23 Aralık 2025

SON FRANKENSTEİN UYARLAMASINA ALT METİNLERİNDEN BİR BAKIŞ

Frankenstein; sinemada en çok gönderme yapılmış edebi metinlerden biri. Fakat erkek egemen bir çağda yine erkek egemen edebiyat dünyasının sınırlı hayran kitlesine sahip bilim kurgu türünde belki de bir kadın tarafından kaleme alındığından, yazarının kim olduğu çok az bilinen bir roman. Kitabın yazarı onu 19 yaşında kaleme alan Mary Shelley. Edebiyat çevrelerinde Shelley’nin bilim kurgu yazarı olarak tanınması epey uzun sürüyor. Halbuki kadın yazarların, eserlerini kendi isimleriyle bastıramadığı bir dönemde yazılan Frankenstein, döneminin birçok tartışmasını günümüze taşıyan ufuk açıcı bir metin. Shelley, kitabını yaşının ve zamanının çok ötesine geçerek bilime bakışın pek çok kutsallık tanımını sarstığı bir dönemde, insanın Tanrı’yı oynama cüretine bir eleştiri ve doğal olanın üstünlüğüne yapılan vurguyla kaleme alıyor. Romanda, ortaya çıkarılan bir eserin, başlatılan hareketin; onu oluşturan kişiden bağımsız bir varlığa dönüşerek ya da farklı bir ivme kazanarak kontrolden çıkabileceğinin altı çiziliyor. Bu anlamda kitapta da Yönetmen Guillermo Del Toro’nun uyarlamasında da ateşi çalıp insanlara getirmek isterken kontrolden çıkaran ve felaketlere yol açan mitolojik karakter Prometheus göndermesini görüyoruz. 

Yönetmen bize tarih ve mekân gibi unsurları en az düzeyde tutarak ünlü tablolardan hatta tiyatro oyunlarından ilhamla dekore ettiği sahneler üzerinden zaman zaman senfonik bir müzik eşliğinde fantastik bir evren kuruyor. Del Toro, bugüne kadar genellikle Gotik bir dekorda yapılan uyarlamalardan farklı olarak filmini, buzullar arasına sıkışmış bir gemide başlatıyor. Film boyunca sekizi çok bariz olan ünlü tablolara yapılan göndermelerin ilki bu. Yönetmen, bugüne kadarki filmografisinde yürüttüğü iyilik, kötülük gibi kavramlara ilişkin tartışmaları sürdürüyor. Normalde eli yüzü düzgün bir oyuncuya “yaratık” rolü vererek güzellik standartlarını da yeniden düşünmemizi talep ediyor.

Henüz psikolojik akımların, teorilerin çok yeni olduğu bir dönemde kaleme alınan romandan uyarlanan filmdeki altı çizilmiş psikolojik göndermeler yönetmene ait. Victor’ın annesinin erken kaybı ile başlayan travması, ölümü yenmeyi, yeni bir hayat başlatmayı takıntı haline getirmesine sebep oluyor. Victor, kendisinin yeni versiyonunu; eldeki malzemeyi kullanarak oluşturduğunu göz ardı ederek bu ikinci el malzemeden yeni bir sürüm çıkmasını bekliyor. Baba Victor’ın Çocuk Victor’a yönelik genel davranışlarında ihmalkâr- mükemmeliyetçi bir ebeveynin yaklaşımını, Oğul Victor’ın film boyunca babasının şefkatini, onayını arayan hallerinde de “Ödipal Çatışma”nın dokunaklı bir dışa vurumunu görüyoruz. Yazarın kitapta yaratığa bir isim koymayarak okuyucuyu onu yaratıcısının adıyla anma hatasına bilinçli olarak ittiği gibi Del Toro da filmdeki yaratığın kendisine babasının ismini seçmesini sağlıyor. Bu durum okuyucuya/seyirciye, Baba Victor’ın, Çocuk Victor’ı bir kopyası olarak göreceği ve onun kendi özgün karakterini geliştirmesine izin vermeyeceğine dair ipuçları taşıyor. Böylece hem okuyucu hem seyirci, sık sık kendi bireyleşmesini sağlayamamış iki karakter arasında değişip duran baba/oğul, tanrı/insan rollerine dair kafa karışıklığı yaşarken bu sayede hikâyeye iki ayrı perspektiften bakabiliyor.  

Çocuk Victor’a dair beklentilerin aşırı yüksekliği, onların karşılanabilirliğini sadece Baba Victor açısından değil, Çocuk Victor açısından da ortadan kaldırıyor. Çocuk Victor, babasının kendisinden ne beklediğini, neden hayal kırıklığına uğradığını, kendisini neden sevemediğini bir türlü anlamıyor. Halbuki istediği tek şey babasından biraz şefkat ve onay görmek. Çocuk Victor’ın babası tarafından bu önemli bilgiden mahrum bırakılması, onun çocuk dünyasına ve yetersizlik hislerine hapsolmasına sebep oluyor.  

Baba Victor’ın, öğretilmesi gerekenlerin çokluğu karşısında korkup sorumluluktan kaçması, Çocuk Victor’ı babasının en büyük başarısızlığı haline getiriyor. Halbuki Çocuk Victor bilgiye, öğrenmeye aç ve açık. Babasının yanında bulunmadığı zamanlarda kendisi olmaya daha çok yaklaştığı anlar yaşıyor. Nitekim daha sonra sığındığı kulübede gözlemlediği aile ve ailenin gözleri görmeyen dedesinin bilgeliği, şefkati ona ihtiyacı olan bilgiyi ve gelişme imkânını veriyor. Burada yaşananlar Çocuk Victor’ın; babasının onu bir “üretim” olarak görmeyi aşamaması nedeniyle mahrum kaldığı, bir ailenin parçası olmak, sevilmek, takdir görmek gibi ihtiyaçları karşılansaydı sağlıklı bir birey olabileceğini gösteriyor. Çünkü kısa süreli de olsa gerçek bir çocuk gibi aile içindeki sorumluluklarını yerine getirme, yaptığı işten zevk alma, kendini onaylama gibi gelişmeler kaydediyor.

