Gündemimiz uzun zamandır İstanbul Sözleşmesi (İS) ile dolu. Araya başka tartışmalar girse de işlenen yeni bir kadın cinayeti ile konuya geri dönüyoruz. İS, toplumu, sözleşmeyi destekleyenler ve desteklemeyenler olarak ikiye böldü. Hâlbuki insaf ölçüsünde bir tartışma eleştirilerle birlikte öneriler de içermeliydi. Tersine, en çok göze çarpan, tarafların sözleşmeyi bir kere bile okumadan fikir sahibi oluşları ve üslupları oldu. Sözleşmenin tamamını okuyan insan sayısı oldukça düşük. Bu nedenle eleştirilerin büyük bir kısmı “şu söyledi, bu söyledi” düzeyinde kalıyor. Uzmanlık alanları belli olmayan bir grup sosyal medya fenomeni, insanların fikir ve inançlarını bildikleri gibi yönlendiriyor. Bu okumayıp oradan buradan duyma hali, aslında sözleşme metninde bulunmayan kavramlar/ifadeler nedeniyle sözleşmenin eleştirilmesini beraberinde getiriyor. Ben de bu doğrultuda sözleşmenin içeriğine ve çatışma alanlarına dair birkaç not çıkarttım. Taraf olacaksak da, eleştireceksek de bilmeliyiz değil mi?
Öncelikle sözleşme 2011 yılında Türkiye’nin ev sahipliğinde
imzalanıyor. 81 maddeden oluşuyor ve toplam 30 sayfa. Türkiye imza koyan ilk
ülke ve hızlı bir şekilde uyum yasalarını hazırlıyor. Bu çerçevede 6284 sayılı
yasa çıkarılıyor. İS’nin maddeleri, sadece Türkiye’ye özgü biçimde değil, sözleşmeye
taraf olan diğer devletlerin sosyal gerçeklikleri de göz önünde bulundurularak
yazılıyor. Bütün diğer sözleşmeler/yasal metinler gibi tanımlar, ihtiyaçlar ve
uygulamaya ilişkin hükümler içeriyor.
Şiddete karşı adaleti
ayakta tutabilecek miyiz?
Giriş kısmında kadına karşı şiddetin önlenmesine dair bir
metne neden ihtiyaç duyulduğu, bu iki cins arasındaki ilişkinin doğasına
işleyen hiyerarşiye dikkat çekilerek çok yönlü ifade ediliyor. Sözleşme,
topluma yayılmış ve uzun yıllardır geniş kitleler tarafından benimsenmiş
hiyerarşik ataerkil düzeni ve onun uygulamalarını “toplumsal cinsiyet” olarak tanımlıyor. Bu, Türkiye’de İS’ye karşı
çıkan kesimin eleştirdiği ilk kavram. Toplumda, erkeklerin kadınlardan üstün
olduğunu ya da olması gerektiğini düşünenler, bu durumun kadınlara karşı
ayrımcılık yapılmasına ve kadınların tam anlamıyla ilerlemelerinin
engellenmesine yol açtığını göremeyebilir. O nedenle bu üstün durumun devletin
imzaladığı bir sözleşme eliyle sarsılmasını da yanlış bulabilirler. Ancak toplumdaki
bir cinsiyetin diğerine üstün olduğu inancının beraberinde birtakım şiddet ve
haksızlık döngülerini getirdiğini de görebilmeliler. Bu döngüyü durdurabilmek
için yasal düzenleme yapılmasının gerekmesi insanların buradaki haksızlığı
kendiliklerinden göremediğini ispatlıyor.
Toplumun cinsiyeti
erkektir, erkek kalacak!
Aslında toplumun fobilerini de özetleyen toplumsal cinsiyet,
“Herhangi bir toplumun kadınlar ve erkekler için uygun olduğunu düşündüğü
sosyal anlamda oluşturulmuş roller, davranışlar, faaliyetler ve özellikler…”
olarak tanımlanıyor. Örneğin ev işlerinin, örgü örmenin, çocuklarla
ilgilenmenin, pembe giymenin kadın davranışı şeklinde görülmesi. Bu toplumsal
cinsiyet kavramı hayatımızda o kadar içselleşmiş ki... Örneğin meslek
seçimlerinde çok büyük rol oynuyor.
