27 Nisan 2025

İSTİNAT DUVARIMIZ BEL VERDİ

Anneannemle dedem, 1950’lerde “melmeketten” çıktıkları yeni hayat kurma yolculuğuna Ankara’da nokta koymuşlar. İlk durakları, Ankara’nın birçok ilk yerleşimcisi gibi Kale’nin Kayabaşı Mahallesi olmuş. Yenimahalle falan derken Abidinpaşa’da aldıkları bir arsaya kendi evlerini inşa etme serüvenleri başlamış. Bahçeli, müstakil bu evde başlayan çocukluğum; yardımcı kadın oyuncu gibi görünen ama başrol oyuncularından sürekli rol çalan “ana” unsur anneannem sayesinde küçük çaplı maceralar, birçok çocuğun hiç öğrenmeyeceği tuhaf bilgiler ve gözlemlerle doluydu. Ağaç nasıl dikilir, tohum nasıl alınır, hangi çiçekler nasıl sulanır, hortumu dibine bırakmak nedir, neden püskürterek sulamak yerine bu tercih edilmelidir, hortum musluktan atınca ne yapmak gerekir, sarmaşık yerken hangi dallar tercih edilir gibi. Bunların yanında teknik bilgi ve sürekli teyakkuz gerektiren bahçeli ev sorunları da vardı ki, anneannemin bunları nasıl fark ettiğini hiç anlayamazdım. Anneannem, ben ve zaman zaman teyze kızım Nilgün’den kurulu ekip olarak yaptığımız rutin kontroller sırasında onları tespit eder, sorunu çözecek tek kişi kendisiymiş gibi gereği için harekete geçerdi. Çoğu zaman gerçekten tek kişiydi, tek kişilik dev kadro! Meyveler olgunlaştıkça ağırlaşan dallara dayanak vermek amacıyla değişik uzunluklarda kalaslar bulup getirir, dallar verdiği desteklerle yaralanmasın diye onlara saracağı kumaş parçalarını somya (divan) döşeğinin altında biriktirir, dalları, destekleri bağlamak için değişik uzunluklarda ipleri toplar, bahçe duvarında gözüne kestirdiği boşluklara yerleştirmek maksadıyla gördüğü uygun şekilli taşları metrelerce mesafeden kucağında taşırdı. Ben de çömezi olarak yanında olurdum tabi. Her ne kadar Nilgün Ablamla benim onu taklit ederek topladığımız taşlar duvara girme kriterlerini hiç karşılamasa da biz hala bir yerlerden taş toplarız.

Bir keresinde mahalleye anneannemin çabalarıyla gelen asfalt ekiplerini uzun süre gözlemek zorunda kalmıştık. O zamanlar asfalt dökme şimdiki gibi bir çırpıda yapılmıyordu. Günler süren zift kokusu, kızgın zifte yapışan terlikler ve oyunlara kapanan sokağa rağmen bu altyapı çalışması hepimizi sevindirmişti. Anneanneminse başka bir telaşı vardı. Evimizin yoldan zaten aşağıda olan bahçe girişi, asfaltla birlikte biraz daha aşağıda kalacak ve artan meyil nedeniyle yağmur suları bahçeye akacaktı. Bana yeni atanan görevlerden biri doğrultusunda bakkala gidip gelirken, oyun oynarken asfalt ekiplerinin konumlarını tespit edip anneanneme haber veriyordum. Böylece çalışmalar bizim sokağa gelince anneannem ekiplerden rica ederek bahçemizin girişine asfalttan bir eşik yapılmasını sağladı. Sel sularının bahçemize dolmasını böylece bir nebze önleyebilmişti.

Sorun duvara dayandığında…

Yaşadığımız en büyük sorunlardan biri ve her duyduğumda “Allah’ım, şimdi ne yapacağız?” çaresizliği yaşatanı ise “bahçe duvarının bel vermesi”ydi. Duvar nasıl bel veriyordu, bu ne anlama geliyordu, anlamam çok uzun sürdü. Anladığımda istinat duvarı yapımı ve ülkemizin erozyon sorunu hakkında küçük çaplı bir fikir edindim. Gördüğüm kadarıyla komşu bahçelerle aramızdaki kot farkı yüzünden yağmur, kar, yanlış ekim ve sulama gibi etkenlerle kayan toprak, bizim bahçe duvarına dayanıyor ve duvarı itiyordu. Tek tek taşlardan oluşan duvarın yükü artıyor, taşların dizilimi bozuluyor, duvar sonraki büyük kaymada yıkılmak üzere “bel veriyor”du. Bu sorunu, ortaya çıkmadan engellemek en iyisiydi ama komşular anneannemin almalarını umduğu kendi paylarına düşen tedbirleri almakta onun kadar istekli değillerdi. Neticede sorun gelip bizim duvarımıza dayanıyordu. Anneannem mimarlıktan, mühendislikten anlarmış gibi çözümü bulur, kendisinin gücünü aştığı için konu komşudan yardım ister ya da birini bulup işi yaptırmaya çalışırdı. Komşunun bahçesine sorun sadece bizim sorunumuzmuş gibi rica minnet girilir (ki tuhaftır izin vermedikleri de oluyordu) duvara dayanan toprakla duvar arasında bir hat kazılır, duvarın mukavemetini arttırmak için araya bir sıra daha taş örülüp duvar biraz yükseltilirdi. İşçiyi, taşları, harç-kum ne gerekirse hepsini anneannem karşılar, komşunun saçma sapan tavrına da katlanırdı. Sözün özü, sevgili anneannem ve dişiyle tırnağıyla, sürekli teyakkuzda olarak inşa ettiği ev çoktan toprağa karıştı. Benimse hayatımın ilk altı yılında aldığım çok yönlü çıraklık eğitimimde öğrendiğim en büyük ve en genel ders, bir sorunu çözmek istiyorsak o alanda sorumluluktan kaçamayacağımızdı.