Yine buradaki gelişim sürecinde görüyoruz ki Çocuk Victor’ın dünyaya dair üst düzey bir kavrayışı var. İyilik-kötülük kavramlarına yaklaşımı, insanın ya da hayvanın doğasına ait davranışları yorumlama biçimi gayet olgun. Yönetmen bize Çocuk Victor’ın kendisine ilişkin olumsuz yargılarının Baba Victor’dan kaynaklandığını gösteriyor. Dedenin Çocuk Victor’a yaklaşımı, Baba Victor’dan öyle farklı ki Victor, iyilik ve kötülüğe yönelik çoklu bir bakış açısı edinirken biz de iyi-kötü tanımlarının kim tarafından yapıldığına göre şekillendiğini görüyoruz. Çünkü babanın “kötü” diye tanımladığı davranışlar arasında gerçek kötülüğe dair objektif kriterler yok, sadece Çocuk Victor’ın babasının “iyilik” kalıplarına uymayan davranışları var. İyilik-kötülük tanımlarını dayatan Baba Victor, süreçte bütün iyi parçalarını kaybediyor.      

Baba oğulun tekrar karşılaşması sırasında baba, oğlunun kaydettiği gelişmeyi gördüğü ve onun kendisiyle felsefi bir tartışma yapacak düzeye geldiğini anladığı halde bundan etkilenmiyor. Çocuk Victor burada sıkıntıyı kendi açısından çarpıcı bir şekilde “Asıl mucize benim konuşabilmem değil, senin dinleyebilmen…” diyerek ortaya koyuyor. Çoğu zaman hepimizin sıkıntıları da iletişimsizlikten kaynaklanmıyor mu zaten? Dinlemediğimiz için ön yargılı davrandığımız, dinlenmediğimiz için anlaşılmamış hissettiğimiz iki parantezin içinde geçiyor tüm iletişim çabamız.

Elizabeth’in, Çocuk Victor’ın ruhunun hangi parçasında olduğuna dair sorusuna, oğlunun bağımsız bir birey olduğunu görmezden gelen kibriyle verdiği “Bilmiyorum” cevabı, Baba Victor’a oğluna göstermesi gereken saygıdan kaçınabilmesi için “mazeret” üretiyor. Film boyunca farklı oyuncular arasında geçen farklı sahneler aracılığıyla hayat ve ölümün, iyi ile kötünün, eski ile yeninin birbirini kovalayan sonsuz döngüsünü izliyoruz. Eski kaçınılmaz olarak tıpkı hayatta olduğu gibi filmde de yerini yeniye bırakıyor.

Esra Özer Duru, Ankara, 21 Aralık 2025. 

03 Temmuz 2025

Cumaya Gittim Geleceğim XII - DİKKAT! KADINLAR CUMAYI ÇALACAK!

Yine bir Cuma, Cuma namazına gittik. Kadın kısmının kapısı kilitli. Ezan okunuyor, bizi bir telaş aldı. Şu kenarda kılıversek, mümkün değil. Anahtarı soralım diye camiye girmek isteyince bu sefer içeride bir telaş. Salgın hastalıkla falan giriyormuşuz ya da orduyla baskına gitmişiz muamelesi. Halbuki bir annem, bir ben maalesef. Cemaatten; imamı, müezzini tanıyan biri alelacele anahtarı getirdi, namaza yetiştik. Çoğu camide, üç-beş metrekarelik kadınlar “odası”na göz dikilmesi, kadınlar kısmı büyükse alt katta erkek cemaat dolmuş taşmış gibi o katın yarıdan fazlasının paravanla bölünüp erkeklere tahsis edilmesi, elektrik süpürgesi, artmış halı parçaları, kırık taburelerle namaz kılma çıkmazı vb. yetmezmiş gibi; böyle kadınlar kısmının anahtarının unutulması, kapının kilitli bırakılması vakalarını da epey yaşıyoruz. Bu unutmaları her zaman iyi niyetli yorumlamak mümkün olmuyor. Böyle olunca akla “dil sürçmesi” geliyor.

Lapsus[1] (dil sürçmesi) terimini ilk kez 1895’te Avusturyalı dilbilimci Rudolf Meringer ve psikolog Carl Mayer ortaya atıyor. Daha sonra Freud, “kusurlu eylemler” tanımıyla kavrama kitabında yer veriyor. Kavram daha sonra dil yanlışlarını aşarak günlük hayatı sabote eden başka bazı davranışları tarif eden bir kapsama kavuşuyor. Gerçek hislerimizi kendimizden bile saklarken “ağzımdan öyle çıkıverdi”, iş yapmak istemezken “bir sürü işim vardı kapıyı çektim, anahtarı içeride bıraktım, bütün işler kaldı” diye tepki verdiğimiz, sıradan bir davranış gibi göründüğü halde arka planında içimizdeki duyguları yansıttığımız “yanlış”larımıza “sürçme” deniyor. Tabi ki sürçmelerin hepsinin altında böyle bir duygu durumu olmayabiliyor. Bazıları yorgunluktan, konuşma hızından, çok konuşmaktan, yaştan kaynaklanabiliyor. Ama birden fazla ve birkaç camide tekrarlanan anahtar unutma/kapıyı kilitli bırakma halleri mazur görülebilecek sınırı aşıyor.   