Şefkat, merhamet, bağ kurma gerektiren meslekler, kadın doğasına uygun; güç
kullanımı, zorluk koşulları, tarafsızlık, analiz yeteneği/analitik bakış açısı
gerektiren meslekler ise erkek cinsine uygun olarak tanımlanıyor. Erkek bir
anaokulu öğretmeni/hemşire topluma tuhaf görünürken, kadın kaportacı hala haber
değeri taşıyor. Yüksek statülü mesleklerde cinsiyetin belirleyici bir rolü
olmaması beklenirken bu gruplardan doktorlar, uzmanlık alanı seçimlerinde
cinsiyeti bir ölçü olarak koyuyor. Kadın
hâkim ve savcılar hala birçok insanın dikkatini çekiyor. Yani cinsiyetlerin kendine has yatkınlıkları, seçimler üzerinde
tahakküme neden olmamalı. Bunlardan hareketle kısıtlayıcı tanımlar yapılmamalı,
cinsiyetler ve toplumsal roller arasında esnek bir alan bırakılabilmeli. Bu
durum hiyerarşik bir dayatmaya dönüştürülmemeli. Bir cinsiyetin kaçındığı
işleri yapmaya diğer cinsiyet mecbur bırakılmamalı.
İS’ye karşı olanlar, şiddete ve başka insan hakları
ihlallerine yol açan “toplumsal cinsiyet” kavramıyla mücadele edilmesi halinde
cinsel kimliklerin inşasının zarar göreceğini ifade ediyorlar ki, kavram ve
kapsamına karşı verdikleri uğraş bu inanca dayanıyor. Bu kapsamda toplumsal
cinsiyet eşitliğini anlatan eğitim faaliyetleri; erkeğin kadına üstünlüğü ”toplumsal
doğru” sanıldığı için kadının kadınlığına, erkeğin erkekliğine zarar vereceği
zannıyla eleştiriliyor. Yani bir ders
kitabında anneyi değil de babayı bulaşık yıkarken gören bir erkek çocuk, cinsel
kimliğini inşa edemez, sapıtır maazallah! Ya da hayatını “Babam bulaşıkları
yıkamaya yardım ederse annem mi olur?” sorusunun ağırlığı altında geçirmeye
mahkûm olur. Çünkü mesela lohusa, çalışan ya da sadece yorgun eşinin yükünü
hafifletmek, hayatı paylaşmak için dahi olsa bulaşığın, yemeğin, ev işlerinin
ucundan tutmak “erkekliğe” zarar verir. “Kadın 24 saat anne/ev kadını/meslek
sahibi/evlat olmalı ama erkekler bu rollere sadece istedikleri zamanlarda ve
istedikleri kadar girmelidir. Çünkü erkek/baba/meslek sahibi/evlat olmak bunu icap
ettirir.” Burada şunu sormak gerekiyor: Sık sık dile getirilen sünnette,
Rasulullah’ın, her işini kendisinin yaptığını anlatan kısım neden es geçiliyor?
Devamı için mücadele verilen geleneksel yapı, Müslüman bir insanın adil bulabileceği
bir aile hayatı, medeniyet inşası önerisi mi?
Çocuklar cinsiyet
kimliğini legodan mı yapıyor?
Psikolojik açıdan asıl soru, erkeğin, baba/eş olarak ev içi
rollerinin azaltıldığı hatta isteğine bağlandığı bir ortam çocuklarda nasıl bir
cinsel kimlik inşa eder? Annesinin sürekli çalışıp çabaladığını gören kız
çocuğu, “çile çekmenin” cinsiyetine yazılı bir kader olduğunu düşünüp, “çekmek”
istemediği için evlilikten uzak durmaya, ilk sıkıntıda korkarak boşanmaya veya
annesi gibi bu “çile” yolunu kabullenmeye yönelmez mi? Babasının günlük
hayatlarında bir sorun olarak tanımlandığını gören erkek çocuk, annesini ve
başka kadınları ezmemek için erkek olarak var olmakla savaşmaz mı? Çocuklar
cinsel kimliklerini içinde bulundukları aile kurumunda ebeveynine bakarak
oluşturmaz mı? Bu açıdan kişiliğin oluşumunu etkileyen faktörler arasında
ailenin belirleyici olduğunu kabul etmek yanlış olmaz.
