Geçen haftalarda sosyal medyadan yansıyan aktörleri gençler
gibi görünen ve kuşak tartışmalarını yeniden gündem yapan birtakım üzücü
olaylar oldu. Ortaokul çağlarım falandı, “kuşak çatışması” diye bir şey duymaya
başladım. Pek anlayamamakla birlikte benden yaşça büyük genç akraba
çocuklarının anne/babalarıyla, dede/nineleriyle yaşadıkları sıkıntılara böyle
dendiğini anladım. Otoriteyle genellikle barışık bir çocuk olarak sıkıntının
kendisini idrak etmek daha zordu. “Anne baba insanın iyiliğini ister, onlarla
niye çatışılsın ki?” diye düşündüğümü hatırlıyorum. Demek ki benim çatışma
çağlarım daha gelmemişmiş.
Şu kuşak işini netleştirelim biraz. Kabaca; bir evin,
ailenin, ülkenin, doğduğu ve büyüdüğü hayat şartları başka olan büyükleri ile başka
şartlar altında doğan ve büyüyen gençleri arasında görülen günlük konulara,
sorunlara yaklaşım farklılığı diyebiliriz. İnsanları özellikle sosyolojik
açıdan inceleyebilmek amacıyla yapılan, yeni bir kuşağın dünyaya geldiği varsayılan
yirmi yıllık dilimlerde savaşlara, teknolojik gelişmelere yönelik yaklaşımların
belirleyici olduğu tanımlar. Sınırları çok net değil. Sosyal bilimlerin
çıkmazlarından biri, rakamlarla, formüllerle tespit edilemeyen bazı gerçekleri
araştırmak değil mi? Dolayısıyla bu sınıflandırmada doğum tarihine mi yoksa
çocukluk, ergenlik, yetişkinlik dönemlerine mi bakılıyor, pek net değil. Aslında
bu tarz kategorize etmeler çok da mantıklı, sağlıklı hatta bilimsel görünmüyor.
Çoğunlukla bizim kültürümüzün dışından yapılan bu tanımlamalar, durup dururken
kırıcı, tuhaf tartışmalara sebep olup kuşakları daha da çatıştırıyor. En basiti
orta yaşlı bir insan gençlerle ilgili eleştirilerini dile getirirken “Z kuşağı
n’olacak!” ifadelerini kullanırken, gençler de aynı durumda “Sen sus boomer!”
diyebiliyor. Bu tür kavanoza koyup üstüne etiket yapıştırma, dosyalayıp rafa
dizme durumları bana çoğunlukla güzel gelmiyor. Bu adlandırmalar yüzünden
birtakım fikir ayrılıkları yaşadığımız insanlarla aramız daha çok açılıyor.
Konuşarak, dinleyerek halledebileceğimiz konular çatışma alanlarına dönüşüyor.
Halbuki kuşak çatışmasına topluca baktığımızda, sorunun hep
var olduğunu, Aristo’nun bile bu durumdan şikâyet ettiğini görüyoruz. Hiçbir
nesil bir öncekinden bağımsız yetişmiyor. Hepsini bir önceki nesil ya bizzat
büyütüyor ya da oluşturduğu toplumsal, ekonomik şartlarla inşa ediyor. Yani
sonraki nesille kavga ederken onların bizim torunlarımız, çocuklarımız olduğunu
unutmamamız gerekiyor.
Kuşaktan kuşağa fark var
Dünya genelindeki kuşaklara baktığımızda ana hatlarıyla beş
kuşak görüyoruz. Bunlar Sessiz Kuşak, Patlama Kuşağı (Baby
Boomers), X, Y ve Z kuşakları. İlki, “Sessiz Kuşak”,
1927-1945 arasında gençlik dönemlerini yaşamış ve fark edildiği üzere belli bir
isim dahi verilmemiş insanlardan müteşekkil kuşak. En çok savaş, savaş etkisi
görmüş kuşak onlar. Yaş itibariyle nüfus içindeki oranları azalıyor. Bazı
mutlakî monarşilerde hala ülkelerini temsil edenler var. Geniş ailelerde, yakın
akrabalık, komşuluk ilişkileri içinde, ekonomik ve teknolojik şartlar açısından
kıt kaynaklarla büyümüş, yaşamış bir nesil. Kahve yerine nohut kavurup çeken,
çoraplarını yamayan, yeni kıyafeti bayramlarda bile görmeyen, şeker
çuvallarından etek, şalvar diken bir nesil. Çoğunlukla kendi üretimini kendisi
yapan ya da ihtiyaçlarını yerel üreticilerden karşılayan, kendini toplumsal
değerlere adamış, otoriteye saygılı insanlar.
Sonraki kuşak onların büyüttüğü Patlama Kuşağı,
hakaret olarak da kullanılan adlarıyla 1946-1964 arasındaki Baby Boomerlar.
Bu kuşak, 2. Dünya Savaşının ve sonrasında Soğuk Savaşın etkileri altında,
dünyada insan hakları hareketleri, radyonun, sonra televizyonun icadı,
Türkiye’de çok partili döneme geçişin, ihtilallerin, iç çatışmaların gölgesinde
yaşamış, ekonomik refaha özlem duyan, kuralcı, sadık, kanaatkâr insanlardan
oluşuyor.
