22 Şubat 2024

İÇİNDEN GAZZE GEÇEN YAZI

Bir süredir eğitim öğretim sistemlerimizle ilgili düşünüyorum. Gazze’de 7 Ekim’den beri yaşanan soykırım da bu düşünce sürecini etkiliyor. Biraz dağınık olmakla birlikte yazı boyunca bu yolculuğa eşlik etmenizi rica ediyorum. Sabır gösterirseniz konuyu Gazze’yi anmadan bağlamayacağım. Birçok insanın ebeveyn olduğunda kendisine sorduğu sorular vardır:

“- Çocuklarımız bize verilmiş oyun hamurları mıdır ya da ‘Tabula Rasa’dan mülhem istediğimiz metni yazabileceğimiz boş kâğıtlar mı? Peki çocuk bizim yazdığımız metinlerden hoşlanmazsa ne yapmak gerekir?

- Ebeveyn olarak tüm kontrolün elimizde olduğunu sandığımızda neler yapabileceğimizin farkında mıyız? Kontrolü kaybedersek neler olur?

- Çocuğa; iyiye, güzele, ahlaklıya dair anlatmaya çalıştığımız şeyler ilahi kaynaklara mı dayanır, yoksa bizim korkularımıza, geleneklerimize mi?

- Biz korktuğumuz için onları da korkak mı yaparız?

- Hz. İbrahim’e put üreticisi babasının ve putperest kavminin yanlış yaptığını düşündüren neydi?

- Hz. İbrahim, babasının putlarını inkâr ettiğinde babası ne düşündü?

- Hz. Ali, küçücük bir çocukken babasının yolunu izlemek yerine Hz. Muhammed’e nasıl yöneldi?

- İnsanlar bulundukları toplumdan, yıllarca değirmeninde öğütüldükleri Siyonist eğitim sisteminden sağ çıkmayı nasıl başarıp Gazze için gözyaşı dökebiliyorlar? Onların düşünme biçimlerini “diğerinin haklılık ihtimaline”, “toplumsal bir yanlışın içinde olabileceklerini” düşünmeye, değerlendirmeye açık kılan ne?

- Bizim toplumumuzda mesela basit bir boykotun dahi başarılı olamamasına ne sebep oluyor? Topluma, çocuklarımıza, gençlerimize ne yaptık/yapmadık da insanlık için basit ve bireysel bir duruş olarak tüketim tercihlerini bir süreliğine değiştirmek dahi onlara zor geliyor?

- Bütün dünya insanlık, iyilik yönünde bir arayış içindeyken aynı arayış bizim toplumumuzda neden hak ettiği yankıyı bulmuyor?”

Yazıyı sıkıcılaştırmak pahasına ama önemine binaen sıraladığım bu sorulara cevap bulma yolculuğum beni Nihan Kaya’nın İyi Aile Yoktur serisine getirdi ya da kitabı okuyunca sorularım daha da zor bir hal aldı.

İyi Aile Var mıdır?

İyi Aile Yoktur, Nihan Kaya’nın, İyi Toplum Yoktur ve Bütün Çocuklar İyidir isimli kitaplarından oluşan üçlü serisinin birinci kitabı. Yazar, inandığınız, uyguladığınız, kural zannettiğiniz her şeyle ilgili sizi derinlemesine düşündürmeye çalışıyor. Öyle yabana atılır şekilde de değil; kendisinin ya da başka insanların anılarını, tecrübelerini anlatıyor, sorular soruyor, fikrini ortaya koyuyor, uzman görüşleriyle destekliyor. En sevdiği ve sık sık görüşlerine yer verdiği hatta kitabını ithaf ettiği uzman ise psikolog, psikanalist Alice Miller. Miller’ın öğretisi ebeveyn kaynaklı çocuk istismarını anlatmaya ve çözümler bulmaya odaklı dolayısıyla Kaya’nın anlatısı da öyle. Bu nedenle Nihan Kaya’nın kitabını okumak ve faydalanmak için açık fikirli olmak önemli. Kitabı, inançlarınıza, ebeveynliğinize, toplumsal değerlerinize saldırıldığını düşünmeden okursanız murat hasıl olabilir.

Serideki kitapların adları oldukça kışkırtıcı. Yazar bu adları koyarken ne düşündüğünü hemen kapakta açıklamaya başlıyor: “İyi Aile Yoktur ya da paradoks şu ki iyi aile, ‘iyi aile yoktur’ düsturuyla hareket edebilen ailedir”. Serinin ilk iki kitabını okurken yerleşik yargılara, geleneklere sürekli saldırıldığını hissediyorsunuz. Aslında kimse bir şeye saldırmıyor. Yazarın oldukça saygılı, mesafeli bir dili var. Sadece “Bu nereden çıktı? Bunun kökeni nedir? Dini zannettiğimiz şeyler gerçekten dinden mi sadır olmuş? Bunları sürdürürken aslında neyi sürdürmeye çalışıyoruz? Allah gerçekten bizden bunu istemiş midir?” gibi zor sorular sorduruyor. Biz, yüzyıllardır sırtımıza yüklenen, toplumsal hafızamıza kazınan şeylere kendi varlığımızdan bile daha kuvvetle inanıp savunduğumuz için saldırıya uğramış gibi hissediyoruz. Yazarın üslubuna ve anlattıklarına yönelik yaklaşımımız aslında eğitim öğretim süreçleriyle ilgili sorunlarımıza bir nebze ışık tutuyor.  

Yazarın dikkatimizi çektiği en önemli sorun, ailede başlayan, okulla devam eden, toplumun sürekli eşlik ettiği, insanın çocukluğundan itibaren kendisi olmaktan vazgeçirilmesi, özgün karakterinin yok edilmesi, iyiye güzele dair içgüdülerinin baskılanmasını içeren “eğitim” süreçleri. Kaya’nın bu konuda yazdıkları halihazırda bizim yaşadığımız eğitimle ilgili sorunları da hatırlatıyor.

Sahne Gazze’nin

Bu noktada biraz soğanlı bitkilerden bahsedelim. Soğanlı bitkilerle uğraşanlar bilir. Bu bitkiler aslında doğal şartlara dayanıklı kendine has bilgeliği olan bitkilerdir. Soğanları; onların açmalarına uygun şartlar olduğunda açmalarını aksi halde yıllarca saklı kalmalarını sağlar. Kaya diplerinde, taş aralarında, karın altında açarlar. Çiçekleri bize oldukça nadide ve kırılgan görünür. Hatta uluslararası kaçakçılığa dahi konu olurlar. Bu bitkiler bir yerden bir yere taşındıklarında hemen çiçek açmazlar. En az bir yılı yeni yerlerinde çiçeksiz geçirmeleri gerekir. Şartları beğenmezlerse ya da çiçek açacak kadar olgunlaşmadıklarını değerlendirirlerse daha uzun süre de açmayabilirler. Mesela bitki çiçek açmaya hazırlanırken dikili olduğu yerden sökülüp başka bir yere taşınırsa açmaktan vazgeçer. Bu bitkilerin bütün güzellikleriyle açması, soğanlarını çoğaltması için çevre şartlarından emin olmaları gerekir. Bu yönleriyle hayranlık uyandırıcıdırlar.