Çok tepki gören bir diğer ifade “cinsel yönelim”. Bu kavrama gösterilen tepki aslında toplumsal
cinsiyet kavramına gösterilenle iç içe geçmiş durumda. Sözleşme boyunca sadece
bir kere geçiyor ve başka birçok özelliğin yanı sıra “cinsel yönelim”i ne
olursa olsun, hiç kimsenin şiddet mağduru olmaması gerektiğine dikkat çekilen
bir cümlenin içinde yer alıyor. Başka “cinsel yönelim”leri, bu yönelimler
arasındaki evlilikleri teşvik eden, meşru kılan herhangi bir ifade de metinde
bulunmuyor. İS’nin 4. Madde 3. Fıkrasında şiddeti önlemek için “taraflar tedbirlerin cinsiyet, ırk, renk,
dil, din, siyasi veya başka bir görüş, ulusal veya sosyal köken, bir ulusal
azınlıkla bağlantılı olma, mülk, doğum, cinsel yönelim, toplumsal cinsiyet
kimliği, sağlık durumu, engellilik, medeni hal, göçmen veya mülteci statüsü
veya başka bir statü gibi, herhangi bir temele dayalı olarak ayrımcılık
yapılmaksızın uygulanmasını temin edeceklerdir” deniyor. Sayılan insanların
sayılma sebeplerinden dolayı şiddet görmelerinin engellenmesi onların temel
insan hakları, devletin de temel ödevi. Bir mültecinin mülteciliği nedeniyle
sokakta, evde ya da resmi bir kuruluşta ayrımcılığa, şiddete maruz kalmasına
karşı çıkmaz mıyız? Dinen yasaklandığı, toplumun cinsel sağlığı açısından
sakıncalı olduğu ya da tedavi gerektiren bir rahatsızlık olduğu vs. için
kendisini farklı cinsel yönelimlerle tanımlayan bir insanın şiddete uğramasına
onay mı veririz? Hiçbirimiz başka bir insana kendisine dair yaptığı tanımlardan
dolayı şiddet uygulayamayız. Aynı şekilde hepimiz de böyle bir şiddetin nesnesi
olmamak için devletin yanımızda olmasını bekleriz. Evrensel ahlak prensipleri
de bunu gerektirir.
Diğer yandan Hümeze Suresinde, insanlara duyduklarında
hoşlarına gitmeyecek, onları fiziksel, ruhsal yönden aşağılayan sıfatlarla
seslenmemek konusunda uyarılıyoruz. Hucurat Suresinde kötü zandan, insanları
hor görmekten yahut gözden düşürmek ve karalamak için lakaplar takmaktan
kaçınmamız buyruluyor. Başka bazı suçlamalar için de Nisa Suresinde emredildiği
gibi dört şahit getirilmesi gerektiğini hepimiz biliyoruz. Buna rağmen
insanları şahidimiz bulunmayan ya da çirkin fiilleri tarif eden sıfatlarla
anmak hangi medeniyet perspektifine, salih amel tarifine yakışır?
Takım elbiseli sempatik
(!) katillerimize ne olacak?
İS bölüm 3, Madde 12’deki “taraflar kadınların daha aşağı
düzeyde olduğu düşüncesine veya kadınların ve erkeklerin toplumsal olarak
klişeleşmiş rollerine dayalı ön yargıların, törelerin, geleneklerin ve diğer
uygulamaların kökünün kazınması amacıyla kadınların ve erkeklerin sosyal ve
kültürel davranış kalıplarının değiştirilmesine yardımcı olacak tedbirleri
alacaklardır” ifadesi geleneklere savaş ilanı olarak nitelendiriliyor. Sözleşmeye
göre “namus” kavramı da herhangi bir şekilde hafifletici sebep olarak asla
kullanılamayacak. Sözleşmede savaş açılan geleneklerin zaten insanları ezen,
inciten, şiddetin nesnesi ya da öznesi yapan gelenekler olduğunu neden
göremiyoruz? Gencecik çocuklara “namus” cinayeti adı altında kız kardeşlerini,
kuzenlerini öldürten bir geleneğe gerçekten sahip çıkılabilir mi? Aslında bu
madde kız çocuklarının ve kadınların “namus”un onlar üzerinden görünür
kılındığı bireyler olması durumunu ortadan kaldıracak. Kızlarımızın zinadan
uzak durmasını bekliyorsak, erkeklerimizin de aynı derecede sorumluluk sahibi
olduğunu herkese anlatmalıyız. Takım elbise giyip pişman olduğunu ifade eden ya
da “namusumu temizledim” deyince hükmü azaltılan sanıkların varlığı toplumun adalet
duygusunu rencide etmez mi? Daha da önemlisi kadınlara karşı işlenen suçlarda
suç ve ceza arasındaki orantı kurbanın aleyhine bozulmaz mı? Bu da kadınlara
karşı suç işlenmesini kolaylaştırmaz mı? Sözleşmeyi bütün olarak eleştiren
muhafazakâr kesimlerin cinayetler işlendiğinde sık sık gündeme getirdiği
“kısas” kavramıyla hafifletici sebep algısı bağdaşır mı? Kız torununu erkek
torununa öldürtüp üzerine beton döken dedenin vahşetini hangi gelenek üretti?
