19 Ağustos 2021

BASRİ GÖRÜR NE ZAMAN GÖRÜR 1?

Basri Görür iyi adamdı. Orta halli bir memurdu. İki çocukları ve sessiz hayatlarıyla orta halli de bir ailesi vardı. Evden işe, işten eve gider, bazen arkadaşlarıyla takılırdı. Çevresinde genelde sevilen, saf bir adamdı ama karısı Basri beye tahammül edemiyordu. Çünkü Basri Görür’ün kötü bir huyu vardı, idrakini kullanmıyordu. Yani nasılsa gözüyle gördüğü gerçekleri akıl süzgecinden geçirip kendi yararına sunmuyordu. Onun durumu, kütüphanede yan yana dizilmesi gereken birkaç ciltlik ansiklopedinin her bir cildinin tüm kütüphaneye dağılmış olması gibiydi. Görüyor, fark da ediyor ama bir türlü sonuca ulaşmak için fark ettiklerini birleştiremiyordu.

Hayatında işi ve ailesinin yanında, düzenli olarak kazık yediği, bariz kötü huylarına rağmen hala görüştüğü arkadaşlar, sık sık yaptığı bezdirici hatalar, karısından işittiği ve her seferinde kendini çok kötü hissettiği azarlar, geri ödeme sözü verildiği için verdiği ve ödenmeyince üzerine kalan borçlar vardı. Zaman zaman bazı şeyler boğazına dayanır, tam “yeter be!” diyecek gibi dururken, kendi kendine; arkadaşlarına veya karısına bir mazeret bulur, onları da kendisini de o sıkıntıdan kurtarırdı. Olay çıkacağını bile bile aynı soruları sorar, anlatmayınca paçasını kurtaracağını bildiği halde hatalarını, tuhaflıklarını gider karısının avucuna yazardı. En basiti, senelerdir ne kadar otlakçı olduğundan şikâyetlenip durduğu arkadaşının yanına yeni açtığı sigara paketiyle gider, sigaralarının yarıdan fazlasını, üstüne yeni aldığı çakmağı ona kaptırırdı. Sabahları işe gitmek için kapının önüne çıktığında gri bulutlarla dolu gökyüzüne bakar, şemsiyesini yanına almazdı. Akşam iç çamaşırına kadar ıslanmış vaziyette eve gelir, yağmura söylenir dururdu. Serin bahar günlerinde cereyanda kalır ya da üşüdüğü halde camı kapatmaz, bir yerleri tutulunca “siyatik” derdi.

Yıllardır gittiği berberi her tıraşta yani iki ayda bir kulaklarını yakar, Basri Bey yanıklara merhem sürerken berbere söver ama aynı adama tıraş olmaya devam ederdi. Pazar filelerine şeftalinin eziğini, domatesin çürüğünü dolduran pazarcıları bırakmaz, ısrarla onlardan alışveriş yapardı. Nezaketen bir sofraya çağrıldığında teklifi, davet sahibini şaşırtacak kadar hızlı kabul eder, saatlerdir oturdukları misafirlikte ev sahibi artık ne ikramda bulunacağını bilemeyip kahve yapmayı önerdiğinde hiç kırmazdı. Arkadaşlarının ya da karısının sözlerini tamamlayıp onları ne kadar hızlı anladığını göstermek ister, bunun yerine anlattıklarının tersini anladığını ifşa eden cümleler kurardı. Ellerini nereye koyacağını bilemez, o yüzden önünde bağlar, itaatkâr biçimde emir bekliyormuş gibi durur, bu duruşu karısını deli ederdi. Günlerce düşünüp mantıklı bir şekilde aldığı kararlar sorgulandığında ya da fiyat, kalite araştırması yaparak özenle seçtiği bir eşyayı biri beğenmeyip neden aldığını sorduğunda en saçma sebebi ilk söyler, kendini lüzumsuz işler yapan bir insan konumuna düşürürdü.

Çocuklar da babalarının genel davranışına bakınca pelerini ve taytıyla evlerinin çatısına inen bir süper kahraman/baba göremiyorlardı. Mesela markette minik otomobil görünümündeki alışveriş arabalarına binmek istediklerinde sınırlı sayıda olan arabayı, babaları nazikçe başkasına ikram eder, kendi çocuklarının beklentilerini hiç anlamazdı. Çözemedikleri bir soru olduğunda, "nasıl çözüleceğini biliyorum da sana izah edemem" der, çocukların buna burun kıvırdıklarını göremezdi. Uçurtma uçurmak istediklerinde en rüzgârsız günü seçer, oğlanları deli ederdi. Bir keresinde karısının, koptuğu için kenara attığı iple küçük oğlana salıncak kurmuş, çocuk, salıncağın ikinci turunda kendini yerde bulunca çok üzülmüştü.  

Karısı, tahammülünün sonuna geldiğinde iki çocuğu da alıp evi terk etti. Basri Bey bunu hiç beklemiyordu. Çünkü karısının bir süredir kendisiyle konuşmayışını bahar temizliği yorgunluğuna, yataklarını ayırmış olmasını menopoza, çocukların odalarından çıkmayışını derslerine bağlamıştı. Evde yemek olmayışı hayat pahalılığındandı herhalde. Geçen gün arayan avukat hanım muhakkak ki yanlış aramış olacaktı. Bugün kapıyı anahtarıyla açmasının sebebi karısının çocuklarla birlikte annesini ziyarete gitmesiydi. Epeydir evde sıkılmış olmalılardı, ziyaretleri anneannelerine de iyi gelirdi.

