17 Ağustos 2023

ŞEHRİN SAHİBİ KİM?

Yıllardır doğayla iç içe, kenarda köşede kalmış, yapılaşmanın az olduğu bir semtte yaşıyoruz. Son zamanlarda bir şeyler değişti ve etrafımızdaki arsalar hızla inşaat alanlarına dönüştü. Önce de semtimizin tabii “bitki örtüsü” olan düğün salonları vardı ama mevsimsel bir gürültü olduğu için tahammül ediyorduk. Şimdi patlayan inşaat furyası, sakinliğimizin ve mahremiyetimizin sonu oldu. Sıcaklar bastırıp kapı, cam açma zorunluluğu artınca kulak tırmalama aşamasından huzur kaçırma raddesine hızla tırmanıveren gürültü akla şu soruyu getirdi. Şehrin sahibi kimdir? Mesela çok erken saatte başlayan inşaat faaliyetlerine, neredeyse her akşam arapsaçına dönen düğün gürültüsüne karşı şehrin sakinlerinin haklarını korumak için devreye kim girer?

Şehir kime emanet? Şehr-emini

Şehrin sahibi deyince insanın aklına bir şehri yöneten, sakinlerinin haklarını gerektiğinde başka bazı “sakin”lere karşı koruyan, altyapı hizmetlerini sunan, bakımını yapan… kısacası şehri emanetine alan kişi, eski adıyla “şehremini” yeni adıyla belediye başkanı geliyor. Yaşadığımız yerle ilgili bir aksaklık gördüğümüzde ilk muhatabımız belediye oluyor. Belediyelerin yanında il özel idareleri, kaymakamlıklar ve bakanlıklar da şehirlerin yönetiminde yetki sahibi. Bizim şehirlerimizde; birinin yaptığını iki gün sonra öbürünün bozduğu enerji, kaynak israfına yol açan ve yaşayanların psikolojilerini altüst eden bir yapboz durumu söz konusu maalesef. Bugün elektrik hattı döşemek için açılan yollara aylarca süren çabalarla asfalt dökülüyor, aynı yollar hafta geçmeden mesela yeni bir inşaata doğalgaz hattı çekmek için kazılıyor. O bölgede yaşayanlar yeniden toza, çamura mahkûm oluyor. Bu yapboza kafayı takmadan yaşamak büyük maharet istiyor. 

Gürültü bahsindeki araştırma karşımıza, 30 Kasım 2022’de yayınlanarak yürürlüğe giren detaylı ve yepyeni Çevresel Gürültü ve Kontrol Yönetmeliğini[1] çıkarıyor. Yönetmeliğin ana yöneticisi ve denetçisi Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı. Onun yanında Ulaştırma ve Altyapı Bakanlığı, Kültür Bakanlığı, büyükşehir, il, ilçe belediyeleri ile il özel idareleri de sorumluluk sahibi. Mesela stratejik gürültü eylem planları hazırlamak maksadıyla şehirdeki gürültüye dair veri toplamak için sabit ve gezici ses ölçüm istasyonlarının kurulması gerekiyor. Bu istasyonlardan alınan bilgiler, eşgüdüm ve koordinasyonla bakanlık nezdinde işlenip gürültü eylem planları hazırlanıyor.

“Sessiz alan”lar nerede?

Burada karşımıza “sessiz alan” diye bir kavram çıkıyor. Bu kavram, “kırsal alanda trafik, endüstri veya rekreasyon faaliyetlerinden kaynaklanan her türlü gürültü rahatsızlığına maruz kalmayacak şekilde ayrılan alanı, şehirleşmiş alanda ise belirlenmiş bir çevresel gürültü gösterge değerinin üzerinde etkilenmenin olmadığı alanı” tanımlıyor. İyi düşünülmüş bir kavram aslında. Çünkü şehir hayatının geldiği noktada, insanların böyle alanlara duyduğu ihtiyaç gittikçe artıyor. Gürültü eylem planları, çevresel gürültünün eve etkilerinin yönetilmesi için elde edilen verilerle çıkarılan fiziksel haritaların yani stratejik gürültü haritalarının sunduğu veriler ışığında oluşturuluyor. En önemli hedef de sessiz alanların korunması ve gürültü azaltım tedbirlerinin alınması.

Yönetmelik, açık alanlarda, tatil beldelerinde müzik yayınının, inşaat faaliyetlerinin saat sınırlarını, havai fişek kullanımında, düğünlerde ya da müzik yayınlarında kimden izin alınacağını tek tek yazıyor. Bunları okuyunca insan, yerel otoriteler mesela “sessiz alan”ların muhafazasıyla ilgili duyarlılık gösterip tedbir alıyor mu, izin saatleri hakkında yeteri kadar bilgi sahibi mi merak ediyor.

Aslında genel olarak detaylı düşünülmüş kanun metinlerimiz, yönetmeliklerimiz var. Ancak konu belli ki insanda bitiyor. Konulan kuralları sorumlular uygulamıyor, denetlemiyor, onlara uymuyorsa buna hangi yasal metin yön verebilir? Komşunuzun hakkını gözetmiyorsanız, kurallara uymakta titizlik göstermiyorsanız, cezalar yeterli olmadığı için cezayı ödemek, kurala uymaktan daha ucuza geliyorsa, sık sık değişen mevzuatlara, istisnai uygulamalara, rahatsız ettiğiniz insanların nezaketine güveniyorsanız size hangi mevzuat engel olabilir?[2]

Esra Özer Duru, Ankara, 15 Ağustos 2023.

20 Mart 2023

SOSYAL MEDYA, NEFES, OPERA

Sosyal medyanın günlük hayatımızdaki yönlendiriciliği her geçen gün artıyor. Orada gelişen (aslında gerileyen) üslup, birbirimizin gözüne bakarak söyleyemeyeceğimiz küfürler, hakaretler, cümleler maalesef genel davranışlarımıza dönüşüyor. Aynı sofraya hiç oturmamış, aynı sıkıntılara hiç katlanmamış, aynı fırında ekmek sırasına hiç girmemiş, aynı acılara hiç yanmamış, hiç gözyaşı dökmemiş gibi birbirimizden uzak, merhametsiz, keskin bir dil yerleşiyor. Özellikle toplumsal felaket dönemlerinde insanlar hızla siyasi kamplara ayrılıyor, yaraları daha hızlı sarıp daha büyük yardım, destek faaliyetleri yapabilme imkanından yoksun kalıyor. Bir de yalan paylaşımlar var ki elden ele dolaştığı için uzun süre canlılığını koruyor ve bunların gerçek olup olmadığının anlaşılabilmesi için bir telefon yeterliyken herkes birbirine “forward” ediveriyor.

En son 11 ilimizi içine alan 6 Şubat depremlerinde de bunu gördük ne yazık ki! Çok sayıda kayıp verdik, şehirlerimiz yerle bir oldu. Ateş düştüğü yeri yaktı ama bizi de kavurdu. Felaket bölgesinin dışında olmamıza rağmen günlük faaliyetlerimizi sürdürecek enerjiyi, isteği bulamadık. Bu kadar canımız yanmasına rağmen konuşma üslubumuzu ayarlayamadık. Böyle bir acı ortada dururken hep yapıldığı gibi hiç konuşulmaması gereken konular konuşuldu, hiç fikrimiz olmayan alanlarda teoriler üretildi. Şahit olduğumuz bütün bu tartışmalar, yaklaşımlar, sosyal medya yalanları; bir üslup inşasının şart olduğunu gösterdi.

Çocukken öğretmencilik oynadıysanız, milli bayramlarda, okul bahçesinde yapılan programlarda şiir okuyup konuşma yaptıysanız siz de yaşamışsınızdır: Acemi konuşmacılar seslerini veya nefeslerini güzel ayarlayamadıkları için sesleri kısılır, boğazları tahriş olur. Bu ses kısıklığı birkaç gün kahramanlık nişanı gibi taşınır. Bunun sebebi konuşurken, okurken bağırmamız; boğazımıza yani ses tellerimize ve akciğer nefesimize yüklenmemiz. Diyafram nefesimizi kullanmayı öğrenebilsek ses tellerimizdeki tahribatın önüne büyük ölçüde geçebiliriz.