Eski çocuklara
“süresiz nafaka”, yeniler “ot” mu yesin?
İddialardan bir diğeri de sözleşmenin aile kurumunu yıktığı...
Bu iddiaya dayanak olarak halk arasında şiddet mağduru kadın ve çocuklara
sağlanan genel destekler gösteriliyor. Çünkü kadınlar devletin kendilerine
sağladığı koruma ve hayatını hasarlı evlilikten sonra yeniden kurma imkânları
sayesinde boşanmayı göze almaya başladı. Perspektifimiz Kur’an olduğu için
burada da şunu sormak gerekiyor. Rabbimiz mutlu olunmayan evlilikler için
güzellikle boşanmayı helal kılıyor. Böyleyken bizler bir kadının boşanmasının
ardından çocuklarıyla birlikte yeni bir hayat kurmasına sağlanan imkânları
neden çok görüyoruz? Kaldı ki bunları devlet sunuyor. Kadınların kendilerini
güvende hissederek ve borç altında kalmadan kullanabileceği en güzel imkân
değil mi bu? Bir mümin başka bir mümin kardeşinin, çektiği zulme rağmen o
evlilik içinde kalması gerektiğini nasıl söyler?
Geçmişte birçok boşanmaya şahit olduk. Bu olaylarda
“dostlar” arasında ya da mahkeme tarafından takdir edilen nafakayı babanın
ödememesi yüzünden anne ve onunla birlikte kalan çocukların yaşadığı
sıkıntıları gördük. Bunları kendi çocuklarına yaşatan insanların şimdi sözleşmeye
karşı çıkan tarafta yer alması hiç şaşırtıcı değil. Ama insan düşünmeden
edemiyor. Geçmişte olduğu gibi şimdi de boşanan kadınlar, çocukların geçimini
nasıl temin edecek? Ortak çocukların bakım sorumluluğu Kur’an’da babaya
verilmişken, aksayan evliliğine son verip yeni evliliklere deyim yerindeyse
yelken açan baba, çocuklar için belli bir süre ve sınırlı miktarda nafaka
ödeyip sonra bundan da “kurtulmayı” nasıl düşünebilir? Kadın hep mağdur ve eski
kocaya muhtaç kalsın da “burnu mu sürtülsün”? Burada şunu belirtmek gerekiyor:
Sözleşmede “süresiz nafaka” diye bir kavram yok. Hatta taraflardan biri
diğerine tazminat ödemeye mahkûm edilirse, mahkeme failin ödeme gücünü dikkate
almak durumunda. Süresiz nafakaya hükmedilmesi de eğer davaya özel şartlar göz
önünde bulundurularak verilmiş bir hüküm değilse mutlaka konuşulmalı, adalet
zemininde bir karara bağlanmalı.
Sözleşmenin nihai hedefleri arasında hepimizin geçmiş
yıllarda şahit olduğu acıların önlenmesi gibi hedefler de var. İS kadınların
barış zamanında olduğu gibi savaşlar ve çatışma ortamlarında da cinsiyetlerine
yönelik şiddet olaylarının kurbanı olmalarını engellemeyi hedefliyor. Vietnam’da,
Japonya’da, Bosna’da yaşanan savaşlardaki gibi savaşın ilk ve en büyük mağdurunun
kadınlar olması belki İS aracılığıyla engellenebilir. Çünkü bir milleti, bir
insanı incitmenin en kolay ve en acı verici yolu kadınlara uygulanan şiddetten
geçiyor.
Sözleşmenin başka bir maddesi, Türkiye’de çok yaygın olan erken
evlenme nedeniyle yeni mağduriyetler ve yeni tepkiler doğuruyor. Bu madde 18
yaşın altında ve tarafların rızasının olduğu varsayılan evliliklerde aleyhte
işliyor. Resmi nikâh kıyılmadan yapılan 18 yaş altı evlilikler resmi nikâh
yapılırken yetkililerin önüne gelmiş oluyor. Böyle olunca ebeveynler hakkında
soruşturma re’sen başlatılıyor. Ya da nikâh sırasında dahi, bir kız,
yetkilileri arayarak zorla evlendirildiğini ifade ederse devlet müdahil oluyor.