Karısıyla çocukların bir türlü eve dönmeyişinden şüphelenmeye başladığı sırada en yakın arkadaşlarından birinin, Ferdi’nin ölümü Basri beyi sarstı. Ferdi'nin sıkıntıları olduğunu biliyordu ama onu bu kadar derinden sarstıklarını fark etmemişti. Ferdi, arkasında acılı ve öfkeli eşiyle bir mektup bırakıp intihar etmişti. Hayatın kendisine çok zor geldiğini, en yakın dostlarından yediği kazıkları hazmedemediğini, borçlarının altında ezildiğini, kimsenin onu anlamadığını son olarak karısının evi terk etmesinin bardağı taşırdığını, bunun için ölmeye karar verdiğini yazmıştı.

Cenazeden dönerken Basri kara kara düşünüyordu. Ferdi’nin intihar sebeplerinin tamamı hatta fazlası kendi hayatında vardı. Ferdi intihar ettiğine göre işleri düzeltmeyi denemiş, başarısız olmuştu. Öyleyse yeniden denemenin bir anlamı yoktu. Aynı yöntemi uygulayıp intihar etmeye karar verdi. Aklından bir sürü yöntem geçirdi. İlaç içmek, bileklerini kesmek, gidip kendini yüksek bir köprüden aşağı bırakmak, hızla geçen arabaların önüne atlamak, kendini vurmak… Aklına gelmeyen yöntemleri dolaplardan, çekmecelerden bulabilecekmiş gibi sağı solu açıp kapatırken oğluna salıncak yaptığı çürük ipi buldu. Basri Bey, çoktan unutmuştu oğlunun hayal kırıklığı içinde göz yaşlarıyla ıslanmış yüzünü. Sandalyeyi çekti. Tavanda avize asmak için bırakılan çengele ipi geçirdi. Öbür ucunu ilmek yapıp boğazına taktı. Sandalyeyi titrek ve kararsız tekmeledi. İp daha Basri Beyin ağırlığını yüklenemeden kopuverdi. Basri kendini kırık sandalyeyle birlikte yerde buldu. Çıkan gümbürtüye koşan alt komşu, kırık bir bacak ve boynunda çürük iple ağlarken bulduğu Basri'ye soru sormadı. Onu yerden kaldırdı, taksiyle hastaneye götürdü.

Hastane polisi uygulama gereği Basri Beyin ifadesini aldı. Basri Bey, tombul elli, babacan görünümlü polise ifade vermekten öte içini açtı. Bu gece hastanede Basri Beyin vakası dışında polisiye olay olmadığından her şeyi sessizce dinleyen polisin ağzından, “sizin basiretiniz bağlanmış Basri Bey” cümleleri dökülüverdi. O anda Basri'nin yüzü aydınlandı. Bütün bunalımını, sorunlarını şimdi yepyeni bir açıdan görebiliyordu. Eve gidecek, her şeye yeniden başlayacaktı. Anne ziyaretinden bir türlü dönmeyen karısını arayacak, keşfettiği gerçeği anlatıp çocuklarla dönmesini söyleyecekti. Karısı bulduğu şeyi duyar duymaz zaten dönmeyi kendisi isteyecekti. Coşkuyla planlar yaparken bir yandan içi burkuldu. “Ferdi’nin de basireti bağlanmasaydı hayatı kurtulurdu.”



Esra Özer Duru, Ankara, Temmuz 2021.

07 Ağustos 2021

CAM ŞİŞELERDE HAYAL KIRIKLIKLARI

Hayal Kırıklarını Şişelere Dolduran Adam

Yaşlı adamın küçük bir dükkânı vardı. Yıllardır biriktirdiği minik cam şişeleri el yapımı, ahşap raflara dizerdi. Bu kasabaya çok eskiden yerleşmiş, sessiz sakin, kimseye zararı olmayan bir ihtiyardı. Ama kasabalılarla sıkı fıkı bir bağ da kuramamıştı. Dükkân komşuları arasında gençliğini hatırlayan kimse yoktu. Sanki oraya geldiğinde bu yaştaydı. Herkes, sabahları erkenden açıp akşama kadar şişelere bir şey doldurduğu dükkânının önünden geçer, ama bir şey almayı düşünmezdi. Kasabaya geldiği ilk günlerde siftah yapmak için ziyaret etmişler, elle tutulur, gözle görülür bir şey satmadığını anladıklarında bir daha uğramamışlardı. Ne de olsa millete somut şeyler lazımdı. Onlar belli bir para verir, karşılığında mesela iki kilo domates alırlardı. Zaten almadan vermek sadece Allah’a mahsustu.  

Erbabına!

İhtiyar adam, sabahları erkenden dükkânını açar, içeriyi süpürdükten sonra raflara özenle dizdiği şişelerin tozlarını alırdı. İşi bitince tek tek, konuşa konuşa, hangi şişede ne olduğunu bilerek, yerlerini hiç karıştırmadan, şişeleri raflara geri koyardı. Arkasına saklandığı, cilası camdan vuran güneşle kurumuş ve kavlamış masasının tozunu alır, tam ortasına büyük not defterini yerleştirirdi. Şişelerin hiçbirinde etiket yoktu. Besbelli hangi şişede ne olduğu bu büyük defterde yazıyordu. Kasaba sakinleri öyle olduğunu tahmin ediyordu. Dükkânın içi temizdi ancak ihtiyar vitrine pek önem vermezdi. Ne de olsa sattığı şeyler erbabı içindi. Onun için vitrin parlatıp reklam yapmanın anlamı yoktu. Sessiz sessiz gelir, dükkanını açar, şişelerinin tozlarını alırdı.

Çocuklar bilseydi…

Kasabalar küçük yerlerdi ve yabancı bir yüz hemen dikkat çekerdi. Bu yüzden ihtiyar adamın kasabaya kabul edilişi biraz sancılı olmuştu. Geldiği ilk zamanlar çocukların tacizleri başta olmak üzere epey badire atlatmıştı. Hatta bugüne kadar, kasaba sakinlerinin ilk girişimleri dışında, dükkâna giren çıkan görülmemişti. Çocuklar ihtiyarın şişelerinde neler olduğunu bilselerdi, herhalde çok sevinirdi.