Eskiden yaka mikrofonu gibi imkanlar yoktu. Tiyatro, opera oyuncuları seslerini en arka sıradan duyulabilecek şekilde ayarlamak zorundaydı ve iyi tiyatrocu/operacı fısıltıyla dahi konuşsa sesini duyururdu. Böyle bir ses kullanımı, doğru nefesi bilmeyen bir insanın boğazının ağrımasına, sesinin kısılmasına sebep olurken tiyatrocular, operacılar ertesi gün yine oyuna çıkarlar. Mesela bebekler de saatlerce ağladıkları halde sesleri kısılmaz, boğazları tahriş olmaz. Çünkü doğru nefes almayı fıtraten bilirler.

Normal insanların akciğer kapasitesi 4 litreyken, opera sanatçılarınınki 5.5 litreymiş. Sahne almadan önce kendilerini tüpsüz dalan bir dalgıç gibi tüm seslere, tüm dünyaya “kim ne derse desin kulaklarını tıka, doğru olduğuna inandığın şeyi yap” der gibi kapatırlarmış. Kalp ritimlerini yavaşlatmak amacıyla soluk egzersizi yaparlarmış. Soluklarını dengelemezlerse aldıkları nefes kan basıncını arttırır, kulaklarını tıkarmış ki bu “ağızlarından çıkanı kulaklarının duymaması”na sebep olurmuş. Meşhur opera eserleri en az üç perde yaklaşık 1,5-2 saatlik bir sunuş gerektirdiğinden bu kondisyonu bu süreye yaymak gerekirmiş.  

Eseri seslendirirken, contre-ut yani zirve noktasındaki notaya ulaşmak için sabırla, yıllarca çalışırlarmış. Bu noktada kalıcı olmak; sanatçının yaşına, akciğer kapasitesini belirleyen sağlığına, yaşam tarzına bağlı olduğundan, söz konusu değilmiş. Yani zirveyi gördükten kısa bir süre sonra iniş yolculuğu başlıyormuş. Contre-ut’a çalışılırken, beyindeki basınç mesela “la” notası çıkarılırkenkinin dört beş kat üstünde oluyormuş. Tüm titreşim beyinde olduğundan baş dönmesi hissediliyor, bu kadar basıncın iyi yönetilmesi gerekiyormuş. Çünkü bu sırada bağırmak opera sanatçısının gırtlağının parçalanmasına sebep olabilirmiş. O nedenle karın bölgesinin desteğine ihtiyaç duyulduğu gibi doğru hava basıncı bulunduğunda uzun süre muhafaza edebilmek için de müthiş bir kas hakimiyeti gerekiyormuş. En kötüsü de seyirci bu sanata ne kadar aşina olursa olsun sesin ya da sanatçının bütün maharetini anlamayabilirmiş. Yani opera sanatçısı bazen sanatını en güzel şekilde yaptığını bilmekle (teşbihte hata olmaz, balık bilmezse Halik bilir misali) yetinmek durumunda kalabilirmiş. 

Rabbimizin İbrahim Suresi 24. Ayette buyurduğu gibi, güzel söz kökü yere, dalları göğe uzanan güzel bir ağaç gibidir. Bu güzel sözü söylemek de güzel ve yumuşak bir üslup, sabır gerektirir. Sözlerin en güzelinin muhatabı olmak iddiasındaysak, onu sosyal medyanın oluşturduğu kısır çekişmelerin diliyle ve üslubuyla değil; iki saatlik, dört perdelik bir opera söylüyormuşçasına sabırla çalışıp çabalayarak, sakin ve uzun nefes planlamaları yaparak dile getirelim.  

Not: Yazıyı yazarken opera sanatçılarının ses yönetimi hakkında bilgiler için https://www.hurriyet.com.tr/opera-sanatcisi-yuksek-performansli-bir-sporcu-gibi-4822217 linkindeki yazıdan faydalandım. 

https://www.hertaraf.com/koseyazisi-sosyal-medya-nefes-opera-3560 

Esra Özer Duru, Ankara, 10 Mart 2023.

15 Şubat 2023

“RÜYALARIN YAPILDIĞI MADDEDEN YAPILMAYIZ BİZ, RUHUMUZ OLMADAN SADECE BİRER MAKİNEYİZ[i]”

Bu cümleler yıllar önce lüks bir otomobilin yeni çıkan modelinin reklam sloganıydı. Reklam metni, oldukça etkileyici ve epey tarihî cümlelerle Shakespeare’in Fırtına isimli oyunundan ilhamla kaleme alınmıştı. Bana göre oldukça iz bırakan bir metin çıkmıştı. Bir arabanın ruhu olsa ona bakışın nasıl değişeceğini tahayyül eden reklam yazarları, bu cümleyi soğuk görünümüyle meşhur bir oyuncunun ağzından söyletiyorlardı. Reklam yazarlarının isabet kaydettiği üzere gerçekten ruh kavramı ne kadar anlam yüklüydü. Zamanın ruhu, eşyanın ruhu, şehrin ruhu… Hatta ben de bir yazımda “evin ruhu” diye bir kavram icat etmiştim. Ruh mühimdi yani hepimiz için.

Kızım ve oğlum yazma merakımı bildiklerinden bana güzel bir antika daktilo hediye ettiler. Daktilonun markası Julietta. Yukarıda bahsi geçen otomobil modeliyle aynı. Reklam sloganındaki cümlelerin aklımda nasıl yer ettiğini bilen çocuklar için bir işaret fişeği olmuş bu isim. Hediyemi alınca, “daktiloma bir bakım yaptırayım, temizlensin, gözümün önünde temiz temiz dursun” diye düşündüm. Ankara’da antika daktilo tamiratı yapan yerleri aramaya koyuldum. İnternete yazıp aratınca birkaç isim buldum ve tahmin ettiğim gibi bu isimlerin tamamı Ulus’taydı. Listedeki ilk isme bulduğum numaraların hiçbirinden maalesef ulaşamadım. Diğer usta ise ilk aramamda tık diye telefonu açıverdi. Hayatta ve işinin başında olması beni çok sevindirdi. Ama adres kısmında Uçar Han’ı görünce gelen ağlama hissine bir anlam veremedim. Üstünde düşününce bu his beni çocukluğumun Ulus’una ve “dönemin ruhu”na götürdü.

Muhammed Esed, Mekke’ye Giden Yol isimli eserinde; batıda bulamadığı için doğuda aradığı ve bulduğu, kendini ait hissettiği, değer verdiği bir şeyden bahseder. O adını koymaz ama biz onun ne olduğunu anlarız. Esed’in doğuda sevdiği şey, ruhsuz seri üretimin girmediği, suni sınırların bölmediği, vefanın, nezaketin, doğallığın, doğrudanlığın geçer akçe olduğu bütünlüklü günlük hayattır. Kapitalist karmaşa, acele yoktur orada ve Esed buna vurulur. Batının doğuya en son ve en büyük sızma girişimleri olan Dünya Savaşları başlamadan, son nefesinde yetişir o dünyaya. Kendisini, o bütüne ait hisseder, yarıda kalmışlığı sonlanır, bütün olur, bütüne eklenir. Doğu o sırada, sakin, yavaş, mütevekkil ritminde daha bütündür bugün olduğundan, daha tamdır. İşte Ulus da şimdi bana böyle bir dünyadan kalmış gibi geliyor. Bu arada belirtmek gerek, Altındağ Belediyesi Ulus’a pırıl pırıl bakıyor.