Ne diyorduk? Ha, duvarın bel vermesi!

İsrail’in Gazze’de yaptığı soykırım, zalimliğin bile sınırlarını çoktan aştı, geçti. “Zalim de olsa bu kadarını yapmaz” sandığımız bütün kötülükler yapıldı. Gazze’nin gözyaşı, kanı insanlığımızın istinat duvarına bel verdirdi. Yıllarca intifada için taş toplayan Gazzelilerin artık bir tek taşı bile kaldıracak güçleri kalmadı. Açlık, susuzluk, ölüm ve İslam dünyasının duyarsızlığı bütün dirençlerini yok ediyor. Duvarın yıkılması an meselesi. Bu duvar çökerse hepimiz onun altında kalacağız, hiçbirimiz bir daha belimizi doğrultamayacağız. Çoktandır zombi gibi sürdürmeye çalıştığımız hayatlarımızı bu utançla daha fazla devam ettirebilir miyiz? Anneannemin kurduğu ve yaşatmaya çalıştığı evi için tek kişilik dev kadro olarak sarf ettiği çabayı biz hep birlikte insanlığımız için, Gazze için sarf edemez miyiz?

https://hertaraf.com/koseyazisi-esra-duru-istinat-duvarimiz-bel-verdi-4520

Esra Özer Duru, Ankara, 26 Nisan 2025.   

 

19 Nisan 2025

DÜŞÜŞ

Düşüyoruz

Hiç bitmiyor düşüşümüz

Halbuki sonsuz düşlerimiz vardı.

Düşlerimizde çiçekler açardı.

Düşlerimizin bittiği yerde;

Kalbimizin hemen altında

Midemizin hemen üstünde

Salıncaklı günlerin tatlı düşme heyecanı

Dönüştü tuhaf bir acıya.

Düşlüyorduk

Düşüşümüz başladı.

Dallara, taşlara çarpa çarpa içimizde o acıyla düşüyoruz da

bitmiyor düşüşümüz.

Daha derine

Karanlıklar içine

Düşmekten emir düş

Düşlemek kökünden düş

Düşlüyoruz

Düşünüyoruz

Sonra hala düşüyoruz

Bir türlü yere çarpıp kırılmıyor kemiklerimiz

Asla gerçekleşmeyecek bir doğumla,

Her dakika bir çocuk daha düşüyor

taş kesmiş bulutlarımızın arasından

Onların düşüşünü yumuşacık karşılayan toprak,

bize çakılalım diye bir kaya bile vermiyor.

en güzel düşlerini yanında götürüp yaşamak utancını bize bırakıyor bir çocuk daha

Düşüyor kütükten

Arkasından göz yaşı döküyoruz;

Ama şairin dediği gibi su yükselmiyor bir türlü, kurtulmuyor gemi,

Küresel ısınmış dünyaya,

bir bahar daha gelmeyiveriyor!

Halbuki aylardan Mart’tı

Önümüzde, taşlara bile çiçek açtıracak bir bahar vardı

Biz düşüyoruz

Düşüşümüz hiç bitmiyor.

Esra Özer Duru, Ankara, 19 Nisan 2025.


 https://hertaraf.com/koseyazisi-esra-duru-dusus-4512 

09 Mart 2025

Cumaya Gittim Geleceğim X – KALIPLARIN DIŞINA ÇIKMAK

Boykot, “bir işi, bir davranışı yapmama kararı alma” anlamına gelen ve zalim bir uygulamaya ya da kişiye karşı yapıldığında karakterli bir duruş olan güzel bir eylem biçimi. Bu eylemin başarıya ulaşma ya da en azından fark edilme ihtimali, ne kadar büyük bir kitleyle yapıldığına bağlı. O yüzden boykotçular genellikle “tavşan dağa küsmüş dağın haberi olmamış, istediğiniz kadar boykot edin!” tepkisini alıyorlar. Buna rağmen çok kıymetli bir duruş olarak gördüğümüz boykot, birçok insanın gündemine Gazze vesilesiyle girdi. İsrail’in Filistin’de uyguladığı soykırıma bir şekilde fon sağlayan, destek olan ya da zulme rıza gösteren firmalar, dünyada olduğu gibi Türkiye’de de boykot listelerini oluşturdu. (Yıllarca kendi boykot listelerimizi yapabilmek için ekonomi sayfalarını takip etmekten bizi kurtaran boykot sayfalarına da yeri gelmişken teşekkür edelim.) Bazı ürünleri belli markalardan almamaya başlayınca alternatiflerini aramaya başladık. Çok şükür, artık birçok ürün geçmiş yıllardaki kadar alternatifsiz değil. “Sürme çikolatam/içeceğim şu markadan olmazsa yaşayamam” noktası tamamen kişisel bir durum. Elbette boykota katılıp katılmamak da herkesin kendi kararı. Kapitalizmin; boykottan/alternatifsizlikten kâr sağlama mantığının yanında, alternatif ürün üretmek için hala bir işaret düdüğü beklemek konusunu ise mutlaka konuşmalıyız.

