10 Aralık 2024

TAŞLI TARLA

Ankara’dan görevlendirilen Kültür Bakanlığına bağlı Kültür Varlıklarını Koruma Kurulu yetkilisi resmi arabanın camından hızla geçip gittikleri tarlalara bakıyordu. Sabahın erken saatinde çıktıkları yolda arabaya önden vuran güneşin de etkisiyle mayışmıştı. Görevli şoförle yaptıkları günlük hoşbeş çabuk bitmiş, yeni açılan Niğde Otobanı’nın düzgün asfaltının sağladığı sarsıntısız yolculuk ninni etkisi yapmıştı. Şoförün Tuz Gölü’nün yakınından geçtikleri uyarısıyla teslim olmak üzere olduğu tatlı uykunun kollarından sıyrıldı. Emniyet kemerini eliyle esnetip yeniden bırakırken oturduğu yerde doğruldu. Pantolonunun ütüsü bir miktar bozulmuştu. Kılık kıyafet konusunda birtakım zorunluluklar esnetilmiş olmasına rağmen o eskisi gibi devam ediyordu. Şu araba yolculuğu için spor bir kıyafet giyip rahat edeceğine lacivert takım elbisesini giymiş ayakkabı olarak da pırıl pırıl deri, kösele tabanlı ayakkabılarını seçmişti. Birkaç ayakkabıyı arazilerin çamurlarına sapladıktan, birkaç pantolonu dikenlere feda ettikten sonra öğrendiği üzere yanına bir çift çizme almıştı. Çizmeleri bagajdan çıkarıp ayağına giyerken çevredekilerin “Maşallah pek tedbirlisiniz” yollu cümlelerini duymak hoşuna giderdi.   

Tuz Gölü’nün etkisiyle toprak kireç gibi beyaz, haliyle çoraktı. Göl havzasının kirlilik ve yanlış sulama yüzünden sürekli küçüldüğünü, zarar gördüğünü hem görev icabı hem de haberlerden bildiği için yoldan gölü görmeyi beklemedi. Aslında bozkır manzarasının tuz eklenmiş haliydi. Şoför, göl manzarasını izlemek için kurulmuş gibi duran mola istasyonuna sakin bir manevrayla girdi. Hiç itirazsız hatta mutlulukla arabadan inip serin sabah havasını içine çekti. İhtiyaç gidermek üzere benzin istasyonuna yönelen şoför biraz sonra çift kâğıt bardağa koyduğu nasılsa her zaman aşırı kaynar olduğu için hem ağzı hem de eli yakan iki çayla döndü. Arabadan yeni inmelerine rağmen sabah serinliğinde üşüyen elleriyle bardakları kavramakta bir sakınca görmediler. Otobandan hızla geçen araçların vınlamaları dışında pek ses yoktu. Ara ara bozkır kuşlarından birkaçı küçük bir konser bahşediyor, bazıları da keskin bir ötüşle konserin ortasından geçiyordu. Çay bitince yeniden yola çıktılar.

Tuz Gölü’nün tuzladığı toprakları geride bırakınca tarla renkleri çeşitlenmeye başladı. Tarlalar, aynı çocukken çizdikleri resimlere benzer kadastrolanmış, tuhaf geometrik şekiller halinde sıralanıyordu. Sonbahar olduğu için çoğunda ekin yoktu. Kimi taşsız, kimi de sanki bir yanardağ hapşırmış da her tarafa saçılmış gibi taş doluydu. Bazısı anızı yakıldığı için siyah, bazısı daha sürülmediği için otlu çöplü saman sarısı, bazısı da sürüldüğü için ince çekilmiş kahve gibi koyu kahverengiydi. Yan yana iki tarlanın renklerinin bu kadar farklı olması ne tuhaftı. Sanki renkleri sınırlar belirlemiş gibiydi. Halbuki insan toprak cinsinin aynı olmasını bekliyordu. Neyse bu çiftçilik işlerinden çok anlamazdı. Toprakla neredeyse tek temasları böyle bir müracaat ya da şikâyet için bakanlıktan çıktıkları zamanlarda oluyordu.