Her ne kadar endüstriyel üretimin, modern dünyanın satış dükkanlarıyla dolu olsa da Özler Han, Uçar Hanıyla Rüzgârlı Sokak, köşede Bosna İşkembecisi, babamı 1987’de hacca uğurladığımız Hacı Bayram Camii önü, benim baca zannettiğim; önünden annemin elinde uçuşa uçuşa geçip dolmuşa yetiştiğimiz daimi leylek yuvalı Julien Sütunu, Ankara Kalesinin soluk kesen yokuşu, Kalenin kocaman taşlarla örülü kaporta düşmanı kapısı, restore edildiği halde hayatla bağını ikinci kata çıkan ahşap merdivenleri gibi yitirmiş kale evleri, namaz kılarken Nuh’un Gemisinde Büyük Tufan’dan kurtulanlardan olduğunuz hissini veren oraya buraya serpilmiş minik ahşap camiler, adet olduğu üzere çocukken kocaman, şimdi daracık görünen sokaklar, mimarileriyle dikkati çeken terk edilmiş binalar, hala hayatın devam ettiği evlerin bahçelerinden sokağa akıp giden sular, zamanın tanığı olmuş kalın gövdeli ağaçlar, öğrenciyken çektiğimiz, basarken üstüne acemi parmak izlerimizi bıraktığımız  siyah beyaz fotoğraflar, Samanpazarı’nda, Çıkrıkçılar Yokuşu’nda antikacılarda satılan Allah bilir ne zaman, kimin baktığı, hangi başların uzandığı unutulup gitmiş kapı, pencere pervazları… 

Eskiden insan kaynarken şimdi boş kalan, yıkılmaya yüz tutmuş, tekinsiz bulunan Ulus sokaklarında kaybettiğimizi anladığımız şey bir tılsım, hiçbir restorasyonun, temizliğin geri getiremediği kayıp bir nota! Bazı meslek erbabı bana o kayıp notayı hatırlatıyor; içimdeki radyoda çalan ama devamını bir türlü getiremediğim şarkının kayıp notasını… Saat, daktilo, şemsiye, ayakkabı, halı/kilim, bakır, ahşap… tamircileri, hayatta kaldıkları, mesleklerini çıraklarına öğrettikleri sürece o şarkının bir gün yeniden tamamlanıp çalınacağına dair umut taşıyabiliyoruz. Belli ki bizim ruhumuz artık o kaba uymuyor, oranın ruhu da artık bizim kabımızı doldurmuyor. Ama daktilo tamircisinin bir antika daktiloya dokunan parmakları o ruhun eski kalıbını bulamasa da yeni bir kalıp çiziveriyor boşluğa.

Yani diyeceğim, insan bir bilgisayar klavyesiyle duygusal bir bağ geliştirmiyor da köstekli bir saate veya antika bir daktiloya vurulabiliyor. O eşyadaki ruhu görüp onun ritmine ayak uydurmak isteyebiliyor. Mesele yıllarca aynı saati, aynı daktiloyu kullanmak değil, o saatin, daktilonun ilk üretiminde harcanan emeğe bir saygı duruşu. Tıpkı reklam metninde Shakespeare’in dizelerine yer verilmesi gibi…      

Rüyaların yapıldığı maddeden yapılmayız biz[ii]

Ruhumuz olmadan sadece birer makineyiz…

(We are such stuff as dreams are made on…

Without heart we would be mere machines…)

https://www.hertaraf.com/koseyazisi-ruyalarin-yapildigi-maddeden-yapilmayiz-biz-ruhumuz-olmadan-sadece-birer-makineyiz-3483

Esra Özer Duru, Ankara, 29 Ocak 2023.


[i] Reklamda yer verilen cümlelerden alıntı. İlki Shakespeare’den. 

[ii] William Shakespeare’in Fırtına oyununda kahramanımız Prospero’nun orijinal cümlesi.

26 Aralık 2022

EYT’YE BİLE NASIL TAKILAMIYORUM?

Yazdığımız her şey özel hayatlarımızdan izler taşır. Yazar bunu zaten bilir, yazarı yakından tanıyanlar da detaylardan anlar. Açıkçası ben yazmanın bu yönünü hep kısıtlayıcı bulurum. Maalesef eskiden beri her yazdığımı bu yönüyle ince bir süzgeçten geçirmeye çalışırım. Ama şimdi ilginizi çekerse kişisel bir hikâyeyi, EYT’ye nasıl takılamadığımın hikayesini, becerebilirsem, isim vermeden anlatmaya çalışacağım.

1993 yılında lise öğretmenlerimin çok da memnun olmadığı bir tercih yaparak iletişim fakültesini kazandım. Memnun değillerdi çünkü gazeteciliğin kadınlara, özellikle de başörtülü kadınlara uygun olmadığı kanaatindeydiler. Beni ilahiyat ya da eğitim fakültesine yönlendirmek istediler, yazmayı, araştırmayı sevdiğim için gazetecilik okumak istedim. Memleket karışıktı (hep karışık zaten), araştırılacak çok konu vardı. Hele 1993 yılının siyasi cinayetlerle, faili meçhullerle, kısacası karanlık olaylarla dolu ortamı insanın araştırma duygusunu kışkırtıyordu. Bir yerinden başlarım diye düşündüm. Yasaklar, özgür olması gerektiğini düşündüğüm fakültemize de girdi ve okulumu başörtüsü yasaklarının gölgesinde bitirdim. Yüksek lisans hayallerim yasağa takıldı, ben de çok ısrar etmeyip doğrudan mesleğe yöneldim.

Stajyerliğimi yapmak için 1996’da işe başladığım gazetede hevesle ufak tefek haberler yazıp kendime bir yer edinmeye çalıştım. Dokuz aylık bir “staj”ın sonunda sigorta girişim yapıldı. Her ne kadar basın emekçisi olarak değil, bir işçi olarak sigortalandıysam da bu ayrım o sırada gözüme çok önemli görünmemişti. Küçük ölçekli bir kurtlar sofrası hissiyatı yaşatan Ankara temsilciliğinde herkes ama en çok başörtülü muhabirler tutunma mücadelesi veriyorlardı. Başka arkadaşlarımın aksine başlangıçtan itibaren belli bir alana yönlendirilmek yerine joker olarak tutuldum. Ücra bir yerde tasavvuf musikisi konseri varsa, büyük siyasi partilere bakan muhabirler rahatsızsa ya da daha önemli işleri varsa, TBMM’de grubu olmayan küçük partiler basın toplantısı yaparsa o haberlere gönderilirdim. Bir süre redaktörlük, bir süre istihbarat şefliği, hatta bir süre haber müdürü vekilliği dahi yaptım. Gazetenin bütün haber birimlerini ekonomi hariç dolaştım, emek verdim. Eşimle o sıralarda evlendim. Bütün büro düğünümüze geldi. Artık yerimi sağlamlaştırmışımdır sanırken bir şekilde sigortamın kesildiğini ve o sıradaki yöneticinin beni “işten biri çıkarılacaksa bunlar çıkarılsın” listesine aldığını öğrendim. “Nasıl olur?” falan derken, “seni tanımıyorduk, sigortanı yeniden başlatalım, maaşına azıcık zam yapalım, bizimle çalışmaya devam et” denildi. Benim iki yılı doldurduğunu sandığım ama sadece altı ayı bulan sigortam yeniden başlatıldı.

“Evin kızı” olmak her daim mağduriyet mi getirir?

Bu sırada 28 Şubat rüzgarlarıyla birçok kesime olduğu gibi başörtülü kadınlara da dünya zindan ediliyordu. 10. Yıl Marşı eşliğinde toplantılardan çıkarılan başörtülü muhabirler arasında ben de vardım. Patronumuz kıyafetime yeni bir yorum getirmemi nazikçe ima etti. Sarı basın kartı alma hayallerimse; önce sigorta sürecimdeki yara bere ve basın sigortası kapsamında olmamam nedeniyle yasal süreyi dolduramadığım için daha sonra da başörtülü fotoğraf vermek istemem nedeniyle suya düştü. Başbakanlık Basın Kartları Komisyonuna kazanılmış hakkımı vermedikleri için itiraz ettim. İtirazım sözüm ona haklı bulundu. Gerekçede, idarenin ret kararını başörtülü fotoğrafıma dayandırmasının usule aykırı olduğu yazılıydı. Yani bir dahaki müracaatımda daha mantıklı bir gerekçe bulunacaktı sanırım. Bir daha müracaat fırsatı bulamadım.