Boykota farklı yaklaşımlar

Başörtülü kadınlar olarak yıllarca üstümüze, başımıza; yaşımıza, bedenimize, mevsime uygun kıyafetler, aksesuarlar bulamadık. Hazır giyim sektörü; uzun kollu penye tişörtler, uzun etekler, bol pantolonlar dikmeyi -kasıtlı değildir herhalde ama neticede- reddetti. 14-15 yaşlarındaki başörtülü bir genç kızken annemizin giydiği etekleri, bluzları ve onun krepten kestirdiği başörtüleri ya da kesimi armuda benzeyen pardösüleri kullandık. Benim yaşlarımda başını örten bütün genç kızlar için aşağı yukarı aynı şey geçerliydi. Sonraları “tesettür giyim” adı altında bazı markalar olduğunu ve bunların daha çeşitli kıyafetler ürettiğini gördük ama hepsi ateş pahasıydı. Sektör; başörtülü kadınlara hem “boykot” uyguluyor hem de onları fahiş fiyatlara mahkûm ediyordu. Mecbur olduğumuz için bunlardan alışveriş yapacağımız fikrinden hareketle yürütülen bu fahiş fiyat politikası bizi yıllarca tesettür giyim firmalarını “boykot” etmeye yöneltti. Eski bir konfeksiyoncu olan teyzemin tanıdığı bir terzi, yarım yamalak tarif ettiğimiz modelden, çok da yabana atılmayacak bir ücret karşılığında bize (kardeşimle bana) yaşımıza uygun kumaşlardan birer takım dikti. Boykot bu noktada bizim kanımıza çoktan karışmıştı.

O yaşlarda bu zorluğun sebebinin hani şu ünlü dergilerin arasından çıkan tek sayfa gibi katlanmış, açıldıkça büyüyen ve halıya yayılan kalıplardan kaynaklandığını sanırdım. Çünkü bana göre onlar bir standardı temsil ediyordu ve bunu aşmak mümkün değildi. Beden farklarının ya da kişisel tercihlerin bu kalıplara nasıl uygulanacağını aklım kesmezdi. O yüzden kalıpsız çalıştığını söyleyen terzilere hayrandım. Onların hayal gücü ve zihinleri; sınırların ötesine geçmeye hazırdı. Bizi kısıtlayan şey; kalıplarla düşünmek zorunda olduğumuzu sanmamızdı. Bunu bir türlü aşamadık.

Kalıplardan oluşan sistem, başörtülü kadınları, 28 Şubat’ta oldukça keskin şekilde “boykot” etti. Okullara, işyerlerine, hastanelere, ne bileyim, birilerinin kendi şahsına münhasır bir şekilde tanımladığı “kamusal alan”lara başörtümüzle giremez, oralarda var olamaz hale geldik ve evet bunca yıl geçmesine rağmen “bi bitmedi mağduriyetimiz!” Çünkü bu mağduriyet, dışarıdan bakanların sandığı gibi iyileşip gidecek bir şey değildi. Bize uygulanan boykot, birçoğumuzun hayatının tam ortasına yıldırım gibi düştü ve kaldı. Yaşanmasaydı nasıl insanlar olacağımızı ölene kadar merak edeceğimiz bir kırılma hakkında konuşmamız bile engellendi.

Sonsuzluk ve Ötesine!

Boykot listesinde yer alan Disney’in yuttuğu, animasyon şirketi Pixar’ın ilk filmi Toy Story’yi çocuklarımızla severek izlemiştik. Hikâyede ana kahraman Andy’nin, önce rakibi sonra dostu olan uzay şerifi Buzz Lightyear karakterinin “Sonsuzluk ve ötesine!” şeklinde çevirebileceğimiz bir sloganı vardı. Yakın tarihimize baktığımızda kalıpları aşmamız ve “sonsuzluk ve ötesine” bakmamız gerektiği açıkça görülüyor artık. Bu vesileyle “sonsuzluk ve ötesine” bakan birkaç kadınla ilgili biriktirdiğim küçük notları aktarıp Cuma namazı notlarımı başka bir yazıya saklayacağım. Çünkü uzaya bakan kadınlardan, Cuma vakti camide kendine yer bakan kadınlara gerilemek çok umut kırıcı. (Sizden gelecek yeni cami notları için: bilgi@hertaraf.com. Yetkililerin dikkatini çekebilmek için: Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş @dibalierbas, Din İşleri Genel Müdürlüğü @dibdhgm.) 

Meryem El İcliyye ya da Meryem El Usturlabi: Tarihe adını yazdıran bir usturlap (kısaca temel işlevi yıldızların konumunu belirlemek olan bir alet) ustası. Halep’te doğdu. Babası, bilinen en eski usturlabı yapan Muhammed bin Abdullah Nastulus’un yanında yetişmiş iyi bir usturlap ustasıydı. Meryem, astronomi, matematik ve mühendislik eğitimleri aldı ve günümüzün akıllı saati sayılabilecek saat, pusula ve navigasyon cihazını bünyesinde barındıran en karmaşık ilk usturlabı üretti. Tasarladığı aletlerle adı bilim tarihine kazındı. Kariyerine duyulan saygıdan dolayı 1990’da keşfedilen bir asteroide 7060 Al-‘Ijliya ismi verildi.