Hayallerin hayalleri

Şişelerin içine yakından bakıldığında bile hiçbir şey görünmüyordu. Aslında ihtiyar, şişelere hem kendisinin hem de tanıdığı insanların gerçekleşmeyen hayallerini dolduruyordu. O kadar çoktu ki bunlar; vazgeçilmiş, unutulmuş, vaktiyle kurulmuş ama sonra bir kenara atılmış bir sürü hayal. İhtiyar adam bunları bulur, terk edildikleri yerden çekip alır, hiç olmazsa yalnızlıklarını başka gerçekleştirilmemiş hayallerle paylaşabilmeleri için dükkanına getirip şişelere doldururdu. Alnının zaten derin çizgilerini tekrar tekrar kırıştırarak, hayallerle konuşur, onların neden bu hale düştüklerini yaşlı kafasında anlamaya çalışırdı. Sonra onları avutur, bir gün bir yerde gerçekleşebileceklerine dair bir hayal verirdi her birine. Hayallerin de hayalleri vardı yani. İhtiyar, bunun boş bir hayal olduğunu düşünse de engel olamıyordu kendisine. Çünkü ona göre hayali olmayan bir insan boş bir cam şişeye benzerdi. Onun için herkesin küçük büyük bir hayali olmalıydı mutlaka.

Şişelerdeki sır

İhtiyar adam ölüme yaklaştığını anlayınca topladığı bunca hayalin ziyan olmasını istemedi. Onun için kasabalının kendisinden hiç ummadığı bir çeviklikle, bütün dükkanları, bütün evleri dolaşıp herkesin küçük meydana toplanmasını istedi. Hani büyük çeşmenin oradaki, caminin karşısındaki. Merakla toplandı kasabalılar. İnsanlar birbirleriyle fısıldaşıyor, ihtiyarın kendilerini buraya neden çağırdığını anlamaya çalışıyorlardı.

Adam, dükkanındaki bütün şişeleri dizdiği arabayı, kan ter içinde itekleyerek meydana vardı. Şişelerin hepsi raflardaki gibi özenle dizilmişti arabaya. Arabasını çeşmenin yanına yaklaştıran adam, yalağın kenarına çıktı. Böylece herkesi görebilecekti. Bugüne kadar nadiren duyulmuş olan sesindeki pürüzü giderebilmek için bir iki kez kısa kısa öksürdü. Şapkasını düzeltti. Yeleğinin cebindeki saatine baktı, saatinin zincirine dokundu sevgiyle. Kalabalık sabırsızdı. Yağmur havası yoktu ama olsun çabuk konuşsundu ihtiyar adam, belki yağmur yağardı. Küçük kasaba için adamın varlığı zaten zorken, bir de onu dinlemek için toplanmış olmak çekilmezdi.

Kısa konuşacaktı adam. Çeşmenin yalağından inerek, arabasından mantar tıpalı şişelerden birini aldı. Kalabalığa şöyle bir baktı. Çocuklar meraktan kıpır kıpırdı. Onların arkasında duran bir kadına baktı. Kadın, ihtiyar adamın, gerçekleştiremediği bütün hayalleri gözlerinden okuduğunu sandı, gözlerini sakladı. Adam, şişeyi uzattı ona, içinde başörtüsü yüzünden vazgeçtiği okulu olduğunu söyledi. Sonra kendisi gibi yaşlı görünen bir adama yöneldi: “Üniformalı oğlunla çektirmek istediğin fotoğraf var bu şişede.” Bir başkasına başka bir şişe verdi, “annen doktorsuzluktan ölünce olmaya söz verdiğin ama yasaklar yüzünden yapamadığın mesleğin”. Bir diğerine uzattı şişesini “vicdani gelgitlerin” diye. Başka

birine verdi şişeyi, “bir türlü verim alamadığın salatalık fidelerin”… “Sahibi olamadığın evin”, “alamadığın traktör”, “görmeyi çok istediğin okyanus”…

Özgür bir ülke…

Çok sevdiği şişelerin her birini tek tek sahiplerine verdi. Geride tek bir şişe kaldı. Herkes merak içinde gözünü dikmiş şişeye bakıyordu. Adam uzanıp şişeyi eline aldı. “Bu” dedi “benim hayalim. Yıllarca bekledim onu, gerçekleşmeyeceğini bile bile. Bu küçücük şişenin içinde özgür bir ülke hayali vardı”.

Ve adam batmakta olan güneşe doğru yürüdü. Kasabalı, ellerinde mantar tıpalı şişeler, meydanda öylece kalakaldı. Küçük dükkânındaki şişelerde hayaller biriktiren yaşlı adamı bir daha gören olmadı.

Esra Özer Duru, Ankara, Turuncu Dergisi, Mayıs 2007, gözden 

geçirme Temmuz 2021.

03 Ağustos 2021

VEDA

Her şeyi bilen Allah (c.c.), insanların, ölüme itiraz edecek kadar hayata bağlanacağını bildiğinden iman edenleri uyardı: “Her nefis ölümü tadıcıdır”.

Bir zamanlar biri, ölen öğrencisine, “Ölümün konuştuğu yerde bize susmak düşer” sözleriyle veda etmişti. Bu veda, kalanların içine işlemişti.

“İşte geldik gidiyoruz

Şen olasın Halep şehri”

Bir daha çiçekler ne zaman açar? Yapraklar ne zaman dökülür? Kar ne zaman yağar? Sabah ne zaman olur, güneş nereden doğar?

Çocukluğumuzun, gençliğimizin, yaşlılığımızın, hayatımızın geçtiği bu evlerin içinde başka çocuklar ne zaman koşar?


