Ankara’dan görevlendirilen Kültür Bakanlığına bağlı Kültür Varlıklarını Koruma Kurulu yetkilisi resmi arabanın camından hızla geçip gittikleri tarlalara bakıyordu. Sabahın erken saatinde çıktıkları yolda arabaya önden vuran güneşin de etkisiyle mayışmıştı. Görevli şoförle yaptıkları günlük hoşbeş çabuk bitmiş, yeni açılan Niğde Otobanı’nın düzgün asfaltının sağladığı sarsıntısız yolculuk ninni etkisi yapmıştı. Şoförün Tuz Gölü’nün yakınından geçtikleri uyarısıyla teslim olmak üzere olduğu tatlı uykunun kollarından sıyrıldı. Emniyet kemerini eliyle esnetip yeniden bırakırken oturduğu yerde doğruldu. Pantolonunun ütüsü bir miktar bozulmuştu. Kılık kıyafet konusunda birtakım zorunluluklar esnetilmiş olmasına rağmen o eskisi gibi devam ediyordu. Şu araba yolculuğu için spor bir kıyafet giyip rahat edeceğine lacivert takım elbisesini giymiş ayakkabı olarak da pırıl pırıl deri, kösele tabanlı ayakkabılarını seçmişti. Birkaç ayakkabıyı arazilerin çamurlarına sapladıktan, birkaç pantolonu dikenlere feda ettikten sonra öğrendiği üzere yanına bir çift çizme almıştı. Çizmeleri bagajdan çıkarıp ayağına giyerken çevredekilerin “Maşallah pek tedbirlisiniz” yollu cümlelerini duymak hoşuna giderdi.
Tuz Gölü’nün etkisiyle toprak kireç gibi beyaz, haliyle
çoraktı. Göl havzasının kirlilik ve yanlış sulama yüzünden sürekli küçüldüğünü,
zarar gördüğünü hem görev icabı hem de haberlerden bildiği için yoldan gölü
görmeyi beklemedi. Aslında bozkır manzarasının tuz eklenmiş haliydi. Şoför, göl
manzarasını izlemek için kurulmuş gibi duran mola istasyonuna sakin bir
manevrayla girdi. Hiç itirazsız hatta mutlulukla arabadan inip serin sabah
havasını içine çekti. İhtiyaç gidermek üzere benzin istasyonuna yönelen şoför
biraz sonra çift kâğıt bardağa koyduğu nasılsa her zaman aşırı kaynar olduğu
için hem ağzı hem de eli yakan iki çayla döndü. Arabadan yeni inmelerine rağmen
sabah serinliğinde üşüyen elleriyle bardakları kavramakta bir sakınca
görmediler. Otobandan hızla geçen araçların vınlamaları dışında pek ses yoktu.
Ara ara bozkır kuşlarından birkaçı küçük bir konser bahşediyor, bazıları da
keskin bir ötüşle konserin ortasından geçiyordu. Çay bitince yeniden yola
çıktılar.
Tuz Gölü’nün tuzladığı toprakları geride bırakınca tarla
renkleri çeşitlenmeye başladı. Tarlalar, aynı çocukken çizdikleri resimlere
benzer kadastrolanmış, tuhaf geometrik şekiller halinde sıralanıyordu. Sonbahar
olduğu için çoğunda ekin yoktu. Kimi taşsız, kimi de sanki bir yanardağ
hapşırmış da her tarafa saçılmış gibi taş doluydu. Bazısı anızı yakıldığı için
siyah, bazısı daha sürülmediği için otlu çöplü saman sarısı, bazısı da sürüldüğü
için ince çekilmiş kahve gibi koyu kahverengiydi. Yan yana iki tarlanın
renklerinin bu kadar farklı olması ne tuhaftı. Sanki renkleri sınırlar
belirlemiş gibiydi. Halbuki insan toprak cinsinin aynı olmasını bekliyordu.
Neyse bu çiftçilik işlerinden çok anlamazdı. Toprakla neredeyse tek temasları
böyle bir müracaat ya da şikâyet için bakanlıktan çıktıkları zamanlarda
oluyordu.