Fatima El Fihri: Dünyanın ilk sürekli ve en eski üniversitesi Tunus’taki El Karaviyyin’in kurucusu. Ailesinden kalan yüklü mirası bir cami ve onun etrafında bir medrese inşa etmeye harcadı. Cami ve medrese tamamlanana kadar her gün oruç tuttu. Kurduğu medresede, İslam hukuku, tıp, matematik, astronomi, kimya, tarih ve yabancı dillerde verilen lisans eğitimi, 20 kişilik sınıflarda halka açık yapılıyordu. İbni Haldun, İbni Rüşd, İbni Arabi değişik dönemlerde bu üniversitede eğitim aldı. Üniversite hala faal ve dünyanın en eski ve güncel kütüphanesine sahip.

Seyyide Hurra (Hür Kadın) ya da Aisha Al Alami: İslam tarihinin ilk kadın denizcisi, korsan ve bir sultan. İspanyolca ve Portekizce biliyordu. İspanyolların Endülüs’te giriştiği kıyımlar sırasında Fas’ın Tetuan (Tetvan) eyaletinin yöneticisi olan eşiyle birlikte denizlerde İspanyollar ve Portekizlerle mücadele etmeye başladı. Eşinin vefatından sonra mücadeleye tek başına devam etti. Tetvan’ı 30 yıl yönetti. Bu zaman zarfında Tetvan şehrinin jeopolitik konumunu ve köklü tersanesini gerektiği gibi kullanarak önemli başarılara imza attı. Onun başarıları Türk denizcilerin işini kolaylaştırdı. Bir dönem Oruç Reis’le iş birliği yaptı.

Kurtubalı Lübna ya da Lubna bint Abdül Mevla: Gerçek bir bilim insanı. Kurtuba’da doğdu. Aritmetik, matematik ve cebirin yanı sıra astronomi, edebiyat, hat alanlarına hakimdi. Ayrıca Yunan metinlerini okuyacak ve çevirilerini yapacak kadar Yunanca bilirdi. Endülüs Emevilerinin Sultanı III. Abdurrahman tarafından Kurtuba Kraliyet Kütüphanesinin yöneticiliğine getirildi. Matematik dehası ve kültür abidesi olarak anıldı.  

Sutayta El Mahamali: Bağdat’ta doğup büyüdü. Hafızdı, genelde hukuk, özelde miras hukuku, edebiyat, matematik alanlarında yetkindi. Ondalık sayma sistemini basite indirgeyerek günümüzde hala kullanılır düzeyde olmasını sağladı. Matematik alanındaki hakimiyeti sayesinde Bağdat’ta birçok kadı özellikle bir mülkün gelirinin vefat eden kişinin yakınlarına nasıl dağıtılacağına dair sıkıntılar yaşadıkları miras davalarıyla ilgili olarak ona danışırlardı. Muhasebe bilirdi. Ayrıca Şafi fıkhına da hakimdi.

https://hertaraf.com/koseyazisi-cumaya-gittim-gelecegim-x-kaliplarin-disina-cikmak-4472

Esra Özer Duru, Ankara, 8 Mart 2025.

25 Şubat 2025

GÜN VE HANÇER VE BEZELYE

Biz günü geçiriyorduk

ve günler geçiyordu

Özlediği denizi içinde biriktiren kadın naifliğiyle

böğrümüze saplanan dost hançerlerini

çıkaracak derman bulamadık…

Kız kardeş sıcaklığıydı umduğumuz

Kimse tutmadı ellerimizden…

Sağanak altında ıslanırken saçlarımız,

yalnızdık…

Tozlu yollarda kendine rota çizerken yağmur,

Issız adaya düşsek alacak üç şey yoktu…

ve çarşafların altındaki bezelye

bizdik!

Hiç fark etmedik!

8 Haziran 2022 

15 Şubat 2025

Cumaya Gittim Geleceğim IX - MÜMİNLER İŞLEVSEL BİR AİLE GİBİDİR

“Müminler birbirlerini sevmekte, birbirlerine acımakta ve birbirlerini korumakta bir vücuda benzerler. Vücudun bir uzvu hasta olduğu zaman, diğer uzuvlar da bu sebeple uykusuzluğa ve ateşli hastalığa tutulur.”

“Müminin mümine karşı durumu, bir parçası diğer parçasını sımsıkı kenetleyip tutan binalar gibidir.”

Ne zamandır bu iki hadis-i şerif hakkında düşünüyorum. Doğru bir benzetme olacak mı bilemiyorum ama bana işlevsel ve işlevsiz aile tanımlarını hatırlatıyorlar. Hatta oradan bakınca ülkemiz de kocaman bir işlevsiz aile gibi görünüyor. Nasıl mı?

İşlevsiz aile[1]yi (Disfonksiyonel aile) anlayabilmek için önce işlevsel aileyi (Fonksiyonel aile) tanımak gerek. İşlevsel aile, bireyleri arasında saygı, sevgi ve güven zemininde temellenen destekleyici, koruyucu, özenli ilişkilerin olduğu ailelere denir. Böyle ailelerde çocukların özgüven ve özdeğer ölçütleri sağlıklı ve dengeli bir şekilde oluşur. Kendilerinin yanı sıra başka insanlara da değer vermeyi öğrenirler. Aynı zamanda hayata dair, hiçbir okulda, hiçbir öğretmen tarafından verilemeyecek bir eğitim alırlar. Sevilmenin, değer verilmenin en güzel örneği ailede sunulduğu için daha sonra yeterince sevilmedikleri, değer görmedikleri ilişkiler hakkında sağlıklı tavır almayı öğrenirler. Kendilerine değer verdikleri için anlamsız ilişkiler içinde olmaktan kaçınır, arkadaş, eş seçiminde buna özen gösterirler. Karşılaştıkları zorlukları aşmayı, gerekiyorsa yardım almayı bilirler.