Noel’i Çalmaya Çalışan Grinch, Cuma’ya göz mü koydu?

Çalınamayacak bazı şeyler vardır ve onların çalınmasından endişelenmek çok olgun bir davranış sayılmaz. 2000 yılında vizyona girmiş bir Jim Carrey filmine konu olan Grinç[2], ilk defa Dr. Seuss olarak tanınan çocuk kitapları yazarı Theodor Geisel’in 1957’de yazdığı bir kitabında ortaya attığı, kötü anıları ve yalnızlığı nedeniyle Noel’den nefret eden ve insanların mutlu olmalarını çekemediği için Noel’i çalmaya çalışan bir karakter. Geisel, karakterin bu kadar popüler hale geleceğini hatta bir kavram olarak sözlüklere gireceğini tahmin etmemiştir. Kitapta, “Kalbi iki beden küçük olan kötü huylu” biri olarak resmedilen Grinç, hikâyenin sonunda tabi ki “Noel neşesi”ne kavuşarak iyileşir. İngilizcenin genel sözlüğünde ise bu kelime, “başkalarının zevkini bozan, asabi, huysuz, somurtkan, neşe kaçıran, oyunbozan kimse”yi tanımlar.

Cumaya giden kadınların bir şekilde sürçme gibi “masum” görünen hallerle engellenmesini, Grinç’in Noel’i çalması korkusunun yaşattığı panikle açıklayabilir miyiz bilmiyorum. Belki belli bir sevap pastası var da kadınlar cumaya gelince o pastadan erkeklerin payına düşen miktar azalacak ya da kadınlar cumayı öyle güzel kılacak ki Allah katında erkeklerin önüne geçecek ya da kadınlar camiye girerse bir daha çıkmayacak falan sanılıyordur. Diğer endişeleri kadınları engelleyenlerin kendilerinin gidermesi gerekecek ama en azından kadınların namazdan sonra camide kalma ihtimali olmadığını söyleyebiliriz. Ayette buyurulduğu üzere: “Ey iman edenler! Cuma günü namaz için çağrı yapıldığı zaman, hemen Allah’ın zikrine koşun ve alışverişi bırakın. Eğer bilirseniz bu, sizin için daha hayırlıdır. Namaz kılınınca artık yeryüzüne dağılın ve Allah’ın lütfundan nasibinizi arayın. Allah’ı çok zikredin ki kurtuluşa eresiniz.” (Cuma Suresi, 9-10. Ayetler) Neticede namazı kılınınca eve gideriz bence.

Rahman Camii

Bu haftaki Cuma namazı gözlemimizi birkaç defa gittiğimiz Ankara Gölbaşı Rahman Camiinde yaptık. İnşaatı yeni tamamlanmış, oldukça ferah ve büyük bir cami. Güneş ışığı, caminin içini kubbeye ve kubbe altına yerleştirilmiş çok sayıda vitraylı ve düz camdan girerek zarafetle aydınlatıyor, kalem işleri de yine oldukça zevkli. Ana mekâna girişte sağda pvc ile bölünmüş bir oda bulunuyor. Merdiven çıkamayan kadın cemaatin namazını burada kılabilmesi mümkünse de burayı yine erkek cemaat kullanıyor. Kadınlar kısmı üst katta asma kat şeklinde konumlandırılmış. Çok sayıda merdivenle çıkılıyor. Üst kattan kubbe, minber, alt kat rahatça görünüyor. Caminin ana mekânının maneviyatında ibadet etmek insanı mutlu ediyor. Ses sistemi gayet iyi çalışıyor, hutbe rahatça takip edilebiliyor. Üst katta çok sayıda plastik rahle olmasına rağmen namazını oturarak kılabilenler için sadece bir tabure bulunuyor. Camide erkeklerin abdest alabilmesi için şadırvan mevcut. Kadınlar tuvaletinde ise kabin bölümleri yapılmamış ve inşaat hala sürdüğü için tuvalet kullanılamıyor.

(Sizden gelecek cami notları için bilgi@hertaraf.com, yetkililerin dikkatini çekebilmek için: Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş @dibalierbas, Din İşleri Genel Müdürlüğü @dibdhgm, Ankara Müftülüğü @ankaramuftulugu, Gölbaşı Müftülüğü @golbasimuftulugu.)    


Esra Özer Duru, Ankara, 2 Temmuz 2025.

02 Haziran 2025

Cumaya Gittim Geleceğim XI - PATATES BASKIDAN MAHALLE BASKISINA

Patates baskının tarihçesine dair bir araştırma yaptım ancak anlaşılabileceği gibi hiç veri bulamadım. Konumuzun tamamen dışında ama Japonlar bunu da bir sanata dönüştürerek yeni bir boyut kazandırmışlar. (Merak edenler için https://metropolisjapan.com/the-ancient-japanese-art-of-potato-prints/

Bilmeyenler için patates baskıyı kısaca anlatayım. Patates baskı, şimdilerde ana sınıfı faaliyetleri arasında eskiden ilkokulda resim derslerinde pek eğlenceli bir baskı yöntemiydi. Elinize aldığınız irice bir patatesi en geniş yerinden ikiye böler, patatesin kestiğiniz yüzüne kalem, bıçak, kalıp gibi bir şeylerin yardımıyla istediğiniz şekli çizerdiniz. Şeklin kenarlarında kalan artık parçaları koparıp elde ettiğiniz patates mührünü suluboya ile boyar, kâğıda bastırarak şekiller elde ederdiniz. En eğlenceli resim faaliyetlerdendi. Hatta bunun iple, başka nesneleri boyayarak yapılanları da vardı.