Otobanın Mucur çıkışına az kalmıştı. Şikâyete konu tarla
çıkıştan çok uzakta değildi. Bunun gibi her görevde gerilir, öfkelenirdi.
İnsanların cahilliğini anlamak çok zordu. Kendisini öfkeyle doldurmamaya karar
verdi. Neticede devletin bir görevlisi olarak orada bulunacak, kasıt var mı,
tahribat ne boyutta rapor edecekti. Bond çantasını dizinin üstüne aldı, açtı. Bakanlığa
gelen ihbar mektubunu, koyduğu poşet dosyadan çıkarmadan yeniden okudu.
Mektupta, söz konusu arazinin yüzlerce yıllık bir mezar alanı hatta kraliyet
ailesinin gömüldüğü bir mezar alanı olduğu ancak tahrip edildiği iddia
ediliyordu. Gidecek, arazide fotoğraf çekecek, tespit yapacaktı. Doldurması
gereken evrağı hazırlayıp en üste koydu. Çantasını şöyle bir düzeltti.
Kapaktaki küçük cepten çıkardığı tarakla saçlarını taradı. Araba yolculuğunun
mahmurluğunu üstünden atmaya çalıştı. İşlerini hızlıca hallederlerse saat on
olmadan bir köy kahvaltısı yaparlar, Kaymakamlığa uğrayıp gerekli yerlere bilgi
verir, dönüş yoluna çıkarlardı.
Sağa doğru tatlı bir kıvrımla otobandan ayrılıp Mucur
sapağına yöneldiler. Beş dakika sonra şikâyete konu tarlanın bulunduğu yolun
kenarında arabayı park edecek bir cep arıyorlardı. Şoför güvenli bir yerde
durunca arabadan inip çizmelerini giymek için bagaja yöneldi. Artık hazırdı. Takım
elbisenin altında bir tuhaf duran çizmelerinden başını kaldırdığında gördüğü
manzara muhteşemdi. Fırından yeni çıkmış bir ekmek gibi koyu kahverengi uzun
çizgiler halinde sürülmüş topraktan buhar tütüyordu. Toprak, saksı toprağı gibi
yumuşak ve verimli görünüyordu. Güneş ışığının vurduğu noktalarda tozlar dans
ediyor, küçüklü büyüklü sinekler uçuyordu. Ankaralıların iyi bildiği yüksek
çözünürlüklü görüntü veren ayaz keskinliği değil de manzarayı bir miktar
yumuşatan sis hissediliyordu.
Tarlanın sahibinin geleceklerinden haberi vardı, aydınlık bir yüzle onları bekliyordu. Başında kasketi, üstünde sabah soğuğuna rağmen yıllardır Kırşehir’de bir işi olduğunda ya da düğünlerde, bayramlarda giydiği, dirseklerinin, omuzlarının rengi solmuş ve yıpranmış, tombul göbeğin üstünde iliklenmekten iliği esnemiş, iri düğmeli, beyaz çizgili yalınkat kahverengi ceketi vardı. Ayağına bayramlık ayakkabılarını giydiğine pişman, yumuşak toprağa saplanmadan yürüyebilmek için evlek aralarına basarak koşturdu. Yüzünde misafirperver ama kabahatli yakalanmış birinin mahcup gülümsemesi vardı. “Buyrun beyim, hoş geldiniz, önce eve geleydiniz bi sofra kuraydık, sabah sabah zahmet ettiniz buralara” dedi soluk soluğa. Bakanlık yetkilisi, bu karşılamanın altında ezilmemek için göz temasından kaçınarak sadece “hoş bulduk” diyebildi.
Tarlanın ortasında dört küme halinde duran taş yığınlarını
gördü. O da çiftçi gibi keseklere basarak buraya gelme sebepleri olan yığınlardan
birine doğru yürüdü. “Olan olmuş” diye düşünerek masa gibi duran bir taşın
üstüne çantasını koydu. Yığınları gözden geçirirken hepsinin etrafında şöyle
bir döndü, taşların yüzeylerine dik dik baktı. Cep telefonuyla önce genel
olarak yığınların sonra da tek tek taşların fotoğraflarını çekerken, “Tarlanın
sahibi siz misiniz?” diye sordu. “Benim” diye kekeledi çiftçi, aynı anda
genişlemiş ilikten kurtulan ceketini yeniden iliklemeye çalışıyordu. “Bana
babamdan kaldı, ona da babasından kalmış. Köyde Taşlı Tarla derlerdi buraya.