Kız çocuklarının genel anlamda herhangi bir söz hakkı olmadığını düşünen aileler
için bu durum tabii ki sorun. Çünkü devlet ailenin yetki alanına müdahale etmiş
oluyor. Bir de çoluk çocuğa karışmış insanların yıllar sonra resmi nikâh süreci
sırasında yargılanması ve hapis cezası alması da başka büyük sorunlara yol
açıyor, sanki yasa geriye yürümüş gibi bir algı oluşuyor. Bu durumla ilgili bir
düzenleme yapılması bu sıkıntıları giderebilir. Ancak herhangi bir sebeple
erken evlendirilmiş ve çoluk çocuğa karışmış ailelerin mağduriyetlerini
önlemeyi amaçlayan bir yasal düzenleme girişimi bazı çevrelerin
ideolojik/siyasal tepkileri sebebiyle sonuçlandırılamadı.
Şahidi Allah olan
kadın
İS’de yer almayan ama eleştiri bombardımanından nasibin i
alan bir diğer ifade ise “Mağdurun beyanı esastır”. Bazı kesimler bu ifadeyi
kasıtlı olarak “kadının beyanı esastır”a dönüştürüyor. Kimse de asıl metinleri
okumadığı için bu dönüşüme itiraz etmiyor hatta fark etmiyor. Doğru haliyle
“mağdurun beyanı esastır” ifadesi, İS’nin yürürlüğünü düzenleyen 6284 sayılı
yasada geçiyor. Aslında bu yasaya konmadan çok önce de Yargıtay’ın bir
kararında yer almış. Söz konusu kararda, bir kadın ya da çocuğun, iddiasını
delillerle destekleyemediği durumlarda, “kendi şerefini çiğneyerek kimseye
taciz, tecavüz suçlaması yapmayacağı” göz önünde bulundurularak beyanın esas
teşkil etmesine karar veriliyor. Bu ifade, delil yetersizliği hallerinde ve
acil müdahale gerektiğinde mağdurun yeniden zarar görmesini engellemek amacıyla
tedbir almaya yönelik ve hiçbir cinsiyet göndermesi içermiyor. Geçtiğimiz
günlerde haberdar olduğumuz bir olayda, asansörde site görevlisinin tacizine
uğrayan mülteci çocuğun durumu bu kural sayesinde netleşti. Bu çocuğun
Allah’tan başka şahidi yoktu ve diğer site görevlileri kendilerince “dayanışma”
göstererek karakter şahitliği yapıp arkadaşlarının böyle bir şey yapmayacağını
söylediler. Ama Türkiye’nin imzası bulunan İS ve 6284, devletin soruşturmaya
müdahil olmasını zorunlu kıldı ve işlemler kendiliğinden yürüdü, görevlinin
işine son verildi ve dava başlatıldı.
Mülteci demişken, İS’deki bazı hükümler (toplumsal cinsiyete
dayalı iltica talepleri başlığı altında), zorla evlendirme, çocuk yaşta
evlendirme gibi durumlarda kalan mağdurlara sığınma hakkı verilmesini zorunlu
kılıyor. Birtakım Avrupa ülkelerinin taahhütten çekildiği maddeler de aslında
bu maddeler. Yani bazı AB ülkeleri mültecilikle ilgili koşulları karşılamak ve
iltica taleplerini kabul etmek zorunda kalmamak için sözleşmeden imzalarını
çekiyorlar. Ancak Türkiye’de, kamuoyuna bu ülkelerin imza çekme sebepleri öylesi
daha kullanışlı olduğu için ahlaki duruşmuş gibi yansıtılıyor. Düşünüldüğünde,
örneğin Afganistan’da, 65 yaşında bir adamla, bu evliliğin aileye kazandıracağı
para yüzünden evlendirilmeye çalışılan ve “diri diri toprağa gömülen bir kız
çocuğunun” müsebbibi olmayı kim ister? Erkek kardeşinin okutulması için 70
yaşında bir adama 100 bin liraya satılan 20 yaşındaki kızın çalınan hayatını
kim öder?
Sonuç olarak, İstanbul Sözleşmesi, kimseye fiziksel ya da
cinsel şiddet uygulamak niyetinde olmayan, ahlaklı bir hayat kurma idealine
inanan insanlar için bir sorun teşkil etmiyor aslında. Ama kasıtlı yorumlarla
çarpıtılan maddeler, bağlamından koparılan kavramlar bizi bir süre daha meşgul
edeceğe benziyor. Bu durum okumayı sevenler için yeni bir ev ödevini de gerekli
kılıyor. İstanbul Sözleşmesinin yürürlüğünü sağlayan 6284 sayılı yasa ne diyor?
Bakalım önümüzdeki günler sosyal medya fenomenlerini mi, yasayı hakkıyla okuyup
eleştirilerini, önerilerini sıralayanları mı galip getirecek? Umalım sağduyu
galip olsun.
Esra Özer Duru, Ankara, Eylül 2020.