7 Ekim’den beri Gazze’de korkunç şeyler yaşanıyor. Bunlara şahit olmak çok zor. Gazze imtihanı bizi insanlık olarak nihai bir noktaya götürüyor. Dünya halkları, Gazze’de yaşananlar karşısında devletlerinin politikalarındaki, eğitim sistemlerindeki, ailelerindeki, inanç sistemlerindeki ikiyüzlülükleri tespit edip onlara karşı koyuyor, bunları samimi bir şekilde protesto ediyor. İnsanlar, yıllarca tabi tutuldukları eğitimleri, toplumsal ön kabulleri sorgulayarak, bunlara karşı çıkarak, dışlanma, yargılanma gibi sonuçları olabilecek tepkileri göze alarak insanlığa/Gazze’ye sahip çıkıyor. Bazıları, büyükanne ve büyükbabalarının 2. Dünya Savaşındaki soykırımdan sağ kalan insanlar olduğunu, anne babalarının katıksız Siyonistler olduğunu ama yanlış bir şeyler olduğunu fark ettiklerini dile getiriyorlar. Bulundukları aydınlık noktaya baktığımızda onları kahraman gibi görürken kendi çocuklarımızın düşünce yolculuklarından ölesiye paniğe kapılıp yollarında yürümelerine engel oluyoruz. Ama belli ki kahramanlar, “atalarının dini”ne eleştirel gözle bakabilen sağlam karakterli, sorgulayıcı insanlardan çıkıyor. Öyleyse mensubu olmakla şereflendirildiğimiz son dini bir “atalar/gelenekler kültü”ne çevirmeden önce toprağın altında saklı duran hazinelerimizin olgunlaşmasına uygun şartları oluşturalım. Hani Aliya İzzetbegoviç’e de atfedilen bir Meksika atasözü var ya işte onun gibi: “Bizi toprağa gömmeye çalıştılar ama tohum olduğumuzu bilmiyorlardı.”  

https://hertaraf.com/koseyazisi-esra-duru-icinden-gazze-gecen-yazi-4047

Esra Özer Duru, Ankara, 17.02.2024.

22 Aralık 2023

SİYONİST İSRAİL KENDİ YARATTIĞI EFSANEYİ YIKARKEN

Siyonizm, “katledilen masum halk” rütbesini kimseyle paylaşmak istemediği için Nazi Almanyasında Yahudilerden başka insan topluluklarının da öldürüldüğünün konuşulmasını istemez. Halbuki Naziler; Yahudilerin yanında Romanları, Polonyalıları, çeşitli Slav halklarını, ırkı fark etmeksizin engellileri de ortadan kaldırmayı denedi. Siyonistlerin en önemli silahı olan Hollywood yapımı filmlerde, kamplarda ölen diğer halkların ismi bu nedenle neredeyse hiç geçmez. Yıllardır esaslı Siyonist bir eğitimden geçiyor olmasına rağmen dünya halklarının geldiği İsrail’in meşruiyetini ve zulümlerini sorgulayan nokta o yüzden takdire şayan.

Kıyamet filmleri (apokaliptik) denilen bir kategori vardır, meraklısı seyreder. Hollywood, bu filmlerde dünyanın bir felakete gidişini ya da bir felaketten nasıl toparlandığını anlatır. Bu filmler, komplo teorisyenleri için bolca malzeme içerir. Diğer yandan anlatılan hikâyede, izleyeni, mantıkla, gerçekle bağdaştığı için rahatsız eden yönler vardır. 2013 yılında Dünya Savaşı Z isimli bir film gösterime girdi. Senaryonun kaydettiği isabet filmin, Covid salgını sırasında bol bol haber olmasını sağladı. Film, laboratuvarda üretilen bir salgın hastalık virüsünün kontrolden çıkarak dünyaya yayılması ve cengâver bir grup insanın bununla mücadelesini anlatıyordu. Ekip, mücadelelerine destek ararken çeşitli ülkelere gidiyor ancak hiçbirinden umdukları yardımı alamıyordu. Duraklardan biri de İsrail’di. İsrailliler virüsün ülkelerine girmeyeceğinden çok eminlerdi çünkü ülkelerinin etrafı kalın ve yüksek duvarlarla çevriliydi. Zaten bu duvarları ileri görüşlülükleriyle (!) Filistinliler ve onlardan gelecek böyle tehlikelerden korunmak için örmüşlerdi. Burada senaryonun ironisi devreye girdi, beklenmeyen gerçekleşti, hastalıktan deliren İsrailliler, o duvarların içini birbirlerinin mezarına çevirdi.

Hz. İbrahim, oğlu İsmail, kurbanlıktan azat edildiğinde; başka bir oğlunun soyundan gelen torunlarının, insan kardeşlerini kıyıma uğratacağını hiç düşünmüş müdür? Kendilerine onun ve oğullarının adını ata adı olarak seçen İbraniler/İsrailoğulları/Museviler/Yahudiler -bunların hepsi bir peygambere dayanan isimlendirmeler- yazdıkları efsanevi öykülerden devşirdiklerini sandıkları meşruiyetle, akraba bir kavmi yok edebilmeyi mi hedefliyor? Torah’ta Hz. Adem’in oğullarından Kabil, Habil’i öldürdüğünde, Tanrı’nın Kabil’e sorduğu “Kardeşine ne yaptın?” sorusundan kaçabileceklerini mi düşünüyor? Kur’an-ı Kerim’de aynı kıssa anlatıldıktan sonra yapılan “İşte bundan dolayı İsrailoğulları için şu hükmü koyduk: ‘Bir cana kıymanın veya yeryüzünde bozgunculuk çıkarmanın cezası olmaksızın kim bir kimseyi öldürürse sanki bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim de bir canı kurtarırsa sanki bütün insanların hayatını kurtarmış gibi olur.’ Şüphesiz peygamberlerimiz onlara apaçık deliller, mucizeler getirdiler. Ne var ki, bütün bunlardan sonra onların pek çoğu hâlâ yeryüzünde taşkınlık yapıp durmaktadırlar” ilahi ikazından kurtulabileceklerini mi hayal ediyor?

Bu kadar kan, acı, gözyaşı üstüne bir şehir, bir ülke nasıl kurulabilir?

Hangi dinin kutsal kitabı, peygamberi, böyle bir soykırımı emredebilir ve meşru bulabilir?

Ölü bedenler üzerine bir medeniyet inşa edemezsiniz!

O kan sizi tutar!

Siyonistler, yıllardır kendilerine Nazi Almanyasında maruz kaldıkları zulümleri istismar ederek sanal bir güçlülük dünyası inşa ettiler. “Yenilmez”, “güçlü”, “Ortadoğu’nun tek demokrasisi”, “dünyanın mazlumu” gibi sıfatlarla zalim, katliamcı, gayrimeşru, haysiyetten yoksun, canavar Siyonist işgallerinin üstünü örtebileceklerini zannettiler. Ancak çok yanıldılar. Dünya halkları uyandı. İsrail’in ne kadar düşebileceğini gördü. Tıpkı Dünya Savaşı Z filmindeki gibi İsrail, kendisini, inşa ettiği o duvarlar arasında yok edecek. Dünya halkları, İsrail’in kibirden aynasını paramparça edecek ve zafer mazlum Gazzelilerin olacak! 

BİSAN’IN SAÇLARI[1]

Çerçeve Hikâye, içinde başka öykü ya da öyküler barındıran iç içe geçmiş hikâyelerdir. Anlatılan ilk hikâye ya da tüm hikâyelerin yanında sürüp giden hikâye ana hikâyedir, dış çerçeveyi oluşturur. Bu teknik sayesinde yazar okuyucusuna bir metinde birkaç hikâyeyi, mesajı birlikte ve kolayca verebilir. Başka bir deyişle “öykü içinde öykü” veya “öyküler dizisi” barındırır.