Patates baskı yapıldığı gün, sınıfta her taraf patates olur, hepimiz dudaklarımızı kemire kemire en güzel şekli çizmeye çalışırdık. Patates mührüyle yapılan ilk baskıdaki canlılık; patates sürekli sulandığı için bozulur, patatesleri baskı aralarında kurulamak gerekirdi. Baskı kalitesini; patatesin cinsi, patatesi oyarken kullandığınız malzemenin ne olduğu, sulu boyaların markası bile etkilerdi. Yani aslında aynı şekli bile oysak patates baskılarımızın her biri kendine özgü olurdu. Japonlar kadar vizyonlu olmadığımız için sadece 62’den tavşan, çiçek, harf, araba falan yapar, bir süre sonra da sıkılırdık. Bu faaliyet zaten yılda en fazla bir kere yapılırdı. Çünkü malum, patates, erişimi en kolay ama en kıymetli temel gıdalardan biriydi ve anneler bir tekini bile feda etmek istemeyebiliyordu.

Baskıdan baskıya

“Mahalle baskısı” kavramı ilk olarak 2007 yılında Şerif Mardin tarafından dile getirildi. Mardin, “mahalle” kavramını “cemaat” kavramının temel tanımlarından hareketle tarif etti. İnsanların büyüdüğü, geliştiği, havasını soluyup suyunu içtiği ve kendisini onun değerleri üzerinden tanımladığı kavramsal bir topluluk “mahalle”. Mahallenin kuralları var ve özellikle doğu toplumlarında bu kuralları denetlemek topluluğu oluşturan bireylere düşüyor. Kendi iklimini inşa eden mahalle; bazen başka mahalleleri bu iklime uyum sağlamaya zorluyor, uymazlarsa onlara ayrımcılık yapabiliyor, bazen de kendi içinde aykırı bulduğu bireyleri denetliyor. Bu denetim kollektif bir şekilde oluştuğu için oldukça katı ve zorlayıcı olabiliyor. Hatta ölçüyü kaçırıp temel kuralların dışında detayları takip eden tuhaf ve bunaltıcı bir aygıta dönüşüyor.

Son zamanlarda, değişen toplumsal tanımlardan dolayı “mahalle baskısı”nın azaldığına ve birbirimizi denetlemediğimiz için bunaltıcı sorun dağlarıyla karşı karşıya olduğumuza dair yorumlar yapılıyor. (Bu noktada “emri bil maruf nehyi anil münker/iyiliği teşvik edip kötülükten sakındırmak” emrini mahalle baskısından ayrı tutmak gerekiyor.) Aslında biraz düşününce bu sonuca mahalle baskısının tuhaflığının yol açtığı görülüyor. Sürekli denetlenip üstünde toplumsal baskı hisseden insanlar, kendilerini diğeri baktığı için iyi davranmak zorunda hissediyor. Patates baskısında bile kendine özel şartlar yüzünden farklılıklar olabilirken mahalle baskısı tek tip bir tanım dayatıyor, hep mahallede kalıyor ve bireysel gelişimi engelliyor. Geldiğimiz noktada karşımıza “mahalle baskısının gevşemesi” nedeniyle “gemi azıya alan” yığınlar çıkıyor. Halbuki bütün bunlar, hayatını birbirini denetlemeye hasreden mahalle sakinleri aynada kendilerine hiç bakmadığı için yaşanıyor.     

İşte Cuma namazına gittiğinizde camiye gelen küçücük kadın cemaatlerinde bu çarpık yönler kristalize oluyor. Her ne kadar durumun sorumlusu, yüzlerce yıldır cumanın kadınlara farz olmadığını ya da cemaatle namaz kılmanın erkeklere has bir toplu ibadet olduğu algısını kuran anlayışsa da bir bütün inşa edebilmek için bu anlayışla şekillenen kadın davranışlarını da eleştirmek gerekiyor.

Üzücü bir tespit olarak birçok kadın, Cuma namazının, daha kötüsü cemaatle namazın nasıl kılınacağını bilmiyor. Bazıları özellikle Ankara-Ulus bölgesinde tarihi ya da daha kutsal buldukları camilerde yoğunlaşıp dilek dileme, adak adama, kesme şeker/lokum/lokma/helva dağıtma gibi safsataları yaşatıyor, bunları yapmak için camileri geziyorlar. Hatta bu amaçlar o kadar ön plana geçiyor ki bazen farz olan Cuma namazını eda etmek gibi bir endişeleri bulunmuyor. Bu insanlar, Cuma namazının rükunlarını bilmedikleri için; safların düzgün tutulması, günlük kıyafetin üstüne namaz eteği giyilip giyilmediği gibi rükunla ilgisi olmayan şeylere takıp bunları takip ediyorlar. Gerçekten namaza gelmiş insanların huzurunu kaçırma pahasına hutbe sırasında konuşuyor, tespih çekip nafile namaz kılıyorlar. Namazlarını imamdan önce bitirip gidenler, sünneti kıldıktan sonra işleri olduğu için farzı kılmadan camiyi terk edenler oluyor. Açıkçası “emri bil maruf nehyi anil münker” yapılıyormuş gibi uygulanan “mahalle baskısı” tat kaçırıyor, ilkinin de imajını bozuyor.

