Bu cümleler yıllar önce lüks bir otomobilin yeni çıkan modelinin reklam sloganıydı. Reklam metni, oldukça etkileyici ve epey tarihî cümlelerle Shakespeare’in Fırtına isimli oyunundan ilhamla kaleme alınmıştı. Bana göre oldukça iz bırakan bir metin çıkmıştı. Bir arabanın ruhu olsa ona bakışın nasıl değişeceğini tahayyül eden reklam yazarları, bu cümleyi soğuk görünümüyle meşhur bir oyuncunun ağzından söyletiyorlardı. Reklam yazarlarının isabet kaydettiği üzere gerçekten ruh kavramı ne kadar anlam yüklüydü. Zamanın ruhu, eşyanın ruhu, şehrin ruhu… Hatta ben de bir yazımda “evin ruhu” diye bir kavram icat etmiştim. Ruh mühimdi yani hepimiz için.
Kızım ve oğlum yazma merakımı bildiklerinden bana güzel bir
antika daktilo hediye ettiler. Daktilonun markası Julietta. Yukarıda bahsi
geçen otomobil modeliyle aynı. Reklam sloganındaki cümlelerin aklımda nasıl yer
ettiğini bilen çocuklar için bir işaret fişeği olmuş bu isim. Hediyemi alınca,
“daktiloma bir bakım yaptırayım, temizlensin, gözümün önünde temiz temiz dursun”
diye düşündüm. Ankara’da antika daktilo tamiratı yapan yerleri aramaya
koyuldum. İnternete yazıp aratınca birkaç isim buldum ve tahmin ettiğim gibi bu
isimlerin tamamı Ulus’taydı. Listedeki ilk isme bulduğum numaraların
hiçbirinden maalesef ulaşamadım. Diğer usta ise ilk aramamda tık diye telefonu
açıverdi. Hayatta ve işinin başında olması beni çok sevindirdi. Ama adres
kısmında Uçar Han’ı görünce gelen ağlama hissine bir anlam veremedim. Üstünde
düşününce bu his beni çocukluğumun Ulus’una ve “dönemin ruhu”na götürdü.
Muhammed Esed, Mekke’ye Giden Yol isimli eserinde; batıda bulamadığı için doğuda aradığı ve bulduğu, kendini ait hissettiği, değer verdiği bir şeyden bahseder. O adını koymaz ama biz onun ne olduğunu anlarız. Esed’in doğuda sevdiği şey, ruhsuz seri üretimin girmediği, suni sınırların bölmediği, vefanın, nezaketin, doğallığın, doğrudanlığın geçer akçe olduğu bütünlüklü günlük hayattır. Kapitalist karmaşa, acele yoktur orada ve Esed buna vurulur. Batının doğuya en son ve en büyük sızma girişimleri olan Dünya Savaşları başlamadan, son nefesinde yetişir o dünyaya. Kendisini, o bütüne ait hisseder, yarıda kalmışlığı sonlanır, bütün olur, bütüne eklenir. Doğu o sırada, sakin, yavaş, mütevekkil ritminde daha bütündür bugün olduğundan, daha tamdır. İşte Ulus da şimdi bana böyle bir dünyadan kalmış gibi geliyor. Bu arada belirtmek gerek, Altındağ Belediyesi Ulus’a pırıl pırıl bakıyor.
Her ne kadar endüstriyel üretimin, modern dünyanın satış
dükkanlarıyla dolu olsa da Özler Han, Uçar Hanıyla Rüzgârlı Sokak, köşede Bosna
İşkembecisi, babamı 1987’de hacca uğurladığımız Hacı Bayram Camii önü, benim
baca zannettiğim; önünden annemin elinde uçuşa uçuşa geçip dolmuşa yetiştiğimiz
daimi leylek yuvalı Julien Sütunu, Ankara Kalesinin soluk kesen yokuşu, Kalenin
kocaman taşlarla örülü kaporta düşmanı kapısı, restore edildiği halde hayatla
bağını ikinci kata çıkan ahşap merdivenleri gibi yitirmiş kale evleri, namaz
kılarken Nuh’un Gemisinde Büyük Tufan’dan kurtulanlardan olduğunuz
hissini veren oraya buraya serpilmiş minik ahşap camiler, adet olduğu üzere
çocukken kocaman, şimdi daracık görünen sokaklar, mimarileriyle dikkati çeken
terk edilmiş binalar, hala hayatın devam ettiği evlerin bahçelerinden sokağa
akıp giden sular, zamanın tanığı olmuş kalın gövdeli ağaçlar, öğrenciyken
çektiğimiz, basarken üstüne acemi parmak izlerimizi bıraktığımız siyah beyaz fotoğraflar, Samanpazarı’nda,
Çıkrıkçılar Yokuşu’nda antikacılarda satılan Allah bilir ne zaman, kimin
baktığı, hangi başların uzandığı unutulup gitmiş kapı, pencere pervazları…
Eskiden insan kaynarken şimdi boş kalan, yıkılmaya yüz tutmuş, tekinsiz bulunan Ulus sokaklarında kaybettiğimizi anladığımız şey bir tılsım, hiçbir restorasyonun, temizliğin geri getiremediği kayıp bir nota! Bazı meslek erbabı bana o kayıp notayı hatırlatıyor; içimdeki radyoda çalan ama devamını bir türlü getiremediğim şarkının kayıp notasını… Saat, daktilo, şemsiye, ayakkabı, halı/kilim, bakır, ahşap… tamircileri, hayatta kaldıkları, mesleklerini çıraklarına öğrettikleri sürece o şarkının bir gün yeniden tamamlanıp çalınacağına dair umut taşıyabiliyoruz. Belli ki bizim ruhumuz artık o kaba uymuyor, oranın ruhu da artık bizim kabımızı doldurmuyor. Ama daktilo tamircisinin bir antika daktiloya dokunan parmakları o ruhun eski kalıbını bulamasa da yeni bir kalıp çiziveriyor boşluğa.
Yani diyeceğim, insan bir bilgisayar klavyesiyle duygusal
bir bağ geliştirmiyor da köstekli bir saate veya antika bir daktiloya
vurulabiliyor. O eşyadaki ruhu görüp onun ritmine ayak uydurmak isteyebiliyor.
Mesele yıllarca aynı saati, aynı daktiloyu kullanmak değil, o saatin,
daktilonun ilk üretiminde harcanan emeğe bir saygı duruşu. Tıpkı reklam
metninde Shakespeare’in dizelerine yer verilmesi gibi…
Rüyaların yapıldığı maddeden yapılmayız biz[ii]…
Ruhumuz olmadan sadece birer makineyiz…
(We are such stuff as dreams are made on…
Without heart we would be mere machines…)