“Gülüşleri ve öpüşleri çalınmış çocuğun gidişler uğruna uzattığı saçları için…”[2]

Bisan’ın kıvır kıvır çok güzel saçları vardı. Örmezdi ama bazen başının üstünde bazen de kulaklarının arkasında topuzlar yapardı. Bisan’ın kıvırcık saçlarından başka içleri gülen gözleri, cıvıl cıvıl bir gülüşü vardı. Bisan Gazzeliydi[3].

1983’te babam yeni kurulmuş bir yayınevinin (Çekirdek Yayınları) bastığı “İslam Ülkelerinden Hikâyeler Dizisi[4]”nden üç kitap getirdi. Kitaplar geldiğinde okuma yazmam yoktu, çizimleriyle dost olduk. Yalçın Turgut’un çizdiği iri gözlü, kıvırcık saçlı, hüzünlü çocuklarla yarenlik ettik uzun süre. Onlara kafamda birer hikâye yazmıştım ama hikâyeleri başkaydı.

Filistin’de Bir Çocuk’un hüzünlü kahramanı 10 yaşında, kıvırcık saçları iki örgülü Ayşe Sevra, bir mülteci kampında doğmuştu. Bütün Filistinli çocuklar gibi büyük hayalleri vardı. Dalgın gözlerinde hep bir damla yaşı olurdu. Gerçek bir olayın kahramanı 9 yaşındaki Mehtike Libyalıydı. İki yandan ördüğü koyu renkli, kıvırcık saçlarını hoplata hoplata kuzularının peşinden koşardı. Kısacık ömrü, kuzularını otlatırken ABD üssünden kalkan bir helikopterden açılan ateşle bitiverdi. Küçük Tuba Büyük Yolda’da Tuba ailesi ile birlikte karayoluyla hac yolcusu bir Türk kızıydı. Tabi ki kıvırcık, iki yanından örgülü saçları vardı.

Bisan, Filistinli bir sosyal medya içerik üreticisi, kendi hikâyesinin başrolünde. Dünya, Gazzeli kadınların acılarını, ihtiyaçlarını onun objektifinden ve anlatımından öğreniyor. Bisan, birkaç gün önce uzun ve kıvırcık saçlarını, İsrail’in Gazze’deki zulümlerinden biri olan susuzluk nedeniyle kesmek zorunda kaldığını açıkladı. Paylaştığı fotoğrafta, avucunda güzelim kıvırcık saçlarından kesilmiş bir tutam vardı.

Bisan’ın saçlarını görünce aklıma kendi çocukluğum geldi. Biraz komik biraz talihsiz bir sebeple o güne kadar sımsıkı ördüğüm kıvırcık saçlarımı kısacık kestirmek zorunda kalmıştık. Bazı arkadaşlarım o sırada popüler olan bir köle dizisindeki çocuk köleden ilhamla bana isim takmıştı. Küçük Sebastio özgürlüğü için mücadele ediyordu.      

Yerli kadınları da saçlarını iki yanlarından örerlerdi. Gazzeli kadınlarla kendi ülkelerinde dayanışan yerli kadınlar (sömürgecilerin adlandırmasıyla Kızılderililer) örgülü saçlarıyla dans edip şarkı söylüyorlar. Yani Bisan’ın saçları çerçeve hikâyemiz. Bizi, yeryüzünün özgür kadınlarını, birbirimize bağlıyor. Ayşe Sevra’nın, Mehtike’nin, Tuba’nın, Esra’nın, Mahsa’nın, Rachel’ın, Bisan’ın kıvırcık, düz, uzun, kısa, sarı, siyah, örgülü, örtülü, örtüsüz saçları… Sevgili Bisan’ın saçları; özgür Filistin’in özgür rüzgarlarında çok yakında uçuşur inşallah[5].

Esra Özer Duru, Ankara, 20.12.2023.


[1] Yazıyı okurken dinleme önerisi: Savage Daughter https://youtu.be/tegev08KyHY?si=WlcSskV532iTffM0

[2] Bu mısranın şairini hatırlayamadım ve internet taramalarında da bulamadım. Özür ve saygıyla…

[3] Bisan, Gazze’de ve şimdilik iyi. -di’li geçmiş zamanı, hikâye zamanı olduğu için kullandım.

[4] Çekirdek Yayınevi, 1982’de ORBAY Ortadoğu Basın Yayın A.Ş tarafından çocuklara İslam coğrafyasında yaşananları anlatabilmek amacıyla kitaplar yayınlamak için kuruldu. İdare Meclisi Başkanı Hasan Aksay’dı. Filistin’de Bir Çocuk ve Mehtike’nin yazarı Abdurrahman Dilipak, çizeri ise Yalçın Turgut Balaban’dı. Balaban, 2021’de vefat etti. Hasan Aksay, (Aralık 2023 itibariyle) rahatsızlığı nedeniyle hastanede tedavi görüyor. Küçük Tuba Büyük Yolda’nın yazarı Hasan Fettahoğlu ile ilgili bilgi bulunamadı.

[5] https://www.hertaraf.com/koseyazisi-siyonist-israil-kendi-yarattigi-efsaneyi-yikarken-3981 

13 Aralık 2023

GAZZE İSRAİL’İN ÜSTÜNÜ KIRIK KALEMİYLE ÇİZİYOR

Düşünmeye, yazmaya, konuşmaya, yaşamaya çalışıyoruz. Olmuyor! Dünya halkları, Gazze’deki soykırıma bağırarak, ağlayarak, protesto ederek, meydanlara çıkarak, şarkılar söyleyip dans ederek, mumlar yakarak… karşı koyarken, İsrail ve işbirlikçileri gözümüzün önünde, Gazze’de; bilmediğimiz bir tanrıya, kirlettikleri semboller eşliğinde gözü dönmüş şekilde cinayetler işleyip kan akıtarak kurbanlar sunuyor. Bu tanrıyı kutsamak için, Hz. Musa’yı, Hz. Davut’u, Hz. Süleyman’ı, Davut Yıldızı da dedikleri Mühr-ü Süleyman’ı, Tevrat’ı, “vadedilmiş topraklar”ı, yıkmaya çalıştıkları Mescid-i Aksa’yı, “antisemitizm”i, “Holokost”u, “kendini savunma hakkı”nı, “kınama”yı, “ateşkes”i, “esir takası”nı, “orantılı güç kullanımı”nı… her şeyi ama her şeyi bozup yeniden tanımlamaya kalkışıyor. Cümleler merhametsizce formüle ediliyor. Fail İsrail olunca fiiller edilgenleşiyor, Gazzeliler sanki kendiliğinden ölüyor.