Ahi Şerafettin’de Cuma

Ankara Kalesi’nde tam 735 yaşındaki Ahi Şerafettin[1] ya da diğer adıyla Aslanhane Camii, Ulus’ta Selçuklu’dan yadigâr, ahşap camilerden biri. Daha önce bu camide namaz kılmanın güzelliğine dair birkaç satır yazmıştım[2]. Caminin, Allah bilir, kimlerin sarıldığı, yaslandığı sütunları arasında, dizlerini koyduğu zeminde, ellerini açtığı kubbenin altında dua ederek namaz kılmanın insana yaşattığı his, Nuh’un Gemisi’ndeymişsiniz gibi. Birkaç defa denk geldiğimiz dikkatli ve bilgili bir imamı var. Vakit uygunsa soranlara caminin tarihi, tamiri hakkında bilgi veriyor. Namaz vakti değilse alt katta caminin ana mekânında namaz kılma imkânı bulunabiliyor. Kadınlar kısmı ahşap merdivenlerle çıkılan asma katta bulunuyor. Aslında kapı perdesi bulunmasından anladığımız kadarıyla üst katta bir kapı mevcut ancak kapalı duruyor. Kapı açık olsa asansöre ihtiyaç duyulmadığı gibi doğrudan bu kata girilebilir. Büyük ihtimalle güvenlik gerekçesiyle kapı kapalı tutuluyor. Kadınlar için ayakkabılık üst katta da mevcut, sayı yeterli. Kadınlar mahfilinin herhangi bir yerinde halı parçası, elektrik süpürgesi bulunmuyor. Kenardaki parmaklıklara ek olarak paravanlar konmak suretiyle üst kata ekstra mahremiyet sağlanıyor. Böylece caminin ahşap tavanını, tarihi minberini ve mihrabını yukarıdan görmek mümkün oluyor. Bu katta yeterli miktarda tabure de mevcut. Alt katın sıcaklığı neyse üst katınki aynı. Cuma sırasında cemaatte bir artış oluyor ama artış, erkek cemaatin kadınlar kısmını zapt etmesini gerektirecek kadar yoğun değil. Böylece kadınlar kendilerine ayrılan yerde rahatça namazlarını kılabiliyor. Caminin bahçesinde bir adet alaturka tuvaleti olan bir abdest alma yeri bulunuyor. Tuvalet temiz ancak kapının açılma yönü nedeniyle abdest alınırken dışarıdan görülme riski var. Belki kapının girişine içeriden konacak bir paravanla mahremiyet arttırılabilir.   

(Sizden gelecek yeni cami notları için: bilgi@hertaraf.com. Yetkililerin dikkatini çekebilmek için: Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş @dibalierbas, Din İşleri Genel Müdürlüğü @dibdhgm.)

[2] https://hertaraf.com/koseyazisi-esra-duru-ruyalarin-yapildigi-maddeden-yapilmayiz-biz-ruhumuz-olmadan-sadece-birer-makineyiz-3483 

27 Nisan 2025

İSTİNAT DUVARIMIZ BEL VERDİ

Anneannemle dedem, 1950’lerde “melmeketten” çıktıkları yeni hayat kurma yolculuğuna Ankara’da nokta koymuşlar. İlk durakları, Ankara’nın birçok ilk yerleşimcisi gibi Kale’nin Kayabaşı Mahallesi olmuş. Yenimahalle falan derken Abidinpaşa’da aldıkları bir arsaya kendi evlerini inşa etme serüvenleri başlamış. Bahçeli, müstakil bu evde başlayan çocukluğum; yardımcı kadın oyuncu gibi görünen ama başrol oyuncularından sürekli rol çalan “ana” unsur anneannem sayesinde küçük çaplı maceralar, birçok çocuğun hiç öğrenmeyeceği tuhaf bilgiler ve gözlemlerle doluydu. Ağaç nasıl dikilir, tohum nasıl alınır, hangi çiçekler nasıl sulanır, hortumu dibine bırakmak nedir, neden püskürterek sulamak yerine bu tercih edilmelidir, hortum musluktan atınca ne yapmak gerekir, sarmaşık yerken hangi dallar tercih edilir gibi. Bunların yanında teknik bilgi ve sürekli teyakkuz gerektiren bahçeli ev sorunları da vardı ki, anneannemin bunları nasıl fark ettiğini hiç anlayamazdım. Anneannem, ben ve zaman zaman teyze kızım Nilgün’den kurulu ekip olarak yaptığımız rutin kontroller sırasında onları tespit eder, sorunu çözecek tek kişi kendisiymiş gibi gereği için harekete geçerdi. Çoğu zaman gerçekten tek kişiydi, tek kişilik dev kadro! Meyveler olgunlaştıkça ağırlaşan dallara dayanak vermek amacıyla değişik uzunluklarda kalaslar bulup getirir, dallar verdiği desteklerle yaralanmasın diye onlara saracağı kumaş parçalarını somya (divan) döşeğinin altında biriktirir, dalları, destekleri bağlamak için değişik uzunluklarda ipleri toplar, bahçe duvarında gözüne kestirdiği boşluklara yerleştirmek maksadıyla gördüğü uygun şekilli taşları metrelerce mesafeden kucağında taşırdı. Ben de çömezi olarak yanında olurdum tabi. Her ne kadar Nilgün Ablamla benim onu taklit ederek topladığımız taşlar duvara girme kriterlerini hiç karşılamasa da biz hala bir yerlerden taş toplarız.

Bir keresinde mahalleye anneannemin çabalarıyla gelen asfalt ekiplerini uzun süre gözlemek zorunda kalmıştık. O zamanlar asfalt dökme şimdiki gibi bir çırpıda yapılmıyordu. Günler süren zift kokusu, kızgın zifte yapışan terlikler ve oyunlara kapanan sokağa rağmen bu altyapı çalışması hepimizi sevindirmişti. Anneanneminse başka bir telaşı vardı. Evimizin yoldan zaten aşağıda olan bahçe girişi, asfaltla birlikte biraz daha aşağıda kalacak ve artan meyil nedeniyle yağmur suları bahçeye akacaktı. Bana yeni atanan görevlerden biri doğrultusunda bakkala gidip gelirken, oyun oynarken asfalt ekiplerinin konumlarını tespit edip anneanneme haber veriyordum. Böylece çalışmalar bizim sokağa gelince anneannem ekiplerden rica ederek bahçemizin girişine asfalttan bir eşik yapılmasını sağladı. Sel sularının bahçemize dolmasını böylece bir nebze önleyebilmişti.

