19 Ağustos 2021
BASRİ GÖRÜR NE ZAMAN GÖRÜR 1?
07 Ağustos 2021
CAM ŞİŞELERDE HAYAL KIRIKLIKLARI
Hayal Kırıklarını Şişelere Dolduran Adam
Yaşlı adamın küçük bir dükkânı vardı. Yıllardır
biriktirdiği minik cam şişeleri el yapımı, ahşap raflara dizerdi. Bu kasabaya
çok eskiden yerleşmiş, sessiz sakin, kimseye zararı olmayan bir ihtiyardı. Ama kasabalılarla
sıkı fıkı bir bağ da kuramamıştı. Dükkân komşuları arasında gençliğini
hatırlayan kimse yoktu. Sanki oraya geldiğinde bu yaştaydı. Herkes, sabahları
erkenden açıp akşama kadar şişelere bir şey doldurduğu dükkânının önünden
geçer, ama bir şey almayı düşünmezdi. Kasabaya geldiği ilk günlerde siftah
yapmak için ziyaret etmişler, elle tutulur, gözle görülür bir şey satmadığını
anladıklarında bir daha uğramamışlardı. Ne de olsa millete somut şeyler
lazımdı. Onlar belli bir para verir, karşılığında mesela iki kilo domates
alırlardı. Zaten almadan vermek sadece Allah’a mahsustu.
Erbabına!
İhtiyar adam, sabahları erkenden dükkânını açar,
içeriyi süpürdükten sonra raflara özenle dizdiği şişelerin tozlarını alırdı. İşi
bitince tek tek, konuşa konuşa, hangi şişede ne olduğunu bilerek, yerlerini hiç
karıştırmadan, şişeleri raflara geri koyardı. Arkasına saklandığı, cilası camdan
vuran güneşle kurumuş ve kavlamış masasının tozunu alır, tam ortasına büyük not
defterini yerleştirirdi. Şişelerin hiçbirinde etiket yoktu. Besbelli hangi
şişede ne olduğu bu büyük defterde yazıyordu. Kasaba sakinleri öyle olduğunu
tahmin ediyordu. Dükkânın içi temizdi ancak ihtiyar vitrine pek önem vermezdi.
Ne de olsa sattığı şeyler erbabı içindi. Onun için vitrin parlatıp reklam
yapmanın anlamı yoktu. Sessiz sessiz gelir, dükkanını açar, şişelerinin tozlarını
alırdı.
Çocuklar bilseydi…
Kasabalar küçük yerlerdi ve yabancı bir yüz hemen
dikkat çekerdi. Bu yüzden ihtiyar adamın kasabaya kabul edilişi biraz sancılı olmuştu.
Geldiği ilk zamanlar çocukların tacizleri başta olmak üzere epey badire
atlatmıştı. Hatta bugüne kadar, kasaba sakinlerinin ilk girişimleri dışında,
dükkâna giren çıkan görülmemişti. Çocuklar ihtiyarın şişelerinde neler olduğunu
bilselerdi, herhalde çok sevinirdi.
Hayallerin hayalleri
Şişelerin içine yakından bakıldığında bile hiçbir şey
görünmüyordu. Aslında ihtiyar, şişelere hem kendisinin hem de tanıdığı
insanların gerçekleşmeyen hayallerini dolduruyordu. O kadar çoktu ki bunlar; vazgeçilmiş,
unutulmuş, vaktiyle kurulmuş ama sonra bir kenara atılmış bir sürü hayal. İhtiyar
adam bunları bulur, terk edildikleri yerden çekip alır, hiç olmazsa
yalnızlıklarını başka gerçekleştirilmemiş hayallerle paylaşabilmeleri için
dükkanına getirip şişelere doldururdu. Alnının zaten derin çizgilerini tekrar
tekrar kırıştırarak, hayallerle konuşur, onların neden bu hale düştüklerini
yaşlı kafasında anlamaya çalışırdı. Sonra onları avutur, bir gün bir yerde
gerçekleşebileceklerine dair bir hayal verirdi her birine. Hayallerin de
hayalleri vardı yani. İhtiyar, bunun boş bir hayal olduğunu düşünse de engel
olamıyordu kendisine. Çünkü ona göre hayali olmayan bir insan boş bir cam
şişeye benzerdi. Onun için herkesin küçük büyük bir hayali olmalıydı mutlaka.
Şişelerdeki
sır
İhtiyar adam ölüme yaklaştığını anlayınca topladığı
bunca hayalin ziyan olmasını istemedi. Onun için kasabalının kendisinden hiç
ummadığı bir çeviklikle, bütün dükkanları, bütün evleri dolaşıp herkesin küçük
meydana toplanmasını istedi. Hani büyük çeşmenin oradaki, caminin karşısındaki.