I. VEDALAŞAN

Bazılarıyla sessizce vedalaştı, bazılarıyla sesli. Hayatında ne çok iz bırakmışlardı ve o, onların hayatında ne çok iz bırakmıştı. Bunları düşünmek için bolca vakti olmuştu. Tuhaftı ama bir bakıma, ne zaman öleceği aşağı yukarı belli olduğu için, başkalarından şanslıydı. Bir nimet gibi gördüğü “az zamanı kaldığını bilmenin” iyiliklerinden faydalanmalıydı. Ya kalpleri kırdıysa ya birilerini incittiyse? Dostlarını bir bir aradı. Hayatına girip kalanları, şöyle bir uğrayıp geçiverenleri, aklına gelen herkesi... Hiç kimseyi unutmamaya çalıştı. Onlara cenazesinin nereden kalkacağını söyledi, mezarının yerini tarif etti. Sadece zamanını söyleyemedi ama hepsiyle vedalaştı. Ahizenin öbür tarafından gelen kırık dökük sözcüklerle... Sanki şehirlerarası bir yolculuğa çıkar gibi... Karşısındakiler ona ne söyleyeceklerini bilemediler. “Allah yardım etsin”, “Allah’a emanet ol”, “Allah biliyor ki, kırmadın bizi!” Vedaların ortak noktası hep aynıydı: ALLAH. Bundan sonrası Allah’a aitti. Öncesi de öyleydi zaten ama artık sadece Rabbi ile baş başa kalacaktı. Nedense hep ölüme yakın hatırlanan Allah! Tüm kâinat bize faniliğimizi hatırlatırken baş başa kalmaya pek vakit bulamadığımız Allah! Ondan gelip ona döneceğimiz Allah… Kalplerdekini bile bilen Allah… Bize şahdamarımızdan yakın Allah…

Peki kalanlar? Onlar ne yapacaktı ardından? Ailenin reisi, evin direği hayatlarından kayıp gidiverince, nüfustan düşüverince, onlar ne yapacaktı? Gözünden bile esirgediği biricik evlatlarının kendisi yüzünden ıstırap çekmelerine nasıl dayanacaktı? Ama Allah, evlere sığmayan acıları, kalplere sığdırmıyor muydu? Çocuklarına, eşine sabır verirdi. Herkes nasıl dayanıyorsa, dayanmak öyle öğrenilirdi.


II. VEDALAŞILAN

Gitme dense de gidecekti. Allah’ın emri söz konusu olunca kulların boynu kıldan inceydi. İnsanın etrafındakilerle böyle vedalaşması ne tuhaftı. Hem de iyiydi. Mezarlıklar hayata dört elle sarılmışken vedalaşamadan giden fanilerle dolu değil miydi? Allah, insanı var ederken ölümü de yaratmıştı. Şimdi ölüm, kimse kendisine kondurmazken, onu beklemezken gelmişti. Hâlbuki herkes gibi sağlarına, sollarına uğrar, onları es geçer zannetmişlerdi.

Giden Allah’a yürüyordu. Bu yola taş koymak olmazdı. Zaten konacak taş bulunmazdı. Sadece, baki olan Allah’a kalpten bir yakarış!


III. VEDA

Birçok ölümün aksine bu ölümde bütün vedalar yapıldı, hazırlıklar tamamlandı. Yine de bazıları için beklenmedik, bazıları için alışılmazdı.

İnsan, ölümün karşısında daima şaşırır.

“En son ölüm gelir yine de erken deriz”.

Öyleyse ölümün konuştuğu yerde herkes susacak, Allah’ın kelimeleriyle “Veda” konuşacak:

“Onlara bir musibet isabet ettiğinde, derler ki: ‘Biz Allah’a ait kullarız ve şüphesiz O’na dönücüleriz’.” (Bakara Suresi, 156)

“Senden önce hiçbir beşere ölümsüzlüğü vermedik; şimdi sen ölürsen onlar ölümsüz mü kalacaklar? Her nefis ölümü tadıcıdır. Biz sizi, şerle de hayırla da deneyerek imtihan ediyoruz ve siz bize döndürüleceksiniz” (Enbiya Suresi, 34, 35).

“De ki: ‘Elbette sizin kendisinden kaçtığınız ölüm, şüphesiz sizinle karşılaşıp buluşacaktır. Sonra gaybı da müşahede edilebileni de bilen Allah’a döndürüleceksiniz; O da size yaptıklarınızı haber verecektir.” (Cum’a Suresi, 8)

“O, amel (davranış ve eylem) bakımından hanginizin daha iyi (ve güzel) olacağını denemek için ölümü ve hayatı yarattı. O, üstün ve güçlü olandır, çok bağışlayandır.” (Mülk Suresi, 2)

Esra Özer Duru, Ankara, Aralık 2007, Turuncu Dergisi, Gözden geçirme 10.6.2021. 

06 Temmuz 2021

BALIK HAFIZALARI VE ALGILARI ÇAĞINDA HAYALİ BİR TELEFON GÖRÜŞMESİ

- Alo! Nasılsın, iyi misin?

- İyiyim, teşekkürler.

- Gerçekten iyi misin?

- İyiyim dedim ya!

- Yani hiçbir sıkıntın, derdin, hastalığın, üzüntün yok mu? Gündeme takmadın mı mesela? Ya da grip belirtileri hissetmiyor musun vücudunda?

- Hayır!

- Emin misin?

- Kardeşim sapık mısın sen? Eminim, yok bir derdim!

- Bak bir daha seninle bu kadar ilgilenen birini bulman zor, haberin olsun. Hazır bulmuşken birini, söyle derdini…

- Allah Allah! Git ya, çattık belaya!