Otobanın Mucur çıkışına az kalmıştı. Şikâyete konu tarla çıkıştan çok uzakta değildi. Bunun gibi her görevde gerilir, öfkelenirdi. İnsanların cahilliğini anlamak çok zordu. Kendisini öfkeyle doldurmamaya karar verdi. Neticede devletin bir görevlisi olarak orada bulunacak, kasıt var mı, tahribat ne boyutta rapor edecekti. Bond çantasını dizinin üstüne aldı, açtı. Bakanlığa gelen ihbar mektubunu, koyduğu poşet dosyadan çıkarmadan yeniden okudu. Mektupta, söz konusu arazinin yüzlerce yıllık bir mezar alanı hatta kraliyet ailesinin gömüldüğü bir mezar alanı olduğu ancak tahrip edildiği iddia ediliyordu. Gidecek, arazide fotoğraf çekecek, tespit yapacaktı. Doldurması gereken evrağı hazırlayıp en üste koydu. Çantasını şöyle bir düzeltti. Kapaktaki küçük cepten çıkardığı tarakla saçlarını taradı. Araba yolculuğunun mahmurluğunu üstünden atmaya çalıştı. İşlerini hızlıca hallederlerse saat on olmadan bir köy kahvaltısı yaparlar, Kaymakamlığa uğrayıp gerekli yerlere bilgi verir, dönüş yoluna çıkarlardı.

Sağa doğru tatlı bir kıvrımla otobandan ayrılıp Mucur sapağına yöneldiler. Beş dakika sonra şikâyete konu tarlanın bulunduğu yolun kenarında arabayı park edecek bir cep arıyorlardı. Şoför güvenli bir yerde durunca arabadan inip çizmelerini giymek için bagaja yöneldi. Artık hazırdı. Takım elbisenin altında bir tuhaf duran çizmelerinden başını kaldırdığında gördüğü manzara muhteşemdi. Fırından yeni çıkmış bir ekmek gibi koyu kahverengi uzun çizgiler halinde sürülmüş topraktan buhar tütüyordu. Toprak, saksı toprağı gibi yumuşak ve verimli görünüyordu. Güneş ışığının vurduğu noktalarda tozlar dans ediyor, küçüklü büyüklü sinekler uçuyordu. Ankaralıların iyi bildiği yüksek çözünürlüklü görüntü veren ayaz keskinliği değil de manzarayı bir miktar yumuşatan sis hissediliyordu.  

Tarlanın sahibinin geleceklerinden haberi vardı, aydınlık bir yüzle onları bekliyordu. Başında kasketi, üstünde sabah soğuğuna rağmen yıllardır Kırşehir’de bir işi olduğunda ya da düğünlerde, bayramlarda giydiği, dirseklerinin, omuzlarının rengi solmuş ve yıpranmış, tombul göbeğin üstünde iliklenmekten iliği esnemiş, iri düğmeli, beyaz çizgili yalınkat kahverengi ceketi vardı. Ayağına bayramlık ayakkabılarını giydiğine pişman, yumuşak toprağa saplanmadan yürüyebilmek için evlek aralarına basarak koşturdu. Yüzünde misafirperver ama kabahatli yakalanmış birinin mahcup gülümsemesi vardı. “Buyrun beyim, hoş geldiniz, önce eve geleydiniz bi sofra kuraydık, sabah sabah zahmet ettiniz buralara” dedi soluk soluğa. Bakanlık yetkilisi, bu karşılamanın altında ezilmemek için göz temasından kaçınarak sadece “hoş bulduk” diyebildi.