Gazetede benimle birlikte eşimin de aldığı ücret (sanırım eş durumundan) birlikte çalıştığımız herkesten daha azdı. Hala belli bir alanda uzmanlaşma imkanına kavuşamamıştım. Nedense istihbarat şefi, haber müdürü gibi yöneticiler, bizi “gazeteciliği öğretme” bahanesiyle eziyor, ağlatacak kadar kötü muamelelere maruz bırakıyorlardı. Yaşananlara rağmen ben “bu evin kızıydım, kurumun geleceğinde ben vardım, biraz sabırlı olmalı, maaşımın iyileştirileceği günleri bekleyivermeliydim”. Bekleyeyim dedim. Zaten patronlarımın bildiği ve işaret ettiği gibi çok alternatifim yoktu.

Beklerken eşimle yurtdışına gitmeye karar verdik. Sigortamın gaspında rolü olan yöneticinin biz ayrılırken bize verdiği “işten çıkarma tazminatı ödeyerek yaptığı bu haksızlığı telafi etme ve bizi dönüşte işe geri alma” vaadini kimse hatırlamadı ve tabi ki gereğini yapmadı. Dönüşte; bize verilen tazminat sözü tutulmadığı için işe geri alınmamın mümkün olmadığını düşünerek şansımı hiç denemedim. Eşim denedi, kısmet başka yerdeymiş, olmadı.

İlk iş tecrübem yaklaşık dört yıl olmasına rağmen sigortam, yapılan giriş çıkışlar nedeniyle kırk yamalı bohçaya benziyordu. Haklarımı hukuk yoluyla alayım dedim. Eski işyerime bir dava açtım. İki yıldan fazla süren davanın neticesinde ben kazandım. Ama hakkımı gasp eden şirketler (!) artık “bulunamadığı” için SSK’ya ödenmeyen primleri benim ödemem gerekecekti. Avukatımız “bunu böyle bırakalım yoksa borçlu çıkacağız” dedi. Devletin bulamadığı şirketten -ki ben yerlerini biliyordum, vicdan sahibi bir insan devreye girerek bana bir miktar tazminat ödemeyi teklif etti. Ben sigortalarımı istiyordum, kabul etmedim. Etse miydim?

Edindiğim tecrübe genellikle hak gaspı ve psikolojik baskıyla dolu olduğu için çalışma hayatı artık çok cazip gelmiyordu. O sırada ilk çocuğumuz doğdu. Onu büyütürken bir vesileyle tanıştığımız Halise Abla, Turuncu Dergisinde gönüllülük esasıyla yazmaya cesaretlendirince “neden olmasın” dedim. Yıl 2004 falandı galiba. Yazmayı sevmiştim. Bu arada Halise Ablayla karşılaşan eski yöneticimiz ona benim hakkımda övgü dolu cümleler etmişti. Acı bir tebessümle dinledim. Benim iş hayatım başlamadan hüsranla dolarken bir zamanlar yöneticimiz olan pek çok insanın yıldızı parlamıştı.

Sinir Harbi

Kızım biraz büyüyünce aylık bir haber dergisinde haber müdürü olarak işe başladım. Güzel bir maaş, iki aylık “deneme” sürecinden sonra sigorta başlangıcı vadedilmişti. Bir süredir evde olmanın verdiği dinçlikle işe geri döndüm. İlk ay çok sayıda röportaj ve haber yaptım. Haber müdürlüğü sıfatı biraz abartılıydı. Çünkü kadroda çok az insan vardı. Haber kısmında içerde çalışan tek kişi bendim. Dergi çıktığında büyük bir hayal kırıklığına uğradım. Emek emek hazırladığım röportajların, haberlerin biri hariç hepsinin üstünde “kadro zengin görünsün” diye başka insanların imzası vardı. Biraz gerildik ama sorunu, hazırladığım haberlerde en azından benim belirleyeceğim mahlasların olmasına karar vererek çözdük. Dergicilik zevkliydi, sevmiştim. Çalıştığım insanlar da iyi insanlardı, bir şekilde yine “evin kızı” oldum. İkinci ayın sonunda sigortam yapılmadı. “Gelecek aya” kaldı. Olur böyle şeyler diye düşündüm. Gelecek ay bir türlü gelmedi. Maaşların ödenmesi sıkıntıya girdi. Yaklaşık yedi ayın sonunda, yatırılamayan primlerimin bana nakit olarak ödeneceği sözüyle ve gelecek ay yayınlanmak üzere dosyalar bırakarak işi bıraktım. Eve döndüm. Primleri hiç görmedim.

Kendi halimde, sigortasız ev kadınlığıma devam ederken yeni bir iş teklifi aldım. Siyasi bir simanın öncülük ettiği, ana sponsoru bir yayınevi olan üç aylık bir dergide “deneme süreci”nin sonunda sigortam yapılmak kaydıyla uygun bir maaşla işe başladım. Benim patronum siyasi sima olacak, maaşım yayınevi tarafından ödenecek, sorumluluk alanım sadece üç ayda bir çıkan derginin işleri olacaktı. Yayınevinin patronu kendi işyerini terörize edecek kadar otoriter, çalışma ortamı çok gergindi. Dergi yayına hazırlanırken birkaç gün yayınevinde olmam yeterli olduğu için dert etmedim, doğrudan muhatabım o değildi. Derginin ofisinde her işi yaptım; mesai ciddiyetiyle her gün işime gittim. Yayınevinin işleri çok geldiği için bizim dergiyi günlerce bekleten dizgicilerin yerine dergiyi dizdim, kapak buldum, ofisi açık tuttum, faturaları ödedim, temizlik yaptım, abonelerle ilişkileri düzenledim, dergileri kargoya taşıdım, kitap mağazalarına götürdüm, paralarını topladım, yayın kadrosuna katıldım. Birçok yazıya düzeltme önerileri sunarken bir sayıya ortak editörlük yaptım. Derginin künyesinde birçok görevin karşısına adım yazıldı. Sigortam hiç başlamadı. Sonra bir gün yayınevinin sahibi bana sözleşme şartlarını ihlal ettiğim için sözleşmemin tazminatsız, tek taraflı feshedildiğine dair bir mail attırdı. Kendi patronumu aradım, anlattım, sorun çözülemedi. Ben de Çalışma Bakanlığına ve SGK’ya birer şikâyet dilekçesi verdim. İşyerine teftiş bilgisi ulaşınca yayınevi sahibi benim patronumu arayıp dilekçemi çekmezsem derginin sponsorluğunu bırakacağı tehdidinde bulundu. Dilekçemi çekecek, herhangi bir hak talebim olmadığına ilişkin bir ibraname imzalayacaktım, o da bana cüzi bir miktar ödeme yapacak, sponsorluğu devam ettirecekti. Patronum kabul etmemi rica etti, primlerimi ve bundan sonraki maaşlarımı cebinden ödeyecekti. Ettim. Primleri yine görmedim. Bir süre daha hem de ücret almadan çalışmaya devam ettim, çünkü dergiyi sevmiş yine “evin kızı” olmuştum. İkinci çocuğumuzla birlikte bir çalışma dönemi daha sona erdi, tekrar eve döndüm. Aktif çalışma hayatına dönmeyi yeniden denemedim.  