Sorun duvara dayandığında…

Yaşadığımız en büyük sorunlardan biri ve her duyduğumda “Allah’ım, şimdi ne yapacağız?” çaresizliği yaşatanı ise “bahçe duvarının bel vermesi”ydi. Duvar nasıl bel veriyordu, bu ne anlama geliyordu, anlamam çok uzun sürdü. Anladığımda istinat duvarı yapımı ve ülkemizin erozyon sorunu hakkında küçük çaplı bir fikir edindim. Gördüğüm kadarıyla komşu bahçelerle aramızdaki kot farkı yüzünden yağmur, kar, yanlış ekim ve sulama gibi etkenlerle kayan toprak, bizim bahçe duvarına dayanıyor ve duvarı itiyordu. Tek tek taşlardan oluşan duvarın yükü artıyor, taşların dizilimi bozuluyor, duvar sonraki büyük kaymada yıkılmak üzere “bel veriyor”du. Bu sorunu, ortaya çıkmadan engellemek en iyisiydi ama komşular anneannemin almalarını umduğu kendi paylarına düşen tedbirleri almakta onun kadar istekli değillerdi. Neticede sorun gelip bizim duvarımıza dayanıyordu. Anneannem mimarlıktan, mühendislikten anlarmış gibi çözümü bulur, kendisinin gücünü aştığı için konu komşudan yardım ister ya da birini bulup işi yaptırmaya çalışırdı. Komşunun bahçesine sorun sadece bizim sorunumuzmuş gibi rica minnet girilir (ki tuhaftır izin vermedikleri de oluyordu) duvara dayanan toprakla duvar arasında bir hat kazılır, duvarın mukavemetini arttırmak için araya bir sıra daha taş örülüp duvar biraz yükseltilirdi. İşçiyi, taşları, harç-kum ne gerekirse hepsini anneannem karşılar, komşunun saçma sapan tavrına da katlanırdı. Sözün özü, sevgili anneannem ve dişiyle tırnağıyla, sürekli teyakkuzda olarak inşa ettiği ev çoktan toprağa karıştı. Benimse hayatımın ilk altı yılında aldığım çok yönlü çıraklık eğitimimde öğrendiğim en büyük ve en genel ders, bir sorunu çözmek istiyorsak o alanda sorumluluktan kaçamayacağımızdı.

Ne diyorduk? Ha, duvarın bel vermesi!

İsrail’in Gazze’de yaptığı soykırım, zalimliğin bile sınırlarını çoktan aştı, geçti. “Zalim de olsa bu kadarını yapmaz” sandığımız bütün kötülükler yapıldı. Gazze’nin gözyaşı, kanı insanlığımızın istinat duvarına bel verdirdi. Yıllarca intifada için taş toplayan Gazzelilerin artık bir tek taşı bile kaldıracak güçleri kalmadı. Açlık, susuzluk, ölüm ve İslam dünyasının duyarsızlığı bütün dirençlerini yok ediyor. Duvarın yıkılması an meselesi. Bu duvar çökerse hepimiz onun altında kalacağız, hiçbirimiz bir daha belimizi doğrultamayacağız. Çoktandır zombi gibi sürdürmeye çalıştığımız hayatlarımızı bu utançla daha fazla devam ettirebilir miyiz? Anneannemin kurduğu ve yaşatmaya çalıştığı evi için tek kişilik dev kadro olarak sarf ettiği çabayı biz hep birlikte insanlığımız için, Gazze için sarf edemez miyiz?

https://hertaraf.com/koseyazisi-esra-duru-istinat-duvarimiz-bel-verdi-4520

Esra Özer Duru, Ankara, 26 Nisan 2025.   

 

19 Nisan 2025

DÜŞÜŞ

Düşüyoruz

Hiç bitmiyor düşüşümüz

Halbuki sonsuz düşlerimiz vardı.

Düşlerimizde çiçekler açardı.

Düşlerimizin bittiği yerde;

Kalbimizin hemen altında

Midemizin hemen üstünde

Salıncaklı günlerin tatlı düşme heyecanı

Dönüştü tuhaf bir acıya.

Düşlüyorduk

Düşüşümüz başladı.

Dallara, taşlara çarpa çarpa içimizde o acıyla düşüyoruz da

bitmiyor düşüşümüz.

Daha derine

Karanlıklar içine

Düşmekten emir düş

Düşlemek kökünden düş

Düşlüyoruz

Düşünüyoruz

Sonra hala düşüyoruz

Bir türlü yere çarpıp kırılmıyor kemiklerimiz

Asla gerçekleşmeyecek bir doğumla,

Her dakika bir çocuk daha düşüyor

taş kesmiş bulutlarımızın arasından

Onların düşüşünü yumuşacık karşılayan toprak,

bize çakılalım diye bir kaya bile vermiyor.

en güzel düşlerini yanında götürüp yaşamak utancını bize bırakıyor bir çocuk daha

Düşüyor kütükten

Arkasından göz yaşı döküyoruz;

Ama şairin dediği gibi su yükselmiyor bir türlü, kurtulmuyor gemi,

Küresel ısınmış dünyaya,

bir bahar daha gelmeyiveriyor!

Halbuki aylardan Mart’tı

Önümüzde, taşlara bile çiçek açtıracak bir bahar vardı

Biz düşüyoruz

Düşüşümüz hiç bitmiyor.