Başka malımız yoktu. Burası verimli değil diye askerden döndükten sonra kimse
bana kız vermek istemedi, ağız birliği etmişler gibi civar köylerden de
kimseyle evlenemedim. Sonra baktım olmuyor ahdettim, ben bu tarlanın taşını
ayıklarım dedim, başladım çalışmaya. Tarlaya taş ekilmiş gibiydi, tarlayı
sürerken sabanlar kırılırdı. Yıllarca yaz demedim kış demedim, gece demedim
gündüz demedim çalıştım. Tarlanın taşlarını böyle dört büyük yığın halinde toparladım.
Gücüm anca buna yetti. Taşları tarladan çıkaramadım.” Çiftçi konuşurken bir an
yetkilinin göz devirdiğini sandı, yanlışa yordu, hikâyesini anlatmaya devam
etti. “Tarlayı temizlemeye başlayınca toprak taşların altından böyle
kahverengi, yumuşacık çıkıverdi. Bu arada yaptığım iş sağda solda duyuldu. ‘Bu
adam ince işten, sabırdan anlıyor, kızımıza güzel davranır’ diye düşünmüşler,
istediğimiz kızlardan birini verdiler. Allah’ın emri Peygamberin kavliyle
evlendik. Tarla emeğimi boşa çıkarmadı, yurt yuva sahibi olduk. O zamandan beri
hanımla eker, dikeriz, neredeyse otuz yıl oldu. Herkes de bilir bizim tarlanın
hikâyesini. Şimdi kim, niye şikâyet etti, anlamadım beyim!” dedi.
Yetkili, adamın anlattıklarını dinledi. Çantasının kapağını
açarak içinden evrakları çıkardı. Kapaktaki gözden artık pek kimsenin
kullanmadığı ama kendisinin ısrarla senelerdir taşıdığı dolma kalemini aldı. Çantanın
üstüne koyduğu formlarda birkaç yeri doldurup işaretledi. Noktalı boşluğa
anlatılan hikâyeyi kendince özetleyerek not etti. Sonra ellerini önünde
kavuşturmuş işini bitirmesini bekleyen, abisi yaşındaki güneş yanığı tenli
adama dönüp “Amca” dedi. Der demez pişman oldu düzelterek, “Beyefendi, şimdi
şöyle; sizin bu tarla vakti zamanında burada hüküm sürmüş medeniyetlerden
birinin mezar alanıymış. Hatta kral mezarıymış. Sizin bu topladığınız taşlar da
mezarların taşları işte. Anlayacağınız size gönderilen yazıda da bildirdiğimiz
gibi tarihi eser. Yani biraz önce kendiniz itiraf ettiniz ya arkeolojik alanda
tahribat yapmışsınız, senelerdir de ekip dikmeye devam etmişsiniz.” Çiftçinin
yüzü değişti. “İtiraf” kelimesini sevmemişti. Zaten bir şeyi inkâr ettiği yoktu
ki. Bu işin altından nasıl çıkacaklarını bilmiyordu, yetkili sözüne devam etsin
diye bir şey söylemedi.
Kültür Bakanlığı yetkilisi, çiftçinin manasız bakışlarını
görünce onun söylediklerini anlamadığını düşünüp ses tonunu yükselterek devam
etti. “Kime sordunuz da topladınız taşları? Böyle şey mi olur? Bölgenin yanı
başı Kapadokya. Hiç mi aklınıza gelmedi bu taşların bir anlamı vardır, boşa
konmamıştır buraya! Bir kemik bir şey de gelmedi mi elinize? Herkes her önüne
gelen taşı alsın bir kenara atsın, arkadaş bu memleket tabi gelişmez, insanlar
tarihin, coğrafyanın kıymetini mi biliyor? Tutturmuşlar bir coğrafya kaderdir!