İsrail hep yaptığını yapıyor. Fotoğraflarla, haritalarla, videolarla, kayıtlarla, haberlerle, enkazlarla oynuyor, kendince “haklılığını” dekore ediyor. Gerçeğin şahitleri gazetecileri ortadan kaldırmak istercesine kendilerini, ailelerini öldürüyor. Hastaneleri, camileri, kiliseleri, okulları, sivil toplum binalarını yok ediyor. Bir halkı orada hiç yaşamamışçasına yok etmeyi, hepimizi bu algıya maruz bırakmayı deniyor. Kelimelerimizle, vicdanımızla, aklımızla, tarihimizle oynuyor. Hem üzümü yiyip hem bağcıyı dövüyor hem de ciyak ciyak bağırıyor. Bunları yaparken öyle rahat ki, yarın dünyaya dönüp “Gazze mi? Saçmalamayın, burada öyle bir yer yoktu!” diyebilir, bir dizi şahit bile getirebilir. Bu utanmazlık, insafsızlık karşısında hissettiklerimizi ifade edecek kelime, eylem, duygu bulamıyoruz. Hatta boykotların duyurulduğu şekillendirildiği, sansürlere direnildiği yeni bir mecra olan sosyal medya meydanının dili “emoji”ler de yetersiz kalıyor şahit olduklarımız karşısında. Ne desek hafif kalıyor!

Gazze bizim neyimiz olur?

Ankara’daki Kelime Müzesinde g harfindeki “gazlı bez” kelimesinin tanımında şöyle yazıyor: “Düşeriz, dizimizi kanatırız, yaralanırız da oraya gazlı bez sararız. Ama koklarsın, koklarsın gaz kokusu gelmez. Çünkü gazlı bez, gazlı bez değildir. Onun aslı gaz bezidir. Onun da aslı Gazze bezi. Gazze’nin meşhur incecik tülbent bezi.” Yani Gazze bizim hem yaramız hem yaramızı saranımız oluyor. Gazze; yakamızı, kalbimizi, elimizi bırakmıyor. Aklımız, fikrimiz, gündemimiz hep Gazze… Buna rağmen Gazze’de yaşananlar, insanlığımızın, merhametimizin, cesaretimizin, aklımızın, mantığımızın, fedakârlığımızın, hassasiyetimizin, kahramanlığımızın üstünü; çaresizliğimizin, acizliğimizin, az gelişmişliğimizin altını çiziyor.  

Gazze’de şu kadar çocuk, şu kadar kadın, şu kadar erkek ölüyor… İsimleri sevgiyle konulmuş, sofraya çağrılmış, hediyeler alınmış, başı okşanmış, dizine yatılmış, saçının topuzu öpülmüş, bir tohum ekmiş, bir çiçeği sulamış, bir kediyi kucaklamış, topu arabanın altına kaçmış, şarkılar söylemiş, dualar etmiş, hatta bu dünyanın oksijeni dahi ciğerlerine küvözsüz nasip olmamış bebeklerin aralarında olduğu her kim varsa vahşi bir ölümle öldürüyor İsrail. Seçmiyor, ayırmıyor, acımıyor, durmuyor, dinlemiyor.

Hesapların üstünde bir hesap var: İsrail kendi ayağına sıkıyor

Siyonist İsrail, Gazze’deki cürümleri işlerken bugüne kadar istismar ettiği “Nazi mağduru”, “Holokost sağ kalanı” imajlarını kendi kendine yerle bir ediyor. Siyonistler gerçek yüzleriyle bütün dünyada ilk kez böyle faş oluyor. Aralarında Nazi soykırımından sağ kalmış insanların çocukları ve torunları da olan bazı Yahudiler İsrail’e “bizim acımızı kullanma, bizim adımıza öldürme” diyerek karşı çıkıyorlar. Kıyamete yaklaşan dünyada hiçbir şey gizli kapaklı kalmıyor. Gazze’nin şehitleri, emanetlerini teslim etmeye bütün ihtişamlarıyla yükselirken İsrail’i ve işbirlikçilerini tarihin en büyük utancı ve hesabı bekliyor[1].

Esra ÖZER DURU, Ankara, 8 Aralık 2023.

17 Ağustos 2023

ŞEHRİN SAHİBİ KİM?

Yıllardır doğayla iç içe, kenarda köşede kalmış, yapılaşmanın az olduğu bir semtte yaşıyoruz. Son zamanlarda bir şeyler değişti ve etrafımızdaki arsalar hızla inşaat alanlarına dönüştü. Önce de semtimizin tabii “bitki örtüsü” olan düğün salonları vardı ama mevsimsel bir gürültü olduğu için tahammül ediyorduk. Şimdi patlayan inşaat furyası, sakinliğimizin ve mahremiyetimizin sonu oldu. Sıcaklar bastırıp kapı, cam açma zorunluluğu artınca kulak tırmalama aşamasından huzur kaçırma raddesine hızla tırmanıveren gürültü akla şu soruyu getirdi. Şehrin sahibi kimdir? Mesela çok erken saatte başlayan inşaat faaliyetlerine, neredeyse her akşam arapsaçına dönen düğün gürültüsüne karşı şehrin sakinlerinin haklarını korumak için devreye kim girer?

Şehir kime emanet? Şehr-emini

Şehrin sahibi deyince insanın aklına bir şehri yöneten, sakinlerinin haklarını gerektiğinde başka bazı “sakin”lere karşı koruyan, altyapı hizmetlerini sunan, bakımını yapan… kısacası şehri emanetine alan kişi, eski adıyla “şehremini” yeni adıyla belediye başkanı geliyor. Yaşadığımız yerle ilgili bir aksaklık gördüğümüzde ilk muhatabımız belediye oluyor. Belediyelerin yanında il özel idareleri, kaymakamlıklar ve bakanlıklar da şehirlerin yönetiminde yetki sahibi. Bizim şehirlerimizde; birinin yaptığını iki gün sonra öbürünün bozduğu enerji, kaynak israfına yol açan ve yaşayanların psikolojilerini altüst eden bir yapboz durumu söz konusu maalesef. Bugün elektrik hattı döşemek için açılan yollara aylarca süren çabalarla asfalt dökülüyor, aynı yollar hafta geçmeden mesela yeni bir inşaata doğalgaz hattı çekmek için kazılıyor. O bölgede yaşayanlar yeniden toza, çamura mahkûm oluyor. Bu yapboza kafayı takmadan yaşamak büyük maharet istiyor. 

Gürültü bahsindeki araştırma karşımıza, 30 Kasım 2022’de yayınlanarak yürürlüğe giren detaylı ve yepyeni Çevresel Gürültü ve Kontrol Yönetmeliğini[1] çıkarıyor. Yönetmeliğin ana yöneticisi ve denetçisi Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı. Onun yanında Ulaştırma ve Altyapı Bakanlığı, Kültür Bakanlığı, büyükşehir, il, ilçe belediyeleri ile il özel idareleri de sorumluluk sahibi. Mesela stratejik gürültü eylem planları hazırlamak maksadıyla şehirdeki gürültüye dair veri toplamak için sabit ve gezici ses ölçüm istasyonlarının kurulması gerekiyor. Bu istasyonlardan alınan bilgiler, eşgüdüm ve koordinasyonla bakanlık nezdinde işlenip gürültü eylem planları hazırlanıyor.

“Sessiz alan”lar nerede?

Burada karşımıza “sessiz alan” diye bir kavram çıkıyor. Bu kavram, “kırsal alanda trafik, endüstri veya rekreasyon faaliyetlerinden kaynaklanan her türlü gürültü rahatsızlığına maruz kalmayacak şekilde ayrılan alanı, şehirleşmiş alanda ise belirlenmiş bir çevresel gürültü gösterge değerinin üzerinde etkilenmenin olmadığı alanı” tanımlıyor. İyi düşünülmüş bir kavram aslında. Çünkü şehir hayatının geldiği noktada, insanların böyle alanlara duyduğu ihtiyaç gittikçe artıyor. Gürültü eylem planları, çevresel gürültünün eve etkilerinin yönetilmesi için elde edilen verilerle çıkarılan fiziksel haritaların yani stratejik gürültü haritalarının sunduğu veriler ışığında oluşturuluyor. En önemli hedef de sessiz alanların korunması ve gürültü azaltım tedbirlerinin alınması.