Esra Özer Duru, Ankara, 19 Nisan 2025.


 https://hertaraf.com/koseyazisi-esra-duru-dusus-4512 

09 Mart 2025

Cumaya Gittim Geleceğim X – KALIPLARIN DIŞINA ÇIKMAK

Boykot, “bir işi, bir davranışı yapmama kararı alma” anlamına gelen ve zalim bir uygulamaya ya da kişiye karşı yapıldığında karakterli bir duruş olan güzel bir eylem biçimi. Bu eylemin başarıya ulaşma ya da en azından fark edilme ihtimali, ne kadar büyük bir kitleyle yapıldığına bağlı. O yüzden boykotçular genellikle “tavşan dağa küsmüş dağın haberi olmamış, istediğiniz kadar boykot edin!” tepkisini alıyorlar. Buna rağmen çok kıymetli bir duruş olarak gördüğümüz boykot, birçok insanın gündemine Gazze vesilesiyle girdi. İsrail’in Filistin’de uyguladığı soykırıma bir şekilde fon sağlayan, destek olan ya da zulme rıza gösteren firmalar, dünyada olduğu gibi Türkiye’de de boykot listelerini oluşturdu. (Yıllarca kendi boykot listelerimizi yapabilmek için ekonomi sayfalarını takip etmekten bizi kurtaran boykot sayfalarına da yeri gelmişken teşekkür edelim.) Bazı ürünleri belli markalardan almamaya başlayınca alternatiflerini aramaya başladık. Çok şükür, artık birçok ürün geçmiş yıllardaki kadar alternatifsiz değil. “Sürme çikolatam/içeceğim şu markadan olmazsa yaşayamam” noktası tamamen kişisel bir durum. Elbette boykota katılıp katılmamak da herkesin kendi kararı. Kapitalizmin; boykottan/alternatifsizlikten kâr sağlama mantığının yanında, alternatif ürün üretmek için hala bir işaret düdüğü beklemek konusunu ise mutlaka konuşmalıyız.

Boykota farklı yaklaşımlar

Başörtülü kadınlar olarak yıllarca üstümüze, başımıza; yaşımıza, bedenimize, mevsime uygun kıyafetler, aksesuarlar bulamadık. Hazır giyim sektörü; uzun kollu penye tişörtler, uzun etekler, bol pantolonlar dikmeyi -kasıtlı değildir herhalde ama neticede- reddetti. 14-15 yaşlarındaki başörtülü bir genç kızken annemizin giydiği etekleri, bluzları ve onun krepten kestirdiği başörtüleri ya da kesimi armuda benzeyen pardösüleri kullandık. Benim yaşlarımda başını örten bütün genç kızlar için aşağı yukarı aynı şey geçerliydi. Sonraları “tesettür giyim” adı altında bazı markalar olduğunu ve bunların daha çeşitli kıyafetler ürettiğini gördük ama hepsi ateş pahasıydı. Sektör; başörtülü kadınlara hem “boykot” uyguluyor hem de onları fahiş fiyatlara mahkûm ediyordu. Mecbur olduğumuz için bunlardan alışveriş yapacağımız fikrinden hareketle yürütülen bu fahiş fiyat politikası bizi yıllarca tesettür giyim firmalarını “boykot” etmeye yöneltti. Eski bir konfeksiyoncu olan teyzemin tanıdığı bir terzi, yarım yamalak tarif ettiğimiz modelden, çok da yabana atılmayacak bir ücret karşılığında bize (kardeşimle bana) yaşımıza uygun kumaşlardan birer takım dikti. Boykot bu noktada bizim kanımıza çoktan karışmıştı.

O yaşlarda bu zorluğun sebebinin hani şu ünlü dergilerin arasından çıkan tek sayfa gibi katlanmış, açıldıkça büyüyen ve halıya yayılan kalıplardan kaynaklandığını sanırdım. Çünkü bana göre onlar bir standardı temsil ediyordu ve bunu aşmak mümkün değildi. Beden farklarının ya da kişisel tercihlerin bu kalıplara nasıl uygulanacağını aklım kesmezdi. O yüzden kalıpsız çalıştığını söyleyen terzilere hayrandım. Onların hayal gücü ve zihinleri; sınırların ötesine geçmeye hazırdı. Bizi kısıtlayan şey; kalıplarla düşünmek zorunda olduğumuzu sanmamızdı. Bunu bir türlü aşamadık.

Kalıplardan oluşan sistem, başörtülü kadınları, 28 Şubat’ta oldukça keskin şekilde “boykot” etti. Okullara, işyerlerine, hastanelere, ne bileyim, birilerinin kendi şahsına münhasır bir şekilde tanımladığı “kamusal alan”lara başörtümüzle giremez, oralarda var olamaz hale geldik ve evet bunca yıl geçmesine rağmen “bi bitmedi mağduriyetimiz!” Çünkü bu mağduriyet, dışarıdan bakanların sandığı gibi iyileşip gidecek bir şey değildi. Bize uygulanan boykot, birçoğumuzun hayatının tam ortasına yıldırım gibi düştü ve kaldı. Yaşanmasaydı nasıl insanlar olacağımızı ölene kadar merak edeceğimiz bir kırılma hakkında konuşmamız bile engellendi.

Sonsuzluk ve Ötesine!