Merakla toplandı kasabalılar. İnsanlar birbirleriyle fısıldaşıyor, ihtiyarın
kendilerini buraya neden çağırdığını anlamaya çalışıyorlardı.
Adam, dükkanındaki bütün şişeleri dizdiği arabayı, kan
ter içinde itekleyerek meydana vardı. Şişelerin hepsi raflardaki gibi özenle
dizilmişti arabaya. Arabasını çeşmenin yanına yaklaştıran adam, yalağın
kenarına çıktı. Böylece herkesi görebilecekti. Bugüne kadar nadiren duyulmuş
olan sesindeki pürüzü giderebilmek için bir iki kez kısa kısa öksürdü.
Şapkasını düzeltti. Yeleğinin cebindeki saatine baktı, saatinin zincirine
dokundu sevgiyle. Kalabalık sabırsızdı. Yağmur havası yoktu ama olsun çabuk
konuşsundu ihtiyar adam, belki yağmur yağardı. Küçük kasaba için adamın varlığı
zaten zorken, bir de onu dinlemek için toplanmış olmak çekilmezdi.
Kısa konuşacaktı adam. Çeşmenin yalağından inerek, arabasından mantar tıpalı şişelerden birini aldı. Kalabalığa şöyle bir baktı. Çocuklar meraktan kıpır kıpırdı. Onların arkasında duran bir kadına baktı. Kadın, ihtiyar adamın, gerçekleştiremediği bütün hayalleri gözlerinden okuduğunu sandı, gözlerini sakladı. Adam, şişeyi uzattı ona, içinde başörtüsü yüzünden vazgeçtiği okulu olduğunu söyledi. Sonra kendisi gibi yaşlı görünen bir adama yöneldi: “Üniformalı oğlunla çektirmek istediğin fotoğraf var bu şişede.” Bir başkasına başka bir şişe verdi, “annen doktorsuzluktan ölünce olmaya söz verdiğin ama yasaklar yüzünden yapamadığın mesleğin”. Bir diğerine uzattı şişesini “vicdani gelgitlerin” diye. Başka
birine verdi şişeyi, “bir türlü verim alamadığın salatalık fidelerin”… “Sahibi olamadığın evin”, “alamadığın traktör”, “görmeyi çok istediğin okyanus”…Özgür
bir ülke…
Çok sevdiği şişelerin her birini tek tek sahiplerine
verdi. Geride tek bir şişe kaldı. Herkes merak içinde gözünü dikmiş şişeye
bakıyordu. Adam uzanıp şişeyi eline aldı. “Bu” dedi “benim hayalim. Yıllarca
bekledim onu, gerçekleşmeyeceğini bile bile. Bu küçücük şişenin içinde özgür
bir ülke hayali vardı”.
Ve adam batmakta olan güneşe doğru yürüdü. Kasabalı,
ellerinde mantar tıpalı şişeler, meydanda öylece kalakaldı. Küçük dükkânındaki
şişelerde hayaller biriktiren yaşlı adamı bir daha gören olmadı.
Esra Özer Duru, Ankara, Turuncu Dergisi, Mayıs 2007, gözden
geçirme Temmuz 2021.
03 Ağustos 2021
VEDA
Her şeyi bilen Allah (c.c.), insanların, ölüme itiraz edecek kadar hayata bağlanacağını bildiğinden iman edenleri uyardı: “Her nefis ölümü tadıcıdır”.
Bir zamanlar biri, ölen öğrencisine, “Ölümün konuştuğu yerde bize susmak düşer” sözleriyle veda etmişti. Bu veda, kalanların içine işlemişti.
“İşte geldik gidiyoruz
Şen olasın Halep şehri”
Bir daha çiçekler ne zaman açar? Yapraklar ne zaman dökülür? Kar ne zaman yağar? Sabah ne zaman olur, güneş nereden doğar?
Çocukluğumuzun, gençliğimizin, yaşlılığımızın, hayatımızın
geçtiği bu evlerin içinde başka çocuklar ne zaman koşar?