Yönetmelik, açık alanlarda, tatil beldelerinde müzik yayınının, inşaat faaliyetlerinin saat sınırlarını, havai fişek kullanımında, düğünlerde ya da müzik yayınlarında kimden izin alınacağını tek tek yazıyor. Bunları okuyunca insan, yerel otoriteler mesela “sessiz alan”ların muhafazasıyla ilgili duyarlılık gösterip tedbir alıyor mu, izin saatleri hakkında yeteri kadar bilgi sahibi mi merak ediyor.

Aslında genel olarak detaylı düşünülmüş kanun metinlerimiz, yönetmeliklerimiz var. Ancak konu belli ki insanda bitiyor. Konulan kuralları sorumlular uygulamıyor, denetlemiyor, onlara uymuyorsa buna hangi yasal metin yön verebilir? Komşunuzun hakkını gözetmiyorsanız, kurallara uymakta titizlik göstermiyorsanız, cezalar yeterli olmadığı için cezayı ödemek, kurala uymaktan daha ucuza geliyorsa, sık sık değişen mevzuatlara, istisnai uygulamalara, rahatsız ettiğiniz insanların nezaketine güveniyorsanız size hangi mevzuat engel olabilir?[2]

Esra Özer Duru, Ankara, 15 Ağustos 2023.

20 Mart 2023

SOSYAL MEDYA, NEFES, OPERA

Sosyal medyanın günlük hayatımızdaki yönlendiriciliği her geçen gün artıyor. Orada gelişen (aslında gerileyen) üslup, birbirimizin gözüne bakarak söyleyemeyeceğimiz küfürler, hakaretler, cümleler maalesef genel davranışlarımıza dönüşüyor. Aynı sofraya hiç oturmamış, aynı sıkıntılara hiç katlanmamış, aynı fırında ekmek sırasına hiç girmemiş, aynı acılara hiç yanmamış, hiç gözyaşı dökmemiş gibi birbirimizden uzak, merhametsiz, keskin bir dil yerleşiyor. Özellikle toplumsal felaket dönemlerinde insanlar hızla siyasi kamplara ayrılıyor, yaraları daha hızlı sarıp daha büyük yardım, destek faaliyetleri yapabilme imkanından yoksun kalıyor. Bir de yalan paylaşımlar var ki elden ele dolaştığı için uzun süre canlılığını koruyor ve bunların gerçek olup olmadığının anlaşılabilmesi için bir telefon yeterliyken herkes birbirine “forward” ediveriyor.

En son 11 ilimizi içine alan 6 Şubat depremlerinde de bunu gördük ne yazık ki! Çok sayıda kayıp verdik, şehirlerimiz yerle bir oldu. Ateş düştüğü yeri yaktı ama bizi de kavurdu. Felaket bölgesinin dışında olmamıza rağmen günlük faaliyetlerimizi sürdürecek enerjiyi, isteği bulamadık. Bu kadar canımız yanmasına rağmen konuşma üslubumuzu ayarlayamadık. Böyle bir acı ortada dururken hep yapıldığı gibi hiç konuşulmaması gereken konular konuşuldu, hiç fikrimiz olmayan alanlarda teoriler üretildi. Şahit olduğumuz bütün bu tartışmalar, yaklaşımlar, sosyal medya yalanları; bir üslup inşasının şart olduğunu gösterdi.

Çocukken öğretmencilik oynadıysanız, milli bayramlarda, okul bahçesinde yapılan programlarda şiir okuyup konuşma yaptıysanız siz de yaşamışsınızdır: Acemi konuşmacılar seslerini veya nefeslerini güzel ayarlayamadıkları için sesleri kısılır, boğazları tahriş olur. Bu ses kısıklığı birkaç gün kahramanlık nişanı gibi taşınır. Bunun sebebi konuşurken, okurken bağırmamız; boğazımıza yani ses tellerimize ve akciğer nefesimize yüklenmemiz. Diyafram nefesimizi kullanmayı öğrenebilsek ses tellerimizdeki tahribatın önüne büyük ölçüde geçebiliriz.

Eskiden yaka mikrofonu gibi imkanlar yoktu. Tiyatro, opera oyuncuları seslerini en arka sıradan duyulabilecek şekilde ayarlamak zorundaydı ve iyi tiyatrocu/operacı fısıltıyla dahi konuşsa sesini duyururdu. Böyle bir ses kullanımı, doğru nefesi bilmeyen bir insanın boğazının ağrımasına, sesinin kısılmasına sebep olurken tiyatrocular, operacılar ertesi gün yine oyuna çıkarlar. Mesela bebekler de saatlerce ağladıkları halde sesleri kısılmaz, boğazları tahriş olmaz. Çünkü doğru nefes almayı fıtraten bilirler.

Normal insanların akciğer kapasitesi 4 litreyken, opera sanatçılarınınki 5.5 litreymiş. Sahne almadan önce kendilerini tüpsüz dalan bir dalgıç gibi tüm seslere, tüm dünyaya “kim ne derse desin kulaklarını tıka, doğru olduğuna inandığın şeyi yap” der gibi kapatırlarmış. Kalp ritimlerini yavaşlatmak amacıyla soluk egzersizi yaparlarmış. Soluklarını dengelemezlerse aldıkları nefes kan basıncını arttırır, kulaklarını tıkarmış ki bu “ağızlarından çıkanı kulaklarının duymaması”na sebep olurmuş. Meşhur opera eserleri en az üç perde yaklaşık 1,5-2 saatlik bir sunuş gerektirdiğinden bu kondisyonu bu süreye yaymak gerekirmiş.  

Eseri seslendirirken, contre-ut yani zirve noktasındaki notaya ulaşmak için sabırla, yıllarca çalışırlarmış. Bu noktada kalıcı olmak; sanatçının yaşına, akciğer kapasitesini belirleyen sağlığına, yaşam tarzına bağlı olduğundan, söz konusu değilmiş. Yani zirveyi gördükten kısa bir süre sonra iniş yolculuğu başlıyormuş. Contre-ut’a çalışılırken, beyindeki basınç mesela “la” notası çıkarılırkenkinin dört beş kat üstünde oluyormuş. Tüm titreşim beyinde olduğundan baş dönmesi hissediliyor, bu kadar basıncın iyi yönetilmesi gerekiyormuş. Çünkü bu sırada bağırmak opera sanatçısının gırtlağının parçalanmasına sebep olabilirmiş. O nedenle karın bölgesinin desteğine ihtiyaç duyulduğu gibi doğru hava basıncı bulunduğunda uzun süre muhafaza edebilmek için de müthiş bir kas hakimiyeti gerekiyormuş. En kötüsü de seyirci bu sanata ne kadar aşina olursa olsun sesin ya da sanatçının bütün maharetini anlamayabilirmiş. Yani opera sanatçısı bazen sanatını en güzel şekilde yaptığını bilmekle (teşbihte hata olmaz, balık bilmezse Halik bilir misali) yetinmek durumunda kalabilirmiş. 