X kuşağı, hızlanan toplumsal gelişmeler, değişen
dünya değerleri ile kendi iç değerleri arasında kalan, yine de alışık olduğu
prensipleri yaşatmaya gayret eden kanaatkâr, idealist, toplumsal sorunlara
duyarlı, otoriteye saygılı, zor hayat şartlarına tahammüllü, değişimden çok da
hoşlanmayan insanların oluşturduğu bir ara kuşak. Çocuklukları, gençlikleri,
1964’ten 80’li yıllara kadarki zaman dilimine tekabül ediyor. Televizyonun
günlük hayatta artan rolüyle, serbest piyasayla, aya yolculukla, hatta
ilerleyen yaşlarında internetle tanışan bu neslin geçiş nesli olarak
tanımlanmasının en önemli sebebi teknolojideki ilerlemeler.
Dünya çapında yeniliklerin şekillendirdiği 80’lerin hızlı
değişimlerini hayatına tam olarak alan kuşak ise Y Kuşağı. Toplumsal,
teknolojik, ekonomik rahatlamalar bu kuşağın bazı hayat prensiplerine yansıyor.
Önceki kuşakların aksine “bir lokma bir hırka”yla yetinmek istemeyen, aidiyet
duygusu daha zayıf, aynı zamanda satın aldıklarıyla, tükettikleriyle, sosyal
medyada takip ettiği isimlerle, sayfalarla bir topluluğun parçası olmayı önemseyen
bu kuşak önceki kuşaklar tarafından kuşkuyla karşılanıyor. Teknolojiyi yakından
takip ediyor, “online” olmayı önemsiyorlar. Takdirini, sevgisini yeteri kadar
ifade etmeyen büyükler, sürekli hatta bazen yanlış yerde takdir arayan, yaptıkları
her şeyde temel hedefi takdir/onay görmek olan bir nesil büyütüyor.
“Neden böyleler?”
Son olarak dilimize pelesenk olan ve 2000-2021 arasında
doğan Z Kuşağı. Y kuşağı ile benzer özellikleri olan bu kuşaktan başkası
büyütmüş gibi hepimiz şikâyet ediyoruz. Bir “gruplar halinde online olarak
yaşarlar” diye belgesel cümleleri kurmadığımız kaldı. Onları anlamak için
önceki dört nesle ve ne istediklerine bakmamız yeterliyken genellemeler kolay
geliyor. Gözümüze nasıl görünüyorlar? Teknolojiyi hızlı şekilde kavrayan ve
kullanan, her türlü teknolojik aletin, gelişmenin içine doğan, neredeyse her
alanda dijital; günlük hayatta tatminsiz, kararsız, doğuştan tüketici, dünya
zevklerine düşkün, bir şey merak ettiğinde kitaplara bakmak, büyüklere danışmak
yerine sosyal medyaya yazan, adaleti, eşitliği önemseyen, farklılıkları değil,
benzerlikleri ön plana çıkarmak isteyen, geçmiş kuşakların getirdiği, temsil
ettiği her türlü değere tepkili, onların çektiği sıkıntıların bedelini ödemek ya
da zaman içinde sağlanmış olan toplumsal iyileşmeler için minnet duymak
istemeyen bir nesil.
“Biz şöyle sıkıntılar çektik. Siz her şeye kolayca sahip
oluyorsunuz” denilerek kendilerine yöneltilen öfkeye, eleştiriye muhatap olmak
istemiyorlar. “Şımarık” olarak nitelendirilmek en çok sinirlerini bozan şey. “Biz
okula belimize kadar karın içinden geçer giderdik” dendiğinde ne yapmalarının
istendiğini çözemiyorlar. Çünkü mesela Abdi İpekçi Parkı’nda on iki yıl her
cumartesi, basın açıklamasıyla hak ve özgürlük talep etmek zorunda bırakılmayı
anlayamıyorlar. “Nasıl yani bu talepler için her cumartesi protesto eylemi
yapmanız mı gerekti?” diye hayret ediyorlar. Bireysel özgürlüklerin doğal ve
kendiliğinden olduğu gerçeğine rağmen geçmişte ya da bugün bunlar için mücadele
gerekmesi onları öfkelendiriyor. Bizim hak arama yöntemlerimiz ya da aradığımız
haklar onlara, geçmişin ekonomik, sosyal, demokratik koşullarını bilmedikleri
için anlamsız, komik geliyor. Günlük işleyişe dair küçük sayılabilecek
talepleri varsa “….org”ta bir imza kampanyası başlatıyorlar. Çözüme ulaşmaları bazen
birkaç günlerini alıyor, bir iki saat bile yetebiliyor. Sonuçları kötü de olsa
hesaplamıyor, sosyal medyanın hızını, tepkiselliğini kullanıyorlar. Yavaşlık,
sonuçsuzluk, duyarsızlık sinirlerini bozuyor. Müdahale etmek istedikleri bir şey
olduğunda Twitter’da (haklı ya da haksız) bir linç başlatıveriyorlar. “Boş,
lüzumsuz” bulduğumuz işlerle saatlerini, günlerini harcıyorlar. Çünkü bizim
umursadığımız çoğu şeyi önemsemiyorlar. Küfredip argo kullanıyorlar. Günlük
hayatlarından paylaşımlar yapıp kendileri dahil herkesin mahremiyetini ihlal edebiliyorlar.
