırken ortaya çıkarıyor. Testi çözerken doğru seçimi yapmak basitse de hayatı yaşarken tarihin doğru tarafında yer almak çok zor olabiliyor. İşte Filistin de 1948’den beri dünyanın turnusol kâğıdı.
Netanyahu, ABD kongresinde onlarca kez ayakta alkışlanırken akla
ünlü Yahudi yazar Hannah Arendt geldi. Arendt, 1948’de ABD’yi ziyaret eden
İsrailli aşırı sağcı ve bugün Netanyahu’nun başkanlığındaki Likud’un kurucu
babası Menachem Begin’i ve liderliğindeki İrkud’u terör örgütü olarak
tanımlamıştı. Einstein’ın da aralarında olduğu 30 liberal sol Amerikalı
Yahudiyle New York Times’e bir ilan vermiş ve bu Yahudi örgütünü Holokost’tan
sadece 3 yıl sonra Nazilere benzetmişti. Tarihin doğru yerinde durmak böyle bir
şey olsa gerek.
Kötülük sıradan mıdır?
Aynı Arendt, 1961 yılında İsrail’in Arjantin’den büyük ve
zorlu operasyonlarla kaçırıp İsrail’e getirdiği ve neredeyse soykırımın tek
suçlusu gibi yargıladığı Adolf Eichmann’ın duruşmalarını izledi. Bu süreç ona
önce bir makale sonra da Kötülüğün Sıradanlığı isimli en tartışmalı eserini
yazdırdı. Yargılanma sırasında
Eichmann’ın mahkeme ve mahkemeyi izleyenler tarafından baştan mahkûm edildiğini,
kendi avukatının bile müvekkilini savunmak için en gerekli, en temel delilleri
mahkemeye sunmadığını gören Arendt, sözünü esirgemedi.
Kitabında, aşağı yukarı bütün Avrupa’yı soykırıma ortak eden
süreci ve aktörleri özetleyen Arendt, Hitler’in ya da onun emir erlerinin
katliamın tek sorumlusu olmadığını savunarak, Nazilerle iş birliği yapan
Yahudiler başta olmak üzere bu kötülükteki pay sahiplerini gözler önüne serdi.
Eichmann’ın “aslında Yahudileri öldürmeye değil, kurtarmaya çalıştığını” samimi
bir şekilde anlattığını gören Arendt, onun, kötünün kendisi değil, sadece
verilen emirleri uygulamış “dürüst ve sıradan” bir asker olduğunu fark etti. Hatta
Eichmann, tıpkı Yahudi Jon ve David Kimche, Macar-İsrailli Avukat Gazeteci
Rudolf İsrael Kastner gibi “uygun malzemenin” kurtulmasını sağlamak için
elinden geleni yapmıştı.
İşbirlikçi Yahudilerin varlığından bahsederken de amacı
kurbanı suçlamak değil, kötülüğün sıradanlığına; Yahudi soykırımı sürecinde ve
Eichmann’ın yargılanmasında suçluları, sorumluları net bir şekilde ayırt
etmenin imkansızlığına dikkat çekmekti. Arendt, kötülüğün, belli bir insanın
içsel kötülüğüne atfedilerek çözülemeyeceğini savunurken bu yargısına birtakım
örnekler verdi. Hitler’in savaştan önce kendi vatandaşı 50 bin akıl hastası
Almanın öldürülmesine yol açan emrini; tüm Avrupa’da Yahudilerin takibi, tespiti,
yakalanması, trenlere bindirilmesi hatta gaz odalarına gaz verilerek
öldürülmesi, cesetlerinden altın dişlerinin sökülmesi, saçlarının kesilmesi, kıymetli
mallarına el konması, Yahudi yıldızlarının satışı gibi işlerde yine Yahudilerin
Nazilerle iş birliğini, alacağı tepkileri bilmesine rağmen sayıp döktü. “Yahudilerin
yaşadığı her yerde tanınmış Yahudi liderleri vardı ve bu liderler neredeyse
istisnasız olarak öyle veya böyle, şu veya bu nedenle Nazilerle iş birliği
yapıyordu. … Yahudi Konseylerinin talimatlarına uymasalardı, bu insanların
yarısı kurtulabilirdi. … Nazilerden -dolayısıyla Yahudi Konseyinden de- kaçıp
saklanan yirmi ila yirmi beş bin kadar Yahudinin onbini yani yüzde kırk ila
ellisi hayatta kalabildi” diyerek durumun çarpıcılığını gözler önüne serdi.