Boykot listesinde yer alan Disney’in yuttuğu, animasyon şirketi Pixar’ın ilk filmi Toy Story’yi çocuklarımızla severek izlemiştik. Hikâyede ana kahraman Andy’nin, önce rakibi sonra dostu olan uzay şerifi Buzz Lightyear karakterinin “Sonsuzluk ve ötesine!” şeklinde çevirebileceğimiz bir sloganı vardı. Yakın tarihimize baktığımızda kalıpları aşmamız ve “sonsuzluk ve ötesine” bakmamız gerektiği açıkça görülüyor artık. Bu vesileyle “sonsuzluk ve ötesine” bakan birkaç kadınla ilgili biriktirdiğim küçük notları aktarıp Cuma namazı notlarımı başka bir yazıya saklayacağım. Çünkü uzaya bakan kadınlardan, Cuma vakti camide kendine yer bakan kadınlara gerilemek çok umut kırıcı. (Sizden gelecek yeni cami notları için: bilgi@hertaraf.com. Yetkililerin dikkatini çekebilmek için: Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş @dibalierbas, Din İşleri Genel Müdürlüğü @dibdhgm.) 

Meryem El İcliyye ya da Meryem El Usturlabi: Tarihe adını yazdıran bir usturlap (kısaca temel işlevi yıldızların konumunu belirlemek olan bir alet) ustası. Halep’te doğdu. Babası, bilinen en eski usturlabı yapan Muhammed bin Abdullah Nastulus’un yanında yetişmiş iyi bir usturlap ustasıydı. Meryem, astronomi, matematik ve mühendislik eğitimleri aldı ve günümüzün akıllı saati sayılabilecek saat, pusula ve navigasyon cihazını bünyesinde barındıran en karmaşık ilk usturlabı üretti. Tasarladığı aletlerle adı bilim tarihine kazındı. Kariyerine duyulan saygıdan dolayı 1990’da keşfedilen bir asteroide 7060 Al-‘Ijliya ismi verildi.

Fatima El Fihri: Dünyanın ilk sürekli ve en eski üniversitesi Tunus’taki El Karaviyyin’in kurucusu. Ailesinden kalan yüklü mirası bir cami ve onun etrafında bir medrese inşa etmeye harcadı. Cami ve medrese tamamlanana kadar her gün oruç tuttu. Kurduğu medresede, İslam hukuku, tıp, matematik, astronomi, kimya, tarih ve yabancı dillerde verilen lisans eğitimi, 20 kişilik sınıflarda halka açık yapılıyordu. İbni Haldun, İbni Rüşd, İbni Arabi değişik dönemlerde bu üniversitede eğitim aldı. Üniversite hala faal ve dünyanın en eski ve güncel kütüphanesine sahip.

Seyyide Hurra (Hür Kadın) ya da Aisha Al Alami: İslam tarihinin ilk kadın denizcisi, korsan ve bir sultan. İspanyolca ve Portekizce biliyordu. İspanyolların Endülüs’te giriştiği kıyımlar sırasında Fas’ın Tetuan (Tetvan) eyaletinin yöneticisi olan eşiyle birlikte denizlerde İspanyollar ve Portekizlerle mücadele etmeye başladı. Eşinin vefatından sonra mücadeleye tek başına devam etti. Tetvan’ı 30 yıl yönetti. Bu zaman zarfında Tetvan şehrinin jeopolitik konumunu ve köklü tersanesini gerektiği gibi kullanarak önemli başarılara imza attı. Onun başarıları Türk denizcilerin işini kolaylaştırdı. Bir dönem Oruç Reis’le iş birliği yaptı.

Kurtubalı Lübna ya da Lubna bint Abdül Mevla: Gerçek bir bilim insanı. Kurtuba’da doğdu. Aritmetik, matematik ve cebirin yanı sıra astronomi, edebiyat, hat alanlarına hakimdi. Ayrıca Yunan metinlerini okuyacak ve çevirilerini yapacak kadar Yunanca bilirdi. Endülüs Emevilerinin Sultanı III. Abdurrahman tarafından Kurtuba Kraliyet Kütüphanesinin yöneticiliğine getirildi. Matematik dehası ve kültür abidesi olarak anıldı.  

Sutayta El Mahamali: Bağdat’ta doğup büyüdü. Hafızdı, genelde hukuk, özelde miras hukuku, edebiyat, matematik alanlarında yetkindi. Ondalık sayma sistemini basite indirgeyerek günümüzde hala kullanılır düzeyde olmasını sağladı. Matematik alanındaki hakimiyeti sayesinde Bağdat’ta birçok kadı özellikle bir mülkün gelirinin vefat eden kişinin yakınlarına nasıl dağıtılacağına dair sıkıntılar yaşadıkları miras davalarıyla ilgili olarak ona danışırlardı. Muhasebe bilirdi. Ayrıca Şafi fıkhına da hakimdi.

https://hertaraf.com/koseyazisi-cumaya-gittim-gelecegim-x-kaliplarin-disina-cikmak-4472

Esra Özer Duru, Ankara, 8 Mart 2025.

25 Şubat 2025

GÜN VE HANÇER VE BEZELYE

Biz günü geçiriyorduk

ve günler geçiyordu

Özlediği denizi içinde biriktiren kadın naifliğiyle

böğrümüze saplanan dost hançerlerini

çıkaracak derman bulamadık…

Kız kardeş sıcaklığıydı umduğumuz

Kimse tutmadı ellerimizden…

Sağanak altında ıslanırken saçlarımız,

yalnızdık…

Tozlu yollarda kendine rota çizerken yağmur,

Issız adaya düşsek alacak üç şey yoktu…

ve çarşafların altındaki bezelye

bizdik!

Hiç fark etmedik!

8 Haziran 2022 

Taze Taze Hikâyeler

BEKLEME ODASI

Mart ayı ortalarıydı. Hava, okullardaki mevsim tablolarında her zaman bahara dahil edilmesine rağmen, yıllardır rolüne direnen bu aya yakışı...

Yeni Yazılardan Haberdar Olun

Kaçırmayın!