I. VEDALAŞAN
Bazılarıyla sessizce vedalaştı, bazılarıyla sesli. Hayatında ne çok iz bırakmışlardı ve o, onların hayatında ne çok iz bırakmıştı. Bunları düşünmek için bolca vakti olmuştu. Tuhaftı ama bir bakıma, ne zaman öleceği aşağı yukarı belli olduğu için, başkalarından şanslıydı. Bir nimet gibi gördüğü “az zamanı kaldığını bilmenin” iyiliklerinden faydalanmalıydı. Ya kalpleri kırdıysa ya birilerini incittiyse? Dostlarını bir bir aradı. Hayatına girip kalanları, şöyle bir uğrayıp geçiverenleri, aklına gelen herkesi... Hiç kimseyi unutmamaya çalıştı. Onlara cenazesinin nereden kalkacağını söyledi, mezarının yerini tarif etti. Sadece zamanını söyleyemedi ama hepsiyle vedalaştı. Ahizenin öbür tarafından gelen kırık dökük sözcüklerle... Sanki şehirlerarası bir yolculuğa çıkar gibi... Karşısındakiler ona ne söyleyeceklerini bilemediler. “Allah yardım etsin”, “Allah’a emanet ol”, “Allah biliyor ki, kırmadın bizi!” Vedaların ortak noktası hep aynıydı: ALLAH. Bundan sonrası Allah’a aitti. Öncesi de öyleydi zaten ama artık sadece Rabbi ile baş başa kalacaktı. Nedense hep ölüme yakın hatırlanan Allah! Tüm kâinat bize faniliğimizi hatırlatırken baş başa kalmaya pek vakit bulamadığımız Allah! Ondan gelip ona döneceğimiz Allah… Kalplerdekini bile bilen Allah… Bize şahdamarımızdan yakın Allah…
Peki kalanlar? Onlar ne yapacaktı ardından? Ailenin reisi,
evin direği hayatlarından kayıp gidiverince, nüfustan düşüverince, onlar ne
yapacaktı? Gözünden bile esirgediği biricik evlatlarının kendisi yüzünden
ıstırap çekmelerine nasıl dayanacaktı? Ama Allah, evlere sığmayan acıları,
kalplere sığdırmıyor muydu? Çocuklarına, eşine sabır verirdi. Herkes nasıl
dayanıyorsa, dayanmak öyle öğrenilirdi.
II. VEDALAŞILAN
Gitme dense de gidecekti. Allah’ın emri söz konusu olunca kulların boynu kıldan inceydi. İnsanın etrafındakilerle böyle vedalaşması ne tuhaftı. Hem de iyiydi. Mezarlıklar hayata dört elle sarılmışken vedalaşamadan giden fanilerle dolu değil miydi? Allah, insanı var ederken ölümü de yaratmıştı. Şimdi ölüm, kimse kendisine kondurmazken, onu beklemezken gelmişti. Hâlbuki herkes gibi sağlarına, sollarına uğrar, onları es geçer zannetmişlerdi.
Giden Allah’a yürüyordu. Bu yola taş koymak olmazdı. Zaten konacak taş bulunmazdı. Sadece, baki olan Allah’a kalpten bir yakarış!
III. VEDA
Birçok ölümün aksine bu ölümde bütün vedalar yapıldı, hazırlıklar tamamlandı. Yine de bazıları için beklenmedik, bazıları için alışılmazdı.
İnsan, ölümün karşısında daima şaşırır.
“En son ölüm gelir yine de erken deriz”.
Öyleyse ölümün konuştuğu yerde herkes susacak, Allah’ın kelimeleriyle “Veda” konuşacak:
“Onlara bir musibet isabet ettiğinde, derler ki: ‘Biz Allah’a ait kullarız ve şüphesiz O’na dönücüleriz’.” (Bakara Suresi, 156)
“Senden önce hiçbir beşere ölümsüzlüğü vermedik; şimdi sen ölürsen onlar ölümsüz mü kalacaklar? Her nefis ölümü tadıcıdır. Biz sizi, şerle de hayırla da deneyerek imtihan ediyoruz ve siz bize döndürüleceksiniz” (Enbiya Suresi, 34, 35).
“De ki: ‘Elbette sizin kendisinden kaçtığınız ölüm, şüphesiz sizinle karşılaşıp buluşacaktır. Sonra gaybı da müşahede edilebileni de bilen Allah’a döndürüleceksiniz; O da size yaptıklarınızı haber verecektir.” (Cum’a Suresi, 8)
“O, amel (davranış ve eylem) bakımından hanginizin daha iyi (ve güzel) olacağını denemek için ölümü ve hayatı yarattı. O, üstün ve güçlü olandır, çok bağışlayandır.” (Mülk Suresi, 2)
Esra Özer Duru, Ankara, Aralık 2007, Turuncu Dergisi, Gözden geçirme 10.6.2021.
06 Temmuz 2021
BALIK HAFIZALARI VE ALGILARI ÇAĞINDA HAYALİ BİR TELEFON GÖRÜŞMESİ
- Alo! Nasılsın, iyi misin?
- İyiyim, teşekkürler.
- Gerçekten iyi misin?
