Yazdığımız her şey özel hayatlarımızdan izler taşır. Yazar
bunu zaten bilir, yazarı yakından tanıyanlar da detaylardan anlar. Açıkçası ben
yazmanın bu yönünü hep kısıtlayıcı bulurum. Maalesef eskiden beri her yazdığımı
bu yönüyle ince bir süzgeçten geçirmeye çalışırım. Ama şimdi ilginizi çekerse kişisel
bir hikâyeyi, EYT’ye nasıl takılamadığımın hikayesini, becerebilirsem, isim
vermeden anlatmaya çalışacağım.
1993 yılında lise öğretmenlerimin çok da memnun olmadığı bir
tercih yaparak iletişim fakültesini kazandım. Memnun değillerdi çünkü
gazeteciliğin kadınlara, özellikle de başörtülü kadınlara uygun olmadığı
kanaatindeydiler. Beni ilahiyat ya da eğitim fakültesine yönlendirmek
istediler, yazmayı, araştırmayı sevdiğim için gazetecilik okumak istedim.
Memleket karışıktı (hep karışık zaten), araştırılacak çok konu vardı. Hele 1993
yılının siyasi cinayetlerle, faili meçhullerle, kısacası karanlık olaylarla
dolu ortamı insanın araştırma duygusunu kışkırtıyordu. Bir yerinden başlarım
diye düşündüm. Yasaklar, özgür olması gerektiğini düşündüğüm fakültemize de
girdi ve okulumu başörtüsü yasaklarının gölgesinde bitirdim. Yüksek lisans
hayallerim yasağa takıldı, ben de çok ısrar etmeyip doğrudan mesleğe yöneldim.
Stajyerliğimi yapmak için 1996’da işe başladığım gazetede
hevesle ufak tefek haberler yazıp kendime bir yer edinmeye çalıştım. Dokuz
aylık bir “staj”ın sonunda sigorta girişim yapıldı. Her ne kadar basın emekçisi
olarak değil, bir işçi olarak sigortalandıysam da bu ayrım o sırada gözüme çok
önemli görünmemişti. Küçük ölçekli bir kurtlar sofrası hissiyatı yaşatan Ankara
temsilciliğinde herkes ama en çok başörtülü muhabirler tutunma mücadelesi
veriyorlardı. Başka arkadaşlarımın aksine başlangıçtan itibaren belli bir alana
yönlendirilmek yerine joker olarak tutuldum. Ücra bir yerde tasavvuf musikisi
konseri varsa, büyük siyasi partilere bakan muhabirler rahatsızsa ya da daha
önemli işleri varsa, TBMM’de grubu olmayan küçük partiler basın toplantısı yaparsa
o haberlere gönderilirdim. Bir süre redaktörlük, bir süre istihbarat şefliği,
hatta bir süre haber müdürü vekilliği dahi yaptım. Gazetenin bütün haber
birimlerini ekonomi hariç dolaştım, emek verdim. Eşimle o sıralarda evlendim.
Bütün büro düğünümüze geldi. Artık yerimi sağlamlaştırmışımdır sanırken bir
şekilde sigortamın kesildiğini ve o sıradaki yöneticinin beni “işten biri
çıkarılacaksa bunlar çıkarılsın” listesine aldığını öğrendim. “Nasıl olur?” falan
derken, “seni tanımıyorduk, sigortanı yeniden başlatalım, maaşına azıcık zam
yapalım, bizimle çalışmaya devam et” denildi. Benim iki yılı doldurduğunu
sandığım ama sadece altı ayı bulan sigortam yeniden başlatıldı.
“Evin
kızı” olmak her daim mağduriyet mi getirir?
Bu sırada 28 Şubat rüzgarlarıyla birçok kesime olduğu gibi başörtülü
kadınlara da dünya zindan ediliyordu. 10. Yıl Marşı eşliğinde toplantılardan
çıkarılan başörtülü muhabirler arasında ben de vardım. Patronumuz kıyafetime
yeni bir yorum getirmemi nazikçe ima etti. Sarı basın kartı alma hayallerimse;
önce sigorta sürecimdeki yara bere ve basın sigortası kapsamında olmamam nedeniyle
yasal süreyi dolduramadığım için daha sonra da başörtülü fotoğraf vermek
istemem nedeniyle suya düştü. Başbakanlık Basın Kartları Komisyonuna kazanılmış
hakkımı vermedikleri için itiraz ettim. İtirazım sözüm ona haklı bulundu.
Gerekçede, idarenin ret kararını başörtülü fotoğrafıma dayandırmasının usule
aykırı olduğu yazılıydı. Yani bir dahaki müracaatımda daha mantıklı bir gerekçe
bulunacaktı sanırım. Bir daha müracaat fırsatı bulamadım.