İdeal bir EYT’li olabilirdim ama…

İşte yasakçı devlet/sömürücü özel sektör aracılığıyla nasıl EYT’li olamadığımın ayrıntılı özeti! Başlangıçta hikâye kişisel dedim ama eminim kendi hikâyesinde ortak noktalar bulanlar çıkacaktır. Hikâyede ilginç ve acı olan sigortaya girişimi yapan ve kesintilerle de olsa ödeyen tek işyerinin ilk işyerim oluşu. EYT’ye dahil olabilsem onlar sayesinde olacaktı. Dahil olamamamın en büyük sorumlusu da onlar oldu. Geçen zaman içinde birkaç kez sigortalı olduğum dönemleri toplatıp emekliliğimi hesaplattım. Emeğim bir kez daha boşa gitmesin istedim. Ödemem gereken prim miktarı çok büyüktü. Onun için EYT çıksa bile benim faydalanmam zor görünüyor. İsteğe bağlı sigortalılığı başlatırsam belki. Sürecin sinir bozucu bazı detayları var, uzatmayayım diye onları es geçtim. Belirtmeden edemeyeceğim en sinir bozucu şeyse; haklarım maddi, manevi gasp edildikten sonra “helallik” istenmesiydi. Bazı haklarımı ağız alışkanlığıyla, bazılarını gönüllü helal ettim, bazıları için sözü ağzımda geveledim. Devletin yasaklayarak, denetlemeyerek, mahkûm ederek göz yumduğu, özel sektörün hiç umursamadığı, bizim el mecbur “helal” ettiğimiz hukukumuz için “kamu davası” açılır mı Allah biliyor. 

Esra Özer Duru, Ankara, Aralık 2022.

https://hertaraf.com/koseyazisi-eyt-ye-bile-nasil-takilamiyorum-3405 

03 Eylül 2022

POŞETTEKİ JAPON BALIKLARI

Ömrümüz evde, sokakta, okulda, kamusal alanda ne yapıp ne yapamayacağımızın başkaları tarafından belirlendiği bir atmosferde geçti. Üstüne kavanoz kapatılmış böcek hissiyatı veren bunaltıcı yasakları, zaman zaman başörtülü kadını kamusal alanda istemeyen, dini; ileri yaşlarda gidilen bir umre ya da hac ziyareti zanneden ya da katıldığı mevlitte iğne oyalı krep örtü rahatlığında omuzlarına düşürüverilecek bir şey gibi yorumlayan insanlar koydu. Zaman zaman da bizim yapmak istediğimiz işlerin şöyle uygunsuz, böyle mekruh olduğunu söylemeyi vazife edinmiş “kardeşlerimiz” sınırlar çizdi. İkisinin üslubu çoğu zaman aynıydı. Bazen bir fakülte amfisinde, “Sen, türbanlı! Evet sana diyorum, dışarı!” diye bağırdılar. Bazen bir Meclis salonu dolusu anasınıfı (!) çocuğuna, “Dışarı!” diye tempo tutturdular. Bazen de kadınların evinden hiç çıkmaması gerektiğini, çıkarsa çabuk dönmesinin en iyisi olduğunu beyan ettiler.

Genç yaşta başını örtenler bilir, kız çocuğu için problem olan her şey başörtülü kız çocuğu için daha büyük problemdir. Başınızı niye örttüğünüzle ilgili, komşular, akrabalar, arkadaşlar tarafından uzun uzun hesaba çekilirsiniz. “Bu örtü işi nereye kadar gidecek, daha fazla örtecek misin, Kur’an kursuna mı okula mı devam edeceksin, okula girerken açacak mısın, imam hatibe mi gideceksin, pek de zekiydin kadından imam da olmaz ne olacaksın, vah vah pek de gençtin, keşke nişanlanınca falan örtseydin…” Başka bir cepheden gelen sorularsa şöyle olur: “Başörtülü top mu oynayacaksın, bisiklete binmek mi tövbe estağfurullah, pardösü bari giy üstüne, altına pantolon giymek mi dinden çıkarsın, hem kız kısmı okuyup ne olacak, dikişe falan git.”

Bu beyin öğüten, insanı kendisi olmaktan çıkarıp tek tip bir şeye dönüştürmeye çalışan hiza vermelerin birbirinden farkı yoktur aslında. Hiç susmazlar, hiç yetinmezler, hiç mutlu olmazlar. Sürekli parmak sallar, siz geri adım attıkça onlar daha da cesaret kazanıp saldırılarını büyütürler. İnsan olduğunuzu, dünya hayatındaki sınavların sizin için de geçerli olduğunu kimse hesaba katmaz. Sizden başka herkes günah işlemekte özgürdür sanki. Sizse bir kesimi temsil ettiğiniz için (nedense?) asla günah işlememeli, günaha benzer, görenler tarafından günah denebilecek herhangi bir davranışta bulunmamalısınızdır. Madem bir kere başınızı örttünüz, çocuk, genç, insan olmak gibi vasıflardan kaynaklanan zaaflar size asla uğramamalıdır. Yüksek sesle sohbet edemez, bahçe duvarının üstüne oturup arkadaşlarınızla basitçe çekirdek çıtlayamaz, gülemez, koşamaz, sakız çiğneyemezsiniz. Başınızı örtmenize taraftar ya da karşı olanlar için fark etmez, bir kere örttüyseniz Allah’tan çok hatta önce onları memnun etmelisinizdir.

Bir taraf sunduklarını sandıkları bir özgürlük tanımıyla seçimlerinize, aklınıza, kimliğinize saldırırken diğer taraf yalnızca Allah’la aranızda var olan ibadet/kulluk tanımlarınıza müdahale ederek size saygısızlık yapar. Sanki siz bir günah işlerseniz hep birlikte ceza alınacakmış gibi yaklaşırlar yaptıklarınıza. Yani Allah’ın emirlerini temel haliyle yapıyor olmanız yetmez, başkalarından hiç beklenmediği şekilde sizden sürekli en takvalı haliyle ibadet etmeniz beklenir. Takvanın ölçüsü de kendi memnuniyetleridir.

Bütün kızlar toplansak! 

Bunları düşündüğümüzde toplumu oluşturan bu kesimlerin aslında bizim başörtülü ya da başörtüsüz oluşumuzla değil topyekûn kadın oluşumuzla bir dertleri olduğunu görüyoruz. Eğer kadınsanız, öyle kafanıza göre sokakta yürüyemez, istediğinizi giyemez, istediğiniz işi yapamaz, istediğiniz okulda okuyamaz, yüksek lisans, doktora gibi akademik faaliyetlerde bulunamaz, bisiklete binemez, tek başına yolculuk yapamaz, kendi aklınızla hareket edemezsiniz. Size birilerinin hep “yol” göstermesi gerekir. Neyse ki sorulmadığı halde fikrini beyan eden, size sınırlılıklarınızı hatırlatan “yüce” bir insan her zaman bulunur.

Halbuki tam tersi erkek bireylere bu türlü kısıtlamalar getirilmez. Bir erkek çocuğun meslek seçimi için zekâsı, becerisi ve ailesinin beklentisi dışında “limit yok”ken, bir kız çocuğun meslek seçiminde zekâsı, becerisinden çok bir kadın/anneye en uygun mesleği seçmesi elbirliğiyle sağlanır. Kendisini müslüman sıfatlarıyla tanımlayan bir erkeğe, en görünürü o olduğu için sakalını kesmek dışında bir kısıtlama getirilemezken, kamusal temsili her iki tarafın nezdinde oldukça yüksek ve görünür olan başörtülü kadının aşması gereken dünya kadar engel çıkarılır. Kadın olmak zaten zorken başörtülü kadın olmak ekstra zorlaştırılır. Bu zorluklara bir de yasakçılar tarafından bölünüp küçük küçük düşman kamplara ayrılan kız kardeşlerimizin saldırıları eklenir.