Rabbimizin İbrahim Suresi 24. Ayette buyurduğu gibi, güzel söz kökü yere, dalları göğe uzanan güzel bir ağaç gibidir. Bu güzel sözü söylemek de güzel ve yumuşak bir üslup, sabır gerektirir. Sözlerin en güzelinin muhatabı olmak iddiasındaysak, onu sosyal medyanın oluşturduğu kısır çekişmelerin diliyle ve üslubuyla değil; iki saatlik, dört perdelik bir opera söylüyormuşçasına sabırla çalışıp çabalayarak, sakin ve uzun nefes planlamaları yaparak dile getirelim.  

Not: Yazıyı yazarken opera sanatçılarının ses yönetimi hakkında bilgiler için https://www.hurriyet.com.tr/opera-sanatcisi-yuksek-performansli-bir-sporcu-gibi-4822217 linkindeki yazıdan faydalandım. 

https://www.hertaraf.com/koseyazisi-sosyal-medya-nefes-opera-3560 

Esra Özer Duru, Ankara, 10 Mart 2023.

15 Şubat 2023

“RÜYALARIN YAPILDIĞI MADDEDEN YAPILMAYIZ BİZ, RUHUMUZ OLMADAN SADECE BİRER MAKİNEYİZ[i]”

Bu cümleler yıllar önce lüks bir otomobilin yeni çıkan modelinin reklam sloganıydı. Reklam metni, oldukça etkileyici ve epey tarihî cümlelerle Shakespeare’in Fırtına isimli oyunundan ilhamla kaleme alınmıştı. Bana göre oldukça iz bırakan bir metin çıkmıştı. Bir arabanın ruhu olsa ona bakışın nasıl değişeceğini tahayyül eden reklam yazarları, bu cümleyi soğuk görünümüyle meşhur bir oyuncunun ağzından söyletiyorlardı. Reklam yazarlarının isabet kaydettiği üzere gerçekten ruh kavramı ne kadar anlam yüklüydü. Zamanın ruhu, eşyanın ruhu, şehrin ruhu… Hatta ben de bir yazımda “evin ruhu” diye bir kavram icat etmiştim. Ruh mühimdi yani hepimiz için.

Kızım ve oğlum yazma merakımı bildiklerinden bana güzel bir antika daktilo hediye ettiler. Daktilonun markası Julietta. Yukarıda bahsi geçen otomobil modeliyle aynı. Reklam sloganındaki cümlelerin aklımda nasıl yer ettiğini bilen çocuklar için bir işaret fişeği olmuş bu isim. Hediyemi alınca, “daktiloma bir bakım yaptırayım, temizlensin, gözümün önünde temiz temiz dursun” diye düşündüm. Ankara’da antika daktilo tamiratı yapan yerleri aramaya koyuldum. İnternete yazıp aratınca birkaç isim buldum ve tahmin ettiğim gibi bu isimlerin tamamı Ulus’taydı. Listedeki ilk isme bulduğum numaraların hiçbirinden maalesef ulaşamadım. Diğer usta ise ilk aramamda tık diye telefonu açıverdi. Hayatta ve işinin başında olması beni çok sevindirdi. Ama adres kısmında Uçar Han’ı görünce gelen ağlama hissine bir anlam veremedim. Üstünde düşününce bu his beni çocukluğumun Ulus’una ve “dönemin ruhu”na götürdü.

Muhammed Esed, Mekke’ye Giden Yol isimli eserinde; batıda bulamadığı için doğuda aradığı ve bulduğu, kendini ait hissettiği, değer verdiği bir şeyden bahseder. O adını koymaz ama biz onun ne olduğunu anlarız. Esed’in doğuda sevdiği şey, ruhsuz seri üretimin girmediği, suni sınırların bölmediği, vefanın, nezaketin, doğallığın, doğrudanlığın geçer akçe olduğu bütünlüklü günlük hayattır. Kapitalist karmaşa, acele yoktur orada ve Esed buna vurulur. Batının doğuya en son ve en büyük sızma girişimleri olan Dünya Savaşları başlamadan, son nefesinde yetişir o dünyaya. Kendisini, o bütüne ait hisseder, yarıda kalmışlığı sonlanır, bütün olur, bütüne eklenir. Doğu o sırada, sakin, yavaş, mütevekkil ritminde daha bütündür bugün olduğundan, daha tamdır. İşte Ulus da şimdi bana böyle bir dünyadan kalmış gibi geliyor. Bu arada belirtmek gerek, Altındağ Belediyesi Ulus’a pırıl pırıl bakıyor.

Her ne kadar endüstriyel üretimin, modern dünyanın satış dükkanlarıyla dolu olsa da Özler Han, Uçar Hanıyla Rüzgârlı Sokak, köşede Bosna İşkembecisi, babamı 1987’de hacca uğurladığımız Hacı Bayram Camii önü, benim baca zannettiğim; önünden annemin elinde uçuşa uçuşa geçip dolmuşa yetiştiğimiz daimi leylek yuvalı Julien Sütunu, Ankara Kalesinin soluk kesen yokuşu, Kalenin kocaman taşlarla örülü kaporta düşmanı kapısı, restore edildiği halde hayatla bağını ikinci kata çıkan ahşap merdivenleri gibi yitirmiş kale evleri, namaz kılarken Nuh’un Gemisinde Büyük Tufan’dan kurtulanlardan olduğunuz hissini veren oraya buraya serpilmiş minik ahşap camiler, adet olduğu üzere çocukken kocaman, şimdi daracık görünen sokaklar, mimarileriyle dikkati çeken terk edilmiş binalar, hala hayatın devam ettiği evlerin bahçelerinden sokağa akıp giden sular, zamanın tanığı olmuş kalın gövdeli ağaçlar, öğrenciyken çektiğimiz, basarken üstüne acemi parmak izlerimizi bıraktığımız  siyah beyaz fotoğraflar, Samanpazarı’nda, Çıkrıkçılar Yokuşu’nda antikacılarda satılan Allah bilir ne zaman, kimin baktığı, hangi başların uzandığı unutulup gitmiş kapı, pencere pervazları… 

Eskiden insan kaynarken şimdi boş kalan, yıkılmaya yüz tutmuş, tekinsiz bulunan Ulus sokaklarında kaybettiğimizi anladığımız şey bir tılsım, hiçbir restorasyonun, temizliğin geri getiremediği kayıp bir nota! Bazı meslek erbabı bana o kayıp notayı hatırlatıyor; içimdeki radyoda çalan ama devamını bir türlü getiremediğim şarkının kayıp notasını… Saat, daktilo, şemsiye, ayakkabı, halı/kilim, bakır, ahşap… tamircileri, hayatta kaldıkları, mesleklerini çıraklarına öğrettikleri sürece o şarkının bir gün yeniden tamamlanıp çalınacağına dair umut taşıyabiliyoruz. Belli ki bizim ruhumuz artık o kaba uymuyor, oranın ruhu da artık bizim kabımızı doldurmuyor. Ama daktilo tamircisinin bir antika daktiloya dokunan parmakları o ruhun eski kalıbını bulamasa da yeni bir kalıp çiziveriyor boşluğa.