- İyiyim dedim ya!
- Yani hiçbir sıkıntın, derdin, hastalığın, üzüntün
yok mu? Gündeme takmadın mı mesela? Ya da grip belirtileri hissetmiyor musun
vücudunda?
- Hayır!
- Emin misin?
- Kardeşim sapık mısın sen? Eminim, yok bir derdim!
- Bak bir daha seninle bu kadar ilgilenen birini
bulman zor, haberin olsun. Hazır bulmuşken birini, söyle derdini…
- Allah Allah! Git ya, çattık belaya!
- Farkında mısın, her gün konuşuyoruz da seninle, ben
hiç sormuyorum bir derdin var mı diye? Sen de bana sormuyorsun aynı şekilde.
Birbirimiz için bir şey ifade etmiyoruz, yani seslerimiz dışında. Halbuki bazen
sesin kötü geliyor bana, merak ediyorum aslında.
Belki çocuğun hasta, belki onu her gün bırakıp gelmek
seni üzüyor, belki bu ay çok açıldınız, kredi kartı borcunu nasıl ödeyeceğini
düşünüp duruyorsun. Belki çok hasta bir akraban var, onun için, için için
ağlıyorsun. Belki büyük bir ayrılık yaşadın, kendini toparlayamıyorsun. Belki
evinizi su bastı dün gece, açık unutunca tuvaletin musluğunu. Bu soğukta
halıları nasıl kurutacağım diye düşünüyorsun kara kara. Belki akşama yemek yok,
kocana nasıl laf anlatacağını hesaplıyorsun sürekli. Yalnızsın ya da iki
kişilik bir yalnızlığı yaşıyorsun, mutlu olmak ümidiyle yaptığın evlilikte.
Maaşını alamadın belki, işten ayrılmayı düşünüyorsun da nasıl yapacağını
bilemiyorsun. Belki çok fazla sorumluluk var üstünde taşıyamıyor, taşımak
istemiyorsun.
Hiç arkadaşın yok belki, kendini bu dünyada çok yalnız
hissediyorsun bazen. Yere uzanıp bulutları çaydanlığa, file, benzetebileceğin
bir dostun yok. Belki de o kadar vaktin de yok. Belki başörtüsü yüzünden okulu
bırakmak zorunda kaldın. Daha küçükken, küçücükken annesiz/babasız kalıverdin.
Tek başına sırtlıyorsun hayatın ağırlığını. Üstüne üstlük kardeşlerin var bir
de belki.
Kış mevsimi ağır geldi belki. Radyoda çalan “Bu Sabah
Yağmur Var İstanbul’da” harekete geçirdi içindeki gemiyi. Güneşi özledin, yavru
kuşları, can eriğini, çileği. Aynı zamanda yeteri kadar yağmur almadı Ankara,
yine susuzluk olursa ne olacak diye üzülüyorsun belki. Belki sevmiyorsun
yaşadığın şehri. Belki çok seviyorsun da o seni sevmiyor.
Nezaket icabı sorunca birileri…
Ufacık bir iyilik beklerken, bu kadar bürokrasiye tabii tutulmak, aşamayacağın duvarlara tırmanmaya çalışmak yoruyor kalbini. Belki kapılar kapanınca yüzüne, kalınca bir parkın orta yerinde senin gibilerle birlikte, ağlamak istiyorsun seslice. Nasılsın diye soracağın ya da sana nasıl olduğunu soracak kimsen yok belki. İş olsun diye, nezaket icabı sorunca birileri, ağlamak istiyorsun. Daha ne bileyim işte! Dünyanın yükü, hayatın ağırlığı üzerinde bir şekilde ya da hiçbiri yok da omuzlarında, sadece kendini kötü hissediyorsun bir günlüğüne.
Nasıl olduğunu soranlara, Balık Hafızaları ve Algıları Çağında yaşıyor olmamıza rağmen, gerçekten nasıl olduğunu anlatmak istiyorsun belki. Derdinle dertlenilsin, seninle ilgilenilsin, sesin duyulsun, sözün dinlensin istiyorsun belki. Duymak ve duyurmak istiyorsun sesini. Kol kırılıp yen içinde kalmasın, herkes kapısını kapatıp kendi evinde olmasın istiyorsun. Komşu pencereler arasında çamaşır kurutulsun istiyorsun, ortak iplerde. Komşun senin çocuğunun da burnunu silsin istiyorsun. Meyveler, sebzeler turfanda olsun, turfandayken saklı yensin diyorsun. Akşamları işten döndüğünde bir kap çorba getirenin bulunsun istiyorsun. Üst kattaki dedeye yemek götürmek istiyorsun. Köşede boş bir arsa olsun, çamurun içinde çocuklar misket oynasın diyorsun. Herkes konuşsun ama herkes birbirini duysun ve anlasın istiyorsun. Ben seni duyuyorum ama sen susuyorsun.