Gazetede benimle birlikte eşimin de aldığı ücret (sanırım eş
durumundan) birlikte çalıştığımız herkesten daha azdı. Hala belli bir alanda
uzmanlaşma imkanına kavuşamamıştım. Nedense istihbarat şefi, haber müdürü gibi yöneticiler,
bizi “gazeteciliği öğretme” bahanesiyle eziyor, ağlatacak kadar kötü muamelelere
maruz bırakıyorlardı. Yaşananlara rağmen ben “bu evin kızıydım, kurumun
geleceğinde ben vardım, biraz sabırlı olmalı, maaşımın iyileştirileceği günleri
bekleyivermeliydim”. Bekleyeyim dedim. Zaten patronlarımın bildiği ve işaret
ettiği gibi çok alternatifim yoktu.
Beklerken eşimle yurtdışına gitmeye karar verdik. Sigortamın
gaspında rolü olan yöneticinin biz ayrılırken bize verdiği “işten çıkarma
tazminatı ödeyerek yaptığı bu haksızlığı telafi etme ve bizi dönüşte işe geri
alma” vaadini kimse hatırlamadı ve tabi ki gereğini yapmadı. Dönüşte; bize
verilen tazminat sözü tutulmadığı için işe geri alınmamın mümkün olmadığını düşünerek
şansımı hiç denemedim. Eşim denedi, kısmet başka yerdeymiş, olmadı.
İlk iş tecrübem yaklaşık dört yıl olmasına rağmen sigortam,
yapılan giriş çıkışlar nedeniyle kırk yamalı bohçaya benziyordu. Haklarımı
hukuk yoluyla alayım dedim. Eski işyerime bir dava açtım. İki yıldan fazla
süren davanın neticesinde ben kazandım. Ama hakkımı gasp eden şirketler (!)
artık “bulunamadığı” için SSK’ya ödenmeyen primleri benim ödemem gerekecekti.
Avukatımız “bunu böyle bırakalım yoksa borçlu çıkacağız” dedi. Devletin
bulamadığı şirketten -ki ben yerlerini biliyordum, vicdan sahibi bir insan
devreye girerek bana bir miktar tazminat ödemeyi teklif etti. Ben sigortalarımı
istiyordum, kabul etmedim. Etse miydim?
Edindiğim tecrübe genellikle hak gaspı ve psikolojik baskıyla
dolu olduğu için çalışma hayatı artık çok cazip gelmiyordu. O sırada ilk
çocuğumuz doğdu. Onu büyütürken bir vesileyle tanıştığımız Halise Abla, Turuncu
Dergisinde gönüllülük esasıyla yazmaya cesaretlendirince “neden olmasın” dedim.
Yıl 2004 falandı galiba. Yazmayı sevmiştim. Bu arada Halise Ablayla karşılaşan
eski yöneticimiz ona benim hakkımda övgü dolu cümleler etmişti. Acı bir
tebessümle dinledim. Benim iş hayatım başlamadan hüsranla dolarken bir zamanlar
yöneticimiz olan pek çok insanın yıldızı parlamıştı.
Sinir Harbi
Kızım biraz büyüyünce aylık bir haber dergisinde haber
müdürü olarak işe başladım. Güzel bir maaş, iki aylık “deneme” sürecinden sonra
sigorta başlangıcı vadedilmişti. Bir süredir evde olmanın verdiği dinçlikle işe
geri döndüm. İlk ay çok sayıda röportaj ve haber yaptım. Haber müdürlüğü sıfatı
biraz abartılıydı. Çünkü kadroda çok az insan vardı. Haber kısmında içerde çalışan
tek kişi bendim. Dergi çıktığında büyük bir hayal kırıklığına uğradım. Emek
emek hazırladığım röportajların, haberlerin biri hariç hepsinin üstünde “kadro
zengin görünsün” diye başka insanların imzası vardı. Biraz gerildik ama sorunu,
hazırladığım haberlerde en azından benim belirleyeceğim mahlasların olmasına
karar vererek çözdük. Dergicilik zevkliydi, sevmiştim. Çalıştığım insanlar da
iyi insanlardı, bir şekilde yine “evin kızı” oldum. İkinci ayın sonunda
sigortam yapılmadı. “Gelecek aya” kaldı. Olur böyle şeyler diye düşündüm.
Gelecek ay bir türlü gelmedi. Maaşların ödenmesi sıkıntıya girdi. Yaklaşık yedi
ayın sonunda, yatırılamayan primlerimin bana nakit olarak ödeneceği sözüyle ve
gelecek ay yayınlanmak üzere dosyalar bırakarak işi bıraktım. Eve döndüm. Primleri
hiç görmedim.