- Farkında mısın, her gün konuşuyoruz da seninle, ben hiç sormuyorum bir derdin var mı diye? Sen de bana sormuyorsun aynı şekilde. Birbirimiz için bir şey ifade etmiyoruz, yani seslerimiz dışında. Halbuki bazen sesin kötü geliyor bana, merak ediyorum aslında.

Belki çocuğun hasta, belki onu her gün bırakıp gelmek seni üzüyor, belki bu ay çok açıldınız, kredi kartı borcunu nasıl ödeyeceğini düşünüp duruyorsun. Belki çok hasta bir akraban var, onun için, için için ağlıyorsun. Belki büyük bir ayrılık yaşadın, kendini toparlayamıyorsun. Belki evinizi su bastı dün gece, açık unutunca tuvaletin musluğunu. Bu soğukta halıları nasıl kurutacağım diye düşünüyorsun kara kara. Belki akşama yemek yok, kocana nasıl laf anlatacağını hesaplıyorsun sürekli. Yalnızsın ya da iki kişilik bir yalnızlığı yaşıyorsun, mutlu olmak ümidiyle yaptığın evlilikte. Maaşını alamadın belki, işten ayrılmayı düşünüyorsun da nasıl yapacağını bilemiyorsun. Belki çok fazla sorumluluk var üstünde taşıyamıyor, taşımak istemiyorsun.

Hiç arkadaşın yok belki, kendini bu dünyada çok yalnız hissediyorsun bazen. Yere uzanıp bulutları çaydanlığa, file, benzetebileceğin bir dostun yok. Belki de o kadar vaktin de yok. Belki başörtüsü yüzünden okulu bırakmak zorunda kaldın. Daha küçükken, küçücükken annesiz/babasız kalıverdin. Tek başına sırtlıyorsun hayatın ağırlığını. Üstüne üstlük kardeşlerin var bir de belki.

Kış mevsimi ağır geldi belki. Radyoda çalan “Bu Sabah Yağmur Var İstanbul’da” harekete geçirdi içindeki gemiyi. Güneşi özledin, yavru kuşları, can eriğini, çileği. Aynı zamanda yeteri kadar yağmur almadı Ankara, yine susuzluk olursa ne olacak diye üzülüyorsun belki. Belki sevmiyorsun yaşadığın şehri. Belki çok seviyorsun da o seni sevmiyor.

Nezaket icabı sorunca birileri…

Ufacık bir iyilik beklerken, bu kadar bürokrasiye tabii tutulmak, aşamayacağın duvarlara tırmanmaya çalışmak yoruyor kalbini. Belki kapılar kapanınca yüzüne, kalınca bir parkın orta yerinde senin gibilerle birlikte, ağlamak istiyorsun seslice. Nasılsın diye soracağın ya da sana nasıl olduğunu soracak kimsen yok belki. İş olsun diye, nezaket icabı sorunca birileri, ağlamak istiyorsun. Daha ne bileyim işte! Dünyanın yükü, hayatın ağırlığı üzerinde bir şekilde ya da hiçbiri yok da omuzlarında, sadece kendini kötü hissediyorsun bir günlüğüne. 

Nasıl olduğunu soranlara, Balık Hafızaları ve Algıları Çağında yaşıyor olmamıza rağmen, gerçekten nasıl olduğunu anlatmak istiyorsun belki. Derdinle dertlenilsin, seninle ilgilenilsin, sesin duyulsun, sözün dinlensin istiyorsun belki. Duymak ve duyurmak istiyorsun sesini. Kol kırılıp yen içinde kalmasın, herkes kapısını kapatıp kendi evinde olmasın istiyorsun. Komşu pencereler arasında çamaşır kurutulsun istiyorsun, ortak iplerde. Komşun senin çocuğunun da burnunu silsin istiyorsun. Meyveler, sebzeler turfanda olsun, turfandayken saklı yensin diyorsun. Akşamları işten döndüğünde bir kap çorba getirenin bulunsun istiyorsun. Üst kattaki dedeye yemek götürmek istiyorsun. Köşede boş bir arsa olsun, çamurun içinde çocuklar misket oynasın diyorsun. Herkes konuşsun ama herkes birbirini duysun ve anlasın istiyorsun. Ben seni duyuyorum ama sen susuyorsun.

- Alooo! Nasılsın gerçekten, söyle?

https://www.hertaraf.com/haber-balik-hafizalari-ve-algilari-caginda-hayali-bir-telefon-gorusmesi-esra-duru-7268 

Esra Özer Duru, Ankara, Şubat 2008, Turuncu Dergisi. Gözden geçirme 26 Haziran 2021. 

19 Haziran 2021

SEN UNUTSAN…

“Sis, bir efsun gibi koca şehri enlemesine bölüyordu” diye başlasa hikâye… Sisin efsun olduğunu sen unuttun, sis unutmadı. 

Bir zamanlar bu şehrin neresinde duruyorduk, şimdi neresindeyiz? Sen unuttun, şehir unutmadı.

Kulakların eskiden hangi ezgilere alışıktı, şimdi neler duyuyor? Sen unuttun, kulakların unutmadı.

Konuştuklarınız bir kış günü ağızlarınızdan çıkan buharda mı saklı? Yoksa gözlerinizde mi? Buhar unuttu, gözlerin unutmadı.

Çok düştünüz bu şehrin sokaklarında, dizleriniz kanadı. Sokaklar unuttu, dizlerin unutmadı.

Sonbahar yapraklarını az ezmediniz Kurtuluş Parkı’nda. Park unuttu, ayaklarınız unutmadı.

Bir yarayı, başka bir yarayla çok sardınız beraber. Ellerin unuttu, kalbin unutmadı.

Yara, yarayla kapanmaz diye düşündün. Sen unuttun, yaran unutmadı.  

Bu eşyalar, bu oda sana hep eskiye dair bir şeyler hatırlatıyordu. Sen unuttun, oda unutmadı.