İşin aslı kadınlara ayrımcılık yapanlar bir şekilde iş birliği içinde. Onlar kadınları, akvaryumcudan saydam poşetle alıp eve taşıdıkları japon balıkları gibi “yalıttıklarını”, “koruduklarını” zannederken, bizler kadınlığımızdan ve kız kardeşliğimizden vazgeçmeden, her gün pek çok kadının şiddete maruz kaldığı, günlük sıkıntılarla baş etmek için gücünü israf ettiği bu dünyada birbirimize sahip çıkabiliriz.  

Esra Özer Duru, Ankara, 16.8.2022.

https://hertaraf.com/koseyazisi-posetteki-japon-baliklari-3199

ÇATIŞSAK MI ÇATIŞMASAK MI?

Geçen haftalarda sosyal medyadan yansıyan aktörleri gençler gibi görünen ve kuşak tartışmalarını yeniden gündem yapan birtakım üzücü olaylar oldu. Ortaokul çağlarım falandı, “kuşak çatışması” diye bir şey duymaya başladım. Pek anlayamamakla birlikte benden yaşça büyük genç akraba çocuklarının anne/babalarıyla, dede/nineleriyle yaşadıkları sıkıntılara böyle dendiğini anladım. Otoriteyle genellikle barışık bir çocuk olarak sıkıntının kendisini idrak etmek daha zordu. “Anne baba insanın iyiliğini ister, onlarla niye çatışılsın ki?” diye düşündüğümü hatırlıyorum. Demek ki benim çatışma çağlarım daha gelmemişmiş.

Şu kuşak işini netleştirelim biraz. Kabaca; bir evin, ailenin, ülkenin, doğduğu ve büyüdüğü hayat şartları başka olan büyükleri ile başka şartlar altında doğan ve büyüyen gençleri arasında görülen günlük konulara, sorunlara yaklaşım farklılığı diyebiliriz. İnsanları özellikle sosyolojik açıdan inceleyebilmek amacıyla yapılan, yeni bir kuşağın dünyaya geldiği varsayılan yirmi yıllık dilimlerde savaşlara, teknolojik gelişmelere yönelik yaklaşımların belirleyici olduğu tanımlar. Sınırları çok net değil. Sosyal bilimlerin çıkmazlarından biri, rakamlarla, formüllerle tespit edilemeyen bazı gerçekleri araştırmak değil mi? Dolayısıyla bu sınıflandırmada doğum tarihine mi yoksa çocukluk, ergenlik, yetişkinlik dönemlerine mi bakılıyor, pek net değil. Aslında bu tarz kategorize etmeler çok da mantıklı, sağlıklı hatta bilimsel görünmüyor. Çoğunlukla bizim kültürümüzün dışından yapılan bu tanımlamalar, durup dururken kırıcı, tuhaf tartışmalara sebep olup kuşakları daha da çatıştırıyor. En basiti orta yaşlı bir insan gençlerle ilgili eleştirilerini dile getirirken “Z kuşağı n’olacak!” ifadelerini kullanırken, gençler de aynı durumda “Sen sus boomer!” diyebiliyor. Bu tür kavanoza koyup üstüne etiket yapıştırma, dosyalayıp rafa dizme durumları bana çoğunlukla güzel gelmiyor. Bu adlandırmalar yüzünden birtakım fikir ayrılıkları yaşadığımız insanlarla aramız daha çok açılıyor. Konuşarak, dinleyerek halledebileceğimiz konular çatışma alanlarına dönüşüyor.

Halbuki kuşak çatışmasına topluca baktığımızda, sorunun hep var olduğunu, Aristo’nun bile bu durumdan şikâyet ettiğini görüyoruz. Hiçbir nesil bir öncekinden bağımsız yetişmiyor. Hepsini bir önceki nesil ya bizzat büyütüyor ya da oluşturduğu toplumsal, ekonomik şartlarla inşa ediyor. Yani sonraki nesille kavga ederken onların bizim torunlarımız, çocuklarımız olduğunu unutmamamız gerekiyor. 

Kuşaktan kuşağa fark var[1]

Dünya genelindeki kuşaklara baktığımızda ana hatlarıyla beş kuşak görüyoruz. Bunlar Sessiz Kuşak, Patlama Kuşağı (Baby Boomers), X, Y ve Z kuşakları. İlki, “Sessiz Kuşak”, 1927-1945 arasında gençlik dönemlerini yaşamış ve fark edildiği üzere belli bir isim dahi verilmemiş insanlardan müteşekkil kuşak. En çok savaş, savaş etkisi görmüş kuşak onlar. Yaş itibariyle nüfus içindeki oranları azalıyor. Bazı mutlakî monarşilerde hala ülkelerini temsil edenler var. Geniş ailelerde, yakın akrabalık, komşuluk ilişkileri içinde, ekonomik ve teknolojik şartlar açısından kıt kaynaklarla büyümüş, yaşamış bir nesil. Kahve yerine nohut kavurup çeken, çoraplarını yamayan, yeni kıyafeti bayramlarda bile görmeyen, şeker çuvallarından etek, şalvar diken bir nesil. Çoğunlukla kendi üretimini kendisi yapan ya da ihtiyaçlarını yerel üreticilerden karşılayan, kendini toplumsal değerlere adamış, otoriteye saygılı insanlar.

Sonraki kuşak onların büyüttüğü Patlama Kuşağı, hakaret olarak da kullanılan adlarıyla 1946-1964 arasındaki Baby Boomerlar. Bu kuşak, 2. Dünya Savaşının ve sonrasında Soğuk Savaşın etkileri altında, dünyada insan hakları hareketleri, radyonun, sonra televizyonun icadı, Türkiye’de çok partili döneme geçişin, ihtilallerin, iç çatışmaların gölgesinde yaşamış, ekonomik refaha özlem duyan, kuralcı, sadık, kanaatkâr insanlardan oluşuyor.

X kuşağı, hızlanan toplumsal gelişmeler, değişen dünya değerleri ile kendi iç değerleri arasında kalan, yine de alışık olduğu prensipleri yaşatmaya gayret eden kanaatkâr, idealist, toplumsal sorunlara duyarlı, otoriteye saygılı, zor hayat şartlarına tahammüllü, değişimden çok da hoşlanmayan insanların oluşturduğu bir ara kuşak. Çocuklukları, gençlikleri, 1964’ten 80’li yıllara kadarki zaman dilimine tekabül ediyor. Televizyonun günlük hayatta artan rolüyle, serbest piyasayla, aya yolculukla, hatta ilerleyen yaşlarında internetle tanışan bu neslin geçiş nesli olarak tanımlanmasının en önemli sebebi teknolojideki ilerlemeler.      

Dünya çapında yeniliklerin şekillendirdiği 80’lerin hızlı değişimlerini hayatına tam olarak alan kuşak ise Y Kuşağı. Toplumsal, teknolojik, ekonomik rahatlamalar bu kuşağın bazı hayat prensiplerine yansıyor. Önceki kuşakların aksine “bir lokma bir hırka”yla yetinmek istemeyen, aidiyet duygusu daha zayıf, aynı zamanda satın aldıklarıyla, tükettikleriyle, sosyal medyada takip ettiği isimlerle, sayfalarla bir topluluğun parçası olmayı önemseyen bu kuşak önceki kuşaklar tarafından kuşkuyla karşılanıyor. Teknolojiyi yakından takip ediyor, “online” olmayı önemsiyorlar. Takdirini, sevgisini yeteri kadar ifade etmeyen büyükler, sürekli hatta bazen yanlış yerde takdir arayan, yaptıkları her şeyde temel hedefi takdir/onay görmek olan bir nesil büyütüyor. 

“Neden böyleler?”