İşlevsiz aile (Disfonksiyonel aile) ise sürekli çatışma, ihmal ve yanlış davranışların olduğu, bireylerin yoğun bir duygusal rahatsızlık yaşadığı ailedir. Ailenin yaşadığı maddi sıkıntılar, ebeveynlerin kendi ailelerinden getirdikleri işlevsiz aile geçmişleri, şiddet, aşırı katı kurallar, otorite karmaşası gibi unsurlar da böyle ailelerin ortaya çıkmasına yol açar. Ebeveynler, çocuklarının özellikle duygusal ihtiyaçlarını karşılamakta ve onlara sevgi göstermekte zorlanırlar. Çocuklar ve ebeveynleri ile ebeveynlerin kendi aralarındaki sevgi ve güven eksikliği yüzünden ebeveynler, sağlıklı otorite kuramazlar. Çatışma ortamı çocukların karakter gelişimini olumsuz etkiler. Aile içinde sürekli hissedilen korku ve kaygı, duygusal açıdan hassas ve kırılgan bireyler yetişmesine neden olur. Böyle büyüyen çocuklar, bunu normal zannederler ve öyle zannettikleri için ortamdan kaynaklanan sorunları teşhis edemez, o sorunlarla nasıl baş edeceklerini bilemezler. Yanlış ilişki denklemlerinde bulunur, herkesi memnun etmek zorunda hissettikleri için “hayır” diyemezler. Olumsuz bir şey olduğunda suçu kendilerinde arama eğilimindedirler. Terk edilmekten, başarısız olmaktan endişelenirler. Hakları olanı istemekten korkar, bunun için çatışmaya girmekten çekinirler.

Bir kadın olarak bir kadının yaptırdığı camide Cuma kılamamak: Kayseri Hunat Camii

Kayseri’de Selçuklu mimarisinin şaheserlerinden I. Alaeddin Keykubat’ın eşi ve II. Gıyaseddin Keyhüsrev’in annesi Mahperi Hunat (Huand) Hatun’un 1238 yılında yaptırdığı, cami, medrese, hamam ve kümbetten oluşan bir Külliye bulunuyor. Hunat Hatun Külliyesi, Kayseri’yi ziyaret edenlerin en önemli duraklarından biri.

Cuma yazılarımı okuyan çok sevdiğim bir arkadaşım, on yıl geçmesine rağmen içini hala hüzünle dolduran bir Cuma anısını şöyle anlattı: “Bundan 10 yıl kadar önceydi. Eşimle Kayseri’ye arkadaşını ziyarete gitmiştik. Arkadaşının iş yeri tarihi Hunat Camii Medresesine çok yakındı. Günlerden Cuma ve vakit öğleydi, ezana çok az kalmıştı. Onlar namaza hazırlanırken ‘ben de sizinle Cumaya gelsem’ diye bir teklifte bulundum ancak eşimin arkadaşı çok katı bir sesle, ‘Burada kadınlar camiye gitmez, Cuma da kılmazlar yenge!’ dedi. Bana iş yerinin altındaki depoyu göstererek, ‘Seccade var, musluk da var, abdestini alıp burada kılabilirsin. Mümkünse biz gelene kadar da buradan çıkma’ dedi. Hem biraz ürpermiş hem de üzülmüştüm. Bodrum katı, nemli, karanlık bir yerde namazımı kıldım. Hunat Hatun’un camisinde bana yer yoktu. Eşimin tesellisi ise ‘Kimsenin Cumasına engel olmadın. Ya senin yüzünden yer bulamayan, farzı kaçıran biri olsaydı?’ olmuştu. Keşke camiler dolup taşsaydı da o yüzden bana yer kalmasaydı!”

Bu anıyı dinleyince, Cuma namazı incelemelerimizde baktığımız diğer ölçütler; kadınlar tuvaleti, tabure, kubbenin, minberin, mihrabın görünmesi, hutbenin duyulması, mekânın sıcaklığı, aydınlatması vs. ölçütleri buharlaşıverdi. Arkadaşım, Anadolu’nun en büyük, en eski şehirlerinden birinde, tam 787 yıl önce bir kadının inşa ettirdiği bir külliyenin camisinde namaz kılmaya “layık” bulunmamış, namaza götürülmemişti. Hunat Hatun, külliyeyi yaptırırken böyle bir dışlanmayı ön görmüş müdür?

Kocaman bir ailenin içinde yapayalnız hissediyorsanız, o aile bu nedenle “işlevsiz bir aile”dir. Baştaki hadis-i şerifler, işlevsel bir ailede büyümenin ve o ailenin bir bireyi olarak hayatın değişik alanlarına atılmanın nasıl bir konfor sunacağının hayalini kurdururken; işlevsiz bir ailede büyümenin, hissettiğimiz ama bilincinde olmadığımız sıkıntılarının altını çizdi. Hepimiz ebeveyn değiliz ama hepimiz bireyiz. Tamamen işlevsiz ailelerde büyüyen çocuklar gibi de değiliz, sorunu gördük, çözüm öneriyor, hakkımızı istiyoruz. Yoksa bünye tümden hasta düşecek.