- Alooo! Nasılsın gerçekten, söyle?
Esra Özer Duru, Ankara, Şubat 2008, Turuncu Dergisi. Gözden geçirme 26 Haziran 2021.
19 Haziran 2021
SEN UNUTSAN…
“Sis,
bir efsun gibi koca şehri enlemesine bölüyordu” diye başlasa hikâye… Sisin efsun
olduğunu sen unuttun, sis unutmadı.
Bir zamanlar bu şehrin neresinde duruyorduk, şimdi neresindeyiz? Sen unuttun, şehir unutmadı.
Kulakların eskiden hangi ezgilere alışıktı, şimdi neler duyuyor? Sen unuttun, kulakların unutmadı.
Konuştuklarınız bir kış günü ağızlarınızdan çıkan buharda mı saklı? Yoksa gözlerinizde mi? Buhar unuttu, gözlerin unutmadı.
Çok düştünüz bu şehrin sokaklarında, dizleriniz kanadı. Sokaklar unuttu, dizlerin unutmadı.
Sonbahar yapraklarını az ezmediniz Kurtuluş Parkı’nda. Park unuttu, ayaklarınız unutmadı.
Bir yarayı, başka bir yarayla çok sardınız beraber. Ellerin unuttu, kalbin unutmadı.
Yara, yarayla kapanmaz diye düşündün. Sen unuttun, yaran unutmadı.
Bu eşyalar, bu oda sana hep eskiye dair bir şeyler hatırlatıyordu. Sen unuttun, oda unutmadı.
Çocukken ya da gençken yaşadığın şeyleri “unuttum” sanıyorsun. Aslında hepsi hafızana, vücuduna kazınıyor. Seslerin bir gün atmosferden bize geri döneceğini düşünmek gibi, “unuttum” sandığın her şeyi bir gün hatırlayacaksın.
Hani insanın bedeninde yaşlandıkça ağrılar oluyor ya, aslında onların hepsi eskiye dayanıyor. Sık sık belin ağrıyor ya sen ağaçta sallanırken biri gelip seni hızlandırmıştı da düşmüştün. Sen unuttun, belin unutmadı.
Bazen dizlerin ağrıyor ya çocukken ne çok düşerdin. Sen unuttun, dizlerin unutmadı.
Ellerin titriyor ara sıra. Geçmişte bir telefonu kapatırken ellerin bir de sesin titremişti. Sen unuttun, ellerin unutmadı.
Hep aynı şarkıyı dinlerken gözlerin doluyor, şimdi bir başına dinlerken bile. Çünkü sen unuttun, gözlerin unutmadı.
Kalemi eline her aldığında aynı hikâyeye başlıyorsun. Sen unuttun, parmakların unutmadı.
Bir sonbahar günü saçlarının arasından rüzgârlar geçmişti. Sen unuttun, saçların unutmadı.
Yüksekteki şeyleri almak için parmak uçlarında yükselemiyorsun ya…. Bir kere uzanmayı denemiştin… Sen unuttun, parmakların unutmadı.
Soğuk günlerde ellerin çatlar, kanardı. Annen vazelin sürerdi. Sen unuttun, annen unutmadı.
Babanın omuzlarına binip, bakkala kaymaklı bisküvi almaya giderdin. Sen unuttun, babanın omuzları unutmadı.
Dişçiye gittiğiniz bir gün, senin dişin çekileceği halde teyzenin kızı çok ağlamıştı. Sen unuttun, onun gözleri unutmadı.
Ağlaya ağlaya, koşarak gelip bahçedeki kiraz ağacına sarılmıştın. Sonra da sırtını ona yaslayıp sakinleşmeye çalışmıştın. Sırtın unuttu, ağaç unutmadı.
Bir bayram günü çorabım yok diye kapris yapıp bayram ziyaretine gitmemiştin. Evde yalnız kalınca da kendine kızarak ağlamıştın. Sen unuttun, çorapların unutmadı.
Esra Özer Duru, Ankara, Ocak 2008, Turuncu Dergisi. Gözden geçirme 28.5.2021.