Çocukken ya da gençken yaşadığın şeyleri “unuttum” sanıyorsun. Aslında hepsi hafızana, vücuduna kazınıyor. Seslerin bir gün atmosferden bize geri döneceğini düşünmek gibi, “unuttum” sandığın her şeyi bir gün hatırlayacaksın.

Hani insanın bedeninde yaşlandıkça ağrılar oluyor ya, aslında onların hepsi eskiye dayanıyor. Sık sık belin ağrıyor ya sen ağaçta sallanırken biri gelip seni hızlandırmıştı da düşmüştün. Sen unuttun, belin unutmadı.

Bazen dizlerin ağrıyor ya çocukken ne çok düşerdin. Sen unuttun, dizlerin unutmadı.

Ellerin titriyor ara sıra. Geçmişte bir telefonu kapatırken ellerin bir de sesin titremişti. Sen unuttun, ellerin unutmadı.

Hep aynı şarkıyı dinlerken gözlerin doluyor, şimdi bir başına dinlerken bile. Çünkü sen unuttun, gözlerin unutmadı.

Kalemi eline her aldığında aynı hikâyeye başlıyorsun. Sen unuttun, parmakların unutmadı.

Bir sonbahar günü saçlarının arasından rüzgârlar geçmişti. Sen unuttun, saçların unutmadı.

Yüksekteki şeyleri almak için parmak uçlarında yükselemiyorsun ya…. Bir kere uzanmayı denemiştin… Sen unuttun, parmakların unutmadı.

Soğuk günlerde ellerin çatlar, kanardı. Annen vazelin sürerdi. Sen unuttun, annen unutmadı.

Babanın omuzlarına binip, bakkala kaymaklı bisküvi almaya giderdin. Sen unuttun, babanın omuzları unutmadı.

Dişçiye gittiğiniz bir gün, senin dişin çekileceği halde teyzenin kızı çok ağlamıştı. Sen unuttun, onun gözleri unutmadı.

Ağlaya ağlaya, koşarak gelip bahçedeki kiraz ağacına sarılmıştın. Sonra da sırtını ona yaslayıp sakinleşmeye çalışmıştın. Sırtın unuttu, ağaç unutmadı.

Bir bayram günü çorabım yok diye kapris yapıp bayram ziyaretine gitmemiştin. Evde yalnız kalınca da kendine kızarak ağlamıştın. Sen unuttun, çorapların unutmadı.

 Kardeşini korkuturdun, “ben uzaylıyım” diye, çocuğu ağlatırdın. Sen unuttun, kardeşin unutmadı.

 Toplarken yarıştığınız akşamsefası tohumlarını kibrit kutularında biriktirir, sonra anneannenle bahçeye dikerdin. Sen unuttun, toprak unutmadı.

 Her akşam akşamsefalarının açacağı anı kaçırmamak için başlarını beklerdin, yine de göremezdin. Sen unuttun, zaman unutmadı.

 Hayatını kendine göre şeylerle doldurup hatırlayıp hatırlayamadıklarınla, bir gün ölüp gittin. Dünya unuttu, bu sefer sen unutmadın.

Esra Özer Duru, Ankara, Ocak 2008, Turuncu Dergisi. Gözden geçirme 28.5.2021.

                                                                   

13 Haziran 2021

BİR AVUÇ ÇEKİRDEK

Bir varmış, ondan gayrısı yokmuş. Çok uzak olmayan topraklarda hatta burada, bir hikâye yaşanmış zamanında. Zaman ki ölümün silahı daha çokmuş, ortalama insan ömrü en fazla kırkbuçukmuş. İnsanlar dedelerini ebelerini değil, analarını babalarını bile görmezmiş bazen. Ölüm o zamanlar, sıtma, dizanteri, kızamık, çiçek, difteri, kıtlık, yokluk diye gelirmiş. Adı değişikmiş ama izlediği yol aynıymış. Askere gidenden beş yıl umut kesilir, gurbete gidenden bir daha haber beklenmezmiş. Gelinler sadece kocalarından değil, kayınbabalarından, kayınvalidelerinden hatta kayınbiraderlerinden dayak yermiş (aslında buna bakınca pek bir şey değişmemiş). O yıllar miladi takvimde Birinci Dünya Savaşına, Kurtuluş Savaşına denk gelirmiş. Düşman ve savaş oralara girmemiş ama savaşın sefaleti, yoksulluğu insanların içlerine, tenlerine işlemiş.   

Bu hikâye, buralarda büyüyen çocuklar için çok yabancı değilmiş. Çünkü buralarda, ne Zoro gelir ağanın yüzüne Z çizermiş ne Candy Antonhy’yi severmiş ne Heidi gibi dağlarda huzur içinde Peter’le gezermiş. Öyle değilmiş işte! Buraların Heidileri “analık” elinde büyür, gün doğmadan tarlaya gider, analığın hışmına uğrayınca aç acına uyurmuş. Bu hikâyenin kahramanlarının adı Candy, Heidi, Peter değil Ayşe ile Abdurrahman’mış.

Üç kardeşten ikisi Ayşe ile Abdurrahman’ın babaları varlıklıymış. Sevilir sayılırmış yaşadıkları yerde. Bir şatoları, boy boy atları, katları, yatları yokmuş ama itibarları çokmuş. Ayşe ile Abdurrahman kardeş kardeş oynar, gezermiş. Çocukmuşlar, dünyadan habersizmişler, onun için de mutluymuşlar, bir daha olamayacakları kadar… Henüz ihraç malı olmayan kayısılarından istedikleri kadar yer, çekirdeklerini kırıp kuruyemiş yaparlarmış.