(Sizden gelecek yeni cami notları için bilgi@hertaraf.com. Yetkililerin dikkatini çekebilmek için: Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş @dibalierbas, Din İşleri Genel Müdürlüğü @dibdhgm, Ankara Müftülüğü @ankaramuftulugu, Kayseri İl Müftüğü @kayseriilmuftulugu.)

Esra Özer Duru, Ankara, 13 Şubat 2025. 

[1] İşlevsel ve işlevsiz aile tanımları için Davranış Bilimleri Enstitüsünün sitesinden yararlandım. https://www.dbe.com.tr/tr/yetiskin-ve-aile/11/disfonksiyonel-aile-yapisi-nedir-ve-etkileri-nelerdir/#:~:text=Bir%20ailede%20s%C3%BCrekli%20olarak%20%C3%A7at%C4%B1%C5%9Fma,%C5%9Fekilde%20duygusal%20bir%20rahats%C4%B1zl%C4%B1k%20vard%C4%B1r (Son erişim tarihi: 12.2.2025) 

09 Şubat 2025

“FANTASTİK CANAVARLAR NELERDİR, NERELERDE BULUNURLAR?”

Canavar: (İsim, Farsça) 1. Cana kıyan yaban hayvanı. 2. (mecaz) Düşüncesizce ve acımadan her şeye kıyan kimse.

Canavarlık: (İsim) Canavar olana yakışır iş.” (TDK Türkçe Sözlük, Beşinci Baskı, Ankara, 1969)

Canavar: 1. (isim) Masallarda sözü geçen yabani, yırtıcı hayvan. 2. Köpek balığı. 3. (mecaz) Haşarı, yaramaz çocuk. 4. (halk arasında) Kurt, domuz vb. cana kıyan yaban hayvanı. 5. (sıfat, mecaz) Acımasız, kötü ruhlu, zalim (kimse). 6. (sıfat) Herhangi bir şeye çok düşkün olan: Kurabiye canavarı. 7. Domuz. 8. Kurt. 9. Gölge oyununda doğaüstü bir yaratık tasviri. Buna ejder de denir. Kötülüğün simgesidir. 10. Yılan, kertenkele, örümcek, akrep ve benzeri zehirli hayvanlar için baytarnamelerde kullanılan ad.” (kelimeler.gen.tr: https://kelimeler.gen.tr/canavar-nedir-ne-demek-58112 son erişim tarihi: 5.2.2025.)

Canavar aslında gerçek hayatta bir karşılığı olmayan ve bu yüzden daha da korkutucu hale gelen bir imaj. Eskiden, korkutarak zapturapt altına almanın yaygın olduğu dönemlerde, çocukları iğneci ve polisin yanı sıra canavarla korkuturlardı. Benim şahsi tecrübem iğnecinin daha korkunç olduğu yönündeydi. Çünkü canavarı görmemiştim ama iğneciye dair acı anılarım vardı kısa hayatımda. Canavar denince de aklıma çok iri, gözleri parlayan, orayı burayı yıkıp döken, laftan sözden anlamayan, insana kaçma, saklanma fırsatı tanımadan yakalayıp parçalayan, muhtemelen tüylü, keskin dişli, sivri tırnaklı, karanlık bir şey gelirdi. Arkadaşlarımın canavarlara dair tasvirlerinde ise pullardan oluşan zırh gibi bir deri, silaha dönüşen uzuvlar ve kuyruk da bulunuyordu. Bir canavarlıklarını görmemiştik ama Van Gölü Canavarı, Loch Ness Gölü Canavarı vardı. İstiklal Marşında “medeniyet” denilen “tek dişi kalmış canavar” vardı. Sırf eğlence olsun diye önlerine dizilen arabaların üstünden atlarken onları ezip hurdaya çeviren araçlara “canavar kamyonlar” deniyordu. Herkesin canavarı kendineydi yani. Ortak noktamız aşırı şiddet uygulayan, kalpsiz bir yaratık olmasıydı.

Büyürken bir canlının, bir şeyin canavar olarak tanımlanabilmesi için ille tüylü, pullu, keskin dişli, uzun tırnaklı falan olması gerekmediğini gördük. Canavarca hislerle cinayetler işleyen, halkları katledip ortadan kaldırmaya, topraklarını ellerinden almaya azmeden ülkeler gördük. Belki dokunulmazlık zırhları vardı ama tüyleri ya da pulları yoktu. O yüzden canavarlık kriterlerimizde bazı değişiklikler yaptık. Canavarlar, bizim gibi görünebiliyor, aramızda yaşıyorlardı.

Biz, canavarlar hakkında bu kadar bilgi edinirken yetkili etkili bazı insanların onları hiç tanımadığını fark ettik. Bu noktada yazacağım şeylerin dehşetinden dolayı özür dilerim, yazıyı tasarlarken bu detayları yazmama kararı almıştım ama bir canavarın teşhisinin neden mümkün olmadığını anlayamadığım için yazmam gerekti.