13 Haziran 2021
BİR AVUÇ ÇEKİRDEK
Bir varmış, ondan gayrısı yokmuş. Çok uzak olmayan topraklarda hatta burada, bir hikâye yaşanmış zamanında. Zaman ki ölümün silahı daha çokmuş, ortalama insan ömrü en fazla kırkbuçukmuş. İnsanlar dedelerini ebelerini değil, analarını babalarını bile görmezmiş bazen. Ölüm o zamanlar, sıtma, dizanteri, kızamık, çiçek, difteri, kıtlık, yokluk diye gelirmiş. Adı değişikmiş ama izlediği yol aynıymış. Askere gidenden beş yıl umut kesilir, gurbete gidenden bir daha haber beklenmezmiş. Gelinler sadece kocalarından değil, kayınbabalarından, kayınvalidelerinden hatta kayınbiraderlerinden dayak yermiş (aslında buna bakınca pek bir şey değişmemiş). O yıllar miladi takvimde Birinci Dünya Savaşına, Kurtuluş Savaşına denk gelirmiş. Düşman ve savaş oralara girmemiş ama savaşın sefaleti, yoksulluğu insanların içlerine, tenlerine işlemiş.
Bu hikâye, buralarda büyüyen çocuklar için çok yabancı değilmiş. Çünkü buralarda, ne Zoro gelir ağanın yüzüne Z çizermiş ne Candy Antonhy’yi severmiş ne Heidi gibi dağlarda huzur içinde Peter’le gezermiş. Öyle değilmiş işte! Buraların Heidileri “analık” elinde büyür, gün doğmadan tarlaya gider, analığın hışmına uğrayınca aç acına uyurmuş. Bu hikâyenin kahramanlarının adı Candy, Heidi, Peter değil Ayşe ile Abdurrahman’mış.
Üç kardeşten ikisi Ayşe ile Abdurrahman’ın babaları varlıklıymış. Sevilir sayılırmış yaşadıkları yerde. Bir şatoları, boy boy atları, katları, yatları yokmuş ama itibarları çokmuş. Ayşe ile Abdurrahman kardeş kardeş oynar, gezermiş. Çocukmuşlar, dünyadan habersizmişler, onun için de mutluymuşlar, bir daha olamayacakları kadar… Henüz ihraç malı olmayan kayısılarından istedikleri kadar yer, çekirdeklerini kırıp kuruyemiş yaparlarmış.
Bir gün savaş onların hayatlarına da değmiş, dokunmuş. Babaları askere gitmiş o zamanların en ünlü cephesi Yemen’e mi, nereye? Yaşasaydı bu hikâyenin kahramanı Ayşe bilirdi. Yıllarca babadan haber alamamışlar. Köy yeri işte, tarla tapan, çocuklar fark etmeden zaman geçmiş. Bir gün iki kardeş evlerinin önünde oynarken esmer, kara kuru bir adamın geldiğini görmüşler. Adamdan korkmuşlar. İki kafadar yerden topladıkları taşları adamın kafasına, gözüne atmışlar. Adam ne kadar konuşmak istese de dinlememişler, anneleri evden çıkıp yetişene kadar taş yağmuru devam etmiş. Çocukların hırsız sanıp taşladıkları adam, meğer aylardır yolunu gözledikleri babalarıymış.Analığın gelişi Ayşe ile Abdurrahman’ın hayatına ikinci bir
darbe indirmiş. Abdurrahman sık sık anasının mezarının başında ağlar olmuş.
Ayşe öz annesiyle daha çok zaman geçirmesine rağmen daha az ağlarmış. Çünkü o
zamandan dayanmayı, dayanıklı olmayı öğrensin diye hayat onu pişiriyor,
duygularını saklamayı öğretiyormuş. İki kardeş el ele tutuşur mezarlığa gider,
orada saatlerce otururmuş. Kardeşlerin paylarına düşen kayısılar, çekirdekler,
ekmekler, katıklar üvey annenin gelişiyle birlikte azalmış. Babanın
tembihlerine ve tehditlerine rağmen üvey anne umursamamış çocukları çoğu zaman
aç bırakmış. Hâlbuki baba tahmin mi etmiş yoksa bilmiş mi, kadına çocuklarını
aç bırakırsa onu boşayacağını söylemiş. Ama o gündüz zaten yok, tarlada, işte
güçte, belki de kahvede, çocukların ne kadar aç kaldıklarını bilmemiş. Çocuklar