İzledikleri kısa videolarda duydukları saçma, argo cümleleri slogan edinip kendilerini
anlatırken kullanıyorlar. Can güvenliği falan takmayıp her şeyi denemek, tadına
bakmak istiyorlar. Dehşete düşürüyor, bıktırıyor, zorluyor, üzüyor, farkına
bile varmıyorlar. Evde kendi dağınıklıklarını toplamazken siyasete, ülke meselelerine
müdahil oluyorlar.
“Parlak fikirleriniz bunlar mı?”
En çok “bencil” olmakla suçladığımız ve suçlamalarla sürekli
uçlara ittiğimiz gençler bize bu şikayetçi tavrımız yüzünden kızgınlar! Yaş
itibariyle dünyanın hatta uzayın kirletilmesinde en az sorumluluğu olan
insanlar. Deyim yerindeyse enkaz devralıyorlar. Panik halindeler. Buzullar
eriyor, iklim değişiyor. Katliamlarla yok edilen toplulukları, türleri, Sanayi
Devrimini, işgalleri, savaşları, atom bombalarını, Çernobil’i, her türlü sömürüyü
yaşamış, iklimi değiştirilmiş, kirletilmiş dünyada; bu enkazda, yaşamak zorunda
kalanlar da onlar.
Siyasette söz istiyorlar çünkü bugüne kadarki bütün “parlak
fikirler”in denendiğini ve iflas ettiğini düşünüyorlar. Kendi gelecekleri dahil
birçok konuda karar alma mevkiinde bulunan insanların “yaşlı” olmasından
şikâyet ediyorlar. Dünyayı, insanlığı bu hale getirdiğini düşündükleri
insanların yaptığı yasalar, kurdukları sistemlerden iyi bir şey çıkabileceğine
dair umutsuzlar. Bu tip konularda bir değişiklik talebinde bulunduklarında;
yavaşlık ve çözümsüzlüğün yanı sıra “hıh siz ne anlarsınız?” alaycılığından
bıkmışlar. Büyüklerin kendi doğrularının nihai doğru olduğundan emin, sürekli
parmak sallamasından, üstten bir bakışla yol göstermesinden rahatsızlar.
“Seninle bu konuyu bir konuşalım” yaklaşımını dayatma ve ikna çabası olarak
görüyor, bu durumun daha çok hataya sebep olduğunu düşünüyorlar. Paraya
duydukları ilgi ise bir çıkar yol arayışı aslında. Düşündükleri değişimlerin ya
da bunaldıkları her şeyden uzaklaşmanın aracı onlara göre para. Bu yüzden kısa
yoldan bolca edinmek istiyorlar.
Asıl soru: Ölümüne çatışacak mıyız?
Geçiş kuşağından olmanın sınavı bu galiba. Hem öfkeden
deliye dönüp hem de onları anlamaya çalışmak. “Biz hiç konuşmayacak mıyız?
Meydanı onlara mı bırakacağız?” Her şeye “hayır” dediğimiz için olan
otoritemizin de gözlerimizin önünde paramparça olmasına seyirci mi kalacağız, yoksa
zor ve yorucu gelse bile bu her şeyi sorgulayan hatta sık sık bizim saygı tanımlarımızın
dışına çıkan insanların arama, anlama yolculuğuna aklımızla, sabrımızla, inançlarımızla
eşlik mi edeceğiz? Çoğumuz inançlarımızın, fiziksel görüntümüzün, maddi
durumumuzun, hatta kalemi hangi elimizle tuttuğumuzun yargılandığı, bunlar için
küçük görüldüğümüz, bedel ödediğimiz günlerden geçip geldik. Şimdilik gündemleri,
sosyal medyada nasıl göründükleri endişesiyle dolu bu nesil, zaman içinde
birbirleriyle ve kendileriyle barışmayı öğrenecek. Ayrımcılıkları bitirecek,
birbirlerini etiket olarak değil, insan olarak görecek, çevre kirliliğiyle
mücadele edecek, dengeli, adil olmayı ve bunları muhafaza etmeyi öğrenecek. Oldukça
saygısızlar! Doğru! Sınavların kolay olduğunu kim söyledi? Sabırlı
davranmadıkça, sesimizi yükseltip gerildikçe sözümüz havaya gidiyor. Tabi ki inandıklarımızı,
savunduklarımızı anlatmaya devam edeceğiz. Sözün en güzelini, en güzel şekliyle
söylemeye çalışacağız. Sürekli yolu işaret edip durmak yerine, kendi
kendilerine bulmalarını umup birlikte yürümeye çalışacağız. Yoksa hepimiz kaybederiz.
Esra Özer Duru, Ankara, 23.06.2022
https://hertaraf.com/koseyazisi-catissak-mi-catismasak-mi-3096