Pınar Gültekin; sıradan, etten kemikten, kedi tırmalasa tırmalandığı yerden kanı akacak bir kadın, Cemal Metin Kaya isimli bir canavar tarafından önce boğuldu. Canavar Kaya’ya bu yetmemiş olacak ki Pınar’ı hala hayattayken cenin pozisyonunda bir varile koyarak yaktı. Daha sonra üzerine beton döktü. Son olarak bir noktada yardım aldığı kardeşiyle birlikte ormanlık alana attı. Yani canavar, Pınar’ı bir değil aslında üç kere ve üç farklı yöntemle öldürdü. Üstelik delilleri görünce suçlarını itiraf etti. “Canavarca hisle ve eziyet çektirerek kasten öldürmek” suçlamasıyla yargılandı, ağırlaştırılmış müebbet istenirken “haksız tahrik”le indirim yapılan Kaya’ya 23 yıl hapis cezası verildi. Gültekin ailesinin, itirazı ile üst mahkemeye taşınan karar, o mahkeme tarafından ağırlaştırılmış müebbete çevrildi. Bu kararı da Canavar Kaya’nın ailesi Yargıtay’a taşıdı. Geçen hafta karar veren Yargıtay ağırlaştırılmış müebbet cezasını bozdu. Kaya’nın “canavarca hislerle öldürme” suçundan değil, “niteliksiz kasten öldürme suçundan haksız tahrik uygulanarak yargılanmasını” istedi. Yargıtay, bizim canavar tanımımızın “aşırı şiddet uygulayan, kalpsiz bir yaratık” ortak paydasını bilmiyor olmalı ki, Kaya’da kürk, pullu deri, keskin dişler, sivri tırnaklar, kuyruk vs. yerine (muhtemelen) takım elbise ve kravat gördüğü için onun canavarlığını teşhis edemedi.

Velhasıl Yargıtay’ın teşhis edemediği ama bizim gördüğümüz, etimize kemiğimize değen, canımızı yakan her gün en az bir kadını bizden alan bu canavarlar, toplum içinde, aramızda yaşarlar. Yine toplum tarafından özenle beslenip büyütülürler. “Kabahat”leri kendiliğinden ortaya çıkar ya da inkâr edilemeyecek şekilde yakalanırlarsa takım elbise giydirilip denetimli serbestlik, şartlı tahliye, ağır/haksız tahrik indirimi, hükmün açıklanmasının geri bırakılması, cezanın ertelenmesi, uzaklaştırma cezası gibi yöntemlerle korunur, kollanır, kamufle edilirler. Yine bu yöntemlerle sayıları ve türleri garanti altına alınır. Biz de sanki bir fantastik roman yazarının, kimselerin aklına gelmeyen tuhaf canavar türleriyle doldurduğu kitabının sayfalarında yaşıyormuşuz gibi bütün bunların nasıl olabildiğini anlayamadan bakakalırız. 

https://www.hertaraf.com/koseyazisi-esra-duru-fantastik-canavarlar-nelerdir-nerelerde-bulunurlar-4449

Esra Özer Duru, Ankara, 8 Şubat 2025.  

31 Ocak 2025

Cumaya Gittim Geleceğim VIII TUZUMUZ MU KURU?

Geçen hafta Youtube’ta Salih Amel Yolcuları isimli bir platformda, Ayşe Kılınçarslan ve Elif Aldatmaz’ın moderatörlüğünde “Camisiz Kadınlar, Kadınsız Camiler” başlığıyla Cumaya Gittim Geleceğim yazılarını konuştuk. Sohbet sırasında bir kez daha fark ettim ki Cuma namazlarından hareketle dile getirdiğim camideki dışlanmışlık hissi bana özel değilmiş. Maalesef çok sayıda kadın kendisini camide; dışlanmış, istenmeyen, yersiz bir iş yapıyormuş gibi tuhaf hissediyormuş. Yola çıkarken hedef, bu hissi azaltmak hatta mümkün olursa ortadan kaldırmaktı zaten. Yine başlangıçta birtakım eleştirilere muhatap olacağımız belliydi. Gelen eleştirilerden biri, “hayatta bu kadar çok ve ağır sıkıntılar varken tek derdimiz Cuma namazlarında kadınların uğradığı ayrımcı muameleyse buna şükretmemiz” yönündeydi. Eleştiriyi yapan kişi, ağır sıkıntılar olarak gençler arasında yayıldığını ifade ettiği ateizm, deizm, dinden ve ibadetlerden uzaklaşma gibi sorunlara dikkat çekiyordu ki hiç de küçümsenecek eleştiriler değildi. Zaten hiçbir eleştiriyi kulak ardı etme lüksü olmadığını düşünüyorum, onun için bu eleştiriye iyi niyetle yaklaştım ve tam da “tuzumuzun kuru” olduğunu iddia eden ve halimize şükretmemizi tavsiye eden bu kişinin en azından kadınların dışlanmasının sonuçlarını yeteri kadar değerlendirmediği sonucuna vardım.

İslam Tarihi konusunda uzman değilim ancak bugüne kadar öğrendiklerimizden hareketle camilerin daha doğru bir ifadeyle mescitlerin, Hicretten sonra Medine’de ihtiyaçlara binaen ortaya çıktığını görürüz. Bu süreçte mescitler insanların, yeni gönderilen dini, her şeyiyle öğrenmek için geldiği ve aynı zamanda toplumsallaştığı mekânlar olur. Müminler, an be an Peygamberimizin aldığı yeni vahiyleri, yeni sorumlulukları toplandıkları mescitlerde, teşbihte hata olmasın, “canlı yayın”da öğrenirler. Toplumun sorunlarına ilişkin istişareler, itirazlar buralarda dile getirilir. Bu anlamda Cuma namazları çok sayıda insanla belli bir saatte ve yerde buluşmaya sözleşilmiş bir “toplantı” olduğu için ayrı bir önem taşır. Cemaatle kılınan vakit namazları Cuma kadar olmasa da bu anlamda mühim. Toplumun her bir üyesi mescide/camiye gelerek namaz vakitlerinde yetkililere sıkıntılarını ifade etme imkânı bulur. Nitekim Peygamberimiz hayattayken dolayısıyla vahiy aktif bir şekilde inerken bir sahabe kadının yaptığı itiraz üzerine “Eşi hakkında seninle tartışan ve Allah’a şikâyette bulunan (kadın)ın sözlerini Allah elbette duymuştur” ayetiyle başlayan Mücadele Suresinin varlığı bu kanalın ne kadar sağlıklı işlediğini gösterir. Aynı zamanda camilerin sadece bir namaz kılma mekânı değil okul olduğuna işaret eder. Camileri asıl hüviyetine kavuşturmak için bu ehliyeti mutlaka sağlamalıyız.