aç kaldıkça mezarlık ziyaretleri artmış. Abdurrahman’
Bir gün babaları yokken karınları öyle acıkmış öyle acıkmış ki, ne yapacaklarını bilememişler. Üstelik bu çocuklarınki varlık içinde yoklukmuş. Eller bulamadığı için aç kalırken, bunlar analık vermediği için açmış. Çözümü Abdurrahman bulmuş. Gidip analığın sakladığı yerden kayısı çekirdeği alacaklarmış. Kendilerine uygulanan bu insafsız ambargoyu kıracaklarmış. Abdurrahman çekirdeklerin koyulduğu yeri zaten biliyormuş. Ayşe kapıda beklemiş, öbürü küçücük elleriyle ceplerini doldurmuş. Aldıklarını ablasıyla yiyecek, bir güzel keyif edeceklermiş. Tam odadan çıkarken analık Abdurrahman’ı yakalamış. Ceplerindeki ve minik avucundaki kayısı çekirdeklerini görmüş. Abdurrahmancığı ve suç ortağı Ayşe’yi oracıkta kıstırmış, belki dövmüş, belki dövmemiş, ama Abdurrahman’ı havaya kaldırmış şöyle sertçe yere “çakmış”. Küçük çocuğun cebinde, avucunda ne varsa onları da almış. İki kardeş, üzüntüleri, hiç görmedikleri okyanuslardan büyük, tek sığınaklarına, annelerinin mezarına koşmuşlar. Akşama kadar orada ağlamışlar. Akşam babaları gelmeden eve dönmüşler ama baba bu işin içinde bir iş olduğunu anlamış. Çünkü çocuklar her zamankinden daha sessiz ve mahzunmuş. Sormuş, öğrenmiş, üzüntüden kahrolmuş. Ama bu saatten sonra nafile…
O gece Abdurrahmancığın ateşi yükselmiş, adı difteri mi, dizanteri mi, yoksa üzüntü mü keder mi bilinmez. Birkaç gün içinde çökmüş minik bedeni, annesini sayıklaya sayıklaya ölüvermiş. Ayşecik de annesiz, kardeşsiz kalıvermiş. Baba ise sözünü yerine getirmiş, analığa kapıyı göstermiş. Abdurrahman gidince Ayşe’nin içindeki çocuk da gitmiş. Sonra yeni analıklar, yeni kederler…
Şimdi Abdurrahman’la birlikte. Çok kereler anlattığı bu hikâyeyi vaktinde hafızamıza kaydetmedik. Birbirimizden yardım almasak parçaları birleştiremezdik. Hâlbuki Ayşe’nin yılların kuruttuğu gözpınarlarını ıslatan tek hikâye buydu. Yokluklarla yoğrulmuş hayatının en acı hatırası… Çocuğumuzu azarladığımızda bizi “çakma çocuğu yere” diye sertçe uyarmasının sebebi…
Abdurrahman…Ayşe’nin kardeşi, oyun arkadaşı, annesini paylaştığı, acısını bölüştüğü…
Çocukluk…
Abdurrahman’ın cebinde kalan üç beş kayısı çekirdeği…
Esra Özer Duru, Ankara, Haziran 2008, Turuncu Dergisi. Gözden geçirme
29.5.2021.
06 Haziran 2021
DOKUNSALAR AĞLAYACAKTIN AMA HİÇ DOKUNMADILAR
Geçen gün mutfakta yemek yaparken radyonun düğmesine dokunduğumda bir sürprizle karşılaştım. Daha ilk notalarıyla beni içine alan bir şarkı doldu mutfağa. Şarkının adı başka çağrışımlar yapıyordu ama pilav pişirip puding karıştırırken bana bir masal yazdırdı. Bilmem, bu şarkı[1] beni etkilediği gibi sizi de etkiler mi? Bir arkadaşın söylediği gibi “her dinleyen başka bir yerinden isabet alır” mı?
Üç genç kızın masalı…
“Dokunsalar
Ağlayacaksın,
Ama hiç dokunmuyorlar.
Biçare bakan gözlerin bırak kanasın,
Gücüne gitsin şarkılar…”
Yıllar yıllar önceymiş. İletişim Fakültesinin ikinci
katına çıkan merdivenlerinin köşesinde şimdi isimlerini hatırlayamadığım üç kız
öğrenci, hayata karşı bütün acemilikleri, bütün kırılganlıkları, bütün
naiflikleriyle, on dakikalık ders aralarında dikilir, gülüşerek sohbet
ederlermiş. Öyle incinebilir, öyle hassas, öyle kelebek kanadı imişler de hiç
bilmezlermiş.