Tarlanın ortasında dört küme halinde duran taş yığınlarını gördü. O da çiftçi gibi keseklere basarak buraya gelme sebepleri olan yığınlardan birine doğru yürüdü. “Olan olmuş” diye düşünerek masa gibi duran bir taşın üstüne çantasını koydu. Yığınları gözden geçirirken hepsinin etrafında şöyle bir döndü, taşların yüzeylerine dik dik baktı. Cep telefonuyla önce genel olarak yığınların sonra da tek tek taşların fotoğraflarını çekerken, “Tarlanın sahibi siz misiniz?” diye sordu. “Benim” diye kekeledi çiftçi, aynı anda genişlemiş ilikten kurtulan ceketini yeniden iliklemeye çalışıyordu. “Bana babamdan kaldı, ona da babasından kalmış. Köyde Taşlı Tarla derlerdi buraya. Başka malımız yoktu. Burası verimli değil diye askerden döndükten sonra kimse bana kız vermek istemedi, ağız birliği etmişler gibi civar köylerden de kimseyle evlenemedim. Sonra baktım olmuyor ahdettim, ben bu tarlanın taşını ayıklarım dedim, başladım çalışmaya. Tarlaya taş ekilmiş gibiydi, tarlayı sürerken sabanlar kırılırdı. Yıllarca yaz demedim kış demedim, gece demedim gündüz demedim çalıştım. Tarlanın taşlarını böyle dört büyük yığın halinde toparladım. Gücüm anca buna yetti. Taşları tarladan çıkaramadım.” Çiftçi konuşurken bir an yetkilinin göz devirdiğini sandı, yanlışa yordu, hikâyesini anlatmaya devam etti. “Tarlayı temizlemeye başlayınca toprak taşların altından böyle kahverengi, yumuşacık çıkıverdi. Bu arada yaptığım iş sağda solda duyuldu. ‘Bu adam ince işten, sabırdan anlıyor, kızımıza güzel davranır’ diye düşünmüşler, istediğimiz kızlardan birini verdiler. Allah’ın emri Peygamberin kavliyle evlendik. Tarla emeğimi boşa çıkarmadı, yurt yuva sahibi olduk. O zamandan beri hanımla eker, dikeriz, neredeyse otuz yıl oldu. Herkes de bilir bizim tarlanın hikâyesini. Şimdi kim, niye şikâyet etti, anlamadım beyim!” dedi.

Yetkili, adamın anlattıklarını dinledi. Çantasının kapağını açarak içinden evrakları çıkardı. Kapaktaki gözden artık pek kimsenin kullanmadığı ama kendisinin ısrarla senelerdir taşıdığı dolma kalemini aldı. Çantanın üstüne koyduğu formlarda birkaç yeri doldurup işaretledi. Noktalı boşluğa anlatılan hikâyeyi kendince özetleyerek not etti. Sonra ellerini önünde kavuşturmuş işini bitirmesini bekleyen, abisi yaşındaki güneş yanığı tenli adama dönüp “Amca” dedi. Der demez pişman oldu düzelterek, “Beyefendi, şimdi şöyle; sizin bu tarla vakti zamanında burada hüküm sürmüş medeniyetlerden birinin mezar alanıymış. Hatta kral mezarıymış. Sizin bu topladığınız taşlar da mezarların taşları işte. Anlayacağınız size gönderilen yazıda da bildirdiğimiz gibi tarihi eser. Yani biraz önce kendiniz itiraf ettiniz ya arkeolojik alanda tahribat yapmışsınız, senelerdir de ekip dikmeye devam etmişsiniz.” Çiftçinin yüzü değişti. “İtiraf” kelimesini sevmemişti. Zaten bir şeyi inkâr ettiği yoktu ki. Bu işin altından nasıl çıkacaklarını bilmiyordu, yetkili sözüne devam etsin diye bir şey söylemedi.

Kültür Bakanlığı yetkilisi, çiftçinin manasız bakışlarını görünce onun söylediklerini anlamadığını düşünüp ses tonunu yükselterek devam etti. “Kime sordunuz da topladınız taşları? Böyle şey mi olur? Bölgenin yanı başı Kapadokya. Hiç mi aklınıza gelmedi bu taşların bir anlamı vardır, boşa konmamıştır buraya! Bir kemik bir şey de gelmedi mi elinize? Herkes her önüne gelen taşı alsın bir kenara atsın, arkadaş bu memleket tabi gelişmez, insanlar tarihin, coğrafyanın kıymetini mi biliyor? Tutturmuşlar bir coğrafya kaderdir! Tabi kader olur, öğrenmezsen, çalışmazsan…” Arabada verdiği kararı unutmuş, hiçbir itiraz gelmediği halde kendi kendine yükselip nutuk çekmeye başlamıştı. Çiftçinin bakışları manasızlıktan şaşkınlığa dönmüştü. Sanki beti benzi de soluyor gibiydi. Biraz ötede gezinip duran şoför kavga çıkıp çıkmadığını kontrol etmek için yaklaşmıştı. Kültür Bakanlığı yetkilisi soluklanmak için durunca, çiftçi ağzını açacak oldu. Yetkili, itiraza pabuç bırakmadı, “Bu araziye el konacak” dedi. “Ankara’dan gelip bakacaklar, kurtarılacak ya da kurtarılmaya değecek bir şey varsa arkeolojik kazı alanı ilan edilecek. Dua edin de bir şeyler kalmış olsun”.        