Yani diyeceğim, insan bir bilgisayar klavyesiyle duygusal bir bağ geliştirmiyor da köstekli bir saate veya antika bir daktiloya vurulabiliyor. O eşyadaki ruhu görüp onun ritmine ayak uydurmak isteyebiliyor. Mesele yıllarca aynı saati, aynı daktiloyu kullanmak değil, o saatin, daktilonun ilk üretiminde harcanan emeğe bir saygı duruşu. Tıpkı reklam metninde Shakespeare’in dizelerine yer verilmesi gibi…      

Rüyaların yapıldığı maddeden yapılmayız biz[ii]

Ruhumuz olmadan sadece birer makineyiz…

(We are such stuff as dreams are made on…

Without heart we would be mere machines…)

https://www.hertaraf.com/koseyazisi-ruyalarin-yapildigi-maddeden-yapilmayiz-biz-ruhumuz-olmadan-sadece-birer-makineyiz-3483

Esra Özer Duru, Ankara, 29 Ocak 2023.


[i] Reklamda yer verilen cümlelerden alıntı. İlki Shakespeare’den. 

[ii] William Shakespeare’in Fırtına oyununda kahramanımız Prospero’nun orijinal cümlesi.

26 Aralık 2022

EYT’YE BİLE NASIL TAKILAMIYORUM?

Yazdığımız her şey özel hayatlarımızdan izler taşır. Yazar bunu zaten bilir, yazarı yakından tanıyanlar da detaylardan anlar. Açıkçası ben yazmanın bu yönünü hep kısıtlayıcı bulurum. Maalesef eskiden beri her yazdığımı bu yönüyle ince bir süzgeçten geçirmeye çalışırım. Ama şimdi ilginizi çekerse kişisel bir hikâyeyi, EYT’ye nasıl takılamadığımın hikayesini, becerebilirsem, isim vermeden anlatmaya çalışacağım.

1993 yılında lise öğretmenlerimin çok da memnun olmadığı bir tercih yaparak iletişim fakültesini kazandım. Memnun değillerdi çünkü gazeteciliğin kadınlara, özellikle de başörtülü kadınlara uygun olmadığı kanaatindeydiler. Beni ilahiyat ya da eğitim fakültesine yönlendirmek istediler, yazmayı, araştırmayı sevdiğim için gazetecilik okumak istedim. Memleket karışıktı (hep karışık zaten), araştırılacak çok konu vardı. Hele 1993 yılının siyasi cinayetlerle, faili meçhullerle, kısacası karanlık olaylarla dolu ortamı insanın araştırma duygusunu kışkırtıyordu. Bir yerinden başlarım diye düşündüm. Yasaklar, özgür olması gerektiğini düşündüğüm fakültemize de girdi ve okulumu başörtüsü yasaklarının gölgesinde bitirdim. Yüksek lisans hayallerim yasağa takıldı, ben de çok ısrar etmeyip doğrudan mesleğe yöneldim.

Stajyerliğimi yapmak için 1996’da işe başladığım gazetede hevesle ufak tefek haberler yazıp kendime bir yer edinmeye çalıştım. Dokuz aylık bir “staj”ın sonunda sigorta girişim yapıldı. Her ne kadar basın emekçisi olarak değil, bir işçi olarak sigortalandıysam da bu ayrım o sırada gözüme çok önemli görünmemişti. Küçük ölçekli bir kurtlar sofrası hissiyatı yaşatan Ankara temsilciliğinde herkes ama en çok başörtülü muhabirler tutunma mücadelesi veriyorlardı. Başka arkadaşlarımın aksine başlangıçtan itibaren belli bir alana yönlendirilmek yerine joker olarak tutuldum. Ücra bir yerde tasavvuf musikisi konseri varsa, büyük siyasi partilere bakan muhabirler rahatsızsa ya da daha önemli işleri varsa, TBMM’de grubu olmayan küçük partiler basın toplantısı yaparsa o haberlere gönderilirdim. Bir süre redaktörlük, bir süre istihbarat şefliği, hatta bir süre haber müdürü vekilliği dahi yaptım. Gazetenin bütün haber birimlerini ekonomi hariç dolaştım, emek verdim. Eşimle o sıralarda evlendim. Bütün büro düğünümüze geldi. Artık yerimi sağlamlaştırmışımdır sanırken bir şekilde sigortamın kesildiğini ve o sıradaki yöneticinin beni “işten biri çıkarılacaksa bunlar çıkarılsın” listesine aldığını öğrendim. “Nasıl olur?” falan derken, “seni tanımıyorduk, sigortanı yeniden başlatalım, maaşına azıcık zam yapalım, bizimle çalışmaya devam et” denildi. Benim iki yılı doldurduğunu sandığım ama sadece altı ayı bulan sigortam yeniden başlatıldı.

“Evin kızı” olmak her daim mağduriyet mi getirir?

Bu sırada 28 Şubat rüzgarlarıyla birçok kesime olduğu gibi başörtülü kadınlara da dünya zindan ediliyordu. 10. Yıl Marşı eşliğinde toplantılardan çıkarılan başörtülü muhabirler arasında ben de vardım. Patronumuz kıyafetime yeni bir yorum getirmemi nazikçe ima etti. Sarı basın kartı alma hayallerimse; önce sigorta sürecimdeki yara bere ve basın sigortası kapsamında olmamam nedeniyle yasal süreyi dolduramadığım için daha sonra da başörtülü fotoğraf vermek istemem nedeniyle suya düştü. Başbakanlık Basın Kartları Komisyonuna kazanılmış hakkımı vermedikleri için itiraz ettim. İtirazım sözüm ona haklı bulundu. Gerekçede, idarenin ret kararını başörtülü fotoğrafıma dayandırmasının usule aykırı olduğu yazılıydı. Yani bir dahaki müracaatımda daha mantıklı bir gerekçe bulunacaktı sanırım. Bir daha müracaat fırsatı bulamadım.

Gazetede benimle birlikte eşimin de aldığı ücret (sanırım eş durumundan) birlikte çalıştığımız herkesten daha azdı. Hala belli bir alanda uzmanlaşma imkanına kavuşamamıştım. Nedense istihbarat şefi, haber müdürü gibi yöneticiler, bizi “gazeteciliği öğretme” bahanesiyle eziyor, ağlatacak kadar kötü muamelelere maruz bırakıyorlardı. Yaşananlara rağmen ben “bu evin kızıydım, kurumun geleceğinde ben vardım, biraz sabırlı olmalı, maaşımın iyileştirileceği günleri bekleyivermeliydim”. Bekleyeyim dedim. Zaten patronlarımın bildiği ve işaret ettiği gibi çok alternatifim yoktu.

Beklerken eşimle yurtdışına gitmeye karar verdik. Sigortamın gaspında rolü olan yöneticinin biz ayrılırken bize verdiği “işten çıkarma tazminatı ödeyerek yaptığı bu haksızlığı telafi etme ve bizi dönüşte işe geri alma” vaadini kimse hatırlamadı ve tabi ki gereğini yapmadı. Dönüşte; bize verilen tazminat sözü tutulmadığı için işe geri alınmamın mümkün olmadığını düşünerek şansımı hiç denemedim. Eşim denedi, kısmet başka yerdeymiş, olmadı.

İlk iş tecrübem yaklaşık dört yıl olmasına rağmen sigortam, yapılan giriş çıkışlar nedeniyle kırk yamalı bohçaya benziyordu. Haklarımı hukuk yoluyla alayım dedim. Eski işyerime bir dava açtım. İki yıldan fazla süren davanın neticesinde ben kazandım. Ama hakkımı gasp eden şirketler (!) artık “bulunamadığı” için SSK’ya ödenmeyen primleri benim ödemem gerekecekti. Avukatımız “bunu böyle bırakalım yoksa borçlu çıkacağız” dedi. Devletin bulamadığı şirketten -ki ben yerlerini biliyordum, vicdan sahibi bir insan devreye girerek bana bir miktar tazminat ödemeyi teklif etti. Ben sigortalarımı istiyordum, kabul etmedim. Etse miydim?