Onlara göre güçlü, benzersiz, çetin ceviz, idealist, azimliymişler, çok büyük işler yapacaklarmış. Daha bir sürü kitap okuyacak, bir sürü şiir, yazı yazacak, fotoğraf çekeceklermiş. Önlerinde açılmayı bekleyen bir sürü kapı varmış. Hayatın eşiğindeymişler daha. Anahtarlar da paspasın altındaymış. Yani akıllarında ne varsa gerçekleştirmek kolaymış. Her gün, her on dakikalık arada bambaşka bir hayal kurulurmuş bu üç kişilik dünyada. Dünyayı değiştirebilir, hiç yara almadan rüzgâra karşı yürüyebilirlermiş. Yağmurun altından ıslanmadan geçebilirlermiş. Görünmez çatıları Ankara’nın dolusundan hasar almazmış. Kavgalar hep mertçe yapılırmış. İnsan sırtından vurulamazmış. O yaşlarda herkesin kendileri gibi olduğunu nereden bilirlermiş… Sonra, hemen sonra, hayatın sert rüzgârlarının o en ince, en zayıf yerlerinden nasıl da estiğini/eseceğini… Tam da oradan nasıl güç kaybedeceklerini…
“Aklın ilk göz ağrısında,Hatırlıyor mu seni hala
Dikiş tutmayan
Bu büyük yara,
Bazı geceler
Kanıyor hala”
Yıllar yıllar önceymiş, henüz kimse ölmemiş, kimse
gitmemişmiş. Hatıralardaki sınıf mevcudu henüz tammış. Aynalar kimseye
yaşlandığını söylemiyor, geçen yıllar insanın içinde bir şeyleri kırıp
dökmüyormuş. Yorgunluklar dinlenince geçiyor, yaralar sanki daha hızlı iyileşiyormuş.
Telefonlara, kapılara daha hızlı koşuluyor, şarkılar insana başka duygular
hatırlatıyormuş. Daha cesur çıkılıyormuş yola. Islak kibritler daha kolay
kuruyormuş ocağın yanında. Yağmurda ıslandığında hemen grip olmuyormuşsun ya da
mesela kemiklerin ağrımıyormuş. Sanki insana yaş sınırı nedeniyle gerçek
mermiyle ateş etmiyorlarmış.
Nereden bilinecekmiş hiçbir yaranın izinin
silinmediği… Nereden bilinecekmiş ıssızlığın keskinliği… Nereden bilinecekmiş
akşamüstü çöken sisin bir daha gitmeyeceği… Nereden bilinecekmiş plastik
mermilerin de yürekleri delebildiği…
“Her geçen yıl birer birer
Masadan eksiliyor dostlar…
Sessizce aktı gitti yıllar
Seni hiç uyandırmadan
Ve bir sabah
Uyandığında
Kalmışsın
Tek başına…”
Yıllar yıllar önceymiş. İncitmiş şarkılar. Kırmış
dolular. Ayırmış rüzgârlar. Vurulmuş martılar. Tarumar olmuş gelincik dolusu
tarlalar. En çok da incinmiş zavallı kırlangıçlar.
Başka masallarda da esmiş rüzgârlar… Küçük Prens’in çiçeğini yine Küçük Prens’in kuzusu yemiş. Annesi Parmak Kız’a büyüme hormonu enjekte ettirmiş. Hansel ile Gretel bir yön bulma cihazı (navigasyon) almışlar. Sinbad uçan halısına overlok yaptırmış. Gülen Ayva ile Ağlayan Nar konservatuarın tiyatro bölümüne yazılmış. Birileri Zümrüd-ü Anka’yı tavuk döner yapmış. Leyla, Facebook’tan bulduğu ilkokul arkadaşıyla Mecnun’u aldatmış. Mecnun önce Leyla’yı öldürmüş sonra Müge Anlı’ya katılıp Leyla’nın katilini aramış. Nasreddin Hoca bir yoğurt makinesi almaya karar vermiş. Keloğlan saç ektirmiş. Çocuklar çıtır pıtır yutup zehirlenmiş. Plastik mermiler masumiyetin zırhını delmiş. Bu masal da böyle bitmiş.
Esra Özer Duru, Ankara, Aralık 2011, Turuncu Dergisi. Gözden geçirme 28.5.2021.
[1]Zakkum grubunun Anason şarkısı: https://youtu.be/sDF2auWzpmM
Taze Taze Hikâyeler
BEKLEME ODASI
Mart ayı ortalarıydı. Hava, okullardaki mevsim tablolarında her zaman bahara dahil edilmesine rağmen, yıllardır rolüne direnen bu aya yakışı...
-
Sonbaharın ilk günleriydi. Her şey Tuzlu Pati’nin cesedinin bulunmasıyla başladı. O güne kadar miutlu bir hayatları vardı. Oturdukları yerin...
-
Bir sonbahar günüydü Geride kaldı hayat Bir kaldırım taşına sırtını yaslayınca Soluverdi ardında... Esra Özer Duru, Ankara, 11 Ekim 2024
-
Ankara’dan görevlendirilen Kültür Bakanlığına bağlı Kültür Varlıklarını Koruma Kurulu yetkilisi resmi arabanın camından hızla geçip gittikle...