Bir gün savaş onların hayatlarına da değmiş, dokunmuş. Babaları askere gitmiş o zamanların en ünlü cephesi Yemen’e mi, nereye? Yaşasaydı bu hikâyenin kahramanı Ayşe bilirdi. Yıllarca babadan haber alamamışlar. Köy yeri işte, tarla tapan, çocuklar fark etmeden zaman geçmiş. Bir gün iki kardeş evlerinin önünde oynarken esmer, kara kuru bir adamın geldiğini görmüşler. Adamdan korkmuşlar. İki kafadar yerden topladıkları taşları adamın kafasına, gözüne atmışlar. Adam ne kadar konuşmak istese de dinlememişler, anneleri evden çıkıp yetişene kadar taş yağmuru devam etmiş. Çocukların hırsız sanıp taşladıkları adam, meğer aylardır yolunu gözledikleri babalarıymış.

Baba gelmiş, hayat yeniden mecrasında akmaya başlamış. Fakat saadet çok uzun sürmemiş (ne kadar saadetti meçhul ya!). Ayşe ile Abdurrahman’ın anneleri ölüvermiş. Çocukların biri beş, biri yedi biri on yaşında. Baba baksa nasıl bakacak? Gitmiş başka bir kadınla evlenmiş.

Analığın gelişi Ayşe ile Abdurrahman’ın hayatına ikinci bir darbe indirmiş. Abdurrahman sık sık anasının mezarının başında ağlar olmuş. Ayşe öz annesiyle daha çok zaman geçirmesine rağmen daha az ağlarmış. Çünkü o zamandan dayanmayı, dayanıklı olmayı öğrensin diye hayat onu pişiriyor, duygularını saklamayı öğretiyormuş. İki kardeş el ele tutuşur mezarlığa gider, orada saatlerce otururmuş. Kardeşlerin paylarına düşen kayısılar, çekirdekler, ekmekler, katıklar üvey annenin gelişiyle birlikte azalmış. Babanın tembihlerine ve tehditlerine rağmen üvey anne umursamamış çocukları çoğu zaman aç bırakmış. Hâlbuki baba tahmin mi etmiş yoksa bilmiş mi, kadına çocuklarını aç bırakırsa onu boşayacağını söylemiş. Ama o gündüz zaten yok, tarlada, işte güçte, belki de kahvede, çocukların ne kadar aç kaldıklarını bilmemiş. Çocuklar aç kaldıkça mezarlık ziyaretleri artmış. Abdurrahman’la Ayşe mutlu oyunlara harcadıkları vakti analarının mezarının başında geçirir olmuşlar. Analığın başından uzak olsunlar, nerede oldukları zaten önemli değilmiş.

Bir gün babaları yokken karınları öyle acıkmış öyle acıkmış ki, ne yapacaklarını bilememişler. Üstelik bu çocuklarınki varlık içinde yoklukmuş. Eller bulamadığı için aç kalırken, bunlar analık vermediği için açmış. Çözümü Abdurrahman bulmuş. Gidip analığın sakladığı yerden kayısı çekirdeği alacaklarmış. Kendilerine uygulanan bu insafsız ambargoyu kıracaklarmış. Abdurrahman çekirdeklerin koyulduğu yeri zaten biliyormuş. Ayşe kapıda beklemiş, öbürü küçücük elleriyle ceplerini doldurmuş. Aldıklarını ablasıyla yiyecek, bir güzel keyif edeceklermiş. Tam odadan çıkarken analık Abdurrahman’ı yakalamış. Ceplerindeki ve minik avucundaki kayısı çekirdeklerini görmüş. Abdurrahmancığı ve suç ortağı Ayşe’yi oracıkta kıstırmış, belki dövmüş, belki dövmemiş, ama Abdurrahman’ı havaya kaldırmış şöyle sertçe yere “çakmış”. Küçük çocuğun cebinde, avucunda ne varsa onları da almış. İki kardeş, üzüntüleri, hiç görmedikleri okyanuslardan büyük, tek sığınaklarına, annelerinin mezarına koşmuşlar. Akşama kadar orada ağlamışlar. Akşam babaları gelmeden eve dönmüşler ama baba bu işin içinde bir iş olduğunu anlamış. Çünkü çocuklar her zamankinden daha sessiz ve mahzunmuş. Sormuş, öğrenmiş, üzüntüden kahrolmuş. Ama bu saatten sonra nafile…

O gece Abdurrahmancığın ateşi yükselmiş, adı difteri mi, dizanteri mi, yoksa üzüntü mü keder mi bilinmez. Birkaç gün içinde çökmüş minik bedeni, annesini sayıklaya sayıklaya ölüvermiş. Ayşecik de annesiz, kardeşsiz kalıvermiş. Baba ise sözünü yerine getirmiş, analığa kapıyı göstermiş. Abdurrahman gidince Ayşe’nin içindeki çocuk da gitmiş. Sonra yeni analıklar, yeni kederler…

Ayşe…

Şimdi Abdurrahman’la birlikte. Çok kereler anlattığı bu hikâyeyi vaktinde hafızamıza kaydetmedik. Birbirimizden yardım almasak parçaları birleştiremezdik. Hâlbuki Ayşe’nin yılların kuruttuğu gözpınarlarını ıslatan tek hikâye buydu. Yokluklarla yoğrulmuş hayatının en acı hatırası… Çocuğumuzu azarladığımızda bizi “çakma çocuğu yere” diye sertçe uyarmasının sebebi…

Abdurrahman…

Ayşe’nin kardeşi, oyun arkadaşı, annesini paylaştığı, acısını bölüştüğü…

Çocukluk…

Abdurrahman’ın cebinde kalan üç beş kayısı çekirdeği…

Esra Özer Duru, Ankara, Haziran 2008, Turuncu Dergisi. Gözden geçirme 29.5.2021.