Arendt, İsrail’deki mahkemede, sanık Eichmann’ın Yahudilerin
öldürülmesinden sorumlu tutulmasına şiddetle karşı çıkarken Çingenelerin,
Klavların, Romanların öldürülmesindeki payını kabul ettiğine ama mahkemenin
ısrarla bu kayıpları anmadığına da dikkat etti. İsrail, Holokost efsanesini
gölgeleyecek başka bir kitlesel ölümün anılmasını istemiyordu. Eichmann’ın,
sadece Yahudilerin ölümüne yol açtığı eylemlerinden sorumlu tutularak, idamına
karar verildi. Üstelik itiraz, temyiz gibi hiçbir hakkı tanınmadı. Karar
çıktıktan sonra üç gün içinde idam edilip cesedi yakılarak külleri Akdeniz’in
sularına döküldü. Arendt, bütün detaylarıyla izlediği bu mahkeme sürecinden
sonra, BM’de İsrail kullansın diye icat edilen hukuki ilkelerin bizzat İsrail
tarafından nasıl çiğnendiğini ve gelecekte de Gazze özelinde nasıl çiğneneceğini
63 yıl önceden görmüştü.
İfade özgürlüğü kime kadar?
Alman Yeşiller Partisinin desteklediği Heinrich Böll Vakfı,
Rus Yahudisi Masha Gessen’e Putin’i sert bir şekilde eleştirdiği, Rusya ve
dünyada yaşanan otoriterleşme sürecini çarpıcı bir şekilde anlattığı için
Hannah Arendt 2023 ödülünü layık gördü. Derken Gessen, ödülünü alma zamanı
gelmeden önce İsrail’in Gazze’deki işgaline tepki göstererek Gazze’yi Nazi
işgali altındaki bir Yahudi gettosuna benzettiği bir yazı yazdı. Yazı tabii ki
Siyonistlerden tepki gördü. Gessen ne cüretle Holokost’un biricikliğine gölge
düşüren ifadeler kullanırdı? Böll Vakfı önceden açıkladığı ödülü ne yapıp da
iptal edeceğini bilemedi. Tuhaf durumlar yaratarak ödülü neredeyse bir ev
partisinde Gessen’e takdim etti. Gessen bu yazısından sonra “İkinci Arendt”
olarak adlandırıldı. Dünyanın kalanıysa; bir yanda hâkim güçlerin sevmediği
birine yapılan eleştirilerin “fikir özgürlüğü” olarak ödüllendirildiğini; diğer
yanda Holokost edepsizliğiyle o hâkim güçleri zapturapt altına alanlara toz
kondurulmadığını bir kez daha gördü. Sosyal medyada Gazze paylaşımlarına
uygulanan sansür de işin tuzu biberi.
Gazze’de olanı biteni anlayabilmek hala mümkün değil.
Arendt’in kötülüğün sıradan bir şey olduğu tespiti isabetli olduğu kadar iç
yakıcı. Bir zamanlar Nazilerin mazlum ettiği bir halkın mensupları, kendilerine
uygulanan zulmün aynısını, o zulümde hiç dahli olmayan bir halka uyguluyor.
Yarı insan yarı robot cyborglar gibi duygusuz, sıradan bir şekilde kendilerine
verilen katliam emrini yerine getiriyor. Tıpkı “propagandayla inşa edilmiş
vatan-millet toplumu, Nazi Almanyası”nda olduğu gibi bir Nazi İsraili var.
Gelelim bu yazının ahlaki ikilem sorusuna: II. Dünya Savaşı
sırasında hayatta olsaydınız, birlikte yiyip içtiğiniz, çocuklarınızın birlikte
oynadığı, kimin kimden hangi yemek tarifini aldığının unutulduğu, anahtarınızı
bıraktığınız, balkonunda çamaşır kuruttuğunuz Yahudi komşunuzu mu kurtarırdınız
yoksa sadık bir Alman vatandaşı gibi komşunuzun aralarında olduğu yüz binlerce
Yahudinin, kadın, çocuk demeden kamplara gönderilmesine seyirci mi kalırdınız?
Yani kötülüğün sıradanlığı mı cezbederdi sizi? Ya da bu uğurda adınızın hiç
anılmayacağını bile bile aynaya ölene kadar rahat bakabilmek adına kendi
çapınızda kahraman olmayı mı seçerdiniz?
Not: Bu yazıyı yazmaya çalışırken Hamas’ın Lideri İsmail Heniyye şehadete erdi, Rabbine kavuştu. Oğlunun deyimiyle; onun kanı Gazzeli çocukların veya kişilerin kanından daha kıymetli değildi. Biz yine üzüntümüzü dile getirecek kelime bulamadık. Şüphesiz Allah merhamet edenlerin en merhametlisidir. İnna Lillahi ve İnna İleyhi Raciun.
https://hertaraf.com/koseyazisi-esra-duru-aynalara-bakabilmek-4262
Esra Özer Duru, Ankara. 8.8.2024.