Kadınlar tarihin hangi noktasında cemaatle yapılan ibadetlerden uzaklaştırıldı bilmiyorum. Belki toplumsal şartlar onu gerektirmiştir ki o zaman kadınların toplumsal hayattaki varlığıyla değil o şartlarla mücadele edilmeliydi. İşte nasıl olduysa kadınlar camilerle ilgili sınırlı taleplerde bulunur olmuş, teravihler ve belirli merkezler dışında camileri dolduran kadın kalabalıkları görmek nadir bir olay. Annesi -camide huzur bulamadığı için- camiye gitmeyen bir çocuğun, hayatının merkezine camiyi koymasını beklemek abesle iştigal olur. Sohbetimiz sırasında Elif Aldatmaz hanımefendinin isabetle işaret ettiği gibi, geldiğimiz noktada “ayetle adeti birbirinden ayırmamız gerek”. Mescid-i Nebevi’nin giriş kısmına Peygamberimiz tarafından kurulan Suffe ashabından Enes bin Malik’i hepimiz biliriz. Çocukken, çocuk bir sahabe olan Enes’in rivayetlerini, hikâyelerini her duyduğumda, İslam’ı Peygamberimizden öğrenebilmek için Asr-ı Saadet’te yaşamış bir erkek olmayı dilerdim. Çünkü toplumsal kurallar bana bunu öğretiyordu.

Yazının başındaki eleştiriye dönecek olursak; muhatabına saygı gösterip adıyla sanıyla bir eleştiri yazmamış da olsa o kişinin ya da başkalarının sandığı gibi “tuzumuz kuru” olduğundan değil, bilhassa canımız yandığı için yola çıktık. Niyetimiz halistir, kalpleri bilen yalnızca Rabbimizdir.

“Kızlar Cuma Kılmaz ki!”

Bu haftaki Cuma namazı değerlendirmemiz, Gölbaşı’nda mahalle içinde nispeten küçük ve güzel bir cami olan Bilal-i Habeşi Camisinden. Kadınlar tuvaletinin kapısı kilitli. Erkekler için hem şadırvan hem de tuvalet var. Etrafta esnafın yoğun olması nedeniyle Cuma vakitlerinde oldukça kalabalık. Ayakkabılık ortak. Aynı alana açılmasına ve zaten erkekler tarafından da kullanılmasına rağmen işaretçi amcalar bizi kadınlar girişine yönlendirdi. Caminin girişi düz ayak ancak Cuma vakti erkeklerin doldurduğu kadınlar kısmına ulaşmak için çok sayıda basamak çıkılması gerekiyor. Caminin merdiven aralarında asma katımsı bölümler var. Bunlardan 14-15 yaşında erkek çocukların doldurduğu bir alanı gözümüze kestirdik. Çocuklar bizi “Kızlar Cuma kılmaz ki!” diye karşıladı. “Bu kızlar kılacak” deyip gülerek seccadelerimizi sererken odayı bize bıraktılar. Bu bölüm aydınlık, temiz ama caminin ana mekânından tamamen ayrı, tabure bulunmuyor ve soğuk. Kıble tarafındaki duvarda, biraz yukarıda caminin kubbesini ve o katta bulunan erkek cemaatin sırtlarını görebileceğiniz bir cam var. Sünneti kıldığımız zaman zarfında kapı defalarca açıldı. Hutbe başlayacağı sırada daha önce gülüşerek odayı bize terk eden genç cemaat deyim yerindeyse odaya doluştu. Namazı bizimle kılmak için izin isteyince biz de onlara yer açtık. Onların kıpır kıpır gençlik neşesi eşliğinde hutbe dinleyip namazımızı kıldık. Yalnız kıldığımız cumalardan daha keyifliydi. Camiden yüzümüzde engellemediğimiz bir tebessümle ayrıldık.

(Sizden gelecek yeni cami notları için bilgi@hertaraf.com, yetkililerin dikkatini çekebilmek için: Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş @dibalierbas, Din İşleri Genel Müdürlüğü @dibdhgm, Ankara Müftülüğü @ankaramuftulugu, Gölbaşı Müftülüğü @golbasimuftulugu.)

https://hertaraf.com/koseyazisi-esra-duru-cumaya-gittim-gelecegim-viii-tuzumuz-mu-kuru-4441 

https://www.youtube.com/live/bR2o4RVNKVc?si=xrO5_vfCzkgN8Ux2

Esra Özer Duru, 29 Ocak 2025, Ankara. 

Taze Taze Hikâyeler

BEKLEME ODASI

Mart ayı ortalarıydı. Hava, okullardaki mevsim tablolarında her zaman bahara dahil edilmesine rağmen, yıllardır rolüne direnen bu aya yakışı...

Yeni Yazılardan Haberdar Olun

Kaçırmayın!