Edindiğim tecrübe genellikle hak gaspı ve psikolojik baskıyla dolu olduğu için çalışma hayatı artık çok cazip gelmiyordu. O sırada ilk çocuğumuz doğdu. Onu büyütürken bir vesileyle tanıştığımız Halise Abla, Turuncu Dergisinde gönüllülük esasıyla yazmaya cesaretlendirince “neden olmasın” dedim. Yıl 2004 falandı galiba. Yazmayı sevmiştim. Bu arada Halise Ablayla karşılaşan eski yöneticimiz ona benim hakkımda övgü dolu cümleler etmişti. Acı bir tebessümle dinledim. Benim iş hayatım başlamadan hüsranla dolarken bir zamanlar yöneticimiz olan pek çok insanın yıldızı parlamıştı.

Sinir Harbi

Kızım biraz büyüyünce aylık bir haber dergisinde haber müdürü olarak işe başladım. Güzel bir maaş, iki aylık “deneme” sürecinden sonra sigorta başlangıcı vadedilmişti. Bir süredir evde olmanın verdiği dinçlikle işe geri döndüm. İlk ay çok sayıda röportaj ve haber yaptım. Haber müdürlüğü sıfatı biraz abartılıydı. Çünkü kadroda çok az insan vardı. Haber kısmında içerde çalışan tek kişi bendim. Dergi çıktığında büyük bir hayal kırıklığına uğradım. Emek emek hazırladığım röportajların, haberlerin biri hariç hepsinin üstünde “kadro zengin görünsün” diye başka insanların imzası vardı. Biraz gerildik ama sorunu, hazırladığım haberlerde en azından benim belirleyeceğim mahlasların olmasına karar vererek çözdük. Dergicilik zevkliydi, sevmiştim. Çalıştığım insanlar da iyi insanlardı, bir şekilde yine “evin kızı” oldum. İkinci ayın sonunda sigortam yapılmadı. “Gelecek aya” kaldı. Olur böyle şeyler diye düşündüm. Gelecek ay bir türlü gelmedi. Maaşların ödenmesi sıkıntıya girdi. Yaklaşık yedi ayın sonunda, yatırılamayan primlerimin bana nakit olarak ödeneceği sözüyle ve gelecek ay yayınlanmak üzere dosyalar bırakarak işi bıraktım. Eve döndüm. Primleri hiç görmedim.

Kendi halimde, sigortasız ev kadınlığıma devam ederken yeni bir iş teklifi aldım. Siyasi bir simanın öncülük ettiği, ana sponsoru bir yayınevi olan üç aylık bir dergide “deneme süreci”nin sonunda sigortam yapılmak kaydıyla uygun bir maaşla işe başladım. Benim patronum siyasi sima olacak, maaşım yayınevi tarafından ödenecek, sorumluluk alanım sadece üç ayda bir çıkan derginin işleri olacaktı. Yayınevinin patronu kendi işyerini terörize edecek kadar otoriter, çalışma ortamı çok gergindi. Dergi yayına hazırlanırken birkaç gün yayınevinde olmam yeterli olduğu için dert etmedim, doğrudan muhatabım o değildi. Derginin ofisinde her işi yaptım; mesai ciddiyetiyle her gün işime gittim. Yayınevinin işleri çok geldiği için bizim dergiyi günlerce bekleten dizgicilerin yerine dergiyi dizdim, kapak buldum, ofisi açık tuttum, faturaları ödedim, temizlik yaptım, abonelerle ilişkileri düzenledim, dergileri kargoya taşıdım, kitap mağazalarına götürdüm, paralarını topladım, yayın kadrosuna katıldım. Birçok yazıya düzeltme önerileri sunarken bir sayıya ortak editörlük yaptım. Derginin künyesinde birçok görevin karşısına adım yazıldı. Sigortam hiç başlamadı. Sonra bir gün yayınevinin sahibi bana sözleşme şartlarını ihlal ettiğim için sözleşmemin tazminatsız, tek taraflı feshedildiğine dair bir mail attırdı. Kendi patronumu aradım, anlattım, sorun çözülemedi. Ben de Çalışma Bakanlığına ve SGK’ya birer şikâyet dilekçesi verdim. İşyerine teftiş bilgisi ulaşınca yayınevi sahibi benim patronumu arayıp dilekçemi çekmezsem derginin sponsorluğunu bırakacağı tehdidinde bulundu. Dilekçemi çekecek, herhangi bir hak talebim olmadığına ilişkin bir ibraname imzalayacaktım, o da bana cüzi bir miktar ödeme yapacak, sponsorluğu devam ettirecekti. Patronum kabul etmemi rica etti, primlerimi ve bundan sonraki maaşlarımı cebinden ödeyecekti. Ettim. Primleri yine görmedim. Bir süre daha hem de ücret almadan çalışmaya devam ettim, çünkü dergiyi sevmiş yine “evin kızı” olmuştum. İkinci çocuğumuzla birlikte bir çalışma dönemi daha sona erdi, tekrar eve döndüm. Aktif çalışma hayatına dönmeyi yeniden denemedim.  

İdeal bir EYT’li olabilirdim ama…

İşte yasakçı devlet/sömürücü özel sektör aracılığıyla nasıl EYT’li olamadığımın ayrıntılı özeti! Başlangıçta hikâye kişisel dedim ama eminim kendi hikâyesinde ortak noktalar bulanlar çıkacaktır. Hikâyede ilginç ve acı olan sigortaya girişimi yapan ve kesintilerle de olsa ödeyen tek işyerinin ilk işyerim oluşu. EYT’ye dahil olabilsem onlar sayesinde olacaktı. Dahil olamamamın en büyük sorumlusu da onlar oldu. Geçen zaman içinde birkaç kez sigortalı olduğum dönemleri toplatıp emekliliğimi hesaplattım. Emeğim bir kez daha boşa gitmesin istedim. Ödemem gereken prim miktarı çok büyüktü. Onun için EYT çıksa bile benim faydalanmam zor görünüyor. İsteğe bağlı sigortalılığı başlatırsam belki. Sürecin sinir bozucu bazı detayları var, uzatmayayım diye onları es geçtim. Belirtmeden edemeyeceğim en sinir bozucu şeyse; haklarım maddi, manevi gasp edildikten sonra “helallik” istenmesiydi. Bazı haklarımı ağız alışkanlığıyla, bazılarını gönüllü helal ettim, bazıları için sözü ağzımda geveledim. Devletin yasaklayarak, denetlemeyerek, mahkûm ederek göz yumduğu, özel sektörün hiç umursamadığı, bizim el mecbur “helal” ettiğimiz hukukumuz için “kamu davası” açılır mı Allah biliyor. 

Esra Özer Duru, Ankara, Aralık 2022.

https://hertaraf.com/koseyazisi-eyt-ye-bile-nasil-takilamiyorum-3405 

Taze Taze Hikâyeler

BEKLEME ODASI

Mart ayı ortalarıydı. Hava, okullardaki mevsim tablolarında her zaman bahara dahil edilmesine rağmen, yıllardır rolüne direnen bu aya yakışı...

Yeni Yazılardan Haberdar Olun

Kaçırmayın!