06 Haziran 2021

DOKUNSALAR AĞLAYACAKTIN AMA HİÇ DOKUNMADILAR

Geçen gün mutfakta yemek yaparken radyonun düğmesine dokunduğumda bir sürprizle karşılaştım. Daha ilk notalarıyla beni içine alan bir şarkı doldu mutfağa. Şarkının adı başka çağrışımlar yapıyordu ama pilav pişirip puding karıştırırken bana bir masal yazdırdı. Bilmem, bu şarkı[1] beni etkilediği gibi sizi de etkiler mi? Bir arkadaşın söylediği gibi “her dinleyen başka bir yerinden isabet alır” mı?

Üç genç kızın masalı…

Dokunsalar

Ağlayacaksın,

Ama hiç dokunmuyorlar.

Biçare bakan gözlerin bırak kanasın,

Gücüne gitsin şarkılar…

Yıllar yıllar önceymiş. İletişim Fakültesinin ikinci katına çıkan merdivenlerinin köşesinde şimdi isimlerini hatırlayamadığım üç kız öğrenci, hayata karşı bütün acemilikleri, bütün kırılganlıkları, bütün naiflikleriyle, on dakikalık ders aralarında dikilir, gülüşerek sohbet ederlermiş. Öyle incinebilir, öyle hassas, öyle kelebek kanadı imişler de hiç bilmezlermiş.

Onlara göre güçlü, benzersiz, çetin ceviz, idealist, azimliymişler, çok büyük işler yapacaklarmış. Daha bir sürü kitap okuyacak, bir sürü şiir, yazı yazacak, fotoğraf çekeceklermiş. Önlerinde açılmayı bekleyen bir sürü kapı varmış. Hayatın eşiğindeymişler daha. Anahtarlar da paspasın altındaymış. Yani akıllarında ne varsa gerçekleştirmek kolaymış. Her gün, her on dakikalık arada bambaşka bir hayal kurulurmuş bu üç kişilik dünyada. Dünyayı değiştirebilir, hiç yara almadan rüzgâra karşı yürüyebilirlermiş. Yağmurun altından ıslanmadan geçebilirlermiş. Görünmez çatıları Ankara’nın dolusundan hasar almazmış. Kavgalar hep mertçe yapılırmış. İnsan sırtından vurulamazmış. O yaşlarda herkesin kendileri gibi olduğunu nereden bilirlermiş… Sonra, hemen sonra, hayatın sert rüzgârlarının o en ince, en zayıf yerlerinden nasıl da estiğini/eseceğini… Tam da oradan nasıl güç kaybedeceklerini…

Aklın ilk göz ağrısında,

Hatırlıyor mu seni hala

Dikiş tutmayan

Bu büyük yara,

Bazı geceler

Kanıyor hala

Yıllar yıllar önceymiş, henüz kimse ölmemiş, kimse gitmemişmiş. Hatıralardaki sınıf mevcudu henüz tammış. Aynalar kimseye yaşlandığını söylemiyor, geçen yıllar insanın içinde bir şeyleri kırıp dökmüyormuş. Yorgunluklar dinlenince geçiyor, yaralar sanki daha hızlı iyileşiyormuş. Telefonlara, kapılara daha hızlı koşuluyor, şarkılar insana başka duygular hatırlatıyormuş. Daha cesur çıkılıyormuş yola. Islak kibritler daha kolay kuruyormuş ocağın yanında. Yağmurda ıslandığında hemen grip olmuyormuşsun ya da mesela kemiklerin ağrımıyormuş. Sanki insana yaş sınırı nedeniyle gerçek mermiyle ateş etmiyorlarmış.

Nereden bilinecekmiş hiçbir yaranın izinin silinmediği… Nereden bilinecekmiş ıssızlığın keskinliği… Nereden bilinecekmiş akşamüstü çöken sisin bir daha gitmeyeceği… Nereden bilinecekmiş plastik mermilerin de yürekleri delebildiği…

Her geçen yıl birer birer

Masadan eksiliyor dostlar…

Sessizce aktı gitti yıllar

Seni hiç uyandırmadan

Ve bir sabah

Uyandığında

Kalmışsın

Tek başına…

Yıllar yıllar önceymiş. İncitmiş şarkılar. Kırmış dolular. Ayırmış rüzgârlar. Vurulmuş martılar. Tarumar olmuş gelincik dolusu tarlalar. En çok da incinmiş zavallı kırlangıçlar.

Başka masallarda da esmiş rüzgârlar… Küçük Prens’in çiçeğini yine Küçük Prens’in kuzusu yemiş. Annesi Parmak Kız’a büyüme hormonu enjekte ettirmiş. Hansel ile Gretel bir yön bulma cihazı (navigasyon) almışlar. Sinbad uçan halısına overlok yaptırmış. Gülen Ayva ile Ağlayan Nar konservatuarın tiyatro bölümüne yazılmış. Birileri Zümrüd-ü Anka’yı tavuk döner yapmış. Leyla, Facebook’tan bulduğu ilkokul arkadaşıyla Mecnun’u aldatmış. Mecnun önce Leyla’yı öldürmüş sonra Müge Anlı’ya katılıp Leyla’nın katilini aramış. Nasreddin Hoca bir yoğurt makinesi almaya karar vermiş. Keloğlan saç ektirmiş. Çocuklar çıtır pıtır yutup zehirlenmiş. Plastik mermiler masumiyetin zırhını delmiş. Bu masal da böyle bitmiş.


Esra Özer Duru, Ankara, Aralık 2011, Turuncu Dergisi. Gözden geçirme 28.5.2021.  


[1]Zakkum grubunun Anason şarkısı: https://youtu.be/sDF2auWzpmM

Taze Taze Hikâyeler

BEKLEME ODASI

Mart ayı ortalarıydı. Hava, okullardaki mevsim tablolarında her zaman bahara dahil edilmesine rağmen, yıllardır rolüne direnen bu aya yakışı...

Yeni Yazılardan Haberdar Olun

Kaçırmayın!