Derin bir iç çeken çiftçi, tarlasına hem de temizlemek için bu kadar uğraştığı tarlasına el konulacağını duyduğu halde gülümsedi. Yetkili, “Niye sırıtıyor acaba?” diye düşünerek dişlerini sıktı. “Beyim” dedi çiftçi, “Sen bize kızdın ama dedem de babam da ben de okul falan okumadık. Bu taşlar bizim gözümüzde yanlış yerdeydi. Onlar, tarlayı taşıyla ekmeye çalıştılar ben uğraştım didindim temizledim. Onlara da çok kızdım. Bunca yıl birer taş alıp kenara atsalar ben daha az çalışırdım dedim. Şu bana gönderdiğin yazıda yazmışsın. Benim yaptığım suçmuş, onların yaptığı doğruymuş.” Yetkili buraya gelirken çiftçiyle kavga edeceklerine hatta bu işin polislik, mahkemelik olacağına adı gibi emindi. Yanlış anlamıyorsa adam, kuşaklardır ailesinin malı olan tarladan vazgeçmeye dünden razıydı. “Sen konuşurken nasıl çıkacağız bu işin içinden diye düşündüm. Tarlaya el konmasını hak etmişiz beyim. Meğer yıllardır yatır üstünü tarla tutmuşuz. Yatırın ekmeği elbet bir yerden çıkacaktı. Benim babam başkasının malına çökenlere çok kızardı. Emeğim de bugüne kadar yediğimiz ekmeğin bedeli olur inşallah. Gerçi kimse bize demedi bunlar yatır, toplamayın taşları diye. Neyse artık olan olmuş! Hanım telefona mesaj göndermiş, sofra hazırmış, hadi bize gidelim, bu işin gereğini sıcacık tarhana çorbamızı içerken konuşalım” diye bitirdi cümlesini. Kültür Bakanlığı yetkilisinin dili tutulmuştu. Aklından bin tane cümle geçti, “Yatır değil kral mezarı!”, “Sen de haklısın, bir vatandaş ihbar etmese yüzlerce yıllık mezar alanından kimsenin haberi olmamış!”, “Tarhana acılı mı?”… Hiçbirini söyleyemedi. Şoförün şaşkın bakışları altında çiftçiyle kol kola girip arabaya doğru yürüdüler, mis gibi bir sonbahar sabahında mis gibi bir tarhana içeceklerdi. Şoför son anda akıl edip yumuşak tümseklerden atlaya atlaya yetkilinin çantasını alıp arabaya koştu.[1]

Esra Özer Duru, Ankara, 30 Kasım 2024.  

 

 

    



[1] Taşlı Tarla hikâyesine eklediğim fotoğraflardan ilki, Panoramio isimli bir internet sayfasına “mhasras” isimli bir kullanıcının yüklediği Iğdır’ın Harmandöven Köyünden bir tarlanın fotoğrafı.  https://web.archive.org/web/20161029124503/http://www.panoramio.com/photo/92693736

Diğer fotoğraf ise https://unsplash.com/photos/a-plowed-field-is-shown-with-a-zebra-in-the-distance-TR9cC8OLK5M?utm_content=creditShareLink&utm_medium=referral&utm_source=unsplash sitesinden alındı.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Taze Taze Hikâyeler

BEKLEME ODASI

Mart ayı ortalarıydı. Hava, okullardaki mevsim tablolarında her zaman bahara dahil edilmesine rağmen, yıllardır rolüne direnen bu aya yakışı...

Yeni Yazılardan Haberdar Olun

Kaçırmayın!