Son olarak dilimize pelesenk olan ve 2000-2021 arasında doğan Z Kuşağı. Y kuşağı ile benzer özellikleri olan bu kuşaktan başkası büyütmüş gibi hepimiz şikâyet ediyoruz. Bir “gruplar halinde online olarak yaşarlar” diye belgesel cümleleri kurmadığımız kaldı. Onları anlamak için önceki dört nesle ve ne istediklerine bakmamız yeterliyken genellemeler kolay geliyor. Gözümüze nasıl görünüyorlar? Teknolojiyi hızlı şekilde kavrayan ve kullanan, her türlü teknolojik aletin, gelişmenin içine doğan, neredeyse her alanda dijital; günlük hayatta tatminsiz, kararsız, doğuştan tüketici, dünya zevklerine düşkün, bir şey merak ettiğinde kitaplara bakmak, büyüklere danışmak yerine sosyal medyaya yazan, adaleti, eşitliği önemseyen, farklılıkları değil, benzerlikleri ön plana çıkarmak isteyen, geçmiş kuşakların getirdiği, temsil ettiği her türlü değere tepkili, onların çektiği sıkıntıların bedelini ödemek ya da zaman içinde sağlanmış olan toplumsal iyileşmeler için minnet duymak istemeyen bir nesil.

“Biz şöyle sıkıntılar çektik. Siz her şeye kolayca sahip oluyorsunuz” denilerek kendilerine yöneltilen öfkeye, eleştiriye muhatap olmak istemiyorlar. “Şımarık” olarak nitelendirilmek en çok sinirlerini bozan şey. “Biz okula belimize kadar karın içinden geçer giderdik” dendiğinde ne yapmalarının istendiğini çözemiyorlar. Çünkü mesela Abdi İpekçi Parkı’nda on iki yıl her cumartesi, basın açıklamasıyla hak ve özgürlük talep etmek zorunda bırakılmayı anlayamıyorlar. “Nasıl yani bu talepler için her cumartesi protesto eylemi yapmanız mı gerekti?” diye hayret ediyorlar. Bireysel özgürlüklerin doğal ve kendiliğinden olduğu gerçeğine rağmen geçmişte ya da bugün bunlar için mücadele gerekmesi onları öfkelendiriyor. Bizim hak arama yöntemlerimiz ya da aradığımız haklar onlara, geçmişin ekonomik, sosyal, demokratik koşullarını bilmedikleri için anlamsız, komik geliyor. Günlük işleyişe dair küçük sayılabilecek talepleri varsa “….org”ta bir imza kampanyası başlatıyorlar. Çözüme ulaşmaları bazen birkaç günlerini alıyor, bir iki saat bile yetebiliyor. Sonuçları kötü de olsa hesaplamıyor, sosyal medyanın hızını, tepkiselliğini kullanıyorlar. Yavaşlık, sonuçsuzluk, duyarsızlık sinirlerini bozuyor. Müdahale etmek istedikleri bir şey olduğunda Twitter’da (haklı ya da haksız) bir linç başlatıveriyorlar. “Boş, lüzumsuz” bulduğumuz işlerle saatlerini, günlerini harcıyorlar. Çünkü bizim umursadığımız çoğu şeyi önemsemiyorlar. Küfredip argo kullanıyorlar. Günlük hayatlarından paylaşımlar yapıp kendileri dahil herkesin mahremiyetini ihlal edebiliyorlar. İzledikleri kısa videolarda duydukları saçma, argo cümleleri slogan edinip kendilerini anlatırken kullanıyorlar. Can güvenliği falan takmayıp her şeyi denemek, tadına bakmak istiyorlar. Dehşete düşürüyor, bıktırıyor, zorluyor, üzüyor, farkına bile varmıyorlar. Evde kendi dağınıklıklarını toplamazken siyasete, ülke meselelerine müdahil oluyorlar.

“Parlak fikirleriniz bunlar mı?”

En çok “bencil” olmakla suçladığımız ve suçlamalarla sürekli uçlara ittiğimiz gençler bize bu şikayetçi tavrımız yüzünden kızgınlar! Yaş itibariyle dünyanın hatta uzayın kirletilmesinde en az sorumluluğu olan insanlar. Deyim yerindeyse enkaz devralıyorlar. Panik halindeler. Buzullar eriyor, iklim değişiyor. Katliamlarla yok edilen toplulukları, türleri, Sanayi Devrimini, işgalleri, savaşları, atom bombalarını, Çernobil’i, her türlü sömürüyü yaşamış, iklimi değiştirilmiş, kirletilmiş dünyada; bu enkazda, yaşamak zorunda kalanlar da onlar.

Siyasette söz istiyorlar çünkü bugüne kadarki bütün “parlak fikirler”in denendiğini ve iflas ettiğini düşünüyorlar. Kendi gelecekleri dahil birçok konuda karar alma mevkiinde bulunan insanların “yaşlı” olmasından şikâyet ediyorlar. Dünyayı, insanlığı bu hale getirdiğini düşündükleri insanların yaptığı yasalar, kurdukları sistemlerden iyi bir şey çıkabileceğine dair umutsuzlar. Bu tip konularda bir değişiklik talebinde bulunduklarında; yavaşlık ve çözümsüzlüğün yanı sıra “hıh siz ne anlarsınız?” alaycılığından bıkmışlar. Büyüklerin kendi doğrularının nihai doğru olduğundan emin, sürekli parmak sallamasından, üstten bir bakışla yol göstermesinden rahatsızlar. “Seninle bu konuyu bir konuşalım” yaklaşımını dayatma ve ikna çabası olarak görüyor, bu durumun daha çok hataya sebep olduğunu düşünüyorlar. Paraya duydukları ilgi ise bir çıkar yol arayışı aslında. Düşündükleri değişimlerin ya da bunaldıkları her şeyden uzaklaşmanın aracı onlara göre para. Bu yüzden kısa yoldan bolca edinmek istiyorlar. 

Asıl soru: Ölümüne çatışacak mıyız?

Geçiş kuşağından olmanın sınavı bu galiba. Hem öfkeden deliye dönüp hem de onları anlamaya çalışmak. “Biz hiç konuşmayacak mıyız? Meydanı onlara mı bırakacağız?” Her şeye “hayır” dediğimiz için olan otoritemizin de gözlerimizin önünde paramparça olmasına seyirci mi kalacağız, yoksa zor ve yorucu gelse bile bu her şeyi sorgulayan hatta sık sık bizim saygı tanımlarımızın dışına çıkan insanların arama, anlama yolculuğuna aklımızla, sabrımızla, inançlarımızla eşlik mi edeceğiz? Çoğumuz inançlarımızın, fiziksel görüntümüzün, maddi durumumuzun, hatta kalemi hangi elimizle tuttuğumuzun yargılandığı, bunlar için küçük görüldüğümüz, bedel ödediğimiz günlerden geçip geldik. Şimdilik gündemleri, sosyal medyada nasıl göründükleri endişesiyle dolu bu nesil, zaman içinde birbirleriyle ve kendileriyle barışmayı öğrenecek. Ayrımcılıkları bitirecek, birbirlerini etiket olarak değil, insan olarak görecek, çevre kirliliğiyle mücadele edecek, dengeli, adil olmayı ve bunları muhafaza etmeyi öğrenecek. Oldukça saygısızlar! Doğru! Sınavların kolay olduğunu kim söyledi? Sabırlı davranmadıkça, sesimizi yükseltip gerildikçe sözümüz havaya gidiyor. Tabi ki inandıklarımızı, savunduklarımızı anlatmaya devam edeceğiz. Sözün en güzelini, en güzel şekliyle söylemeye çalışacağız. Sürekli yolu işaret edip durmak yerine, kendi kendilerine bulmalarını umup birlikte yürümeye çalışacağız. Yoksa hepimiz kaybederiz.

Esra Özer Duru, Ankara, 23.06.2022


[1] Kuşak tanımları için linkteki yazıdan faydalandım: https://www.humanica.com.tr/kusaklari-anlamak-yonetmek/ (son erişim: 21.06.2022)

https://hertaraf.com/koseyazisi-catissak-mi-catismasak-mi-3096

HUZUR-U İLAHİ’DE AYRICALIKLI KULLAR KİMLER?

Geçen hafta kadınların camilerde karşılaştığı muameleyle ilgili iki paylaşıma denk geldim. İlki tanımadığım bir insanın paylaşımıydı. İstanbul’da iki büyük camide kadınlara ayrılan yerin Cuma namazı sırasında tümüyle erkeklere tahsis edilmesi nedeniyle namazını kılamadığını serzenişlerle yazmıştı. İkincisi, şahsen tanıştığım bir arkadaşımın kadınlara camilerde ayrılan yerlerin kötü şartları üzerinden eleştirilerini dile getirdiği başka bir paylaşımdı. Kişisel tecrübelerimizden bu muameleye aşinayız zaten. Üstelik bu tecrübeler, vakit, Cuma, teravih, tahiyyetül mescit namazları için ayrı ayrı mevcut.

Salgın sürecinden önce her Cuma bir grup kadınla birlikte camiye gider, küçük safımızla, camide kadınlara ayrılan yerde namazımızı kılardık. Cemaat, camide kadın varlığına o kadar yabancı ki, “vakit namazları cemaatle kılalım” diye hiç düşünmedik. Yaşadığımız yer küçük ve namaz için tercih ettiğimiz cami oldukça büyük olduğundan bize yer kalmaması gibi bir sıkıntıyla karşılaşmadık. Her ne kadar kadınların girdiği arka kapı birkaç Cuma kilitli unutulsa da, amcalar kapıya yaslanıp içeri girmemizi bilmeden engellese de, en arkada duvara yaslanıp namaz vaktinin girmesini bekleyenlerin önünden yürümek resmi geçit hissi yaşatsa da, namazdan hemen önce kadınlar kısmına aşağıdaki erkeklerden önde olur da namazları kabul olmaz diye ilk iki safı boş bırakmamız için çocuklarla haber gönderilse de… namazımızı kıldık. Hatta kışın buz gibi olan kadınlar kısmı yerine cemaatin vakit namazlarda kullandığı, ses sistemi bulunduğu için camiden kopmayan, daha sıcak küçük alanda namaz kılma ayrıcalığına bile kavuştuk. Ne yazık ki, salgınla birlikte sürecimiz akamete uğradı.

Merkezde bir camide Cuma namazı kılmak istediğimizde ham betonun üzerine serilmiş kilimlerle karşılaştık. Büyük ihtimalle depo olan oda, caminin içindeki kadınlar kısmının erkek cemaat tarafından doldurulması ve kadın cemaatteki “beklenmedik” artış nedeniyle kadınlar kısmı olarak hizmet vermeye başlamıştı. Bu odacık çapraz olduğu için kadınlar saf tutamıyor, secdeye vardıkça hem dizleri eziliyor hem de buz gibi beton yüzünden donuyorlardı. İlçe müftülüğüne yaptığımız müracaat sonrası odaya bir halı serildi ve elektrik sobası kondu. Nispeten ayrıcalıklı bu tecrübenin yanında olumsuz tecrübeler daha çok. Artık halı parçaları ve elektrik süpürgeleriyle defalarca saf tuttuk.

Yazıyı biraz uzatma ve okuyucuyu sıkma pahasına örnekleri arttıralım. Ankara Ulus’ta tarihi bir caminin kadınlar kısmına çıkıp namaza durduk. Biz namazdayken yanımızdaki kumaş yığını kıpırdamaya başladı. Hepimizin yüreği ağzına gelirken burayı kestirmeye uygun bulan kişi kalkıp gitti. Bir keresinde bir gezi vesilesiyle bulunduğumuz Bilecik’te tren istasyonuna yakın küçük bir camide Cuma vakti denk geldi. Kadınlar tuvaletindeki su, dışarıdaki şadırvanda erkekler abdest alırken kesildiği için az kalsın namaza yetişemiyorduk. Abdestle ilgili badireyi sağ salim atlattıktan sonra deyim yerindeyse kadınların “tıkıldığı” küçük odada artık halı rulosunu açarak namaz yeri ayarladık. Ama bu küçük odada ses sistemi bulunmadığını gördük. Üzülerek Cuma yerine öğle namazı kıldık. Bir keresinde Bursa’da Yeşil Camii’de tahiyyetül mescit namazını “fahri kadınlar kısmı hatırlatıcısı amca” yetişemeden hızla eda ettik. Edirne Selimiye Camii’nde bahçenin diğer ucundaki tuvalette abdest almaya çalışırken cemaati kaçırdık. Ortaköy’deki Büyük Mecidiye Camii’nde ise o güzelim ışığın altında namaz kılmamız engellendiği için arka tarafta camiden tamamen kopuk bir bölümde namazımızı cemaatsiz kıldık. Hatta namazdan sonra mimarisini, kubbesini, vitrayını, ışığını görelim diye camiye girmek isteyince “fahri kadınlar kısmı hatırlatıcısı amca” önümüzü kesti, çok kararlı bir şekilde bizi camiye almamak için direndi. Az kalsın göremeden çıkacaktık. Eyüp Sultan’da kıldığımız namazsa hafızamızda caminin huzurlu ortamı yerine ıslak, kokulu ve loş bir anı bıraktı.

Düşünüldüğünde kadınlar sadece teravih namazı için camileri doldurduğunda makbul karşılanıyor. O zaman yaşananlar ise ayrı bir yazı konusu. Özetle “çocuklar kadınların aparatı gibi görüldüğünden teravih esnasında zaten küçük olan kadınlar bölümünden camiyi şenlendiriyorlar” desek yeterli olur. Bu deneyimlerin çoğu hayatta sadece bir kere yaşanabilecek deneyimler. Düşünsenize “fahri kadınlar kısmı hatırlatıcısı amcalar” Mescid-i Haram’da ya da Mescid-i Nebevi’de görevlerini icra etmeye devam etselerdi…

Aslında sorunlar Peygamberimizin günlük pratiklerine baktığımızda görmediğimiz gelenekleşmiş yaklaşımlardan kaynaklanıyor. Artık bu sıkıntılara dair farklı çözümler geliştirmek gerekiyor. Bunun için özellikle Diyanet İşleri Başkanlığına büyük iş düşüyor. Başkanlık, camilerde kadınların varlığını kolaylaştırıcı fiziki şartların sağlanıp sağlanmadığını bizzat ve özellikle imamları, müezzinleri eliyle denetlemeli. Daha önemlisi ise cemaati, kadınların öncelikle farz ibadetlere katılımlarını sonra da camideki varlıklarını engellememek, yaptıkları engellemeleri hadislere, sünnete dayandırmamak konusunda uyarmalı. Kimse “tek saf olalım, omuz omuza namaz kılalım” demiyor zaten. Yeter ki, hepimize farz kılınan Cuma namazını eda etmemiz imkânsız hale gelmesin. Aynı zamanda kadın müminler, yüzlerce yıl önce büyük maharetle inşa edilmiş, incelikle işlenmiş kubbelerin, vitraylardan içeri huşu getiren ışığın altında lezzetli namazlar kılmaktan mahrum bırakılmasın. Ayet hükümleri dururken birtakım uygulamalarla ortaya çıkarılan bu ayrımcılıklar ortadan kalksın! Üstünlük takvayladır. Hiçbirimiz bir başkasının Huzur-u İlahi’deki yerini zaten ç/alamaz. Kimse Allah’ın ayetlerinden cinsiyetleri bir ayrımcılık konusu yapmasın!

Esra Özer Duru, Ankara, 2.2.2022. 

https://hertaraf.com/koseyazisi-huzur-u-ilahi-de-ayricalikli-kullar-kimler-2832

Taze Taze Hikâyeler

BEKLEME ODASI

Mart ayı ortalarıydı. Hava, okullardaki mevsim tablolarında her zaman bahara dahil edilmesine rağmen, yıllardır rolüne direnen bu aya yakışı...

Yeni Yazılardan Haberdar Olun

Kaçırmayın!