Sosyal medyanın günlük hayatımızdaki yönlendiriciliği her geçen gün artıyor. Orada gelişen (aslında gerileyen) üslup, birbirimizin gözüne bakarak söyleyemeyeceğimiz küfürler, hakaretler, cümleler maalesef genel davranışlarımıza dönüşüyor. Aynı sofraya hiç oturmamış, aynı sıkıntılara hiç katlanmamış, aynı fırında ekmek sırasına hiç girmemiş, aynı acılara hiç yanmamış, hiç gözyaşı dökmemiş gibi birbirimizden uzak, merhametsiz, keskin bir dil yerleşiyor. Özellikle toplumsal felaket dönemlerinde insanlar hızla siyasi kamplara ayrılıyor, yaraları daha hızlı sarıp daha büyük yardım, destek faaliyetleri yapabilme imkanından yoksun kalıyor. Bir de yalan paylaşımlar var ki elden ele dolaştığı için uzun süre canlılığını koruyor ve bunların gerçek olup olmadığının anlaşılabilmesi için bir telefon yeterliyken herkes birbirine “forward” ediveriyor.
En son 11 ilimizi içine alan 6 Şubat depremlerinde de bunu
gördük ne yazık ki! Çok sayıda kayıp verdik, şehirlerimiz yerle bir oldu. Ateş
düştüğü yeri yaktı ama bizi de kavurdu. Felaket bölgesinin dışında olmamıza
rağmen günlük faaliyetlerimizi sürdürecek enerjiyi, isteği bulamadık. Bu kadar
canımız yanmasına rağmen konuşma üslubumuzu ayarlayamadık. Böyle bir acı ortada
dururken hep yapıldığı gibi hiç konuşulmaması gereken konular konuşuldu, hiç fikrimiz
olmayan alanlarda teoriler üretildi. Şahit olduğumuz bütün bu tartışmalar,
yaklaşımlar, sosyal medya yalanları; bir üslup inşasının şart olduğunu gösterdi.
Çocukken öğretmencilik oynadıysanız, milli bayramlarda, okul
bahçesinde yapılan programlarda şiir okuyup konuşma yaptıysanız siz de
yaşamışsınızdır: Acemi konuşmacılar seslerini veya nefeslerini güzel
ayarlayamadıkları için sesleri kısılır, boğazları tahriş olur. Bu ses kısıklığı
birkaç gün kahramanlık nişanı gibi taşınır. Bunun sebebi konuşurken, okurken
bağırmamız; boğazımıza yani ses tellerimize ve akciğer nefesimize yüklenmemiz.
Diyafram nefesimizi kullanmayı öğrenebilsek ses tellerimizdeki tahribatın önüne
büyük ölçüde geçebiliriz.
Eskiden yaka mikrofonu gibi imkanlar yoktu. Tiyatro, opera
oyuncuları seslerini en arka sıradan duyulabilecek şekilde ayarlamak zorundaydı
ve iyi tiyatrocu/operacı fısıltıyla dahi konuşsa sesini duyururdu. Böyle bir
ses kullanımı, doğru nefesi bilmeyen bir insanın boğazının ağrımasına, sesinin
kısılmasına sebep olurken tiyatrocular, operacılar ertesi gün yine oyuna
çıkarlar. Mesela bebekler de saatlerce ağladıkları halde sesleri kısılmaz,
boğazları tahriş olmaz. Çünkü doğru nefes almayı fıtraten bilirler.
Normal insanların akciğer kapasitesi 4 litreyken, opera sanatçılarınınki 5.5 litreymiş. Sahne almadan önce kendilerini tüpsüz dalan bir dalgıç gibi tüm seslere, tüm dünyaya “kim ne derse desin kulaklarını tıka, doğru olduğuna inandığın şeyi yap” der gibi kapatırlarmış. Kalp ritimlerini yavaşlatmak amacıyla soluk egzersizi yaparlarmış. Soluklarını dengelemezlerse aldıkları nefes kan basıncını arttırır, kulaklarını tıkarmış ki bu “ağızlarından çıkanı kulaklarının duymaması”na sebep olurmuş. Meşhur opera eserleri en az üç perde yaklaşık 1,5-2 saatlik bir sunuş gerektirdiğinden bu kondisyonu bu süreye yaymak gerekirmiş.
Eseri seslendirirken, contre-ut yani zirve noktasındaki
notaya ulaşmak için sabırla, yıllarca çalışırlarmış. Bu noktada kalıcı olmak;
sanatçının yaşına, akciğer kapasitesini belirleyen sağlığına, yaşam tarzına
bağlı olduğundan, söz konusu değilmiş. Yani zirveyi gördükten kısa bir süre
sonra iniş yolculuğu başlıyormuş. Contre-ut’a çalışılırken, beyindeki basınç
mesela “la” notası çıkarılırkenkinin dört beş kat üstünde oluyormuş. Tüm
titreşim beyinde olduğundan baş dönmesi hissediliyor, bu kadar basıncın iyi
yönetilmesi gerekiyormuş. Çünkü bu sırada bağırmak opera sanatçısının
gırtlağının parçalanmasına sebep olabilirmiş. O nedenle karın bölgesinin
desteğine ihtiyaç duyulduğu gibi doğru hava basıncı bulunduğunda uzun süre
muhafaza edebilmek için de müthiş bir kas hakimiyeti gerekiyormuş. En kötüsü de
seyirci bu sanata ne kadar aşina olursa olsun sesin ya da sanatçının bütün
maharetini anlamayabilirmiş. Yani opera sanatçısı bazen sanatını en güzel
şekilde yaptığını bilmekle (teşbihte hata olmaz, balık bilmezse Halik bilir
misali) yetinmek durumunda kalabilirmiş.
Rabbimizin İbrahim Suresi 24. Ayette buyurduğu gibi,
güzel söz kökü yere, dalları göğe uzanan güzel bir ağaç gibidir. Bu güzel sözü
söylemek de güzel ve yumuşak bir üslup, sabır gerektirir. Sözlerin en güzelinin
muhatabı olmak iddiasındaysak, onu sosyal medyanın oluşturduğu kısır
çekişmelerin diliyle ve ü
Not: Yazıyı yazarken opera sanatçılarının ses yönetimi hakkında bilgiler için https://www.hurriyet.com.tr/opera-sanatcisi-yuksek-performansli-bir-sporcu-gibi-4822217 linkindeki yazıdan faydalandım.
https://www.hertaraf.com/koseyazisi-sosyal-medya-nefes-opera-3560
Esra Özer Duru, Ankara, 10 Mart 2023.