Kendi halimde, sigortasız ev kadınlığıma devam ederken yeni
bir iş teklifi aldım. Siyasi bir simanın öncülük ettiği, ana sponsoru bir
yayınevi olan üç aylık bir dergide “deneme süreci”nin sonunda sigortam yapılmak
kaydıyla uygun bir maaşla işe başladım. Benim patronum siyasi sima olacak, maaşım
yayınevi tarafından ödenecek, sorumluluk alanım sadece üç ayda bir çıkan
derginin işleri olacaktı. Yayınevinin patronu kendi işyerini terörize edecek
kadar otoriter, çalışma ortamı çok gergindi. Dergi yayına hazırlanırken birkaç
gün yayınevinde olmam yeterli olduğu için dert etmedim, doğrudan muhatabım o
değildi. Derginin ofisinde her işi yaptım; mesai ciddiyetiyle her gün işime
gittim. Yayınevinin işleri çok geldiği için bizim dergiyi günlerce bekleten
dizgicilerin yerine dergiyi dizdim, kapak buldum, ofisi açık tuttum, faturaları
ödedim, temizlik yaptım, abonelerle ilişkileri düzenledim, dergileri kargoya
taşıdım, kitap mağazalarına götürdüm, paralarını topladım, yayın kadrosuna
katıldım. Birçok yazıya düzeltme önerileri sunarken bir sayıya ortak editörlük
yaptım. Derginin künyesinde birçok görevin karşısına adım yazıldı. Sigortam hiç
başlamadı. Sonra bir gün yayınevinin sahibi bana sözleşme şartlarını ihlal
ettiğim için sözleşmemin tazminatsız, tek taraflı feshedildiğine dair bir mail
attırdı. Kendi patronumu aradım, anlattım, sorun çözülemedi. Ben de Çalışma
Bakanlığına ve SGK’ya birer şikâyet dilekçesi verdim. İşyerine teftiş bilgisi
ulaşınca yayınevi sahibi benim patronumu arayıp dilekçemi çekmezsem derginin
sponsorluğunu bırakacağı tehdidinde bulundu. Dilekçemi çekecek, herhangi bir
hak talebim olmadığına ilişkin bir ibraname imzalayacaktım, o da bana cüzi bir
miktar ödeme yapacak, sponsorluğu devam ettirecekti. Patronum kabul etmemi rica
etti, primlerimi ve bundan sonraki maaşlarımı cebinden ödeyecekti. Ettim.
Primleri yine görmedim. Bir süre daha hem de ücret almadan çalışmaya devam
ettim, çünkü dergiyi sevmiş yine “evin kızı” olmuştum. İkinci çocuğumuzla
birlikte bir çalışma dönemi daha sona erdi, tekrar eve döndüm. Aktif çalışma
hayatına dönmeyi yeniden denemedim.
İdeal bir EYT’li olabilirdim ama…
İşte yasakçı devlet/sömürücü özel sektör aracılığıyla nasıl
EYT’li olamadığımın ayrıntılı özeti! Başlangıçta hikâye kişisel dedim ama
eminim kendi hikâyesinde ortak noktalar bulanlar çıkacaktır. Hikâyede ilginç ve
acı olan sigortaya girişimi yapan ve kesintilerle de olsa ödeyen tek işyerinin
ilk işyerim oluşu. EYT’ye dahil olabilsem onlar sayesinde olacaktı. Dahil
olamamamın en büyük sorumlusu da onlar oldu. Geçen zaman içinde birkaç kez
sigortalı olduğum dönemleri toplatıp emekliliğimi hesaplattım. Emeğim bir kez
daha boşa gitmesin istedim. Ödemem gereken prim miktarı çok büyüktü. Onun için
EYT çıksa bile benim faydalanmam zor görünüyor. İsteğe bağlı sigortalılığı
başlatırsam belki. Sürecin sinir bozucu bazı detayları var, uzatmayayım diye
onları es geçtim. Belirtmeden edemeyeceğim en sinir bozucu şeyse; haklarım
maddi, manevi gasp edildikten sonra “helallik” istenmesiydi. Bazı haklarımı
ağız alışkanlığıyla, bazılarını gönüllü helal ettim, bazıları için sözü ağzımda
geveledim. Devletin yasaklayarak, denetlemeyerek, mahkûm ederek göz yumduğu,
özel sektörün hiç umursamadığı, bizim el mecbur “helal” ettiğimiz hukukumuz
için “kamu davası” açılır mı Allah biliyor.
Esra Özer Duru, Ankara, Aralık 2022.
https://hertaraf.com/koseyazisi-eyt-ye-bile-nasil-takilamiyorum-3405