Tabi kader olur, öğrenmezsen, çalışmazsan…” Arabada verdiği kararı unutmuş,
hiçbir itiraz gelmediği halde kendi kendine yükselip nutuk çekmeye başlamıştı.
Çiftçinin bakışları manasızlıktan şaşkınlığa dönmüştü. Sanki beti benzi de
soluyor gibiydi. Biraz ötede gezinip duran şoför kavga çıkıp çıkmadığını
kontrol etmek için yaklaşmıştı. Kültür Bakanlığı yetkilisi soluklanmak için
durunca, çiftçi ağzını açacak oldu. Yetkili, itiraza pabuç bırakmadı, “Bu
araziye el konacak” dedi. “Ankara’dan gelip bakacaklar, kurtarılacak ya da
kurtarılmaya değecek bir şey varsa arkeolojik kazı alanı ilan edilecek. Dua
edin de bir şeyler kalmış olsun”.
Derin bir iç çeken çiftçi, tarlasına hem de temizlemek için
bu kadar uğraştığı tarlasına el konulacağını duyduğu halde gülümsedi. Yetkili,
“Niye sırıtıyor acaba?” diye düşünerek dişlerini sıktı. “Beyim” dedi çiftçi,
“Sen bize kızdın ama dedem de babam da ben de okul falan okumadık. Bu taşlar
bizim gözümüzde yanlış yerdeydi. Onlar, tarlayı taşıyla ekmeye çalıştılar ben
uğraştım didindim temizledim. Onlara da çok kızdım. Bunca yıl birer taş alıp
kenara atsalar ben daha az çalışırdım dedim. Şu bana gönderdiğin yazıda
yazmışsın. Benim yaptığım suçmuş, onların yaptığı doğruymuş.” Yetkili buraya
gelirken çiftçiyle kavga edeceklerine hatta bu işin polislik, mahkemelik olacağına
adı gibi emindi. Yanlış anlamıyorsa adam, kuşaklardır ailesinin malı olan
tarladan vazgeçmeye dünden razıydı. “Sen konuşurken nasıl çıkacağız bu işin
içinden diye düşündüm. Tarlaya el konmasını hak etmişiz beyim. Meğer yıllardır
yatır üstünü tarla tutmuşuz. Yatırın ekmeği elbet bir yerden çıkacaktı. Benim
babam başkasının malına çökenlere çok kızardı. Emeğim de bugüne kadar yediğimiz
ekmeğin bedeli olur inşallah. Gerçi kimse bize demedi bunlar yatır, toplamayın
taşları diye. Neyse artık olan olmuş! Hanım telefona mesaj göndermiş, sofra
hazırmış, hadi bize gidelim, bu işin gereğini sıcacık tarhana çorbamızı içerken
konuşalım” diye bitirdi cümlesini. Kültür Bakanlığı yetkilisinin dili
tutulmuştu. Aklından bin tane cümle geçti, “Yatır değil kral mezarı!”, “Sen de
haklısın, bir vatandaş ihbar etmese yüzlerce yıllık mezar alanından kimsenin
haberi olmamış!”, “Tarhana acılı mı?”… Hiçbirini söyleyemedi. Şoförün şaşkın
bakışları altında çiftçiyle kol kola girip arabaya doğru yürüdüler, mis gibi
bir sonbahar sabahında mis gibi bir tarhana içeceklerdi. Şoför son anda akıl
edip yumuşak tümseklerden atlaya atlaya yetkilinin çantasını alıp arabaya
koştu.[1]
Esra Özer
Duru, Ankara, 30 Kasım 2024.
[1] Taşlı
Tarla hikâyesine eklediğim fotoğraflardan ilki, Panoramio isimli bir internet
sayfasına “mhasras” isimli bir kullanıcının yüklediği Iğdır’ın Harmandöven
Köyünden bir tarlanın fotoğrafı. https://web.archive.org/web/20161029124503/http://www.panoramio.com/photo/92693736
Diğer fotoğraf ise https://unsplash.com/photos/a-plowed-field-is-shown-with-a-zebra-in-the-distance-TR9cC8OLK5M?utm_content=creditShareLink&utm_medium=referral&utm_source=unsplash
sitesinden alındı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder